ABD’NİN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ YENİ DÜNYA DÜZENİNE ETKİLERİ
Yazan: Dr. Ercan ÇİTLİOĞLU
ABD’nin Irak’tan çıkışına ilişkin senaryoların yeni dünya düzenine
olası etkilerini irdeleyebilmek için, öncelikle “yeni dünya düzeni”
kavramından ne anlaşılması gerektiğinin açıklığa kavuşturulması
gerekmektedir.
Eğer yeni dünya düzeni deyimi ile küreselleşme ve bu akımın,
ülkelere gelişmişlik düzeyleri ile bağlantılı olarak görece dayattığı yeni
yüklemleri anlıyor ve yeni dünya düzenini bu temelde tanımlıyorsak, bu
bağlamda ABD’nin Irak’taki varlığının ayrı bir pencereden görülmesi
gerekecektir. Yok eğer “yeni dünya düzeni” kavramı ile ABD’nin küresel
anlamda tek egemen güç olarak ortaya çıkışı ve hegemonik amaçlarına
ulaşma doğrultusunda gerektiğinde güç kullanımına dayalı dış politika
uygulamalarından söz ediyorsak, bu defa karşımıza çıkacak Irak
fotoğrafı daha değişik boyutları içerecektir. Ancak, aralarındaki ayrılık ve
aykırılıklara karşın bu iki pencerenin birleşik yönü, gerek
küreselleşmenin eşliğinde taşıdığı sancılı ve çatışmalı ortam, gerekse
ABD’nin ekspansiyonist ve hegemonik uygulamalarının yol açtığı
güvensizlik zemininin, ülkeler genelinde sorgulanma çizgisini aşarak
ortak bir eğilime dönüşmüş olmasıdır.
Yeni dünya düzeni olarak adlandırılan ve özellikle 11 Eylül sonrası
ivme kazanan gelişmelerin, gerek ekonomi ve finans, gerek savunma ve
güvenlik, gerekse temel insan hak ve özgürlükleri konusunda
yaşamımıza getirdiği ve kimi zaman dayatmalar biçiminde ortaya çıkan
uygulamaların yarattığı ve sanayi devriminden çok daha fazla sancılı
geçeceği konusunda kuşku bulunmayan türbülansların, ABD’nin
geleceğe dönük ulusal çıkar planlama ve stratejileri açısından son
derece uygun bir iklim yarattığını ileri sürmek yanlış bir varsayım
olmayacaktır.
Aksi ne kadar iddia edilirse edilsin ve ne kadar kınanırsa kınansın,
gücün egemenliğine dayalı ve liderliğini ABD’nin yürüttüğü yeni yönetim
anlayış ve uygulamalarının, “yaratılan kaostan arzu edilen çözüme
ulaşma” biçiminde tanımlanabilecek bir teoriyi yaşama geçirdiğini kabul
etmemiz ve ABD’nin Irak’tan çıkış senaryolarını bu çerçevede
irdelememiz gerektiğini değerlendiriyorum.
Bu noktada bir ikinci parantez açarak, ABD’nin Irak’tan
çekilmesinin, Irak özelinde tekil bir değerlendirmeye tabi
tutulamayacağını; çünkü ABD’nin Irak’ı işgal ederek Saddam rejimini
devirmesinin, bölgenin geleceği ile doğrudan ilişkili bir planın yalnızca bir
kesitini oluşturduğunu, Irak işgalinin birbiri ile bağlantılı ve yine
birbirinden bağımsız pek çok ayrı nedene dayalı olduğunu ifade etmek
istiyorum.
ABD’nin, bölgeye ilgisinin Irak’ın Kuveyt’i işgali üzerine değil, 18.
yüzyılın ilk yıllarında başladığını, Irak ve İran petrolleri üzerinde İngiltere
ile birlikte ortak eylemler içinde olduğunu, Türkiye dâhil pek çok bölge
ülkesinde eğitsel ve sosyal faaliyetlerde bulunduğunu (örneğin
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Anadolu’da 100’ü aşkın Amerikan
okulunun varlığını, Robert Kolej’in ABD dışında kurulan ilk Amerikan
okulu olduğunu, yüzlerce Amerikalı misyonerin Anadolu’da faaliyet
gösterdiğini, 1806 yılında Irak petrollerinin işletilmesi için kurulan şirkette
Amerika’nın pay sahibi olduğunu) anımsarsak günümüzde ABD’nin Irak,
Suudi Arabistan, Kuveyt ve Körfez ülkelerindeki askerî varlığı güncel bir
olay olmaktan çıkıp çok uzak geçmişe dayalı bir stratejinin başarılı
uygulamasına dönüşmektedir. ABD’nin Irak’a niçin girdiği ve niçin işgal
ettiği değerlendirilmeden, Irak’tan nasıl, niçin ve ne zaman çıkacağı ya
da çıkıp çıkmayacağı yönünde sağlıklı bir kestirim ve değerlendirmede
bulunmanın mümkün olamayacağını düşünüyorum.
11 Eylül sonrası, küresel bir tehdit kaynağı olarak belirlenen ve bu
anlamda çok da haksız olmayan terörizmle savaş çerçevesi içinde
ABD’nin, Irak’a müdahalesinin temel gerekçeleri bölge özelinde:
1. İsrail’in güvenliğinin sağlanması,
2. Arap-İsrail anlaşmazlığının giderilerek bölgesel bir istikrarın
yaşama geçirilmesi ve sürekli çatışma ortamının yaratmakta olduğu içsel
ve dışsal tehdit kaynaklarının ortadan kaldırılması,
3. Irak’taki enerji kaynakları ve dağıtım koridorlarının güvence
altına alınması,
4. Bölgede demokratikleşme hareketlerine ivme kazandırılması,
nükleer silah sahibi olma kapasite ve özleminin kırılması gibi ana
başlıklar altında açıklanıyor olsa da ABD için son derece ağır ekonomik
faturalar çıkaran ve başka ülkeler için olmasa bile Amerikan kamuoyu
açısından tahammül edilebilirliği kuşkulu bulunan insan kayıplarının
göze alınıyor oluşunun çok daha önemli nedenlerinin bulunması
gerektiği son derece açık olmalıdır.
Irak harekatının hemen arkasından dünya kamuoyunun
gündemine başlangıçta bir etki-tepki ölçümü olarak taşınan, ancak
temeli çok daha öncelere dayalı Büyük Orta Doğu Projesi ya da
Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu Girişiminin, içine Kuzey
Kafkasya’yı da alan uygulamalarının günümüzde ivme kazanmış olması
da bu fotoğrafa eklendiğinde, Irak’ın işgalinin çok da masum bir
“kurtarma operasyonu” olmadığı giderek açığa çıkmaktadır.
Dünyada bilinen enerji rezervlerinin %65’ini barındıran ve ürettiği
petrolün %80’ini batı yarıküreye ihraç eden bu bölgenin; gelecek 20 yıl
içinde ABD’nin petrol ve doğal gaz gereksiniminin %40’ını karşılayacağı
ve küresel anlamda bu gereksinimin %55 dolayında artış göstereceği
düşünüldüğünde, önemi giderek artmaktadır. Orta Doğu ülkeleri,
yalnızca dünya petrol gereksiniminin karşılanmasında değil aynı
zamanda fiyatlarının saptanmasında da başat bir konuma ulaşacak gibi
görünmektedir.
Öte yandan 2025’li yıllara varıldığında, dünya nüfusunun %40’ının
Çin ve Hindistan’da, genel anlamda dünya nüfusunun %70’inin Orta ve
Uzak Asya’da yaşayacağı, başta Çin olmak üzere Orta ve Uzak Asya
ülkelerinin enerji gereksinimlerinin aşırı ölçülerde artacağı
düşünüldüğünde; ekonomi, teknoloji ve askerî güçleri henüz ABD
ölçeğinde gelişmemiş bulunan bu ülkelerin kalkınma hızlarının denetim
altına alınması, herhâlde ABD’nin hegemon anlayış ve uygulamasının
doğal bir gereği olmalıdır.
Çok kalın çizgilerle ve yalnızca bir anımsatma amacına yönelik bu
açıklamalardan sonra ABD’nin, koşullar her ne olursa olsun Irak’tan
görünür bir gelecek içinde askerî anlamda çekilmesini beklemenin çok
gerçekçi olmadığını değerlendirmekteyim.
Adı her ne olursa olsun, uygulaması başlamış bulunan Büyük Orta
Doğu Projesi’nin yaşama geçirilmesi için kilit konumda olan Suriye; ama
daha önemlisi İran nötralize edilmeden ABD’nin, Irak’tan gönüllülükle
çekilmesi herhâlde mümkün olmasa gerektir. Ekonomisi son derece
kırılgan, askerî gücü ise önemsemeyi gerektirmeyecek ölçüde zayıf olan
Suriye ile ABD için bile kolay bir hedef niteliği taşımayan İran,
Genişletilmiş Büyük Orta Doğu Projesi doğrultusunda uysallaştırılmadan
ABD’nin, Irak’taki askerî varlığını sona erdirmesi herhâlde mümkün
bulunmamaktadır. İran’ı kara sınırlarından kuşatarak bir çevreleme
(containment) politikası izleyen ve Irak ile bu halkayı tamamlayan
(Türkiye’nin konumunu bu sunumun dışında tutuyorum) ABD’nin,
Irak’taki askerî varlığı ile İran üzerinde yarattığı baskıyı, bu ülkenin
rejimini değiştirmeden ve nükleer kapasitesini en az on beş yıl geriye
atmadan sona erdirmesi, ABD’nin bugüne değin inat ve ısrarla
uyguladığı politikasından kesin bir U dönüş anlamı taşır. Bunun görünür
gelecek içinde mümkün olmayacağı ise son derece açık olmalıdır.
Birinci Körfez Harekatı öncesi, Körfez ülkelerine başta Suudi
Arabistan ve Kuveyt olmak üzere, Saddam’ın sergilediği tehdide karşı
askerî anlamda yerleşen ABD’nin, günümüzde aynı gerekçelerle ancak
hedefi İran olarak değiştirip kalıcılığını Irak’a da yayarak koruduğu
bilinen bir gerçek olmalıdır.
ABD’nin, bugüne kadar Irak’ta düzeni sağlayamadığı ve askerî
anlamda başarısız olduğu yönündeki görüş ve söylemlere, bir işgalin
temel amacının o ülkenin her alanının tam bir denetim altına alınması
olmadığından yola çıkarak çok da katılmak mümkün değildir. Nitekim
ABD’nin, Irak’ta kendi güdümünde bir hükümet oluşturduğu, güvenlik
güçlerini eğittiği ve asayişin, stratejik hedefler dışında korunmasını bu
güçlere devrettiği, önemli tüm doğal kaynaklar, sanayi tesisleri,
telekomünikasyon ağları, enerji tesislerini denetimi altında bulundurduğu
düşünüldüğünde, tüm direniş hareketlerine karşın yine de başarısızlığa
uğradığını söylemek kanımca doğru bir yaklaşım olmayacaktır.
Nitekim, ABD askerlerinin sokaklardan çekilmesi ve yerlerini Irak
güvenlik güçlerine devrediyor oluşu bir başarısızlıktan çok, gerek
kayıplarını azaltma gerek Irak hükümetine otoritesini güçlendirme
yolunda tanınan bir fırsat niteliği taşımaktadır. Kaldı ki, hükümetin
otoritesini tüm etnik gruplara kabul ettirdiği, şiddet olaylarından arınmış,
yaşamın doğal yörüngesine girdiği bir Irak’ta, ilk sorgulanacak olan
kuşkusuz ABD’nin askerî varlığı olacak, bu sorgulama Irak dışına da
taşarak ABD’nin, Irak’tan çıkması yönünde uluslararası bir baskıya
zemin hazırlayacaktır.
Tüm bunlara karşın ABD’nin, Irak’taki varlığını sonsuza kadar
sürdüremeyeceğinin de bir gerçek olduğu cihetiyle, Irak’ın önce federal,
sonrasında konfederal bir yapıya kavuşturularak, yani başından beri
öngörüldüğü şekilde üçlü bir yapıya eşlik edecek bir parçalanma
sürecine gireceğini, baskın bir olasılık olarak göz önünde bulundurmak
gerekecektir.
ABD’nin 2005 ve 2006 yıllarında Irak’tan çıkması son derece zayıf
bir olasılık olarak görünmekle birlikte; bu çıkışın, ABD’nin ikili anlaşmalar
çerçevesinde elde edeceği egemen üsleri kurmasından sonra, görevin
NATO’ya devrini gündeme getirmesi ve federasyon aşamasında
güvenlikten NATO’yu sorumlu kılacak bir kombinezona yön vermesi
olasılık sınırları içinde görünmektedir.
Bütün bu açıklamalardan sonra, söz konusu çıkış senaryolarının
yeni dünya düzenine etkisinin bugün için pek çok bilinmeze eşlik ettiğini
ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Ancak, ABD’nin her ne kadar “her şeye
muktedir ve her istediğini gerçekleştiren” bir konumda olmadığı yaşanan
olaylarla kabul görüyor olsa da önümüzdeki 25 yıllık sürecin son derece
çalkantılı ve gergin geçeceğini, bu gerginliğin ölçüsünü tayin edecek ana
güç odaklarının ABD, Çin ve Hindistan olacağını, AB’nin küresel bir güç
olma konumundan giderek uzaklaşmakta olduğunu ileri sürmek
doğruların yansıması olacaktır.
Çin Petrol Ürünleri Talebi (2002-2004)
Kaynak:British Petrol(www.bp.com)
ve mevcut rezervlerinin 60 yıllık bir kullanım süresi bulunan Rusya’nın,
hangi yükselen değerle yakınlaşacağı, Orta Asya için kilit bir rol
oynayacak gibi görünmektedir. Ancak Rusya’nın geçmişteki tüm
anlaşmazlık ve hatta düşmanlıklarına karşın, seçiminin ABD’den yana
olması bugünün baskın olasılığı olarak görünmektedir. Ne var ki,
ABD’nin korkutucu gücü ve bu gücü askerî anlamda kullanmaktan
çekinmediğini açıkça belli etmesi, Irak örneğinden hareketle AB-Çin-
Rusya yakınlaşmasını da gündeme taşıyabilecek ve önümüzdeki yıllar
yeni ittifaklar oluşmasına zemin hazırlayabilecektir. Buradaki en
belirleyici unsur; sürdürülebilir refahı adına petrole gereksinim duyan
ancak sahip olamayan AB ülkeleri ile, kalkınma ve gelişmesini
sürdürmek için petrole gereksinim duyan ve yine sahip olmayan Çin’in
gelecekteki tavırları olacaktır. Çünkü, İran’dan sonra Çin de bir anlamda
sınırlarından kuşatılma hareketinin başlatıldığını görmekte ve
çevresindeki halka tümü ile kapanmadan kendisine bir çıkış kapısı
aralama ihtiyacını hissetmektedir.
Sonuç olarak, ABD’nin Irak’tan çekilme senaryolarının hangisi
gerçekleşirse gerçekleşsin, bu harekatın dünyadaki tüm dengeleri
etkileyecek bir boyuta tırmandığı, gücün egemenliğinin bir yönteme
dönüştüğü ve bu gücün engellenmesi açısından yeni ittifakları ve
doğaldır ki, yeni ayrışmaları gündeme getirmesi kaçınılmaz
görünmektedir.
***