Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkmenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ekim 2020 Çarşamba

TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI IŞIĞINDA KUZEY IRAK AÇILIMI., BÖLÜM 3

TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI IŞIĞINDA KUZEY IRAK AÇILIMI., BÖLÜM 3 


Türkiye, Kuzey Irak Kürtleri,Türkmenler,Kerkük, ABD,Bilge Adamlar, Stratejik Araştırmalar Merkezi,BİLGESAM,Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı,Ali SEMİN,
Petrol,Saddam Hüseyin,Kürt Açılımı,Birinci Körfez Savaşı,

5. TÜRKİYE’NİN KÜRT AÇILIMI VE KUZEY IRAK AÇILIMI 

Türkiye’nin, ABD’nin işgalinden sonra Kuzey Irak’ı “kırmızı çizgisi” olarak tanımlaması, Kürt devletinin kurulmasına karşı çıkması ve zaman zaman 
PKK terörüne karşı bölgeye karadan ve havadan askeri operasyonlar düzenlemesi, Kuzey Iraklı Kürtlerin tepki göstermesine neden olmuştur. 

Türkiye’nin gündeminde uzun süredir tartışılan Kürt açılımının (Demokratik açılım), Kuzey Irak Kürt Yönetimi’ne olumlu yansıması beklenirken, 6 Ekim 
2009 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) sınır ötesi operasyonlarına imkân tanıyan tezkerenin süresi bir yıl daha uzatılmıştır.25 Söz konusu tezkere kararı TSK’ya bir yıl süreyle Kuzey Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyonlarda bulunma imkânını vermiştir. PKK terör örgütü sorumlusu Murat Karayılan basına yaptığı açıklamada, TBMM’nin tezkereyi uzatmasının arkasında ABD’nin olduğunu iddia etmiştir.26 TBMM Genel Kurulu’nun, Kuzey Irak kaynaklı terör tehdidini ve saldırıları etkisiz hale getirmek amacıyla hükümete verilen operasyon yetkisini bir yıl daha uzatması Iraklı Kürtlerde de rahatsızlık meydana getirmiştir. Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin internet sayfasında, konu ile ilgili bir açıklama yapan KIKY Dış ilişkiler Sorumlusu Felah Mustafa, TBMM’deki söz konusu kararın onaylanmasının, bağımsız 
bir ülkenin egemenlik haklarının ihlali olduğunu, bu kararın Türkiye hükümetinin başlattığı açılıma uygun düşmediğini ileri sürmüştür.27 
Kürtler, PKK terör örgütü konusunun diyalog yoluyla çözümlenmesinden yana olduklarını sürekli dile getirmektedirler. 

2006 yılından itibaren PKK terör örgütü ile ilgili olarak Türkiye, Irak ve ABD arasında kurulan “Üçlü Mekanizma” çerçevesinde, PKK’nın Kandil’den tasfiye edilmesine yönelik bugüne kadar herhangi bir gelişme yaşanmadığı bilinmektedir. 28 Kürt yönetimi, Türkiye’ye sürekli baskıda bulunarak Üçlü Mekanizma’ya Kürt yönetiminin katılmaması halinde bir sonuç alınmasının zor olduğunu dile getirmiştir. Daha sonra sözü edilen mekanizmanın 2009’daki Erbil toplantısına Kürt yönetiminin katılmasına Ankara yeşil ışık yakmıştır. Diğer taraftan PKK terör örgütünün Kandil’deki varlığı sürmektedir. Türkiye’nin bu yöndeki girişimlerine bakıldığında, PKK’nın Irak’ın kuzeyinden tamamen temizlenmesi için son aylarda Dışişleri ve İçişleri Bakanları düzeyinde Erbil’e önemli ziyaretlerde bulunulmuş ve KIKY ile ağırlıklı olarak bu konuda görüşülmüştür. Ancak bugüne kadar somut bir neticeye varılamamıştır. 

21 Aralık 2009 tarihinde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın üçlü mekanizma toplantısına katılmak üzere Bağdat ve Erbil yönetimi ile temaslarının ardından, PKK’nın tasfiyesine yönelik kısa vadede bir sonuç beklenmediği yönündeki açıklaması, bu konudaki kuşkuları artırmaktadır.29 
Hem Barzani hem de Talabani, kendilerini bölge Kürtlerinin lideri olarak gördüklerinden, Mahmur ve Kandil’in PKK terör örgütü üyelerinden arındırılması durumunda Kürtler arasında güven kaybına uğrayacaklarını bildiklerinden ötürü, bu konuda oldukça hassas davranmaktadırlar. 

    Sınır ötesi operasyon tezkeresinin TBMM’den geçmesinin ardından, altı yıl aradan sonra 30 Ekim 2009 tarihinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu 
ve Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan ilk defa bakanlar düzeyinde Irak’ın kuzeyine ziyarette bulunmuşlardır. Ankara’dan Kuzey 
Irak’a yapılan bu üst düzey ziyaret, KIKY tarafından “tarihi ve önemli” olarak nitelendirilmiştir.30 Davutoğlu’nun Erbil ziyareti, “Türk Hükümeti’nin başlattığı ‘Kürt Açılımı’ kapsamındaki projelerin altında yatan temel hedefin Irak’ın kuzeyindeki Kürt yönetimini tanımak mıdır?” sorusunu gündeme getirmiştir. 

Başka bir ifadeyle, Iraklı Kürtler Türkiye’nin Kuzey Irak’a mı, yoksa kendi Kürt vatandaşlarına mı açıldığı sorusunu sormaya başlamıştır. Çünkü Kürt liderler Türkiye’nin Kürtlere yönelik herhangi bir projeyi uygulamaya koyarken, bunun kendileriyle koordine içerisinde yürütülmesini arzu etmektedirler. Dolayısıyla Türkiye’nin, Kürt Açılımı bağlamında yaptığı tüm girişimlerde Kürt yönetimini de hesaba kattığı ve Kuzey Irak’a gönderdiği üst düzey heyetlerle de bunu göstermek istediği söylenebilir. 

Bu arada dikkatlerden kaçmayan önemli bir hususa da değinmekte fayda vardır. Kapatılan Demokratik Toplum Partisi’ne (DTP) mensup grubun, Kürt açılımı projesinin başarılı olması için sürekli olarak Abdullah Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini savunmalarına karşın, ne Mesud Barzani ne de Celal Talabani’den, Kürt açılımı konusunda Öcalan’ın dikkate alınmasına yönelik bir talep gelmemiştir. Bu da, Kürt liderlerin Türkiye’nin hassas olduğu konulara karışmaktan kaçındıklarının bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. 

Kürt açılımı ile birlikte Türkiye’nin Kuzey Irak Kürt Yönetimi ile ilişkilerinin normalleşme sürecine girmesinin ilk adımı olması bakımından önemli bir gösterge de, 2009 Haziran ayında Kürt yönetiminin Erbil’den çıkardığı petrolü, Kerkük-Ceyhan (Kerkük-Yumurtalık) petrol boru hattı aracılığıyla Türkiye üzerinden dünya pazarlarına ihraç etmeye başlamasıdır.31 Bütün bu gelişmeler ışığında, Türkiye’nin Kürt yönetimi ile ilgili yeni politikasının Kuzey Iraklı Kürtler tarafından hem şaşkınlıkla hem de memnuniyetle karşılandığı söylenebilir. 

Türkiye bu dönemde Kuzey Irak ile ilişkilerin normalleşmesi konusunda temkinli davranarak Türk kamuoyunun tepkisini çekmeden bir dizi adım atmıştır. Bölgeye Mart 2008 tarihinde Başbakan Erdoğan’ın Irak Özel Temsilcisi’nin gönderilmesi ve Türkiye’nin hâlihazırdaki Bağdat Büyükelçisi Murat Özçelik’in Selahattin kentinde Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile ilk görüşmeyi yapması Ankara-Erbil ilişkilerinde 2011 yılında gelinen noktanın temel taşlarını oluşturmuş tur. Ardından bakanlar düzeyinde (Dışişleri Bakanı Davutoğlu, İçişleri eski Bakanı Beşir Atalay, Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Zafer Çağlayan, Milli Eğitim eski Bakanı Nimet Çubukçu ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek) ziyaretler başlatılmış ve Erbil’de konsolosluk açılmıştır.32 Bu gelişmeleri takiben 28-29 Mart 2011 tarihinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Irak ziyareti kapsamında Erbil’i de ziyaret etmiştir. 

5.1. Türkiye’nin Kuzey Irak’la İlişkilerinde Dikkate Alması Gereken Konular 

Ankara’nın, Kuzey Irak’a yönelik politikaları, özellikle “Kürt Sorunu” ile ilgili attığıadımlar, Irak’lı Kürtler tarafından olumlu karşılanabilir. Ancak Türkiye’nin “Kerkük Sorunu” konusundaki hassasiyetine karşı, Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani ve diğer Kürt yetkililerin, bu sorunun çözümü için herhangi olumlu bir adım attığı söylenemez. Kerkük’ün kuzeye bağlanması konusunda, Kürt Yönetimi Başkanı Barzani eski tutumunu sürdürmektedir. Türkiye, Kuzey Irak ile ilişkilerinde Kerkük konusunu sürekli dikkate almalıdır. 

Türkiye, PKK terör örgütü ile ilgili sorunları sadece Kürt yönetimiyle çözeceğini düşünmemelidir. PKK konusunda Kürt yönetimi, Türkiye’ye karşı gerçekleştirilen terör faaliyetlerini sadece bir ölçüde azaltabilir. Barzani ve Talabani’den, bunun dışında ciddi bir yaklaşım beklemek pek de gerçekçi olmayabilir. Bu nedenle, PKK ile mücadelede bölgede örgütle ilişkili ayrılıkçı unsurların bulunduğu, Irak, İran ve Suriye ile işbirliğine gidilmeli ve ortak harekât imkânları geliştirmelidir. 

Türkiye açısından Kuzey Irak bağlamında iki mühim mesele vardır: 

Birincisi, PKK terör örgütü sorununun bertaraf edilmesi konusudur. 
İkincisi ise Kuzey Irak’la yapılan dış ticarettir. 

Erbil, Türkiye ekonomisi için önemli bir pazar haline gelmiştir. Kuzey Irak’ta son yıllarda inşa edilen konutların, restoranların, alışveriş merkezlerinin ve otellerin büyük çoğunluğu Türk inşaat şirketleri tarafından yapılmıştır. 2010 dış ticaret verilerine göre, Türkiye ve Kuzey Irak (Erbil, Süleymaniye ve Dohuk) arasındaki ticaret hacmi 5,2 milyar dolardır. 2003-2010 arası Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren  Türk şirketlerin sayısı tahminlere göre 450’dir. Bu şirketler bünyesinde bölgede 15 bin Türk vatandaşı çalışmaktadır.33 

Bu çerçevede ortaya çıkan gelişmeler değerlendirildiğinde; Ankara’nın “Kürt açılımı” konusundaki arayışlarına olumlu bir cevap beklenirken, birdenbire ülkede meydana gelen terör olaylarının, bu sürecin tıkanmasına neden olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Kürt yönetimi, Kürt açılımıyla ilgili Türkiye’nin kısa zamanda somut adımlar atmasını beklemiştir. Ancak Türkiye’nin güneydoğusundaki olaylar, Türk hükümetinin açılıma yönelik herhangi bir adım atmasına imkân vermemiştir. DTP kadrosunun (BDP-Barış ve Demokrasi Partisi) devamlı PKK terör örgütünü savunması, gerek partililerin, gerekse Türk hükümetinin Kürt vatandaşlarıyla ilgili projelerine zarar vermekten başka bir katkısı olmamıştır. Aslında DTP’nin kuruluş 
amacının ne olduğu ve neyi savunduğu konusunda bilinçli davrandığını söylemek de mümkün değildir. 
 
15 Eylül 2009 tarihinde DTP Başkanı Ahmet Türk, beraberindeki bir heyetle Kürt yönetimini ziyaret etmiş, Ankara’nın başlattığı Kürt açılımını Kuzey Irak Kürt yönetimi ile görüşmüştür.34 Söz konusu heyet, Kuzey Irak ziyareti sırasında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ile görüşmesine rağmen Kürt liderler tarafından ziyaretle ilgili açıklama yapılmaması, Kürt açılımı konusunun Kuzey Irak Kürt basınında fazla yer almaması dikkatlerden kaçmamıştır. 

    6. IRAKLI KÜRTLERİN DTP’NİN KAPATILMASINA BAKIŞI 

DTP hakkında Anayasa Mahkemesi’nin aldığı kapatma kararının üzerine, 15 Aralık 2009 tarihinde Erbil’de bir grup Iraklı Kürt, Kürt Yönetimi Parlamentosu’nun önünde toplanarak, söz konusu kararı protesto etmiştir. 

Bu karar, Kuzey Iraklı yöneticiler, gazeteciler ve akademisyenler arasında farklı şekillerde yorumlanmıştır:35 

   Birincisi, Kürt yöneticiler kapatma kararının Türk hükümetinin başlattığı Kürt açılımına zarar vereceği yönünde açıklamalarda bulunmuş, açılım sürecinin tehlikeye gireceğini savunmuştur. 

Çünkü Kürt yetkililer, böylesi kritik bir kararın Anayasa Mahkemesi’nden çıkmayacağı kanısındaydı. 
   İkincisi, DTP’nin kapatma kararı önemli haber olarak, hem görsel hem de yazılı Kürt basınında geniş yer almıştır. Kuzey Irak yerel basınında 
çıkan haberlerde, DTP’nin kapatılmasının Türkiye’de şiddet ve kaosu artıracağına vurgu yapılmıştır. 
   Üçüncüsü ise, Iraklı Kürt akademisyenlerin kapatma olayına daha objektif baktığı söylenebilir. 

24 Aralık 2009 tarihinde PKK terör örgütünün Kuzey Irak’taki Mahmur kampına giden DTP milletvekillerinin de katılımıyla Erbil Stratejik Araştırmalar Merkezi tarafından konu ile ilgili bir toplantı düzenlenmiştir. Toplantıda Selahattin Üniversitesi öğretim üyesi Hemin Mirani’nin, 

  “Siz kendi iradenizi neden ortaya koyamıyorsunuz? Neden kendi iradenizle hareket etmiyorsunuz?” eleştirisi, 36 DTP’nin PKK’ya yakın durmasının, 
olaya gerçekçi yaklaşan Iraklı Kürtleri de rahatsız ettiğini göstermektedir. 
Bütün bu tepkiler, DTP’nin, Kuzey Irak Kürtlerinin isteği dışında ve PKK eğilimli olarak hareket etmesinin tasvip edilmediğine işaret etmektedir. 

Başka bir deyişle, DTP’nin kapatılması Barzani ve Talabani’nin Türkiye ile ilişkilerini geliştirme konusundaki endişelerini beraberinde gidermiştir. 
Çünkü her iki Kürt lider, DTP’nin PKK yanlısı gidişatının kendilerine zarar vereceğinden kuşkulanmaktaydı. Ayrıca KYB ve KDP (Talabani ve Barzani), bölgede partilerine karşı rakip olarak herhangi bir Kürt partisinin çıkmasını istemedikleri görüntüsünü vermektedirler. Bu açıdan bakıldığında eski DTP’lilerin, Kuzey Irak’a yaptığı ziyaretlerde, Kürt liderlerden destek aldıkları yönünde bir görünüm sergileseler de, aslında Kürt yönetiminin mümkün olduğu kadar mesafeli durduğu bir gerçektir. Artık Iraklı Kürtlerin farkına vardıkları önemli hususlardan birisi, Türkiye ile kurulacak iyi ilişkilerin kendi bölgeleri bakımından hayati bir mesele olmasıdır. 

7. KÜRT YÖNETİMİ’NİN TÜRKİYE’DEN BEKLENTİLERİ 

Kürtlerin, Ortadoğu bölgesindeki ülkelere yönelik değişik beklentileri vardır; fakat gerek jeopolitik ve stratejik konumu gereği, gerekse bölgedeki etkisi bakımından Türkiye, Iraklı Kürtler için daha da önemlidir. Türkiye’nin önemi ve Kürtlerin beklentileri üç maddede sıralanabilir. 

Türkiye, Kürt yönetiminin Avrupa ve Karadeniz’e ulaşabilmesini sağlayan bir köprü konumundadır. Kürtlerin, para kaynağı olan Habur sınır kapısı günümüze değin Kürt yönetimini ayakta tutan, besleyen ve bölgeyi geliştiren tek kapıdır. 

Bu nedenle, Kürt yönetiminin hayatta kalması bakımından, Türkiye ile iyi ilişkiler kurması bir ihtiyaç ve zorunluluktur. Başka bir ifadeyle, Türkiye bölgedeki Kürtlerin can damarıdır. Kürt yönetimi, ilk olarak 2005 yılında Norveçli bir petrol şirketi aracılığıyla Zaho ve kuzeydeki diğer bölgelerde çıkardığı petrollerin yurtdışına sevkini ve satışını, sadece Türkiye üzerinden yapabilmektedir.37 
   Bu sebeple Kürtlerin, Türkiye ile iyi ilişki kurma amaçlarından birinin bu beklentiyi hayata geçirmek olduğu söylenebilir. 
Kuzey Iraklı Kürtlerin, Türkiye’den belki de en önemli beklentisi, Ankara’nın Kürt yönetimini tanımasıdır. 
Aksi takdirde ABD sonrası Irak’ta, söz konusu bölgede İran ve Araplar arasında sıkışıp kalacaklardır. Böyle bir durumda deyim yerindeyse, Kürtler için Kuzey Irak penceresiz eve benzeyecektir. 

Genel bir değerlendirme yapıldığında ABD’nin, Irak’ı işgalinden sonra Kürt yönetimi, tam manasıyla Irak’ta ve bölgede Washington’un “stratejik ortağı” konumuna gelmiştir. Bu sebeple Washington, Saddam iktidarını devirdikten sonra bölgede ABD, İsrail ve Iraklı Kürtlerden oluşan bir “Güven Üçgeni” oluşturmuştur. Washington bu amaçla Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani’yi dolaylı olarak da PKK terör örgütünü desteklemeye başlamıştır. Çünkü Amerikan yönetiminin PKK konusuna, sadece Türkiye açısından bakmadığı açıkça ortadadır. İran’daki PJAK’ı hesaba katmakta yarar vardır. Dolayısıyla ABD, Irak’taki durumu kendi lehine değerlendirmek için Türkiye ve İran’a karşı bir baskı oluşturmaya çalışmaktadır. 


***

TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI IŞIĞINDA KUZEY IRAK AÇILIMI., BÖLÜM 1

 TÜRKİYE’NİN IRAK POLİTİKASI IŞIĞINDA KUZEY IRAK AÇILIMI., BÖLÜM 1 


Türkiye, Kuzey Irak Kürtleri,Türkmenler,Kerkük, ABD,Bilge Adamlar, Stratejik Araştırmalar Merkezi,BİLGESAM,Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı,Ali SEMİN,
Petrol,Saddam Hüseyin,Kürt Açılımı,Birinci Körfez Savaşı,


Ali SEMİN.,
Özet: 

Irak, siyasi, ekonomik ve ticari ilişkilerin yanı sıra tarihi bağların varlığı nedeniyle öteden beri Türkiye için önemli bir sınır komşu olmuştur. 
Türkiye ise genelde Irak, özelde Kuzey Irak Kürt yönetimi için önemli bir sınır komşusunun ötesinde, bölgede yaşayan Türkmenlerin durumu, 
Kuzey Irak’ın dünyaya açılan kapısıdır. 
Ancak başta PKK terör örgütü sorunu olmak üzere, Kerkük’ün statüsü ve Kuzey Irak’la ilişkilerin güvenlik odaklı ilerlemesine neden olmuştur. 
Özellikle 2003 Irak işgalinin ardından Türkiye ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi ilişkileri kopma noktasına geldiyse de, zamanla düzelmeye doğru bir seyir izlemiştir. İlişkilerin düzelmesinde 2009 yılında Türkiye’nin uygulamaya koyduğu “Kürt Açılımı” önemli bir paya sahip olmuştur. 

Bu çalışmada, Türkiye ve Kuzey Irak Kürt yönetimi ilişkilerindeki gelişmelerden yola çıkılarak, iki taraf arasındaki sorunlara karşı sergilenen karşılıklı tutumlar ve atılan somut adımlar ve Kuzey Irak ile ilgili politikalar değerlendirilmiştir. 

GİRİŞ 

Türkiye, Kuzey Irak politikası çerçevesinde yaşadığı sorunlara rağmen, bölge açısından büyük önem taşıyan bir ülkedir. Tarih boyunca hem kendisinin hem de bölgenin huzuru için bir barış ve istikrar ülkesi olmaya çalışmıştır. Ancak Türkiye tüm bu çabalarına karşın, jeostratejik konumundan dolayı çevresinde yaşanan sorun ve çatışmalardan olumsuz yönde etkilenmektedir. Türkiye’nin güvenlik algısı doğrultusunda, genelde Irak, özelde ise Kuzey Irak bölgesi birçok bakımdan önem taşımaktadır. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Irak, Türkiye için deyim yerindeyse 
çözülemeyen bir sorun haline gelmiştir. 

Birinci Körfez Savaşı, Irak’ta ve Ortadoğu Bölgesi’nde birçok dengenin değişmesine neden olmuştur. Bu savaşla birlikte 1991 yılında Irak’ın güneyinde Şiiler ve kuzeyinde ise Kürtler ayaklanmıştır. Kuveyt’in işgali ise Irak tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu savaşla birlikte Irak’taki ve bölgedeki dengelerin yavaş yavaş değişmeye başlaması Irak’ın bugünkü içinde bulunduğu durumu hazırlamıştır. Bir taraftan Saddam yönetiminden koparılan Kuzey Irak, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararıyla “güvenli bölge” ilan edilirken, diğer taraftan da Irak’a uygulanan “ambargo” ülkeyi önemli ölçüde etkilemiştir. Irak’la ilgili ortaya atılan “bölünme senaryoları”, hem Irak halkına, hem de bölge ülkelerine yönelik bir psikolojik savaş yürütüldüğü izlenimi vermiştir. Türkiye’nin arka bahçesi olarak nitelenen Irak’ta meydana gelen bu gelişmelerin, başta Türkiye olmak üzere, tüm bölge ülkelerini etkilemesi kaçınılmaz olmuştur. 

Kuzey Irak’taki Kürtlerin bağımsızlık veya yarı bağımsızlık isteklerine Irak’ta ortaya çıkan konjonktürün uygun bir zemin hazırladığı söylenebilir. 

Bu nedenle 1990 yılı sonrası Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelere bakıldığında, Mayıs 1992’de ilk Kürt parlamento seçimleri yapıldığı görülecektir. İktidar mücadelesi ve Habur sınır kapısından elde edilen gelirin paylaşımı konusundaki anlaşmazlık seçimlerin akabinde 1994’te Celal Talabani liderliğindeki Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Mesud Barzani liderliğindeki Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) arasında bir çekişme yaşanmasına yol açmıştır. Bu rekabet neticesinde 1998 Washington Antlaşması ile Kuzey Irak yönetimi KYB ve KDP arasında paylaşılmış, Erbil ve Duhok Barzani’ye, Süleymaniye ise Talabani’nin yönetimine bırakılmıştır. Başka bir ifadeyle bölgede iki idareli Kürt yönetimi dönemi başlamıştır. 

1999 yılına gelindiğinde, Irak topraklarında yuvalanmaya başlayan PKK terör örgütüne karşı savaşması için Türkiye’den, Talabani’nin partisine (KYB) silah ve malzeme yardımı yapılmıştır. 1990’lı yıllarda Türkiye ile Kuzey Irak Kürt Yönetimi ilişkilerinde fazla problem yaşandığı söylenemez, çünkü Kürt liderler, yeni oluşmakta olan Kürt yönetiminin kalkınması için Türkiye’nin fiili yardımına ihtiyaç duymaktaydı. Ankara’nın da, PKK terör örgütünü bertaraf etme hedefinden dolayı Talabani ve Barzani’yi yaptığı yardımlarla ödüllendirdiği söylenebilir. Ancak 20 Mart 2003 tarihinde ABD’nin Irak’ı işgaliyle, Türkiye ve Iraklı Kürtlerin ilişkileri gerilmeye başlamıştır. Başta PKK terör örgütü olmak üzere, Kerkük’ün statüsü ve 
Kürtlerin Türkmenlere yönelik baskısı, yani Türkiye ile Iraklı Kürtler arasındaki sorunlar, birer birer su yüzüne çıkmaya başlamıştır. 

1. 2003 SONRASI TÜRKİYE-KÜRT YÖNETİMİ İLİŞKİLERİ 

2003 yılının Mart ayında ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle başlayan süreçte Irak’ta, terör olayları başta olmak üzere pek çok gelişme yaşanmıştır. Kuzey Irak’taki gelişmeler ve Irak’ı üçe bölme senaryoları, hem Iraklıları hem Türkiye’yi hem de diğer bölge ülkelerini derin endişeye sevk etmiştir. Bu bağlamda, ABD’nin Irak’ta desteklediği Kuzey Irak Kürt Yönetimi, tam anlamıyla Irak yönetiminde etkin bir duruma gelmiştir. İşgalin ardından Kürtler, Irak’ta yapılan üç seçim ve anayasa referandumunda büyük kazanımlar elde etmişlerdir. Böylece, Irak’ta yapılan söz konusu seçimleri boykot eden Sünni grupların yerine, güçlü bir Kürt unsuru ortaya çıkmıştır.1 

Kürtler, Irak Anayasasıyla birlikte, bir yandan Irak kaynaklarından %17’lik oranda bir pay elde ederken, diğer yandan da, Irak’ta “Kerkük Sorunu” gibi birçok soruna yol açmışlardır. Kuzey Irak Kürt Yönetimi, Kerkük’ün bir Kürt şehri olduğunu iddia ederek kendi bölgelerine bağlanmasını istemektedir. Başlangıçta Irak’taki durum Kürtlerin lehine seyretmiş, ancak daha sonra bu sürecin işlemesinin hiç de kolay olmayacağı zamanla anlaşılmıştır. Başta “Kerkük Sorunu” olmak üzere, Diyale bölgesinde Hanekin sorunu 2 ve petrol yasası sorunu 3 Kürtlerle Bağdat Hükümeti arasındaki en önemli sorunlar olarak baş göstermiştir. Başta petrol yasası 
olmak üzere, Kürtler ile Maliki hükümeti birçok meselede ters düşmüştür.4 
Bu nedenle, Irak’taki siyasi süreç ve dengeler değiştiği gibi, bölge dinamiklerinin taşları da yerinden oynamıştır. 

Bütün bu gelişmeler ışığında, Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra ABD’nin Saddam yönetimine ve bölge ülkelerine karşı kullandığı ‘Kürt kartının’, Irak’ın işgaliyle son bulduğu ve bunun yerine PKK terör örgütünün geçtiği söylenebilir. ABD, bu iki kartı hem Irak’taki Araplar ile Türkmenlere karşı masaya koymuş, hem de başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerine yönelik psikolojik bir tehdit unsuru olarak kullanmıştır ve halen de kullanmaktadır. 

2. ABD SONRASI KYB VE KDP STRATEJİSİ 

2003 Irak işgalinden sonra, her iki Kürt partisi (KYB-KDP), alelacele yıllardır ayrı olan Kuzey Irak yönetimini birleştirme kararı almıştır. Talabani ve Barzani arasında “İyi İlişkiler ve Dostluk Anlaşması” imzalanmıştır. Bu ikilinin aslında bölgedeki konjonktüre göre, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla hareket ederek, böylesi bir anlaşma yoluna gittiği söylenebilir. Zira Talabani ve Barzani partileri arasındaki anlaşmalara bölge halkının bile şüpheyle yaklaştığı izlenmektedir. Çünkü Irak’ın işgali sonrası gerek ülkedeki iç dinamikler, gerek komşu ülkelerden gelen tehdit algılamaları, her iki Kürt partisinin birleşmesine imkân sağlamıştır. 

Kürtlerin (Talabani ve Barzani) böylesi bir birleşmeyi gerçekleştirmesindeki en önemli etken, yıllardır ‘‘güvenli bölge’’ adı altında elde ettikleri siyasi, askeri, ekonomik ve sosyo-kültürel yapıyı elde tutmuş olmalarıdır.5 Eğer Irak, ABD tarafından işgal edilmeseydi, bugün Kuzey Irak’taki KYB ve KDP partilerinin birbirleriyle olan güç mücadeleleri devam ederdi. Bu nedenle, bugün KYB ve KDP arasında kurulan münasebetin yalnızca kuzey yönetimindeki iktidarı bir başkasına kaptırmama anlamına geldiği düşünülmektedir. 

Bu çerçevede Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Kürt Yönetimi’nin ilişkileri değerlendirildiğinde, üç temel sorunun üzerinde durmak gerekir. 
 
2.1. PKK Terör Örgütü Sorunu 

ABD’nin Irak’ı işgal etmesi öncesinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart tezkeresini reddetmesi Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin konumunu güçlendirmiştir. Tezkere sonrasında ABD’nin Irak’ta ve Ortadoğu’da bir numaralı müttefiki haline gelen Kürt yönetimi, bu vesileyle Irak’ta etkinliğini artırmıştır. Irak’ı işgal eden ABD, ilk önce Türkiye’ye tezkere faturasını çıkarmaya kalkışmıştır ki bu cezanın en kolay yolu PKK terör örgütünün Türkiye’ye yönelik faaliyetlerine göz yummaktır. Ardından 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye kentinde görev yapan Türk askerlerine yönelik, ABD ve Peşmerge güçleri tarafından 11 Türk askerinin gözaltına alınması ve düzenlenen operasyon, Türk tarihine "Çuval Olayı" olarak 
geçmiştir.6 Dahası Türkiye’de meydana gelen terör saldırılarının artış göstermesi ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin tehditkâr söylemleri had safhaya varmıştır. 

Sınır komşusunda PKK terör örgütünün barınması neticesinde, Irak Türkiye için artık komşudan çok bir tehdit merkezi haline gelmiştir. 

PKK’nın Kuzey Irak’ta yuvalanması, Türkiye-Irak ilişkilerinde gerilime sebep olmuştur. ABD ve Kürtler, PKK terör örgütünü kullanarak, Türkiye’nin terörle mücadele konusuyla meşgul olmasını, Irak’ta etkisizleştirilmesini sağlamaya çalışmıştır. 

2.2. Türkmen Faktörü 

1990 yılından sonra Kuzey Irak’ta, 36. paralelin kuzeyi olarak adlandırılan güvenli bölgede, Türkiye ile ilişkiler iyi olmasına rağmen zaman zaman Türkmen parti ve kuruluşlarına KDP güçleri tarafından saldırılar düzenlenmiştir. Türkiye ise, bu saldırıları Barzani ve Talabani’yi Ankara’ya çağırarak diyalog yoluyla engellemeye çalışmıştır. Türkmenler bu dönemde gerek Türkiye-Irak, gerek Türkiye-Kürt Yönetimi ilişkilerinde önemli bir faktördür.7 Bununla birlikte Türkmenler bu özelliklerini ancak Irak’ın işgaline kadar koruyabilmiştir. 1 Şubat 2005 tarihinde dönemin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül, Irak'taki herkesin Türklerin akrabası olduğunu belirtmiştir.8 ABD sonrası Irak-Türkiye münasebetlerine bakıldığında, Ankara’nın Irak’ın tümünde “akrabalık” politikası ilan etmesi Kürtleri az da olsa rahatlatmış, böylece Kürt yönetimi, Türkmenlere karşı daha baskıcı bir tavır sergilemeye başlamıştır. 

Özellikle ABD’nin Irak’ı işgal etmesiyle birlikte, Irak Türkmen Cephesi (ITC) karargâhının süratle Kerkük’e taşınması Türkmenlerin konumu açısından büyük bir hata teşkil etmiştir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi ITC’nin Erbil’den taşınması, Kuzey Irak Kuzey Yönetimi’nin (KIKY) arzularından biri olarak görülebilir. Zira ITC’nin, Erbil’den taşınması demek, Türkiye’nin ve Türkmenlerin bölge üzerindeki etkisini kaybetmesi demektir. Bir diğeri ise, ITC silahlı gücü olmamasına rağmen Türkiye’nin gücünü kuzeydeki Kürtlere yansıtmaktaydı. Başka bir deyişle, ITC’nin 
Erbil’de varlığı deyim yerindeyse, Kürt yönetiminin kolunda “kelepçe” özelliğini taşımaktaydı. Ayrıca 2005 yılından bu yana, Erbil kentinde ITC tüm bina ve kuruluşlarına Barzani yönetimi tarafından el konulmuştur. Türkiye’nin, son dönemlerde Kürt yönetimiyle ilişkisinin olumlu yolda ilerlemesine rağmen KDP’nin el koyduğu ITC büroları iade edilmemiş, sadece ITC’nin Temmuz 2011 tarihinden bu yana Erbil’de faaliyet göstermesine ve yeniden büro açmasına izin verilmiştir.9 Ayrıca KYB ve KDP, ITC’ye alternatif olarak, kendi yönetimi altında Türkmen partileri kurmuş ve onları desteklemiştir. 

Irak’ta, genel olarak Türkmenlere yönelik politikalara bakıldığında, bu politikaların Türkiye-Irak ilişkileriyle bağlantılı olarak yürütüldüğü görülmektedir. Hâlbuki Türkmenler, Irak’ın üçüncü unsurudur. Bölgedeki seçimler sırasında kaydedilen verilere göre, Kuzey Irak’taki (Erbil, Süleymaniye ve Dohuk vilayetleri) genel nüfusun 4 milyon 800 bin olduğu tahmin edilmektedir. Kuzeydeki Türkmen nüfusu ise, yaklaşık 450 bin civarındadır. Ancak 25 Temmuz 2009 tarihinde Kuzey Irak’taki seçimlerde Türkmenler yüzde 1,5 oy oranı elde etmişlerdir. Bu oran, yaklaşık 31 bine tekabül etmektedir.10 Bu durumun Türkmenlerin Irak’taki gerçek sayısını gizlemeye yönelik bir oyun olduğu düşünülebilir. 

Ayrıca Türkmenler, Kuzey Irak’ta Kürtlerden sonra ikinci unsur olarak bilinmekte ve Kürt yetkililer de bu gerçeği verdikleri demeçlerle kabul etmektedir. Son seçimlerde Türkmenler ITC dışında, Kürt Yönetimi Parlamentosu’na beş vekille girmiştir. Bu bağlamda seçimleri Türkmenler açısından iki noktada değerlendirmek mümkündür: Birincisi, Türkmenler, bölge yönetimi ve uluslararası topluma karşı varlıklarını resmen ispatlamıştır. Üstelik gelecekte bölgedeki yönetime talip olma hakkını da yakalamıştır. Bir diğeri ise Türkmenler, Kerkük konusunda ortak idare 
dışında hiçbir çözümün gerçekleşemeyeceğini göstermiştir. 

***

20 Aralık 2019 Cuma

SURİYE’DEN TÜRKİYE’YE GÖÇ: TEHDİTLER ve FIRSATLAR., BÖLÜM 2

SURİYE’DEN TÜRKİYE’YE GÖÇ: TEHDİTLER ve FIRSATLAR., BÖLÜM 2




 Suriyelilere yönelik sağlık konuları kapsamında;19.02.2011 tarihinde 
yürürlüğe giren Afet ve Acil Durum Yönetim Merkezleri Yönetmeliğine 
istinaden AFAD ilk olarak gelen yabancıların barınma ve beslenme gibi 
temel ihtiyaçlarını diğer bakanlıklarla koordine ederek yürütmüştür (GİGM 
Göç İstatistikleri, 2018). Bu bağlamda, bütün sağlık giderleri AFAD 
tarafından karşılanmaktadır. 2013/08 numaralı genelge ile sağlık ve diğer 
hizmetlere erişim kapsamı genişletilmiş, Türkiye genelinde 11 ilden 81 ile 
çıkarılmıştır. 

 Sağlık hizmetleri halen AFAD tarafından yayımlanan 2015/8 sayılı genelge ve Sağlık Bakanlığı 04.11.2015 tarihli ve 9648 sayılı “Geçici Koruma Altına Alınanlara Verilecek Sağlık Hizmetlerine Dair Esaslar” yönergesi çerçevesinde yürütülmektedir. Sağlık Bakanlığı tarafından birinci basamak koruyucu, tanı ve tedavi edici sağlık hizmetleri kapsamında; ayaktan tanı ve tedavi, bağışıklama, bulaşıcı hastalık ve salgın ile mücadele, tüberkülozla mücadele, çevre sağlığı, kadın ve üreme sağlığı, çocuk ve ergen sağlığı hizmetleri verilmektedir. 
Bu hizmetlerin sunumu, GBM’lerde toplum sağlığı personeli, dışında ise başvurdukları aile ya da toplum sağlığı merkezi personeli tarafından gerçekleştirilmektedir. Bu sağlık hizmetlerinin alımı AFAD ile Sağlık Bakanlığı arasında imzalanan protokol ile sağlanmaktadır. Protokol sağlık hizmetlerine; yurt dışından getirilmesi gereken ilaçların bedellerinin geri ödeme kuralları içinde başkanlık tarafından ödenmesi, yurt dışı kemik iliği/kök hücre/kordon kanı getirilmesi, üniversite ve araştırma hastaneleri tedavi giderlerinin ve organ nakillerinden kemik iliği nakil bedelinin ödenmesi, kısırlık tedavisi vb. bazı katkılar da sağlamıştır. 

 Yukarıda kısa hatlarıyla ifade edilen ve ilgili mevzuattan da görüleceği üzere önceleri krizin yönetimi hem devlet kurumları hem de ulusal/uluslararası kuruluşlar tarafından yönetilmiş, 2014 yılından itibaren GİGM asıl yetkili olarak devam etmiştir. AFAD ve Kızılay ilk başlarda kriz müdahalesi şeklinde ve sonraları barınma merkezlerinde görev almıştır. 
Alanda AFAD, İçişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Sağlık Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB), Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Kızılay ile başta Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası Sivil Toplum Kuruluşu (STK) yer almıştır. 

3. Suriyelilerin Türkiye’ye Etkileri, Tehditler ve Fırsatlar 

 Suriyelilerin Türkiye’ye Etkileri kapsamındaki araştırmalar, Türkiye’de Suriyelilere karşı toplumda yüksek düzeyde kabul gördükleri ancak bazı alanlarda önemli hassasiyet ve tereddütlerin de olduğunu göstermektedir. Bunlar; Kamu hizmetlerindeki yetersizlikler (eğitim, sağlık, belediye gibi), Ekonomik endişeler (işsizlik, düşük gelir, kira artışı vb.), 
Güvenlik kaygıları (Şahsi, asayiş, tedirginlik, toplumlar arası gerginlik gibi), 
Temel haklar ile ilgili endişelerdir (çalışma ve oturma izni, vatandaşlık gibi) 
(Tunç, 2015:58). 

 Bu makalede yapılan araştırmalara uygun olacak şekilde ekonomik, eğitim, güvenlik ve diğer (sağlık, barınma, kapasite yetersizliği ve uyum konularını içeren) başlıklarda olmak üzere Suriyeliler kaynaklı etkiler, tehditler ve fırsatlar tespit edilmeye çalışılacaktır. 

3.1. Ekonomik 

 Suriyelilerin genelde Türk ekonomisine özelde ise yerel ekonomiye 
belli açılardan katkı sunduğu söylenebilir. Özellikle sınır illerinde talep 
arttıkça temel gıda maddeleri, konut kiraları ve ev fiyatları yükselmiş, eski 
kiracıların çıkarılarak yenilerinin alınmasına neden olmuş, hayat pahalılığı 
ortaya çıkmıştır. Çocuk işçiliği artmıştır. Ekonomik alanda dile gelen bir 
konu Suriyelilerin sanayide, tarımda ve küçük çaplı işletmelerde kaçak 
yollarla ucuz işgücü olarak çalıştırılmasıdır. Diğer taraftan Gaziantep, 
Mersin ve Kahramanmaraş gibi sanayinin nispeten geliştiği illerde özellikle 
Türk Vatandaşlarının çok tercih etmediği vasıfsız yeni işgücü ihtiyacını 
Suriyeliler doldurmuştur. Ayrıca barınma merkezlerinde yaşayanların temel 
ihtiyaçları yerel firmalar tarafından tedarik edildiğinden özellikle tekstil, 
gıda alanlarındaki firmalara ekonomik getiri sağlamıştır. Uluslararası 
toplumun Suriye’ye gönderdiği yardımlar da bu firmalar aracılığı ile 
gönderilmektedir. Bu iki husus ekonomik bir fırsat yaratmıştır (ORSAM 
Raporu 195, 2015:17-18). 

 2010-2016 yılları Türkiye Geneli işsizlik oranlarına bakıldığında % (11,1), (9,1), (8,4), (9,0), (9,9), (10,3) ve (10,9) gibi dalgalanmalar olsa da ciddi bir değişikliğin olmadığı görülmektedir. 12 ilde (Hatay, Kahramanmaraş, Osmaniye, Gaziantep, Adıyaman, Kilis, Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak, Siirt) ayrıca bu hususa bakıldığında ise % (13,6)’dan (14,4)’e, % (12,1)’den (14,3)’e, % (13,1)’den (17,2)’ye, % (11,8)’den (28,3)’e çıktığı görülerek bölgesel bir artıştan söz edebiliriz. 
Buradan Suriyelilerin Türkiye geneli işsizlik oranları üzerinde etkisinin 
olmadığı ya da sınırlı olduğu ancak bölgesel etki yarattığı kanaati ortaya 
çıkmaktadır (Duruel, 2017:214-215). 

 İstihdam oranı ise, Türkiye genelinde 2010-2016 yıllarında % (41,3), 
(43,1), (43,6), (43,9), (45,5), (46,0) ve (46,3) olmak üzere sürekli artış 
göstermiştir. 12 ilde ise istihdam; % (42,6)’dan (39,4)’e, % (39,4)’den 
(38,7)’e, % (29,1)’den (37,4)’e, % (31,8)’den (28,0)’a değişmiştir. Burada 
Şanlıurfa ve Diyarbakır hariç diğer illerde artış görülmemiştir (Duruel, 
2017:214-215). 

 İşgücüne katılıma bakıldığında; Türkiye genelinde 2010-2016 yıllarında % (46,5), (47,4), (47,6), (48,3), (50,5), (51,3) ve (52,0) olmuştur. 
12 ilde ise işgücü; % (49,3)’den (46,0)’a, % (44,8)’den (45,2)’ye, % 
(33,5)’den (45,2)’ye, % (36,0)’dan (39,1)’e değişmiştir. İşgücüne katılımda 
Şanlıurfa, Diyarbakır, Mardin, Batman, Şırnak ve Siirt illerinde Türkiye 
geneli paralelinde artış görülmüştür (Duruel, 2017:214-215). 

 Suriyelilerin genel olarak 7 yılı aşkın süredir Türkiye’de bulunmalarında en ön plana çıkan sorun ekonomi kaynaklıdır. Beraber getirilen hazır birikimler ya bitmiş ya da bitmek üzeredir. 2016 yılında çıkarılan çalışma izni mevzuatı hem kısıtlı hem de bürokratik işlemleri çok olan prosedürler gerektirmektedir. İzin alınarak çalışma izni sayıları Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (ÇSGB) tarafından yıllık olarak yayınlanmaktadır. Bu raporlara göre hazırlanan Tablo-5’te görüldüğü gibi 2011 yılında toplam 17.466 yabancı çalışma izni almış, bunların 118’i Suriyeli olarak kayıtlanmıştır. Suriyelilerin 2016 yılına kadar artan sayıda 
izin aldıkları görülmekle beraber dikkat çeken husus yabancı izinlerinin bir 
önceki yıla göre 2011 yani Suriyelilerin gelişinden itibaren % (85), (42), 
(14), (23), (14) oranlarında artışına karşılık Suriyelilerin izin alma artışının 
bu oranlardan çok daha büyük oranlar olan % (86), (261), (220), (58), (231) 
oranlarda olmasıdır. Bir başka husus ise toplam yabancılara verilen izinlerin 
içerisinde Suriyelilerin aldığı izinlerin de oransal olarak ciddi yükseliş yaptığıdır % (0,68’den 18,07’e). 2016 yılında toplam yabancılara verilen izinlerin %18,07’sini kaplayarak ciddi miktarlara yükselmesi çalışma hayatında Suriyelilerin potansiyelini göstermektedir. 


Tablo-5: Türkiye’de Yabancılara Verilen Çalışma İzni Sayıları (ÇSGB Çalışma Hayatı İstatistikleri, Tablodaki İstatistikler Yabancıların Çalışma İzinleri 2011-2016 Yılları Raporlarından üretilmiştir) 
* Bir önceki yıla göre artış yüzdesi 
** Suriyelilerin toplam yabancılara verilen izin miktarı içerisindeki yüzdesi 

    Suriyelilerin ekonomiye diğer katkısı Ortadoğu ülkeleri ile son derece iyi ilişkilere sahip Halepli tüccarların Türkiye’den ticaret yapmasıdır. 

   Türkiye’nin makro-ekonomik göstergelerine bakıldığında, Suriyelilerin 
genel bütçe ve işsizlik oranlarına etkisi görülmektedir. Bütçeden harcanan 
para 2015 itibarı ile 4,5 milyar dolar civarıdır. 2014 Kasım işsizlik oranı 
10,1 gibi bir rakama yükselmiş, nedeninin Suriyeliler olması ihtimali yüksektir (ORSAM Raporu 195, 2015:18-19). 

 Gaziantep, Adana, Kahramanmaraş ve Mardin’de mülteci akımı sonrası ihracat ve ticaret dengesinde (ihracat ile ithalat arasındaki fark) olumlu bir gelişme gözlemlenmiştir (ORSAM Raporu 196, 2015:33). 

 Suriyeliler, başta Gaziantep çoğu sınır illerinde işgücü açığını kapatmaktadır. Suriye'den yatırımcılar, sermayelerini Türkiye'ye taşımıştır. 
Gaziantep'te Suriyeli firmalar iç savaş öncesinde 60 iken 2014'te 209'a, 
Mersin'dekiler ise 2009'da 25 iken 2014'te 279'a yükselmiştir. Bu tüccarların 
Türk mallarını, Ortadoğu pazarına kendi ağlarını kullanarak pazarlamaları 
savaşın sınır illerinin ihracatı üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi azaltmış 
görülüyor (Oytun, 2015). 

 Türkiye’ye gelen Suriyelilerin yasal ve yasa dışı olmak üzere 3 milyar dolar getirdikleri, bankalarda 1.2 milyon TL tuttukları bilinmektedir (Sağıroğlu, 2016:136). 

 Suriyeliler daha 2013 yılında iş gücü piyasasına katılmayı isteyip istemedikleri sorulduğunda % 77 oranında kadın-erkek iş aradıklarını ve çalışmak istediklerini beyan etmişler, meslek edindirme ile ilgili bir kurs düzenlenirse katılmak ister misiniz? sorusuna da %47 oranında katılmak istediklerini belirtmişlerdir (AFAD, 2013). 

 Genel hatlarıyla Suriye’deki iç savaş sonrası iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler düşüştedir. Temel neden güvenli nakliye imkânının kalmamasıdır. Ticaret hacmine bakıldığında; 2010’da 2 milyar 297 milyon dolar 2011’de 1 milyar 946 milyon dolar ve 2012’de 400 milyon dolara gerilediği görülmektedir. Sosyo-ekonomik dengeyi yerle bir etmiş yapı göze çarpmaktadır (Canyurt, 2015:139). 

 Suriyelilerce yoğun illerde işçi ücretlerinin düştüğü ve enformel sektörlerde yerel halkın işsiz kaldığı gözlemlenmektedir (ORSAM Raporu 196, 2015:33-34). 

 Çalışma hayatındaki esas problem mevzuattan kaynaklanmaktadır. 
2013 ve 2014 yıllarında Suriyelilerin çalışma izniyle ilgili yönetmeliklerde 
bahsedilmesine rağmen gerekli veya yeterli işlem tesis edilerek çalışma izni 
verilememiştir. 2016 yılındaki yönetmelik çalışma hayatına katılımı 
düzenlenmiş, ancak prosedürleri, sayısal kısıtlama ve süreli verilen izin 
hakkının fazla tercih edilmemesi sonucunu doğurmuştur. Kayıtsız çalışma 
normal algılanan çalışma şekli halini almıştır. 

3.2. Eğitim 

 Türkiye’de son on yılda eğitim kapsamında sınıf büyüklüklerinin azaltılması alanında önemli gelişmeler sağlanmıştır. Fakat Suriyelilerden sonra Gaziantep, Hatay, Kilis, Şanlıurfa, Mersin, Adana, Kahramanmaraş, Osmaniye ve Mardin’de sınıf büyüklükleri ortalama 1-5 öğrenci artarak olumsuz etki yaratmıştır (ORSAM Raporu 196, 2015:33). 

 Suriyeli çocukların barınma merkezlerindeki okullara gitme oranı % 90 seviyesinde olmakla beraber bu oran tüm Suriyeli çocuklar içerisinde % 13’e denk gelmekte ve oranın çok düşük olduğu görülmektedir. 
Ekonomik zorluklar eğitim yerine çocukların çalıştırılmasına sebep olmaktadır. Türk okullarında Türkçe eğitim verilmesi de lisan yetersizliğinden çocukların devamını etkilemektedir. Bu konudaki bir diğer sorun ise uyum problemidir (Öztürk, Çoltu, 2015:193). 

 Suriyelilere özellikle çocuklara yönelik eğitim öğretimin sağlanması için çalışmalar yürütülse de Türkiye’de toplamda 708 bin okul çağındaki Suriyeli çocuğun 400 bininden fazlasının okula gitmediği rapor edilmiştir (Human Rights Watch, 2015:22). 

 Suriyelilerin eğitimi büyük bir problem alanıdır. Türkiye’nin okuryazar olmayan oranı % 3,78’dir. Suriyelilere bakıldığında en iyimser haliyle % 18’den fazladır (Erdoğan, 2017:27). Büyükler istatistik dışı bırakılırsa zorunlu eğitim çağında 1.150.791 (veriler doğru kabul edilirse) Suriyeli bulunmaktadır. Murat Erdoğan ’ın araştırmasına göre bu çocukların % 60’ı okula kayıtlı olmasına rağmen çoğu devamsızlık yapmaktadır. Ayrıca Suriye ve Türk müfredat olması hem uyum hem de dil problemi yaratmaktadır. Bunun yanında ciddi bir tehdit de okullardaki kapasite yetersizliği, buna ayrılacak bütçe sorunu ve eğitim kalitesidir. Okul çağı çocukları için ilave 28.545 derslikten oluşan 1.189 okul gerekmektedir.  Maliyeti ortalama 2 milyon avrodur (Erdoğan, 2017:27). 

 Kayıp kuşakların olmaması, iki toplumun birbirini anlayarak huzurlu bir ortak gelecek yaratmak için çocukların eğitimi en öncelikli konu olmalıdır. Ancak böyle tehdit görülen hususlar gelecekte fırsata dönüşebilir. 

3.3. Güvenlik 

 Açık kapı politikası ve insani duygularla uygulanan Suriyelilerin kabulü, özellikle 2013 ve 2014 yılından itibaren sadece Esad’ın zulmünden kaçanların değil değişik örgüt ve tehditlerden dolayı da yer değiştirenlerin ülkemize girmesine neden olmuştur. Bu kontrolsüzlük güvenlik konusunda zafiyet olduğu izlenimi yaratmıştır.

İstanbul, Sultanahmet, Suruç, Ankara Tren Garı, Ankara Devlet Mahallesi, Ankara Kızılay Meydanı, İstanbul İstiklal Caddesi, Gaziantep, Kayseri, Akçakale, Cilve Gözü Sınır Kapısı, Reyhanlı, Kilis, Diyarbakır, Ağrı Doğubayazıt, İstanbul Dış Hatlar Terminali, Diyarbakır Bölge Trafik, Van Polis Merkezi ve Gaziantep Şahinbey   gibi yerlerde meydana gelen bombalı saldırılar, havan tacizleri ve canlı bomba eylemlerinin, kayıtsız bir şekilde ülkemize alınan kişiler tarafından gerçekleştirildiğine yönelik bir kanı oluşturmuştur. 

 Gelinen noktada; kontrolsüz ve kayıtsız geçişlerde Suriyeliler kaçakçılarla işbirliği halinde sınırı geçerek gelmişlerdir. Kayıt altına alınanlarda vizenin kalkması ise giriş çıkışları artırmış ve kontrolün sağlanmasında kaotik bir durum oluşturmuştur. Suç olduğu bilinen hırsızlık, yan kesicilik ve dilencilik gibi adi suçlarda görülen artışın da Suriyelilerden kaynaklandığı görüşü toplumda ortaya çıkmaya başlamıştır. 

 Ülkelerindeki çatışmalardan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin, adli olaylara karışma ve suç oranı 2011’den 2014’ün Haziran dönemine kadar on binde otuz üç olmuştur. Neden olması muhtemel en ciddi güvenlik riski yerel halk arasında var olan tepkinin bir provokasyon neticesinde şiddet içeren kitlesel tepkiye dönüşmesidir. Suriye’de konuşlanmış terör örgütleriyle bağlantılı olabilecekleri veya yardım yataklık yapabilecekleri algısı toplumların arasının gergin olmasına neden olmaktadır (Ağır, Sezik, 2015:116). 

 2011 yılından bu yana Türkiye’de meydana gelen terör saldırılarında kayıt dışı bulunan Suriyeliler kaynaklı olabileceği algısı yerleşmiştir. Ayrıca kalma süreleri arttıkça ekonomik kaygılar Suriyelilerde de kaygı yaratmıştır. 
Bu kaygılar karşılıklı olarak iki toplum arasında asayiş sorunu yaratma 
potansiyeli bulunmaktadır (Öztürk, Çoltu, 2015:194). 

3.4. Diğer 

 Suriyelilerin kendi ülkelerine yakın bölgelerden başlamak üzere yoğunlukla yaşadığı sınır illeri yoğun klinik hizmeti vermekte zorlanmışlardır. 
Psikolojik rahatsızlıklar en öne çıkan rahatsızlık bağlamında öncelikle psikolog ve diğer uzman doktor yetersizliği ile kapasite sorunu göze 
çarpmaktadır (Öztürk, Çoltu, 2015:193). 

 Fiziki şartlar ve sağlık çalışanları bağlamında kapasite sorunu yaşanmaktadır. Sağlık hizmetleri ile ilgili diğer etki; Türkiye’de görülmeyen aşısı bile artık kullanılmayan çocuk felci, kızamık ve şark çıbanı grubu bazı hastalıkların sınır illerinde görülür hale gelmesi toplum sağlığını bozmasıdır (ORSAM Raporu 195, 2015:20). 

 İlk andan itibaren Barınma Merkezlerine yönlendirilen ancak göçün kitlesel boyutlara ulaşmasıyla Türkiye’nin dört bir tarafına dağılan Suriyelilerin kaldığı konutlar (barınma merkezlerindeki çadır, konteynerler dâhil) kendilerinin de ifade ettiği gibi ailelerine yeterli hacim ve evsafta değildir. Kendileri için güvenli olmayan, iklim şartlarına da çok uygun olmayan yerlerde hayatlarını idame ettirmektedirler (AFAD, 2013:36). Bu şartlardaki konutlarda kalmalarının ana sebebinin kira olduğu, kirayı ödeyemedikleri gibi temel ihtiyaçlar olan giyecek, battaniye, ayakkabı gibi malzemelerden de eksik oldukları ve parklarda geceledikleri tespit edilmiştir (Yüksel, Bulut, Mor, 2014:9). 

 Suriyelilerin gelmesiyle il veya ilçelerindeki nüfus sayısı (Türk Vatandaşı) oranında bütçe alan belediyelerin çöp toplama, toplu taşıma, trafik, su temini ve dağıtımı, şehir temizliği, zabıta hizmetleri, inşaatların kontrolü, kültürel faaliyetler gibi görevleri artmıştır. İlave olarak şehirlerin yol, şu şebekesi, kanalizasyon sistemi vb. altyapısı bu birden artan nüfusa göre inşa edilmemiştir (ORSAM Raporu 195, 2015:20). 

Sonuç 

 2011 yılında 252 Suriyeli ile başlayan göç, sonraları kitlesel bir hale dönüşmüş, yedinci yılında 3.5 milyonu aşan miktara ulaşmıştır. Kısa sürede gerçekleşen göç, Türkiye'de değişik etkiler yaratmıştır. Türkiye Suriyeli sığınmacıları (hukuki adıyla geçici koruma altındaki kişileri) en baştan itibaren komşuluk ilişkileri, akrabalık ve zalimden kaçan mazlumlar olarak algılayarak “açık kapı politikası” ile ülkemize almıştır. Bu kabul ile beraber karmaşık bir süreç ile bölgesel konumunu ciddi etkileyen bir duruma girmiştir. Ülkeye alınan sayısı 3.5 milyonun üzerinde olan Suriyeliler Türkiye’ nin birçok konudaki özellikle kalkınmadaki istatistiklerinin düşmesine neden olmaktadır. 

 Kitlesel akın devletin her türlü merkezi ve yerel mekanizmalarını etkilemiş ve politikaların değişimine sebep olmuştur. Ekonomi, eğitim, güvenlik, sağlık ve uyum gibi temel konularda değişimin izleri görülmeye başlanmıştır. 
Yedinci yılını dolduran misafirlik süresinin daha ne kadar süreceği belli olmadığından kalıcılığın da olabileceği düşünülerek hem iç hem de dış politikaların değişime uğrayabileceği anlaşılmaktadır. 

 Uyum ve entegrasyon düşünülürken sorunların en az bugün yaşanan kadar olabileceği, daha da artabileceği kabul edilerek dil, kültür, yaşam farklılıkları olan iki toplumun dikkate alınması gerekmektedir. Özellikle sınır bölgelerinde, yoğunluklu Suriyelilerin yaşadığı yerlerde boşanmaların arttığı, çok eşliliğin çoğaldığı, çocuk işçilerin yaygınlaştığı, etnik-mezhepsel kutuplaşmaların yer yer görüldüğü unutulmamalıdır. 

 Sosyal uyum problemi olarak algılanan Suriyeliler; farklı dil, kültür ve yaşam tarzları ile çok eşliliğin ortaya çıkması, buna bağlı boşanmaların artması, kadın ve çocuk istismarının yaşanması, bazı şehirlerde etnik ve mezhepsel kutuplaşma ları körüklemesi ya da yaratması, çarpık yapılaşma ortaya çıkan toplumsal etkiler yaratmışlardır (ORSAM Raporu 195, 2015:16). 

 Suriyelilere yönelik yerel halkın tepkisini önlemeyi içeren geniş kapsamlı bir politika hayata geçirilmelidir. Konu bir sosyal uyum sorunu olarak ele alınmalı bütüncül bir politika uygulanmalıdır (ORSAM, 2015:9). 

 Suriyelilerin genel olarak emek piyasası başta olmak üzere Türkiye ekonomisine etkileri olduğu muhakkaktır. Benzer şekilde ekonomiye etkilerin emek piyasasına da yansımaları vardır. Suriyeliler için yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde merkezi ve yerel yönetimler ile ulusal ve uluslararası yardım kuruluşlarının yaptığı harcamaların toplam talebi büyütme, üretim ve istihdamı artırdığı söylenebilir. Türkiye, BM ve Uluslararası toplum Suriyeli sığınmacıların yaralarının sarılması ve yeniden normal hayata tutunmaları için 25 milyar dolar, 12 milyar dolar, 500 milyon dolar gibi açıklanan miktarları harcamışlardır. 

Bu harcanan miktarlar genel anlamı ile bölgede ekonomiyi canlandırmış ve hareketlendirerek katkı sağlamıştır. İşsizlik üzerine sınırlı etkisi tespit edilmiştir. 

 Emek piyasasında düşük ücretlere ve sigortasız olarak çalışıldığı gerçeği yerinde bir tespittir. Suriyelilerin kayıt dışı çalıştıkları, işverenlerin verdiği her ücreti kabul ettikleri de doğrudur. Bu Türk işçileri için kötü bir durum yaratmakla beraber Suriyelilerin yürürlüğe geç giren çalışma izni mevzuatı dolayısıyla bu duruma düştüğü anlaşılmaktadır. Yaşları genç olan Suriyeli nüfusun ileride çalışma yaşına geldiklerinde iyi bir yönlendirme ve politika ile boşta bulunan veya yok olmakta olan emek piyasasına ciddi katkılar yapabilme potansiyeli de bulunmaktadır. 

 Göçün önemli nedenlerinden biri olan işsizlik sorunu, göç olayından sonra da önemli bir sonuç olarak ortaya çıkmaktadır. Göçün ekonomik sonuçlarında işsizlik kadar önemli bir diğer nokta da, istihdam biçimi ile ilgilidir. 

 Eğitim konusunda öncelikle zorunlu eğitim yaşındakileri derhal sonrasında geriye kalanlar ile ilgili tedbirler alınarak Türkiye ortalamalarına ve ötesine çıkacak bir strateji geliştirilmelidir. Kampların dışında yaşayan Suriyeli mültecilerin eğitim öğretim hizmetlerine erişiminin kolaylaştırılması için çalışmaların yasal düzenlemeler ile yapılması, sürecin sağlıklı olarak sürdürülebilirliği ve geniş kitlelerin desteğinin sağlanması açısından daha fazla kamuoyu desteği kazanma konusunda çalışmaların yapılması gerekmektedir. 

 HRW Mülteci Hakları Programı araştırmasının da vurguladığı gibi Türkiye'ye Suriyeli çocuklara gerekli eğitimlerin uygun bir biçimde verebilmesi için uluslararası çevrelerin de bu çabalara mutlaka destek vermesi ve bir an önce hükümetlere harekete geçme çağrısı yapılması (Human Rights Watch, 2015). 

 Güvenlik ve asayiş diğer önemli bir husustur. Algı olarak Türklerde, bu tür sorunları Suriyelilerin çıkardığı gibi yanlış bir eğilim vardır. Yapılan araştırmalar bunun doğru olmadığını göstermektedir. Adli olaylara karışma oranları oldukça düşüktür. Ancak Türklerin davacı olma oranı yüksektir. Bu konu ileride iki toplumu karşı karşıya getirebilecek provokasyon niteliğindeki güvenlik risklerini beraberinde getirmektedir. Kaygı duyulan terör içerikli olayların beraber yaşanan günlük hayatta seri, şeffaf ve adaletli bir şekilde çözülmesiyle üstesinde gelinebilir. Uzun vadede dikkatli, titiz ve kamuoyunu tatmin eden ortak akıl ürünü çözümler getirilirse bu tehdit fırsata dönüşebilir. 

KAYNAKÇA 

Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı (Başbakanlık) (AFAD), Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar, 2013 Saha Araştırması Sonuçları. 

Ağır, O., Sezik, M., “Suriye’den Türkiye’ye Yaşanan Göç Dalgasından Kaynaklanan Güvenlik Sorunları”, Birey ve Toplum Dergisi, Bahar 2015, 
Cilt:5, Sayı:9. 

Canyurt, D., ‘‘Suriye Gelişmeleri Sonrası Suriyeli Mülteciler: Türkiye’de Riskler’’, Akademik Bakış Dergisi Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E- Dergisi, 
sayı:48, Mart-Nisan 2015. 

ÇSGB Çalışma Hayatı İstatistikleri:Yabancıların Çalışma İzinleri 2011-2016 YıllarıRaporları,
yabanci calismaizinleri/>,Erişim Tarihi:22.07. 2018. 

Duruel, M., “Suriyeli Sığınmacıların Türk Emek Piyasasına Etkileri Fırsatlar ve Tehditler”, Uluslararası Ekonomik Araştırmalar Dergisi, Haziran 2017, 
Cilt:3, Sayı:2. 

Erdoğan, M., (2015), Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum (1.Baskı), Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul. 

GİGM Göç İstatistikleri, 
, Erişim Tarihi:06.04.2018. 

Geçici Koruma Yönetmeliği (2014), 13.10.2014 tarihli 2014/6883 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı. 

GİGM Suriyelilerle İlgili Çalışmalarımız, www.goc.gov.tr, Erişim Tarihi:06.04.2018. 

Human Rights Watch, (2015), “When I Picture My Future, I See Nothing: Barriers to Education for Syrian Refugee Children in Turkey”, USA. 

Kızılay Suriye Krizi Genel Bilgiler, , Erişim Tarihi:06.04.2018. 

ORSAM Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri Raporu, No:195, Ocak 2015, Ankara. 

Oytun, O., “Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri”, ORSAM Ortadoğu Araştırmacısı Yazısı, 2015. 

Öztürk, S., Çoltu,S.,”Suriyeli Mültecilerin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Balkan Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:7, Sayı:13,ss.188-198. 

Sağıroğlu, A.Z. (2016). “Not Only A Burden But Also A Contribution: Impacts Of Syrians On Turkish Economy”, Eroğlu, D. Cohen, J.H., Sirkeci, I. (eds.), 
Turkish Migration 2016 Selected Papers, London. 

Tunç, A.Ş., “Mülteci Davranışı ve Toplumsal Etkileri:Türkiye’deki Suriyelilere İlişkin Bir Değerlendirme”, Tesam Akademisi Dergisi, Temmuz 2015, 2 (2), 
29-63. 

Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUUK), 6458 sayılı Kanun, 2013. 

Yüksel,U., Bulut, M.N.,Mor, Z., “Türkiye’de Bulunan Suriyeli Mülteciler”, İnfografik Rapor, Uluslararası Barış Araştırmaları Merkezi, Ankara, 2014. 


 ***

23 Ekim 2018 Salı

ABD STRATEJİLERİ IŞIĞINDA IRAK’TA DİNÎ VE ETNİK ÇELİŞKİLER BÖLÜM 2

ABD STRATEJİLERİ IŞIĞINDA IRAK’TA DİNÎ VE ETNİK ÇELİŞKİLER  BÖLÜM 2



4. Yezdaniler: 

Iraklı Kürtler arasında eskisi kadar etkinliği kalmayan bu inanç 
akımı son dönemlerde yoğun bir inceleme, araştırma, istihbarat konusu 
olarak ABD ve İngiltere’nin gündemindedir. Kürtçe’de Yezdani olarak 
bilinen, geniş anlamda “Melekler Mezhebi” olarak adlandırılan bu eski 
dinin özgün bir Kürt inanç sistemini temsil ettiğine dair bir propaganda 
faaliyeti Irak’ta canlandırılmaktadır. Yezidilik ve Ehl-i Hak olarak bilinen 
akımlar Yezdaniliğin kollarıdır. Zerdüştlük ve Yezdanilik birçok ortak 
özelliği paylaşmaktadır. Yezdaniliğin “millî” özellikleri içeren bir Kürt dini 
olarak sunulması ve diğer dinleri bünyesine katma boyutuna ilişkin 
vurgular, son yıllarda tüm Kürt yayınlarında yoğun biçimde yer 
almaktadır. Yezdaniliğin Semavi bir din olmadığı, Zagros dağlarına özgü 
bir inanç sistemi ile Aryen tarzı bir üst yapıya dayandığına yönelik 
tespitlerin, ABD ve Avrupa’da yaşayan Kürt akademisyenler tarafından 
gündeme getirilmesi kayda değer. Yezdanilik İslam dışı bir öğreti 
sayılmaktadır. İslam’dan binlerce yıl önce Kürtlerin dinî inancı olduğu 
belirtilen Yezdanilik tarikatlar üzerindeki etkinliği ile araştırılmaktadır. 
Hristiyan misyonerlerin 18. yüzyıldan itibaren Yezdanilik üzerinde 
çalıştığı bilinmektedir. Bu çalışmalar neticesinde Kürtçe İncil ve eski bazı 
metinler misyonerler tarafından basılıp dağıtılmıştır. Kuzey Irak’ta 
Hristiyan ve Bahai misyonerlerin öncelikli hedefi Yezdaniliğe inanan Kürtlerdir. 

5. Yarısaniler: 

Ehl-i Hak, Aliullahi olarak da bilinen Yarısaniler, Irak ve İran’da 
yoğunlaşmışlardır. Yarısaniliğin önemli ismi Sultan Sahak ya da İshak 
11.-13. yüzyıllar arası bir dönemde, Süleymaniye’nin güneyinde bulunan 
Berzenci’de doğmuştur. Yahudi birikiminden oldukça etkilenen 
Yarısanilik Kuzey Irak’ta fazlasıyla yaygındır. Musul, Kerkük ile Kasrı 
Şirin arasında yaşayan Bazalan, Kakai, Sarılı Kürtleri Yarısanidir. 
Amerikan kaynakları günümüzde Kürtlerin %10-15’inin Yarısani 
olduğunu özellikle vurgulamaktadırlar. Irak’ta Yezdanilik ve Yarısanilik 
canlanmakta, ABD ve Avrupa üniversitelerinde bu konuda yapılan 
yayınlarda ciddi bir artış görülmektedir. 


6. Yezidiler: 

Eski İran dilinde “melek” anlamına gelen “yazata” sözcüğünden 
türetilen Yezidilik, Şerafeddin Bitlisi’nin bildirdiğine göre; 1597’de Kürt 
aşiret ve bölgelerinin büyük çoğunluğunda etkilidir. Irak’ta, Laleş’te 
bulunan tapınak en önemli Yezidi mabedidir. Cebel Sancar’dan Duhok’a 
ve oradan da Laleş’e uzanan şeritte çok sayıda Yezidi yaşamaktadır. 
Irak’ta Yezidilerin Kürtlüklerini ön plana çıkaran ve onları Arap 
toplumundan iyice uzaklaştıran bir kampanya gündemdedir. 

7. Yahudiler: 

Kuzey Irak’ta 1742 ile 1831 yılları arasında ortaya çıkan veba 
salgınları Yahudi toplumunu neredeyse tümüyle ortadan kaldırdı. Dağlık 
alanda yaşayan Kürt Yahudiler zamanla bu boşluğu doldurdular. Bunun 
sonucu olarak da, “Iraklı” Yahudilere dönüştüler. Yani bir Yahudi Kürt, 
Arap veya Neo-Arami kökenden değil, Kürt kökenden gelir. Iraklı 
Yahudiler arasında tarihsel Kürt aşiret adları yaygındır. Adiabane 
(Erbil)’de bulunan krallık Kürt kabul edilmekte ve dininin Yahudi olduğu 

Yahudi Ansiklopedisi’nde de vurgulanmaktadır. M.Ö. 1. yüzyılda çok 
sayıda Kürt ve Adiabane yöneticilerinin Yahudiliği kabul ettikleri, yine 
Yahudi Ansiklopedisi’nde yer alan bilgiler arasındadır. Ayrıca 17. yüzyılın 
ikinci yarısında yaşayan Haham Samuel Barzani’nin Kuzey Irak’ta 
Kürtlerin yaşadığı bölgelerde okullar açtığı, kızı Haham Asenath 
Barzani’nin ilk kadın haham olarak atandığı belirtilmelidir. 

Yahudi Kürtler, Irak-Türkiye ve Suriye-Türkiye sınırına planlı bir 
biçimde iskân edilmektedir. Yaklaşık 100–150 bin nüfusu olan bu grup 
içinden seçilen kişiler, 1996’da ABD’nin Guam Adası’nda eğitime tabi 
tutulmuşlardır. Bölgede finansal altyapının oluşumunda, Batılı bazı 
şirketlerin acente faaliyetlerinde, Irak’ın imarı için açılan ihalelerde ve 
arazi satın almada Kürt Yahudiler son derece etkilidirler. İstisnasız tüm 
Kürt yazarlar, akademisyenler, bu konuda çalışan yabancı uzmanlar Kürt 
Yahudi gerçekliğini kabul ettikleri hâlde henüz Türkiye’nin önemli kültür 
ve araştırma kurumlarında anti-semitizm etkilerinin yarattığı çekingenlik 
ölçeğinde bu konuya girilmemektedir. 

Kerkük–Yumurtalık hattının yerine Kerkük–Hayfa petrol boru 
hattının onarılarak, Suriye veya Lübnan üzerinden sevkiyat projeleri 
bağlamında Kürtlerin, Hayfa Limanı ile denize açılması mümkün 
olacaktır. Irak’ın kuzeyinde yaşayan Yahudi Kürtlerden hareketle önemli 
bir stratejik mevziye sahip olan İsrail; ayrıca bölge su kaynaklarında söz 
sahibi olacak duruma gelebilecektir. İsrail’den Irak’a tersine bir göçle 
Yahudi Kürtler gelmektedir. İsrail’in tarihinde ilk kez Yahudi Kürtlerle 
dışarıya göç vermesi anlamlıdır. Yahudi Kürtlerin seçilmişlik kurgularına 
dayalı üstünlük iddiaları diğer inanışlara sahip Kürtlerin tepkisine neden 
olacaktır. Irak topraklarında seçilmiş ırk teorilerine dayalı bir 
yapılanmaya yönelik tepkilerin önünü kesmek için Yarısanilik ve 
Yezdanilik gibi akımlar canlandırılmakta, yedeklenmektedir. Kültür ve din 
Irak’ta stratejik bir olgu niteliği kazanmaktadır. Kürtlerin bir bölümünün 
Yahudi soy kütüğüne kaydedilmesi konusundaki ısrar bu olguya en iyi 
kanıttır. İsrail’de kurulan İsrail-Kürt Dostluk Merkezi ile onun 
bünyesindeki Kürt Kültür Merkezi, Kudüs’teki İbrani Üniversitesi’nde 
açılan Kürt Kültür Merkezi oldukça dikkate değer çalışmalar 
yürütmektedirler. Bu kuruluşlar ile Amerikan ve Avrupa üniversitelerinde 
Kürt Yahudilerle ilgili araştırmalar şimdiden geniş bir kaynakça meydana 
getirmektedir. Ayrıca özel eğitimli bir bankerler grubu, Fırat’ın Irak 
güzergâhında ve Hayfa–Kerkük hattında, Kürt Yahudiler için toprak satın almaktadır. 

8. Hristiyanlar: 

Irak’ta Duhok, Erbil ve Musul yakınlarında küçük bir Nesturi 
Hristiyan topluluğu bulunmaktadır. Ayrıca az sayıda Keldani Hristiyan da 
Irak’ta varlığını sürdürmektedir. Kuzey Irak’ta misyonerlik çalışmaları 
yapmak üzere Avrupa ve özellikle de Amerika’daki aktif Hristiyan 
örgütler arasında yeniden bir ilgi doğmaya başlamıştır. Rönesans 
sonrası Avrupalıların İncil’i çevirdikleri ilk doğu dili Kürtçe olmuştur. 
1780’de ilk ayrıntılı Kürtçe gramer kitabı İtalyan Dominiken misyoner 
papaz Maurizio Garzoni tarafından hazırlanmıştır. Oldukça eski tarihe 
dayalı bu çalışmalar az sayıda da olsa bir Kürt Hristiyan topluluk ortaya 
çıkarmıştır. Günümüzde canlanan misyoner faaliyetlerinin Kuzey Irak’ta 
yaşayan Kürtler arasında özellikle de Erbil’de verimli bir zemin 
bulacağını, bizzat Kürt yazarlar yayınlarda dile getirmektedirler. 

9. Bahailer: 

Fars kökenli bir ailenin oğlu olan Mirza Hüseyin Ali’nin yani 
Baha’ullah’ın önderliğinde gelişen Bahailik, Irak merkezli bir akımdır. 
Baha’ullah bu yeni dini, 1863’te Süleymaniye bölgesinde ilan etti. 
Günümüzde Bahailerin en kutsal mekânları İsrail Hayfa ile Bahai’dedir. 
İngiltere tarafından desteklenen Bahai Kürtler, ilk Kürt yayınevi olan 
“Matbaa el Kurdi”yi 1920’de Kahire’de kurdular. İlk Kürt gazetesi 1898’de 
İstanbul’da kısa süre için çıktı ve daha sonra merkezini Kahire’deki bu 
Bahai yönetimindeki yayınevine taşıdı. Merkezi Londra’da bulunan 
Bahailer, Kuzey Irak’ta küçük bir topluluk olmakla birlikte dünya çapında örgütlüdürler. 

10. Irak’ta Etnik Karmaşa ve ABD’nin Konumu 

Irak’ın etnik bileşimi Türkmen, Kürt, Arap, Nesturi, Fars, 
Keldanilerden oluşur. 22,7 milyon civarındaki nüfusun %75’i Arap, %15’i 
Kürt, %10’u Türkmen ve çok azı da diğer unsurlar olarak belirtilebilir. Bu 
topluluklar içinde Türkmenler Irak’ın üçüncü asli unsurudur. Telafer, 
Musul, Erbil, Altunköprü, Tushurmatu, Kifri, Mendeli, Hanekin ve 
Bağdat’ın güneydoğusunda bulunan Bedre’ye kadar uzanan ve 
“Türkmeneli” olarak bilinen bölge petrol, su, tarım kaynakları açısından 
stratejik değer taşımaktadır. Türkmenlerin siyasal ve ekonomik 
bakımdan güç kazanması muhtemel su savaşlarında, bölgeye yönelik 
egemenlik projelerinde, Türkiye açısından hayati değer taşımaktadır. 
Irak’ta Türkmen–Kürt–Arap temelli bir çatışma zemini yaratılmaya 
çalışılmaktadır. Türkmenlerin mücadelesini böyle bir çerçevede 
değerlendirmek yanlıştır. Kerkük’ün statüsü de dâhil olmak üzere 
Türkmenlerle ilişkili tüm sorunlarda karar verecek konumda bulunan 
güçler ABD, İngiltere ve İsrail’dir. Türkmenlerin birleşik, bütünlüklü ve 
bağımsız bir Irak’ı savunması, yeni mandacılık programıyla çelişkili 
olduğu için kuşatılmaları, etkisiz kılınmaları söz konusudur. Ordu, 
bürokrasi, güvenlik kurumlarının yeni mandacılık temelinde örgütlenme 
sürecinde Kürtler ön plana çıkarılırken; Türkmenlerin dışlanmışlığı kalıcı 
hâle gelmektedir. Büyük Orta Doğu İnisiyatifi çerçevesinde tüm birlik 
temelli yaklaşımlar şimdilik kaydıyla benimsenmekte ancak Türkmenler, 
ABD ile Kürtler arasındaki “imtiyazlı ilişki”ye örtülü tehdit olarak 
algılanmaktadırlar. 

Irak’ın etnik bileşimi, Büyük Orta Doğu İnisiyatifi açısından 
bölgesel anlamı da olan stratejik bir değer taşımaktadır. “Batı”yı 
Amerikan liderliği altında Orta Doğu’da yeni bir misyon çerçevesinde 
bütünleştirmek, bölgenin petrol, doğal gaz, su, tarım kaynakları ile 
pazarlarını denetlemek amacıyla siyasi, ekonomik, kültürel, dinî 
alanlarda yeni yapılanmalar oluşturmak gündemdedir. Türkmenlerin 
Irak’ın birliğini ve bütünlüğünü kendi varlık temelleri sayan yaklaşımları, 
şimdilik Türkiye’nin direnciyle birlikte bu ülkede geçici bir statü tesis 
etmiştir. Irak’ta ABD’nin istediği gelişmelerin sağlanması, Büyük Orta 
Doğu İnisiyatifi çerçevesinde Türkiye’nin etnik öncelikli adımlar ile “Ilımlı 
İslam” projesi karşısındaki tutumuna bağlıdır. Türkiye, sahip olduğu 
etno-sosyal yapı kozu ile hem stratejik bir fay hattı üzerinde bulunmakta 
hem de büyük bir ulusal politik açılım imkânını elinde bulundurmaktadır. 
Dolayısıyla Irak’ın etnik-dinî çelişkileri olumsuz gelişmeleri 
tetikleyebileceği gibi uzun soluklu bir bölge stratejisinin temellerini de 
sağlamlaştırabilir. ABD’nin Irak’taki çatışma zemininden yararlanarak 
ideolojik, siyasi ve kültürel yayılmacılığını bir hayat alanı yaklaşımıyla 
gündeme getirmesi, Türk kültür havzasına olan ilgiyi artırmıştır. İslam 
coğrafyasında alternatif yapılar kurma bilinç ve deneyimine sahip 
Türklerin bu büyük kriz döneminde böyle bir hedeften uzak 
tutulamayacağı tespiti, Türkmenlerin durumunu daha önemli hâle 
getirmektedir. Türkiye Irak’ta ve bölgedeki konumu itibarıyla ABD, AB, 
Çin ve Rusya arasındaki güç mücadelelerinde söz hakkını arttırdığı 
ölçüde, Irak kaynaklı etno-sosyal sorunlarla kuşatılabilecektir. 

ABD’nin Irak’ı işgalini büyük resimdeki yeri ile değerlendirmek 
gerekiyor. Büyük Orta Doğu İnisiyatifi çerçevesinde ekonomik 
egemenlik, jeo-stratejik üstünlük, etnik-sosyal bileşimlerin yeniden 
yapılandırılması, ulus devletlerin Irak örneğindeki gibi tasfiyesi veya 
etkisiz kılınması gündemdedir. Ancak asıl önemlisi ABD’nin Irak’la 
başlayan organik hâkimiyet kurma girişimidir. Amerika dışsal değil de 
Irak’a ait bir yönetime dayanma anlamında örtülü–organik hâkimiyet 
peşindedir. ABD Irak’ta, egemenliğini; varlığını sürekli kılacak tarzda 
sosyal, siyasal, finansal, kültürel yapılanma ile yerleştirecek bir hazırlık 
içindedir. Askerî işgal bir süre sonra petrol kaynakları, finansal altyapı, 
eğitim sistemi, iletişim ağları, kültürel kurumlar üzerindeki organik 
hâkimiyete dönüşecektir. Bu hâkimiyetin ekonomik koşulları daha işgalin 
ilk günlerinde hazırlanmıştır. ABD işgal yönetiminin 12 sayılı emri, tüm 
gümrük tarifelerinin ve iç pazarı koruyan her türlü kısıtlamanın 
kaldırılmasını sağlamıştır. 39 sayılı emir, tüm kamu kuruluşlarının %100 
yabancı mülkiyetine yol açacak biçimde özelleştirilmesini, kârların 
vergiden muaf tutularak ülke dışına transferini, ilgili sözleşmelerin en az 
kırk yıllık olmasını güvence altına almıştır. 40 sayılı emir ile Irak’taki tüm 
devlet bankaları J.P. Morgan’ın denetimine geçmiştir. İthalattan, gelir ve 
kârlardan alınan vergiler ya sıfırlanmış ya da iyice aşağıya çekilerek 
devletin vergi toplama gücü büyük ölçüde tasfiye edilmiştir. Bu tür 
düzenlemeler meşru bir yönetim oluşmadan hızla uygulamaya 
konulurken, merkezî devleti ayakta tutan unsurlar, müdahale kapasitesi 
ve finansal kaynaklar bertaraf edilmiştir. Patlamalı etnik, dinî, sosyal 
yapısı ile birlikte devletin temellerinin çözülmesi, devlet başkanlığı 
makamının Kürt azınlığın temsilcilerine verilmesi ile yeni bir boyut 
kazanmıştır. Bu tablo rejim değişikliğini aşan topyekûn bir dönüşüme 
işaret etmektedir. 

Tarihin yaşadığımız dönemecinde Irak’ın kendi içinde bir son 
olmadığı görülüyor. ABD açısından Irak, kendi emperyal gücünün jeo-
politiğinin ve jeo-ekonomisinin gelişmesinde bir duraktır. Irak Savaşı’nın 
altında yatan stratejik mantık kaçınılmaz olarak Orta Doğu’da yeni savaş 
ve iç savaşlar tehdidini gündemde tutmaktadır. ABD, AB, Rusya, Çin, 
Hindistan ve Japonya arasında derinden gelişen çelişkiler zembereğinin 
boşalım alanı Orta Doğu olabilir. 

Washington’un Irak’ta kalıcı askerî üsler oluşturduğu ve bunlardan 
vazgeçmeyeceği açıktır. İşgalin sona ermesi ise organik hâkimiyetin 
iyice yerleşmesi ile mümkündür. Bunun yolu ise Irak’ın dinî, etnik, 
sosyal, siyasal bileşimine müdahaleden geçiyor. Bu tür müdahalelerin 
sonuçları ise binlerce yılda oluşan toplumsal dengelerin sarsılmasını 
getirecektir. Irak’ın etnik, dinî, sosyal yapısı Orta Doğu’nun minyatürü 
gibidir. Bu ülkedeki dinamikler başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerini 
sarsacak niteliktedir. ABD’nin Irak’tan kısa sürede ayrılmasının koşulları 
henüz olgunlaşmamıştır. Zira bu ülkenin sosyal, dinî, etnik, ekonomik 
çelişkilerinin yeni kompozisyonu, ABD’nin askerî varlığını meşrulaştıran 
sürekli bir kriz temelini beslemektedir. Kaynaklarına, geleceğine, siyasi 
ve ekonomik bağımsızlığına sahip, ulus-devlet eksenli bir Irak’ın 
yapılanmasına; demokrasiyi ülkenin finansal, kültürel, iktisadi kaynakları 
üzerinde yurttaşın söz hakkı olarak düzenleyen bir anayasal mimariye 
izin verilmeyeceği ortadadır. Herkesin dinî, mezhepsel, aşiretsel 
aidiyetleri ile tanımlandığı bir toplumun ise akıl dışı iç çatışmalarla 
parçalanması ihtimal dâhilindedir. Tüm bu gelişmelerin ABD’yi bölgede 
kalıcı bir unsur hâline getireceği ise günümüz şartları değişmediği 
takdirde kaçınılmazdır. Bu konuda tüm bölge açısından yegâne umut; 
büyük devlet tecrübesi, etno-sosyal imkânları, köklü kurumları ve 
alternatif kurtuluş çözümleri üretme yeteneğini kurduğu Cumhuriyetle 
göstermiş, tüm inanç sistemlerine beşeriyetin en önemli kazanımları 
ölçeğinde eşit mesafede durabilen Türkiye’nin, gelişmelere ağırlığını 
koymasıdır. 


***