24 Ocak 2018 Çarşamba

PANZER VE KüRT iSYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 3

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 3


HABLEMİTOĞLU YAZDI MI YAZMADI MI? 

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir...  Hablemitoğlu Almanlar ın ve Alman vakıfları nın Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. 
Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum. 

Çünkü onu aşan bilgilerin olması yanı sıra yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hablemitoğlu cinayetinden hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından hazırlandığı bilinmeyen ve ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site de yer almıştı. Bu site cinayetin ardından "Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, sitelerinin en büyük destekçisi olan vatansever Necip Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde 
öldürüldüğü belirtiliyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve rütbesini şahsi çıkarlara alet edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu cinayeti incelerken bu gibi önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu mensupları ile ilgili bilgi ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı bellidir. O dönemde Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da söyleniyordu. 
Hablemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com adlı internet sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir. Almanya, en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı Türkiye'de çok etkindir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı iddia eden ağır yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin Tuğrul Keskingören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi. Zannedersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve benimle ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Amerika'nın öbür ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler yazıyordu. İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını kullanıyordu. Bu nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat" isimli sitede de yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir Amerikalı ile evlendi. 2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay 
Güney, ABD'ye gidişini Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de karşılayacak ilk isim olarak Keskingören geldi aklıma. Türkiye’de yabancı servislerle çalışmış önemli noktalarda bir çok insan bulunuyor. Mesela Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı korumakla görevli güvenlik şirketinin ka-
meraları bozuktu. Cinayet sonrası şunları söylemişti: ‘Bu şirketin oradaki güvenlik şirketinin başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda MİT'te çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen grubun en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti. Hable-
mitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu servislerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46) 

Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. 
Bu anlamda ya zamana yayılmış bir süreç söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan bir sıkıntı söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş bir görüş ve dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olanaklarından, bazılarının da ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum ortaya çıktı. Bu arada Gladyo’ya bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme, fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans 
sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Ergenekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya gerek yoktu. Hatta, ekstra olarak, Ergenekon’un finans kaynaklarından birinin TSK’nın ihtiyacı olan silâh ve teknolojik restorasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır komisyonlar aldığına dair ciddî emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne girmiş büyük sermaye gru-
plarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir, belki siyaset ve medya ayağına yönelik ciddî bir operasyonla savcılar bu kaynakları da deşifre etme şansı bulabilir. (47) 
Mesela spor mafyası ve şike operasyonunun bu anlamda ilginç olduğu söylenebilir. 

AZİZ BAŞKAN ALMAN FİRMASIYLA ORTAK 

Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir iş adamıydı. 
Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan sektörlerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muhabere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Dolayısıyla birçoğunun internet sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer bir ağırlığa sahip. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği dosyada, Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın yüzde 93 hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO olduğu biliniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO ihaleleri almaya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten bugüne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Alman Siemens ile birlikte 223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de 2003’te yine Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. Diğer yandan TAFİCS projeleri 2006’da dünyada Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçlamasıyla gündeme gelmişti. Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanısıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Denizcilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Dergide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği merak konusuydu. (48) 

Netice itibarıyla, Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerle ilgili ne kadar sır bildiği araştırılması gereken bir konu. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Türkiye’deki faaliyetlerini mercek altına almaya geldi. 

Federal Almanya'da Türkiye'yle ilgili ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına demokratik tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e, ''özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok renkli bir programı içerir. Türkiye'de ''araştırma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde 
solcu PDS dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te ilk şubesini açmıştır. SPD partisinin Friedrich Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP 'nin Friedrich Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘ da doksanlı yılların 
ortasında İstanbul'da faaliyete geçmiştir. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir. 

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun uzmanlarından sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dış İşleri Bakanlığı'nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan 
karışabilmek için ne tür ''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek'' verilmektedir. ''Politik vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları'' en yetkili agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: 

Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: 
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak. 
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak. 
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.'' 

İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla, Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin Friedrich Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla meşguldür ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ''araştırma'' enstitüleri ile ortak çalışmaktadır. 

SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. 

Vakıf ajandasının üçüncü maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının 
farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden yönetildiğine, birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim. 
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim reformuna ''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de, ''kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek'' ile suçlamıştır. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın 
finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır. Vakfın kurucusu olan Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda, Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama sonra serbest bırakılmıştır. Adolf Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez daha tutuklanmıştır. 1945 
yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Hıristiyan Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve Almanya Federal Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir. 
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar? 
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler bu kitabın yazarını hep dikkatini çekmiştir. Vakıf senedinde amacını, barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata geçirmek, kendi kendine yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve doğal yaşam kaynaklarını korumak olarak açıklar. 

İşin gerçeği ise pek öyle görünmüyor. Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar. Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret ederek röportaj yapma imkanı bulduğum Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası'' şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı. Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi 
sanırım Steinbach'tır. 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği ''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir: ''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve 
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk, Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok etmediler, bilinemez...'' 

Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve enstitülerinin, Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu ve finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman Vakıflarının Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu değildir. Vakıflar sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri ya da Alman modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman hükümetinin faaliyet göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar 
istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı, yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, 1990'lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve onun emperyalist isteklerine alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi topraklarında birçok yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm anayasal sistemini çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya topraklarında 
yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının bağlantılı olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerli ve yabancı temsilcileri bulunur. Örneğin Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı. Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin Alman ayakları vardır. (50) 

DSP’Lİ EROL AL: ALMAN VAKIFLARI ALMAN İSTİHBARATIYLA İLİŞKİLİ 

Türkiye’de Almanya adına faaliyet yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsü de tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu programında Alman Vakıflarının yasal durumunu gözler önüne seren bir program  yapmıştı. 
Programda, Konrad Adanuer Vakfı temsilcisi DPT ve Hazine Müsteşarlığın dan izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş canlı yayına katılan Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı ise, Alman Vakıflarının Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştu. Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini söylemişti. Programa telefonla katılan ve 
konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP İstanbul Milletvekili Erol Al, Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı olarak Türkiye’de faaliyet yürüttüklerini ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin sorgulanması gereğini belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için ilgileniyorum”dedi. 

Gerçekten de özelllikle bir dönem yani 90 lı senelerde Almanların Türkiye’ye ilgisi ülkenin ulusal güvenliğini tehdit eder boyutlara gelmişti. Örneğin merkezi Bonn'da olan ve kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı 'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan 
vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır: ''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... 
Kürt halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...'' (52) 
Zaten vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi’nin , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınması vakfın niteliğini de daha açık kılıyor. Bu kişi Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman Parlamentosu'nda CDU milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur. Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler yapmıştır. 

Ayrıca 31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach’la, Hamburg’daki ofisinde yaptığım görüşmede, 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf ediyordu. 

Peki Almanlar neden Kürt meselesiyle bu kadar yakından ilgileniyordu? Aslında bu ilginin yeni bir ilgi oduğunu söylemek çok zor. Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye dayanır. 

Burada işin bir başka boyutunu daha vurgulamakta fayda var. Kitabın şu ana kadar olan bölümlerinde Alman vakıflarının Türkiye’de etnik konulu bir çok araştırma yaptırdıkları belirtildi. Halbuki batılı araştırmacıların Türkiye'de yaptıklarına benzer etnik esaslı bir araştırmayı kendi ülkelerinde yapmaları yasal olarak mümkün değildir. 

İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile ülkeyi karıştırmaya yeterli olarak görülür. 

Halbuki bu konuda Türkiye’de henüz yasal bir düzenleme yapılabilmiş değil. Hal böyle olunca da Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi bir çok politikacının bu faaliyetler konusunda kuşku taşımaları normal. Vakıflar ise bu kuşkuların haklılığını reddetmeye devam ediyordu. Örneğin Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki suçlamalara yanıt veriyor ve kendilerini savunuyorlardı. Bilindiği üzere, Başbakan Recep 
Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine gözler bu vakıflara çevrilmişti. Türkiye’de faaliyet gösteren vakıflardan birisi de Friedrich Naumann Vakfı olduğundan onların görüşleri önemliydi. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert iddialara tepkiliydi. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil. Dehnert görüşmede şunları söylüyordu: 

“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya  ’da başka diğer siyasi olmayan Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti bizleri yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin yaptıkları şeffaf. Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden haberleri var, benim izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa ismi açıklardı. Sanırım siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar son derece ciddi iddialar çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK, Almanya Federal Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı 
olanvakıflar bu konuda aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. 

Sonucuna katlanmalı. 

Biz PKK ile çalışmıyoruz bu insanlar ile konuşmuyoruz.” 

 Heinrich Böll Vakfı da Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarını reddediyordu. Yeşiller partisine yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez olduğunu söyledi. 

Fücks, “Diğer Alman vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı projelerini desteklemiyoruz. 
Kredi de vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten mümkün değil. Siyasi açıdan bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma. Çünkü Heinrich Böll Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir kuruluş. PKK’nın silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt muhalif gruplarla diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu. Hırıstiyan Demokrat Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi. Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na  tabi olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61) 

Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getiriyordu: ’Benim ne konuştuğumu maalesef medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada bazı cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu vakıf altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu 
kredi nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi talebinde hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler noktasında aldıkları krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız “PKK’ya para gönderiyorlar” lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci 
arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular. Alman vakıfları maalesef daha önce de 
buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi bileceği bir iştir. Türkiye’de bu tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle ağırlıklı BDP’li belediyelere 
bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62) 

BURDUR’LU İŞÇİ ÇOCUKLARDAN AJAN 

Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklamalarıyla kamuoyunun dikkatini buraya çevirmişti. Peki neydi başbakanlık düzeyinde yapılan bu açıklamaların sebebi? Yine başbakanın açıklama yaptığı dönemde özellikle doğu bölgelerinde gelişen bazı olaylar bu sorunun en açık yanıtıydı. İlk örnek Burdur’dan. Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan Almanya’daki işçi çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini 
yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. Diğer yandan PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT elemanı tarafından bazı gurbetçi vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Bir gün, takip edilmekte olduğundan kuşkulanan iki Kürt, bir Alman TV ekibini haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. 

Sonradan olay 

Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı arkadaşlarını da harekete geçirerek, belli ettirmeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT ajanlarına saldırarak, TV kamerası karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman 

TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye’de bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung 
gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında casusluk faaliyetleri sürdürdükleri gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek Almanya’nın Türkiye konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da ağzından laf kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın güçlü Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66) 

Bir başka casusluk olayı yine Başbakan Erdoğan’ın açıklaması üzerine yaşandı. Başbakan Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya dolaylı olarak yardım aktarıyor" iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve Almanlardan değil de 
Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde, istihbarat birimlerinin fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4 PKK’lının cenaze töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da bir “ajanlık” faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek karşılık verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, açıkça Almanlar’ı savunuyordu. (76) 

Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan değil aktivist olduğu savunuldu. Gazeteye göre her PKK eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle yaptığı temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın Avrupa Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye’de bulunduğu 2010 temmuz ayında Şemdinli’de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti. Habertürk gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde fotoğraflarına yer verildi ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan Micheal Knapp’ın insan hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman milletvekillerinin de olduğu bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler 
yaptığı, polislerle de görüştüğü ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman 
parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15 Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ile kimi eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları aktivistleri de vardı. İlk olarak Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova’da inceleme yapıldı. 

İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye başkanları, BDP’li milletvekilleri ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis yetkilileriyle görüşüldü. Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’ adını veren topluluk daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı. Micheal Knapp yine 
2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir Alman milletvekili ve bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı iddiasına ilişkin açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine 2010’un ekim ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamayı izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık mektup yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bu şekilde Türkiye’nin işlerine karışma olarak nitelendirilecek eylemlerde bulunmaktan çekinmemeye başlamıştı. Bunun altında yatan sebeplerden birisi de Almanya ’nı Türkiye’nin artık bölgenin büyük devletlerinden 
olduğunu kabullenememesiydi elbette. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 2

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 2



2002 yılında Alman vakıflarına yönelik casusluk iddiaları üzerine açılan davanın iddianamesinde, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang 
Sachsenröder, Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve Börte Sagaster, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, FİAN temsilcisi Birsel Lemke, eski İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar, eski Bergama Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay, Lemke ve Konyar'la bağlantılı 
çalıştığı bildirilen Özcan Durmaz hakkında, TCK'nın "devletin emniyetine karşı gizli anlaşma" başlığını taşıyan 171. maddesine göre 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis istenmiş ve sonrasında sanıklar beraat etmiştir. Görüldüğü gibi Alman devletinin desteğini arkasına alan Yücel Sayman, casusluk suçlamasından beraat etmiştir. 4 Mart 2003’de yapılan son duruşma neticesinde Ankara 1 No’lu DGM, Alman vakıfları soruşturması kapsamında haklarında dava açılan onbeş kişinin hepsinin beraatine karar verildi. 
Dış İşleri Bakanlığımızdan aynı gün yapılan açıklamada, “Türk adaletinin tarafsız ve objektif karakterini vurgulayan bu karar, Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinin geliştirilmesine katkıda bulunduğuna öteden beri inandığımız Alman vakıflarının bu niteliklerini de doğrulamaktadır. Alman vakıfları aleyhine açılan davanın tüm sanıklarının beraat kararıyla, ükelerimiz arasındaki köklü dostluğun ve yakın ilişkilerin bu süreçten daha da güçlenerek çıkmış oldukları değerlendirilmektedir.” denildi. (43) 

Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere mesele örtbast edilmiş oldu ve üstü kapandı. Oysa ahir ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Hablemitoğlu Almanlar ifade verdikten 7 ay sonra Aralık 2002'de öldürülmüştü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaşmış ancak bir süre sonra bundan vazgeçilmişti. 

Hablemitoğlu suikastını Gülen grubu üzerine yıkma çabası ise Alman istihbaratının maharetiydi. Veli Küçük’e Ergenekon veya Kılıç’tan emir geldi, verildi, o da talimatı HSYK'nın kınama cezası verdiği Nuh Mete Yüksel’e verdi. DGM Cumhuriyet Savcılığı görevinden alınarak Ankara Cumhuriyet Savcılığına atanmıştı. DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, görüntülerin montaj değil gerçek olduğuna karar verdiği günlerdi. Kurul'un kınama cezası verdiği Yüksel, DGM Savcılığı'ndan ayrıldı. Türkiye'nin en tartışmalı davalarının savcısı olarak bilinen Yüksel, hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kasetin montaj olduğunu ve 
kendisine komplo düzenlendiğini söyledi.Yüksel, son olarak Fetullah Gülen ve Alman Vakıfları ile ilgili dosyalar hazırlamış davaların açılmasına önayak olmuştu. İlginç durum ise şantaj kasedinin Çağdaş Eğitim Vakfı ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer'in başkanlığı yaptığı vakıfta bulunması idi. Yeni Şafak gazetesi ise, savcıyı çiçek suladığı (!) evden çıkarken görüntülemiş  ti. ÇEV ve Ergenekon, Alman istihbaratıyla koordineli çalışıyordu. 

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama'da siyanürlü altına muhalefet eden köylülerin temsilcileri mahkemede 'beraat etti'. 'Türkiye'nin bütünlüğü aleyhine legal casusluk faaliyeti yürütmekle' suçlanan sanıklar için DGM'den oybirliğiyle beraat kararı çıktı. 

Dava eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından, öldürülen Dr. Necip  Hablemitoğlu'nun 'Alman Vakıfları Bergama Dosyası' kitabına dayanarak açılmıştı. Almanya Dışişleri Bakanlığı ve Türk Dışişleri Bakanlığı birer açıklama yaparak beraatten duydukları memnuniyeti dile getirdi. Bu dava açıldığı günlerde Almanlar da ülkelerindeki Türk vakıflarına baskın düzenleyerek 300 kişiyi gözaltına almıştı. 

Bu konuyu ülkemizde pek az yazar ve gazeetci yazma cesaretini gösterdi. Bunlardan en medyatiği olan Alman Narkotik İstihbaratı'nda görev yapmış Talip Doğan Karlıbel, Alman faşistlerle Türk Ergenekon'u arasındaki ilişkiyi deşifre etmişti. Karlıbel Alman faşistlerle Ergenekon çetesinin bağlantısını ortaya koyan sansasyonel açıklamalar yaptı. Birde kitap yazan 
Talip Doğan Karlıbel, bu ilişkinin temelini ideolojik birliktelik olarak ortaya koyuyordu. 

VELİ KÜÇÜK VE ALMAN FAŞİSTLERİ 

Karlıbel, Alman faşistlerin, Türkiye'nin AB sürecini bloke etmek için Ergenekoncularla birlikte hareket ettiğini, Ergenekoncuların da kendi çıkarları çerçevesinde bir devlet yapılanması kurmak için Almanya'daki faşistlerden destek almak istediğini söylüyordu. Karlıbel'in verdiği çok önemli ve şaşırtıcı bilgi ise; Alman ve Avusturya Özel Harp Dairesi'nde uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'le, Veli Küçük'ün özel günlerde bir araya geldiklerini söylemesiydi. Bununla ilgili birçok belgenin Alman Güvenlik birimlerinde bulunduğunu belirten Karlıbel, şunları söylüyordu; "Birçok buluşmaları olmuş. Bununla ilgili bir sürü belge var. 

Gerhard Frey'in başında bulunduğu, Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi'nin geleneksel çadır günleri yapılır. Bu çadır gününe dünyadaki faşist liderler gelir. 

Buraya Türkiye'den Veli Küçük katılıyor." (44) 

İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları: 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe bilen, Türkiye’nin etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. 
Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır. Vakıf Temsilcisi Dr. Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir 
fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam yemeğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahipliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi, böylece ben de bilgi sahibi olabildim. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde birleşiyorlar. 

Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilenmiştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum”. 

Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları, deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebilmekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve 
sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır. Önceleri, 
Almanya’da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmektedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak… 

K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ 

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum kuruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek etkinlikler düzenlemişlerdir. Eski ANAP’lı bakanlardan Bülent Akarcalı en önemli destekçileri… 

Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. 
Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “prestij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yol açmıştır. Tıpkı bildirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… 

Yeni seçilen Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kongrenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore etmiştir”. 

Kongreya hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde Alman derin devletinin ilgisi de büyüktü. BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmişti. 
Alman iç istihbarat örgütü olan “Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemişti: 

“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güvenlik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda orduyu da kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir. 
Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya hükümet ten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi istenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o zamanki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin 
çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği milliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” . 

Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir: 
“Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre; “Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi” konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globalleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yönetimler  in Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, Ankara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk bakış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir.” 

Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmamaktadır. 

Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak kazanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Konsepti”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı kurması” istenilmekte dir. 
TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletvekili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik ilgileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu ’nun da bulunduğu gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere bağlı kalmakta ne kadar duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır. 

KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermekte bu konuda çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Zaten kitabın ilk bölümünde Gezi olaylarına Alman devletinin ilgisi yeterince açıklanmıştı. Bir gençlik hareketi olarak algılatılmak istenen bu olaylara Alman hükümeti Merkel düzeyinde, Alman medyası ve Alman derin devleti büyük ilgi göstermiş ve desteklemişti. 

Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katılması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içmesuyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar Türk istihbarat kurumlarının anlaşılamayan hoşgörüsü altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22). KAV’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, kimi zaman faaliyetler ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV, diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir. 

 Hablemitoğlu’nun yazdığı bu raporu oldukca paranoyak bulabilirsiniz. Mehmet Eymür’ün savunduğu gibi daha çok MİT mensubu bir istihbaratçının kaleminden çıkmış gibi duruyor. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***


PANZER VE KURT ISYANI, KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI BÖLÜM 1

PANZER VE KURT ISYANI,  KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI  BÖLÜM 1


FARUK ARSLAN,

Şimdi de bir Alman akademisyenden bahsedelim. Bu, Türkiye’deki Laz’larla ilgilenen bir akademisyen. Bu akademisyenin adı Wolfgang Feuerstein. Bu Alman akademisyen Lazların ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamak amacıyla BND içinde bir birim meydana getirmişti. Bu birimin desteklediği, yayınladığı dergi ve kitaplar Türkleri bu konuda yönlendirmek manipüle edebilmek için Türkiye'ye gönderilmişti. Burada küçük bir parantez açalım ve Feuerstein de bir diğer Alma akademisyen Udo Steinbach gibi Türkiye'ye giremediğini belirtelim. Nedeni basit: Steinbach, PKK lideri Öcalan ile Ankara arasında arabuluculuk önerisini resmen ileten bir başka ‘derin’ akademisyen. 1994’den beri yasaklılar listesinde. Steinbach ile 1 Ekim 2000’de Hamburga’ta yapılan görüşmede bu satırların yazarına, "İslam'a yapılan saldırıları, Müslümanlara yapılan baskıları merak edenler, Kemalist sistemin 80 yıldır Türkiye'de yaptığına bakabilirler" ifadelerini kullanmıştı. Yine görüşmenin bir yerinde Müslümanlar'ın yaşadıkları her yerde elbette cami inşa edebileceklerini söyleyen Steinbach, "Batılı aydınlar, profesörler, siyasetçiler hep Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor. 
Neden Müslümanlar'ın özgürlüklerinin nasıl gasp edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini kimse düşünmüyor?" diye sormuştu. 

Bugünlerde 2012 itibariyle Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanı olan Prof. Dr. Udo Steinbach, "Müslümanlar'a demokratik bir ortam hazırlamadan, onlara demokratik haklarını vermeden onlardan entegrasyon beklemek, haklı bir talep değildir, bir dayatmadır" görüşünü savunmaya devam ediyor ve Batı'nın İslam'a karşı çok önyargılı olduğunu ve Batı medyasının tamamen kötü niyetli bir şekilde Müslümanlar'ı karalayan yayınlar yaptığını her fırsatta dile getiriyordu. Batılı devletlerin ve elitlerin "İslam'da reform" gibi taleplerinin gülünç olduğuna da işaret eden Steinbach, "Müslümanlar'dan, İslam Peygamberi'nin yaşamadığı, kabul etmeyeceği bir hayat yaşamaları 
isteniyor. Bu dürüst bir davranış değildir" diyor ki, gerçek müslümanların kafasını okuyor. 
Dünyanın her yerinde olabilecek adi vakaların İslam toplumunda yaşanması halinde bunun İslam'a mal edildiğine de işaret eden ediyor ve şu tesbitlerde bulunuyordu: "Bu açıkça saptırmadır, af buyurun ama İslam düşmanlığıdır. Zoraki evlilikler dünyanın her yerinde var. 

Cinayet, gasp, anarşi her toplumda var. Lübnan'daki, Türkiye'deki, Suriye'deki namus cinayetleri her toplumda var. Peki bu tür vakalar Müslümanlar arasında olduğunda neden dinine mal ediliyor? Adam karısını öldürmüş, kadın kocasını aldatmış, anne baba kızını istemediği biriyle evlendirmiş. Bunun İslam'la ne alakası var? " Şimdi Steinbach’ı biraz daha 
yakından tanıyalım. 

Udo Steinbach, Almanya'da politika ile ilgilenen herkesin tanıması gereken, özel istihbarat teşkilatının yöneticisi, Ermenilerin soykırım konusunda kullandığı tezleri Ermeni diasporası adına Türkiye aleyhine kullanan akademisyen Taner Akçam'ın işvereni, Alman İslamı projesinin kuramcısı, PKK’lı Kürtçülere çok yakın olması yanısıra onların teorik destek vericisi bir isimdir. Defalarca Suriye'ye giderek, Abdullah Öcalan ile görüşmeler yapmıştır. Alman’ya da alınan Prof.Dr. ünvanına sahip olduğunu ve ayrıca emekli yarbay olduğunu da belirtelim. Klasik filoloji ve Arap edebiyatı okuyan ve doktorasını anonim Arap masalları üzerine yapan Steinbach, 1966 yılında yayınlanan " 20.yüzyılda Türkiye. Avrupa’nın Zor Partneri " kitabı ile meşhur oldu. 1971-75 yılları arasında Alman İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) "yakın bir kurum" olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Berlin) Bilim ve Politika Vakfının Orta Doğu Masasını yönetti. 1975 yılında Almanya’nın 
sesi radyosunun Türkce bölümüne müdürlük yapan Steinbach, 1976'da Hamburg’daki Doğu Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve 2012 itibariyle halen burada müdürüdür. Anadili gibi Türkçe konuşuyor ve yazıyor. 

Türkiye’nin iyiligini (!) isteyen Emekli Alman Yarbay Türk gazetecilere şunları yapın diyor: 

1- Laiklik kaldırılsın. 
2- Türk ulusalcılığı kaldırılsın. 
3- Bunları Atatürk getirdi, dikte etti, zorladı; dolayısıyla yapay bunlar, Atatürk’u de kaldırın. 
4- Atatürk zaten dinsizdi. Kaldırın gitsin Kemalizmi. Yoksa AB’ye almayız. 
5- Kürtler Türklerden çok Almanlara benziyor. Sonuna kadar arkalarındayız. 
6- Kürtlerle Konfederasyona gidilsin, Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi eyaletler kurulsun. 

Kemalizmi kurduran Almanlar acaba bugün neden kaldırmak istiyor olabilir? Almanların Türkiye’nin kimliğini değiştirme girişimini Atatürk döneminde de görmek mümkündü. Atatürk’ün çocukluk arkadaşı ve yaveri Hasan Rıza Soyak’a göre CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 28 Haziran 1935’te İtalya ve Almanya’ya yaptığı seyahat sonrasında faşizm ideolojisini esas alan bir tüzük hazırlamış, sabaha kadar tüzüğü inceleyen Atatürk, sabahleyin hışımla odasından çıkarak “Kim bu zorbalar, bu kuvveti kimden alıyorlar, kendilerini milletin iradesinin üstünde zannediyorlar, İsmet bunu okumamış herhalde” demiştir. Soyak’ın “Efendim imzası var okumamış olması mümkün değil” sözleri üzerine, “Okumamış, okumamış, geri verin iyice okusun” diye cevap verecektir. Soyak ayrıca Peker’in “Her partinin bir ideo-
lojisi var, bizimki Kemalizm olsun” dediğini Atatürk’ün de Peker’in tüzük taslağındaki faşizm terimini kastederek “Sen bana hakaret mi ediyorsun” diye azarladığını ileri sürer. Atatürk’ün faşizme hiç sıcak bakmadığının kanıtı olarak gösterilen bu hikâyeyi tamamlayan unsur ise, Recep Peker’in 15 Haziran 1936’da CHP Genel Sekreterliği’nden bizzat Atatürk tarafından uzaklaştırılmasıdır. Hâlbuki bu tasarruf uzun süredir gündemde olan liberalizmdevletçilik çekişmesiyle ilgilidir. Nitekim 1936’dan itibaren, aynen İtalya ve Almanya’da olduğu gibi, parti teşkilatlarıyla devlet teşkilatları birleştirilecek, dâhiliye vekili, CHP genel sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde CHP başkanlığına atanacaklar, Umumi müfettişler ise hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi olacaklardır. 

İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le hep aynı düşünmüyordu. Ataürk, ordunun siyasete karışmasına karşıydı. Yazar Atilla İlhan bu durumu şöyle izah ediyordu: ‘İsmet Paşa ile Mustafa Kemal arasındaki beraberlik çok ciddi bir dostluk sanılıyor ki, değil... 

1935'li yıllarda İsmet Paşa yeni bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tüzüğü hazırlamaya karar veriyor. İsmet Paşa, o zaman hem Başbakan hem CHP'yi idare ediyor. Genel sekreteri de bildiğimiz Recep Peker. Yeni tüzük hazırlansın diye İsmet Paşa Recep Peker'i Avrupa’ya gönderiyor, Avrupa' daki  partileri incelemesini istiyor. Tüzük geliyor, İsmet Paşa ve Recep Peker İmzaladıktan sonra Mustafa Kemal'e sunuyorlar, tüzüğü önce katipi olan Hasan Rıza bey alıyor. Hasan Rıza Bey de akşam Mustafa Kemal'e takdim ediyor. Ertesi sabah geldiğinde Hasan Rıza Bey, Mustafa Kemal'i daha banyodan yeni çıkmış bornozu sırtında elinde o belge ile görüyor, 
Mustafa Kemal soruyor, "Kimmiş bu zorbalar?" diyor. Tabir aynen bu. "Hangi zorbalar?" diye soruyor Hasan Rıza Bey. M.Kemal diyor ki, "Bu tüzüğün söylediği zorbalar.’ Çünkü tüzüğü hiç beğenmemiş, hatta kızmış, neden? Nedeni çok basit. İsmet Paşa, Recep Peker'i Almanya ve İtalya'ya göndermiş. İncelediği partilerse biri Nazi Parti, biri Faşist Parti. CHP 
tüzüğü bir Nazi ve Faşist parti tüzüğü. Tüzükte bir yeni kuruluş var, o da Büyük Millet Meclisi'nin üstünde bir yüksek konsey. O yüksek konseyin, Almanya ve İtalya'daki ismi "Yüksek Faşist Konsey." Yani Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi anlamsız bir hale geliyor. Mus-
tafa Kemal, "İsmet bunu görerek mi imzalamış?" diyor. 6 ay sonra Recep Peker'i 1 yıl sonra da İsmet Paşa'yı görevden alıyor. İsmet Paşa'nın o tüzüğü yaptırmasının nedeni; Mustafa Kemal'in hasta olduğunu bilmesidir. Gazi'nin öleceğini de biliyorlardı. Nasıl olsa ölecek kendi iktidar olacak, iktidar olunca da uygulayacaktı. Tüzüğün bir kısmını Mustafa Kemal Atatürk, Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir. Bizde de öyleydi. 

Aslında Kemalist kadroların faşizme sempati duymalarının tarihi epey eskidir. Örneğin daha 1923’te Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey, Yenigün gazetesinde yayımlanan bir röportajında “Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşün-
celere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılâp yapmış ve onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır” diye yazar. Halk evleri’nin selefi Türk Ocakları’nın Büyük Reisi, iki kere Maarif Vekili Hamdullah Suphi 
(Tanrıöver), 1930’da Türk Yurdu dergisinde “Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi refahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. (...) Biz faşist milliyetperverliğin dünkü galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz” der. Hakimiyet-i Milliye (Ulus) Başyazarı Falih Rıfkı (Atay), 1931 yılında yazdığı “Faşist Roma, Kemalist Turan” başlıklı ma-
kalesinde “Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi Türk iktisatçılığı için faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir” diye akıl verir. Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) Kadro’nun 11. sayısındaki “Ankara-Moskova-Roma” adlı makalesinde “Mussolini sayesinde, daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi 
işleyen bir memleket halini almıştır” der. 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yunus Nadi, “faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluğun” doğal olduğunu belirtirken, makalenin Fascio (Mussolini faşizmini simgeleyen baltalı değnek demeti) ile Ay Yıldız’ı çevreleyen defne dalından bir taç bulunan büyük, renkli bir kenar süsü ile kuşatılması dikkat 
çeker. Bu sevgi karşılıksız değildir elbette. Bunu Mahmut Soydan’ın çıkardığı Milliyet gazetesinin 16 Temmuz 1933 tarihli sayısında yer alan şu beyanattan anlayabiliriz: “Alman Başvekili [Hitler] diyor ki: Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safhında 
bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır.” Soydan’a göre Hitler kendisine, “Türkiye’nin hayrete şayan inkişafından takdirle bahsetmiş” ve “Faaliyet gayeleri aynı olan Büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında sempati çok kuvvetlidir” demiştir. Bu karşılıklı sempatinin eseri olduğu anlaşılan 1936 sonrası faşizan uygulamalardan ancak İkinci Dünya 
Savaşı’nda Almanya’nın yenileceği anlaşılınca vazgeçilecek, ancak rejime sinen faşist ruhu söküp atmak yakın tarihlere kadar mümkün olmayacaktır. (36) 

Steinbach’ın Türk faşizmini salık verip Kemalizmden kurtulmamızı tavsiye ederken Almanların kendi üllkelerini faşizmin esaretinden henüz kurtaramaması manidar ols a gerek. Her devlet, topraklarında yaşayan insanlara hükmetmek ister. Bu temel istek Alman devleti için de geçerlidir. Dolayısıyla Almanya’nın ülkesinde yaşayan Türklere her zaman kuşkuyla yaklaştı. Dönemin Federal Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly bile, Almanya' da homojen ve milli bir Türk azınlıktan rahatsız olmaktaydı. Hatta Türk dernekleri Alman siyasetçiler tarafından toplumsal   barışı tehlikeye sokan etnik çıkar örgütleri olarak tanımlanıyordu. Belki de bu yüzden Almanya'da Türk Ulusal Kimliği'ne karşı çıkan bölücü, mezhepçi yıkıcı derneklere müsamaha ediyordu. 

Yukarıda biraz olsun tanıttığımız Steinbach ise şöyle diyordu: "Türkiye'nin AB’ye üye olması halinde, AB'deki Müslüman nüfus artacak... AB şimdiden 15 milyon Müslüman'a sahip ve 'İslamlaşmaya' devam edecek. Bu durum kaçınılmaz. Sonuçta giderek daha güçlü şekilde Avrupa'ya doğru bastıran bir İslam dünyasıyla komşuyuz. Eğer Türkiye, AB üyesi olursa artık Türklerle Müslüman sayısının 90 milyon olduğu ve böylece Avrupa'da yaşayan Müslüman sayısını önemli ölçüde artırdığı sorusu ortaya atılmayacak. 
Sorulacak olan, daha çok, AB'nin dönüşüm sürecine bağlı olarak Avrupa'nın kültürel dönüşüm sürecini gerçekleştirip  gerçekleştiremeyeceği. Avrupa bunu yapabileceğine inanmıyorsa tüm bunlardan vazgeçmeli, çünkü bu durumda bir gelecek söz konusu değil." 

Almanya gezimizin ana sebebi sanırım Almanların kendilerini anlatma ve kendi lehlerine yazacak Türk gazeteci kazanma girişimiydi. Gezi bende tam tersi etki yaptı doğrusu. Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri konusunda önemli bilgiler, 1999 ve 2000 yılında ortalığa saçıldığında Ankara’daydım. Hablemitoğlu’nun yaptığı faaliyetleri de detaylarıyla biliyordum. Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon, geçmişte hep Alman derin devleti Kılıç ile dirsek temasında çalıştı. Asıl sorulması gereken sorular şunlardır: 

Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma kapsamına alan savcılar bu cinayette parmağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır? Yeniden Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? Hablemitoğlu cinayetinde parmağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Almanya’dan istenilecek midir? Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli istihbaratının ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır? 

Sorulması gereken bu soruların hasıraltı edildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. (37) 

Kuşku yok ki, Necip Hablemitoğlu, Alman ve Amerikan gladyosu arasında kalmıştı. Yeni düzenin ilk kurbanıydı. Suçu basitti: Avrupa Parlamentosunun A4-0432/98 sayılı kararından sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülkeyi ortaya çıkardı: Almanya... Sonra Bergama'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşik merkezde karşısına hep Alman Vakıfları ve örgütleri çıktı. Almanya'daki Türkleri biliriz de, Türkiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı  projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde "etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, radikal yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanma lardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar uzanan çizgide, Türkiye'nin tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de Vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO) olgusunu çok iyi kullanmaktaydı. 

Dr. Necip Hablemioğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında, Türkiye'deki Alman yıkıcı etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyordu. Ancak bu araştırma hayatına mal oldu. Bugün artık Almanya’nın dünya altın piyasasını kontrol etme çabaları biliniyor. Aynı şekilde Bergama’da altın aranması olayına organize bir şekilde karşı çıkan köylülerin sistemli protes-
tolarının arkasındaki güç de biliniyor: 
Alman Vakıfları. Dr. Necip Hablemitoglu'nun Bergama'da siyanürle altın aranmasına direnen köylülerin aslında Alman komplosunun birer 
parçası oldukları, Almanya’nın bu köylüleri kendi ekonomik çıkarları için çevrecilik hassasiyeti altında ayaklandırdığı, bunu da siyasi parti uzantısı olan vakıfları kullanarak gerçekleştirdiği ile ilgili iddialarının hemen ertesin de, 18 Aralık 2002 ‘de suikasta kurban gittiği artık çok açık bir gerçek. 

Dr. Hablemitoglu, Alman vakıfları ile ilgili yeni ve çok önemli bilgileri, Ankara 1. Nolu Devlet güvenlik Mahkemesinde görülmeye başlamadan, Alman vakıfları davasında açıklamasına bir hafta kala öldürülmüştü. 

Halen Türkiye’deki faaliyetlerine düşünce kuruluşu pozisyonunda devam eden bu Alman vakıflarının, Almanya’daki her bir siyasi partinin çizgisini temsilen birer temsilci gibi bulunduklarını söylemek mümkündü. Bunların önde gelenlerinden Konrad Adenauer vakfı, Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat partisinin, Heinrich Boll vakfı, Yeşiller partisinin, Feridrich Naumann vakfı, hür dekokrat ve liberallerin, Friedrich Ebert vakfı ise sosyal demokratların çizgisine paralel faaliyet yürütmektedirler. 

Öldürülmeden birkaç gün öncesinde Yasemin Güneri ile röportaj yapan Dr. Hablemitoğlu şu son uyarıyı yapmıştı; “Bergama'daki 'sivil itaatsizlik' eylemlerinin finansmanı, merkezi Almanya'da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı'nca karşılanmaktadır. FIAN Vakfı'nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılmaktadır. FIAN'ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli işbirlikçilere para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk makamları tarafından da biliniyor. Unger, Bergama'nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve Sivrihisar'daki 'altın karşıtı' diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.” 

Dr. Hablemitoğlu, Merkezi Almanya'da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların Türkiye'deki uzantılarının Almanya'nın çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, Türkiye’deki Sivil Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi değerlendiren Alman istihbaratçılarının, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev 
yapmalarına mevzuatı olanağı olmadığından, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan “Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olan Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin temsilcilerinin, diplomatik dokunulmazlık kapsamında, gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerlerinin de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet gösterdiklerini anlatmıştı. (38) 

Hablemitoğlu’nun kitabında yazdığı "Türkiye"de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat servisi BND"nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan taşeron NGO"lardır." sözleri üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir. 

Yine aynı araştırmada Alman Doğu Enstitüsü için şu değerlendirmede bulunulmaktadır: 

"Türkiye"deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü ,1961 de Beyrut ta kurulmuştur. Udo Steinbach bir süre müdürü olmuştur. Enstitünün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Ba-
kanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya"nın Türkiye dahil Ortadoğu"da gözü-kulağı olan ve BND"nin kadrolu elemanlarına "Bilimadamı" kamuflajı sağlayan; 1987 de Lübnan"daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul"a nakleden enstitü, 1994"ten 
itibaren tekrar Beyrut'a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren Ebenhausen Bilim ve Politika vakfının yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi BND ile koordineli ilgili Alman vakıfları, söz konusu enstitüye ek kaynak oluşturmaktadırlar. Türkiye"de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların 'entellektüel' düzeydeki yazar, sa-
natçı ve gazetecileri, enstitünün İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte,sevk ve idare edilmektedir." (39) 

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan vakıflar siyasi faaliyet gösteremezler ve siyasal partilerin uzantısı olan bir statü içinde olamazlar. Anlaşılan iş Alman vakıflarına gelince, üstelik izinsiz olarak yasa dışı bir biçimde ülkemizde özgürce faaliyette bulunmalarına hiçbir engel söz konusu değildi... Dostumuz Almanya’nın ülkemizde cirit atan, etnik ve mezhepsel 
haritamızı çıkaran vakıflarının Yücel Sayman yönetimi dönemindeki İstanbul Barosuyla ortaklaşa gerçekleştirdikleri bir kaç faaliyete göz atmak yeterli bir fikir verecektir: 

A) Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri 

KONRAD ADENAUER VAKFI 
29 Ekim 2000 ( Tarihe dikkat...) Armada Oteli İstanbul 


B) AZINLIK HAKLARI 

 (İngiliz konsolosluğunun katkılarıyla) HEINRICH BOLL VAKFI 

 24-25 Haziran 2000 Dorint plaza oteli İstanbul 


C) TÜRKİYENİN AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE KIBRIS KONUSU 

KONRAD ADENAUER VAKFI 

30 Haziran 2001 Mercure Oteli Tepebaşı İstanbul. 

CASUSLUKLA YARGILANAN BARO BAŞKANI 

Etkinliklerin ortak paydası, ulus devletin, bağımsızlık ve ulusal konulardaki duyarlılığın, Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyetin kazanımlarının tartışılır hale getirilmesi ve süreç içinde aşındırılmasıdır. Etkinlikleri Alman vakıflarının finansal desteği ile düzenleyen İstanbul Barosu"nun o dönemdeki başkanı Yücel Sayman, Ankara DGM de açılan Alman Vakıfları ve işbirlikçileri aleyhindeki davanın sanıklarındandır." (40) 

Yücel Sayman"ın casusluk ile yargılandığı davaya, Alman devlet görevlilerinin ilgisi gerçekten çok büyüktü. Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde polisin bazı merkezlere baskın yapması üzerine harekete geçen Dışişleri Bakanlığı'nın, Adalet Bakanlığı'nı gizli bir yazıyla uyararak "Alman hükümeti soruşturmadan rahatsız. 
Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin" dediği ve dönemin DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından sürdürülen soruşturmaya siyasi baskı yapıldığı ortaya çıkmıştı. 

Büyükelçi Uğur Ziyal imzalı 25 Aralık 2002 tarihli yazıda, Türkiye'deki bazı Alman Vakıfları'na yönelik polis operasyonlarının Alman Hükümeti nezdinde büyük rahatsızlık verdiği, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'in sık sık bakanlığa gelerek rahatsızlıklarını ilettiğine dikkat çekilerek,"Malum olduğu üzere Alman Vakıfları köklü ve prestijli kuruluşlardır. Friedrich Ebert Vakfı iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin, Henrich Böll Vakfı Yeşiller Partisi'nin, Konrad Adenauer Vakfı anamuhalefet Hristiyan Demokrat Birliği'nin Friedrich Naumann Vakfı ise Liberal Parti'nin özerk vakıflarıdır. Bu vakıfların yıllık bütçeleri 200'er milyon DM olup her birinin yüzü aşkın ülkede temsilcilikleri vardır" denildi. 

Üç sayfalık yazının sonuç bölümünde ise şu görüşlere yer verilmişti: 
"Alman Vakıfları'nın irtibat bürolarının polis tarafından ziyaret edilmelerinin siyasi açıdan iki ülke ilişkilerinde sorun yaratma ve Almanya'daki Türk menfaatlerinin zedelenmesi sonucunu doğurabileceği değerlendirilmekte olup mümkünse bu uygulamadan sarfinazar edilmesinin yararlı olacağı değerlendirilmektedir." (41) 

Şimdi biraz geriye dönelim ve filmin koptuğu noktaya bakalım., Ankara DGMde Alman vakıflarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, 24 Nisan 2002’de Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ile Yardımcısı Dirk Tröndle DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e ifade verdi. Vakfın Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm, Suçlamalar yersiz ve asılsız dedi. Aynı soruşturma kapsamında, Konrad Adenauer vakfı yanı sıra, Heinrich Böll, Friedrich Naumann, Körber Vakfı, Orient Enstitüsü bulunuyordu. Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm, bianet'e yaptığı açıklamada, "Alman makamlarının, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirginliklerini Türk makamlarına ilettiklerini" söyledi. Wulf Scönbohm açıklamasında şu noktalara dikkat çekti: 

‘’DGM tarafından yöneltilen ‘Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmak, casusluk faaliyetlerinde bulunmak’ gibi suçlamalar tümüyle yersiz ve asılsızdır. Alman makamları, Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirgin olduklarını Türk makamlarına ilettiler. Ancak adli merciler ve devlet güvenlik mahkemesi bağımsız kuruluşlardır. Onlar üzerinde etkileri olamaz. Gazetelerde çıkan ve bize yöneltilen suçlamalara 
ilişkin açıklamaları biz de esefle kınıyoruz. Bize yöneltilen suçlamaları biz de maalesef gazetelerden öğreniyoruz. Bu gibi olayları resmi makamlardan değil gazeteler aracılığıyla öğrenmemize anlam veremiyoruz. Bu gelişmeler in doğru olup olmadığını bilmiyoruz.’’ (42) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***