7 Kasım 2018 Çarşamba

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 7



2. EŞREF BİTLİS OLAYI 


IRAN, Irak, Suriye ve Türkiye'nin dışişleri bakanlarının 10 Şubat 1993'de Şam'da biraraya gelmelerinin ardından tam "7 gün" sonra da Orgeneral Eşref Bitlis'in uçağı düştü. Pentagon, Türkiye'nin bölünmesini istemeyen bu savaşın ancak Iran, Suriye ve Türkiye'nin bir ortak paydada biraraya gelerek biteceğini 
düşünen Eşref Bitlis'in ortadan kaldırılmasıyla hem Çekiç Güç'ün önündeki en büyük engeli ortadan kaldırmış, hem de Türk Devleti'ni ABD-iSRAİL ikilisinin bölgedeki en büyük düşmanı olan bu ülkelerle işbirliğine girmesi karşılığında uyarmış oluyordu. Yani bir taşla iki kuş vuruyordu. Çekiç Güç, tıpkı bir 
şeytan üçgeni gibi, karşısında duranları birer birer içine çekiyordu. 

Eşref Bitlis, Kuzey Iraklı liderlerle görüşmeler yapıyor, PKK'nın onların topraklarını kullanmaması konusunda onlara uyarılarda bulunuyordu. Daha da önemlisi Çekiç Güç'ün bölgedeki faaliyetlerinden son derece rahatsızlık duyuyordu. Bu gücün PKK'nın daha da güçlenmesi için elinden geleni yaptığını 
belirtiyor ve bu tür kaygılarını hemen her MGK toplantısında gündeme getiriyordu. Bitlis, Çekiç Güç'ün mutlaka kontrol altına alınması gerektiğini söylerken konu ile ilgili son derece önemli delillere dayanan raporlar da hazırlatıyordu. Çekiç Güç'ün gitmesi gerektiğini hemen her seferinde ifade 
eden Eşref Bitlis, 17 Şubat 1997 tarihinde kısa bir süre sonra sabotaj olduğu anlaşılan sözde "kaza" ile yaşamını yitirecekti. Org. Bitlis ile birlikte uçakta bulunan emir subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybettiler. Ancak bundan bir yıl önce konuyla ilgili son derece önemli bir başka gelişme daha yaşanmıştı. Eşref Bitlis'in helikopteri Kuzey Irak'a giderken ABD uçakları tarafından taciz edilmişti. Eşref Bitlis'in amacı Kürt liderlere verdikleri sözleri hatırlatmak, onları son bir kez uyarmaktı. 17 Aralık 1992 tarihinde gerçekleşen 
bu taciz olayıyla ilgili AWACS gözlemci subayı Hv. Yer. Kd. Ütğm. Atilla KARA tarafından hazırlanan raporlar taciz olayıyla ilgili son derece somut bir delil teşkil ediyordu: 

HAVA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI GENEL SEKRETERİ KURMAY ALBAY B. ALİ DÖNMEZİN DİKKATİNE 

İlişikteki iki adet rapor, 17 Aralık 1992 tarihinde jn.Gn. K. Org. Eşref Bitlis'i Irak'a (Seladdin) götüren UH-60 helikopterine 2 adet F-15 uçağının taciz olayına dair raporlardır. Birinci rapor Awacs'taki Türk Gözlemci'nin raporudur. İkinci rapor, Awacs ve F-15 mürettebatının sorgulanmasıyla hazırlanan birleştirilmiş rapordur. 

KORKUNÇ TACİZ 

17.12.1992 Roz-Te girildiğinde ve ONSTATİON yapıldığında zaman kayıdı radarda(Mardin) mevcuttur. Awacs (SD)'si bölgede Türk uçaklarının olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Mardin radarı ikaz edildi. Bölgeye bir adet Türk helikopterinin gittiği ve Güçlü 11 VIP helikopterinin (J.Gn.K.) Seladdin 
şehrine gittiği bildirildi. Bu durum SD'ye söylendi. Sanırım bir teşhis önlemesi yapıldı. Kendilerine taciz edilmemesi istendi. Daha sonra P. C. uçaklarının Seladdin bölgesinde pasaj geçişi/ alçak geçiş yaptıkları ikaz edildi. Bu 
durum SD'ye tekrar söylendi. Uçmamaları iletildi. Taciz eden uçağın Wolf01 2 x F 15 olduğu sanılmaktadır. 

Ayrıca Seladdin bölgesi 3621 N 4408 E koordinatları ve civarında P.C. uçuşları devam etti. 

Bu bölgede uçan uçakların tipleri şöyledir: 

Wolf01 2 x F 15( Diy. iniş yaptı. Tekrar bölgede görevlendirildi.) SAVVTUTH 162xF.15 RAMBO 11 2 x F. 15 Seladdin bölgesinde ve civarında uçuşlarına devam ettiler. Attilla KARA Mahmut KAÇAR Hv. Yer. Kd. Ütğm Hv. PH. Kur.Alb. Awac Göz.Sb. BGK Türk Kur. Bşk. Aslının Aynıdır /imza Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html

Rapor Değiştiriliyor 

SÖZKONUSU rapordan da anlaşılabileceği gibi olayın izah edilebilir bir yanı yoktu ve tam anlamıyla bir tacizdi. Ancak olaydan kısa bir süre sonra Üsteğmen Atilla KARA'dan raporu yeniden yazması istendi. 
Üsteğmen Atilla KARA bu kez söz konusu olayın bir taciz olduğunu söylüyor, ancak tacizin bir "koordinasyon hatasından" kaynaklandığını ifade ediyordu: 
17 Aralık 1992 günü 0731B'da İNCİRLİK'ten kalkış yapıldı. ADANA üzerinde bir süre uçulduktan sonra ROZ-1 çalışma bölgesine yöneldik. ROZ-1 sahasına saat 0845B'da girmemizle beraber AWACS ON STATİON yaptığını bildirdi. Bu ana kadar herhangi bir Türk uçağının uçuş bilgisi (Kuzey Irak'ta olan) bildirilmedi. 0847B'da Awacs SD'si tarafından Kuzey Irak topraklarında düşük süratli Türk 
uçağının olup olmadığı bana soruldu. Ben 'bilgim yok ama MARDİN radarından öğreneyim' dedim. 

Sonra MARDİN radarına Kuzey IRAK'ta Türk uçağının olup olmadığını sordum. Bana Kuzey IRAK'a giden GÜÇLÜ 72'nin olduğunu ve VİP'nin Aladdin kentine gittiğini ve bunun ABD uçakları tarafından taciz edilmemesini söyledi. 0849B'da bu malumatları alır almaz AWACS SD'sine bölgeye giden bir Türk helikopterinin olduğunu ve VIP olduğunu ve taciz edilmemesini söyledim. Bu arada Aladdin civarında Türk helikopterinin yanında WOLF 01 2X- 15'in iz bilgilerine baktığımda irtifasının alçak olduğunu gördüm. Kendilerine tekrar bu uçağa taciz yapmamalarını ilettim. 0851B Bu malumatlar verilmesine rağmen WOLF 01 2XF-15 bölge üzerinde ABD(PC) uçuşlarının yapıldığı ve alçak geçildiği söylendi. Bu süreler içerisinde ve sonrasında 361N-4408 E koordinatları bölgesinde gün 
boyu ABD (PC) uçuşları devam etti. Kendilerine bu bölge üzerinde alçak geçiş yaptıkları bildirilmesine rağmen bölge uçuşlarına devam ettiler. Bölge üzerinde uçan uçaklar aşağıda olduğu gibidir; SAWTUTUH-16, 2X-111, RAMBO-11, 2XF-15 22 Aralık 1992 günü aynı Türk helikopteri aynı VİP'le birlikte aynı rotayı uygulayarak Kuzey IRAK'ta Aladdin bölgesine gitti. Bu helikoptere ait uçuş bilgisi zamanında bana iletildiğinden gerekli koordine yapıldı ve herhangi bir önleme teşebbüsü yapılmadan görev tamamlanmış oldu. 17 Aralık 1992 günü aynı 
meydana gelen olayın, zamanında koordine yapamamasından kaynaklandığı kanaatindeyim. Arz ederim. 
İMZA 
Atilla KARA 
Hv. Yer Kd. Ütğm. AWACS Cözlemci Subayı 


AYNI kişi tarafından aynı olayla ilgili olarak hazırlanan bu iki rapor taciz olayının üstünün örtülmek istendiği izlenimi uyandırıyordu. Bununla birlikte Türk basınının bilmediği bu olay Eşref Bitlis'in ölümüyle ilgili ipuçları vermesi bakımından da son derece önemliydi. Diğer taraftan o günlerin gazetelerine şöyle bir göz atmak Eşref Bitlis'in neden hedef haline geldiğinin ipuçlarını veriyordu: 

12.11.1992: Jandarma Genel Komutam Eşref Bitlis ile Kürt liderler arasında Silopi'de yapılan görüşmede, sınır güvenliği için anlaşma sağlandı. 
13.11.1992: Eşref Bitlis'in Kürt liderlerle yaptığı görüşmeden bir gün sonra, Kuzey Irak'taki birliklerin ülkeye dönüşü hızlandı. Türk askerinin boşalttığı yerlere peşmergeler yerleşiyor. 
15.11.1992: Jandarma Genel Komutanı Bitlis, peşmergeye teslim olan PKK militanı sayısının 1600 kadar olduğunu açıkladı. Kuzey Irak'taki harekat sırasında Türkiye'ye sızmalar olduğunu da belirten Bitlis, 
"Şimdi içerde büyük bir harekatın hazırlıklarını yapıyoruz" dedi. 
19.11.1992: Orgeneral Eşref Bitlis ile Talabani ve Barzani, Şemdinli Tabur Komutanlığı'nda ikinci kez biraraya gelerek, Kuzey Irak'taki harekat bölgesinin ortak denetlenmesi konusunda karara vardılar. Irak'ın Türk sınırı kesimine sivillerin yerleştirilmesi işlemine devam edilecek. 

10.12.1992: Iraklı Kürtler'e son ihtar. Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Türkiye'ye verdikleri sözü tutmadıkları için Barzani ile Talabani'ye sert bir uyarı yaptı. Orgeneral Bitlis Kürt liderleri yapılan mutabakata uymaya çağırdı.(Koray Düzgören, Kürt Çıkmazı, V Yayınları) 

17.12.1992 (TACİZ GÜNÜ): Orgeneral Bitlis, Barzani ve Talabani'yle görüştü. Erbil'de gerçekleşen görüşmede, sınır güvenliği konusunun yanısıra, Kuzey Irak'taki PKK militanlarının Türkiye'ye iade edilmesi konusunun da gündeme gelmesi bekleniyor. Eşref Bitlis, anlaşıldığı kadarıyla Türkiye'nin Kuzey Irak politikalarının belirlenmesinde olduğu kadar bunların uygulanmasının takibinde de son derece önemli bir rol oynuyordu. 

17 Şubat 1993 ŞUBAT 1993 günü bütün Türkiye, Eşref Bitlis'in uçağının düştüğü haberiyle sarsıldı. Orgeneral Bitlis ile birlikte uçakta bulunan Emir Subayı Piyade Albay Fahir Işık, Binbaşı Yaşar Eryan, Piyade Yüzbaşı Tuğrul Sezginler ve Başçavuş Emin Ömer de hayatlarını kaybetmişlerdi. 

Kazanın meydana geldiği PTT işletme Merkezi'nde özel güvenlik görevlisi olarak çalışan Akif Üryan, kazayı şöyle anlatıyordu: 
"Uçağın yere doğru alçalmaya başladığını gördüm. Bu sırada arkadaki kulübedeydim. Direkt olarak yere çakıldı. Düşünce ateş aldı. infilak etti ve sürüklenmeye başladı." 

Parçaları yaklaşık 70 metrekare çapında bir alana dağılan uçak düştükten sonra 60 metre kadar sürüklenmişti. İçişleri Bakanı ismet Sezgin, Eşref Bitlis'in önceki gün akşam saat 17.30'da kendisine Diyarbakır'a giderek 3-4 gün süreyle bölgede incelemelerde bulunduktan sonra, hafta sonunda Ankara'ya döneceğini söyleyip vedalaştıklarını söylüyordu.. Olay mahallinde bulunan Başbakan Demirel, "Fevkalade üzgünüz. 

Çok değerli bir komutanımız maalesef ebediyete intikal etti. Milletimize ve Silahlı Kuvvetlerimize başsağlığı diliyorum" diyordu her zamanki bildik üslubuyla. 
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ise kaza yerinden Güvercinlik'teki Kara Havacılık Okulu'na gidiyor, uçakla yapılan telsiz konuşmalarını dinliyordu. Nitekim kısa bir süre sonra oldukça önemli bazı soruları da beraberinde getiren "buzlanma" sebebini dile getiriyordu Güreş. Bu kadar kısa bir süre içerisinde uçağın düşüş sebebi nasıl bulunabilmişti? Doğan Güreş'in bu acele açıklaması olayla ilgili şüpheleri gidermekten çok, daha da artırıyordu. Nitekim kısa bir süre sonra kaza soruşturmasının gizlendiği, uçağı sigortalayan şirketin hazırladığı raporun açıklanmadığı ve bir gece önce hangarda bazı kişilerin görüldüğünün öğrenilmesi olayla ilgili sabotaj ihtimalini daha da artırıyordu. 

Nitekim kısa bir süre sonra Doğan Güreş'in 'buzlanma' iddiasının arkasında Teknik Başçavuş Mehmet Korkmaz, Teknik Başçavuş Mustafa Şahbaz ve Kara Pilot Yüzbaşı Tayfun Eren'in hazırladığı rapor olduğu anlaşıldı. Kazadan bir kaç saat sonra hazırlanan sözkonusu raporda "muhtemelen motor ve buzlanma te- şekkül ettiği, buzlanmanın pervane balanslarını bozması nedeniyle her iki motorda da sarsıntı meydana geldiği, pilotların da bu balans bozukluğunu gidermek için acil durum usullerini uyguladıkları ancak sarsıntıyı gideremedikleri" belirtiliyordu. Nitekim sözkonusu rapor, olayla ile ilgili olarak açılan davanın takipsizlikle sonuçlanmasına sebep olmuştu. 

Ancak kısa bir süre sonra mahkemenin görevlendirdiği İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi öğretim üyeleri Prof.Dr. Nuri Yüksel, Prof.Dr. Oğuz Borat, Doç.Dr. Zahit Mecitoğlu tarafından hazırlanan bilirkişi raporunda Eşref Bitlis'in düşen uçağında sabotaj olasılığının tümüyle gözardı edilemeyeceği belirtilerek şu görüşlere yer veriliyordu: 

1. Motor arızası ve sonuç olarak uçağın düşmesinde buzlanmanın etkili olduğunu gösteren yeterli ve tatminkar delil yoktur. 

2. Motor arızası ve düşme olayında pilotaj ve bakım hatası ve kusuru bulunduğuna dair deliller mevcut değildir. Dolayısıyla davacılar murisi 2. pilot Tuğrul Sezginler ile kaptan pilot Yaşar Erlan'ın kusurları yoktur. 

3. Uçağın düşmesine yolaçan motor arızasında davalı firmanın dizayn ve yapım hatası bulunduğuna dair delil yoktur. 

4. Kaza günü öncesindeki gece, hangar civarındaki bir nöbetçi tarafından bildirilen kimliği bilinmeyen kişi ile yukarıdaki isimleri zikredilen motor iç aksanının enkaz mahallinde bulunmaması ve sağlam ve mukavim olan motor zarfının parçalanmamış ve hatta deforme olmamış görüntüsü karşısında sabotaj ihtimali gözden ırak tutulmamalıdır. 
NİTEKİM konuyla ilgili olarak hazırlanan bir başka raporda da olayla ilgili olarak şu ifadelere yer veriliyordu: 

"Hem sol hem de sağ motorlar, dönen kısımlara dairesel temas izleri bırakmıştır. Bu durum çarpma anında yüksek güç geliştiren motorların maksimum menzildeki karakteristiklerindendir. 

Yanma haznesi, silindir gömleği ve kompresör türbin kılavuz (istikamet) kanatçığının durumu, motorun normal ısıda çalıştığını göstermektedir. 
Çarpma öncesi normal motor çalışmasını engelleyecek herhangi bir işlevsel bozukluğa delalet eden bir şey yoktu. Uçuş esnasındaki buz akimülasyonu ve motor hava girişindeki tıkanma veya buz yutma ve kompresöre bir yabancı madde ile verilen hasarlar, kompresör verimliliğinin azalmasına ve hava akımına sebep olacaktır. Yanma sahasına daha az soğutucu hava geldikçe ve benzin gönderimi önceden belirlenen kompresör hızını ayarlayan benzin kontrolü ile sağlandığı için, sıcak kısım bileşenlerine hasar verecek bir aşırı ısı durumu ortaya çıkacaktır. Motorların incelenmesi sonucu sıcak kısım tehlikesine rastlanmadı, fakat çarpma sonucu ortaya çıkan yüksek güç gözlemlendi. Dolayısıyla çarpma anında motor hava girişinin buzla kapanması ve kompresör buz yutma durumu pek muhtemel karşılanmamaktadır." 
4 Ağustos 1995 tarihinde ortaya çıkan bir başka rapor da olayın "buzlanmadan" kaynaklanmadığını belirtiyordu. Türk Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden, Beechcraft Uçak Anonim Şirketi Uçak Kazası Müfettişi John Ward ve Pratt ve Whitney Kanada Hava Güvenlik Müfettişi Thomas A. Berthe tarafından imzalanan "Ön Analiz Raporu"nda buzlanma olasılığının olmadığı belirtiliyordu. Rapor, olayda sabotaj olasılığını güçlendiriyordu. Uçağı satan Beechcraft şirketinin müfettişi John Ward, dünyanın en ünlü uçak motoru üreticisi Prat ve Whitney şirketinin güvenlik müfettişi Thomas A. 

Berthe, Bitlis'in uçağının düşmesinden hemen sonra Türkiye'ye geldiler. Teknik inceleme, 19-20 Şubat 1993 günlerinde uçak enkazının olduğu kaza bölgesinde ve Türk Kara Havacılık Okulu Güvercinlik tesislerinde yapılmıştı. İncelemeye, Türk Hava Kara Kuvvetleri Havacılık Okulu Erkan Başkanı Pilot Albay Erdal Özden de kendi teşkilatı adına katılmıştı. 

Ancak sabotaj iddiaları, Bitlis'in uçağının düşmesini "Buzlanma" gerekçesine dayandıran Doğan Güreş'i kızdırıyordu. Güreş bilirkişi raporu için "Böyle saçma sapan işlerle beni uğraştırmayın" diyordu. "Bu konuda şimdi konuşmak istemiyorum." 
Eşref Bitlis'le aynı bölgede uzun süre beraber görev yapmış üst düzey bir emniyet yetkilisinin konu ile ilgili olarak söyledikleri ise son derece ilginçti. Emniyet yetkilisinin sözleri, ordu içerisinde birbiriyle çatışan farklı gruplarla ilgili ipuçları verdiği gibi, Eşref Bitlis'in bu çatışmadaki konumunu da anlamamızı sağlıyordu: 

"Eşref Bitlis'i yakından tanırdım. Milliyetçi, dini değerlere son derece saygılı vatansever bir insandı. Çekiç Güç'e karşıydı. Onun ölümüyle birlikte Çekiç Güç'ün önündeki engellerden biri kalktığı gibi, son zamanlarda basma da yansıyan -ki Hasan Celal Güzel bu ekibi daha sonra açıklamıştı- ve REFAH-YOL 
hükümetini deviren oluşumun temelleri de atılmıştı, O yaşasaydı böyle bir oluşuma kesinlikle izin vermezdi." 

Tarık Bitlis: "Babamla Uğur Mumcu'nun Ölümü Arasında Bağlantı Var!" 

EŞREF BİTLİS'İN oğlu Tarık Bitlis, uzunca bir suskunluk döneminden sonra 20 
Ocak 1997 tarihinde Milliyet Gazetesi'nde konu ile ilgili olarak Şule Çizmeci'nin sorularını yanıtlıyordu. 

"Türkiye'de bugüne kadar çok olay olmuştur. Bunlardan iki tanesi, Uğur Mumcu olayı ile Eşref Bitlis olayı ise çok önemlidir, iki olay da Türkiye'nin bağımsızlığını hedef almıştır. Uğur Mumcu'nun doğrultusu ile babamın doğrultusu aynı yerde kesişiyordu. O da birtakım karanlık ilişkileri sorguluyordu. ikisi de hedefe çok yaklaşmıştı, iki olay arasında bağlantı olduğunu düşünüyorum. Biri çözümlendiğinde diğerinin de çözümleneceğine inanıyorum." 

Tarık Bitlis doğru söylüyordu. Her iki olay arasında son derece önemli bir bağlantı bulunuyordu. Birincisi, her ikisi de Türkiye'nin yöneldiği dış politika ile ilgiliydi. Eşref Bitlis, İçişleri Bakanı İsmet Sezgin'in Tahran gezisinden bir hafta sonra, Uğur Mumcu ise Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra öldürüldüler. Her ikisi de ABD'nin Kürt devleti projesine muhalefetin "sembolü"ydüler. Her ikisi de ... 

3. UĞUR MUMCU OLAYI 

7 OCAK 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşesinde Uğur Mumcu birçok kişinin gözünden kaçan yazısında şöyle diyordu: 
"Ortadoğu'nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail devletinin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı. Barzani'nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, "Hayır olmadı" diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. 
MOSSAD'ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sidney'de yayınlanan Israel's Secret War's - A History of Israel's İnteligence Services adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan lan Black ve Washington'daki Brooking Enstitüsü'nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış. Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail 
Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkileri tarafından da incelendiği yazılıyor. 
Kitapta, 1967 Arap-İsrail Savaşı'ndan sonra, MOSSAD'ın Kürtlerle ilişki kurduğu (s.327), Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel'in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak'tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail 
tarafından yapıldığı açıklanıyor. 1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Anlaşması'ndan sonra Iran Şah'ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından "Kürdistan Demokratik Partisi'ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor. Barzani'nin Irak rejimine karşı 
ayaklandığı yıllarda, ABD-ÎRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. 

Barzani-ABD ilişkileri, 

ABD Dışişleri eski Bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail'in Tahran'daki askeri ataşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi'nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani'nin eline geçmesinde rol oynuyor.(sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD'dan Kürtler'e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak 
açıklanıyor.(sh. 328) 70'li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. "Körfez Savaşı' sırasında Irak'ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv'e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı.(sh. 521) Baba Molla Mustafa ile 
kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani'ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor. Kitapta, Mesud Barzani'nin İsrail'e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek.. İlgi belli... İlişki de belli... 

Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?" 
Uğur Mumcu, MOSSAD-Barzani bağlantısını anlatan bu yazısından 17 gün, Süleyman Demirel'in Suriye gezisinden 5 gün sonra, 24 Ocak 1993 pazar günü arabasının altına konulan C-4 tahrip kalıbının patlaması sonucu olay yerinde hayatını kaybetti. Devletin her biriminden haber alabilen, çeşitli devlet 
organlarından kolayca bilgi alabilen bir gazeteciydi Uğur Mumcu. Görüşleri, Türkiye'nin sorunlarına ilişkin çözüm önerileri biliniyordu. Kimler katılmıştı Uğur Mumcu'nun cenazesine?.. Cumhurbaşkanı Vekili ve TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk, Başbakan Vekili Erdal İnönü, ANAP lideri Mesut Yılmaz, YDP 
Genel Başkanı Hasan Celal Güzel, içişleri Bakanı ismet Sezgin, Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden, dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Halis Burhan, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Vural Beyazıt ve sayısız üst düzey bürokrat... 

Suikastten kısa bir süre sonra gündeme gelen İsrail, Şevket Kazan'ın Adalet Bakanı olması ile birlikte yeniden gündeme gelmişti. Şevket Kazan tarafından açıklanan ve MÎT Müsteşarı Sönmez Koksal imzalı bir belgeye göre 2 Şubat 1993 tarihinde, İsrail'in Türkiye'ye bir suikast timi soktuğu belirtiliyordu. 

Sözkonusu bilgi Başbakanlık'a verilen çok gizli bir belgede belirtilmişti. Kuşkusuz MİT, kısa bir süre sonra, sözkonusu belgenin kendilerine ait olmadığını belirtecekti. Susulması için yeterli bir sebepti çünkü... 

ABD İtiraf Ediyor 

AMERİKAN Genelkurmayının yayın organlarından Joint Forces Quarterly (JFQ) dergisinin Kış 1996-97 tarihli sayısında yayımlanan bir makalede 1995 
Mart'ında gerçekleştirilen Çelik harekât ile ilgili iddialar yer alıyor, harekatla Türkiye'nin Çekiç Güç operasyonuna darbe vurduğu ve operasyonun başarısızlığına neden olduğu belirtiliyordu. Amerikan Hava Kuvvetleri Akademisi öğretim üyelerinden Yüzbaşı Steven R. Drago imzasıyla yayımlanan "Ortak doktrin ve soğuk savaş sonrası askeri müdahale" başlıklı yazıda harekat "bağımsız askeri eylem" olarak nitelendiriliyordu. Çekiç Güç'te görev yapan Drago 'Çelik Harekatı'nı ABD'nin Çekiç Güç aracılığıyla kurmaya çalıştığı Kürt Devletine, Türkiye'nin müdahalesi olarak değerlendiriyor ve bunun Çekiç 
Operasyonu'nun birliğini bozduğunu belirtiyordu. Drago, bu durumun sonucunda resmi adı Provide Comfort (Huzur Sağlama) olan Çekiç Güç'ün bazı Amerikan Birlikleri tarafından "Huzursuzluk Sağlama" diye anılmaya başlandığını belirtiyordu. Yüzbaşı Drago, yazının Çekiç Güç ve Türkiye'ye ilişkin bölümünde şunları savunuyordu: "Provide Comfort (Çekiç Güç) birleşik ve çokuluslu büyük bir başarı olarak başladı fakat daha sonra çok büyük bir başarısızlığa dönüştü. Nisan 1991'de başlayan birleşik operasyonda, 7 ülkenin kuvvetleri, Irak'tan Türkiye'nin Güneydoğu'suna kaçan Kürt sığınmacıları korumak için koordine edilmişti. 3 yıl sonra, Amerikan kuvvetleri Kürtler'i Irak'a karşı korumaya 
çabalarken, Türkiye, Kürt terörizmine karşı askeri bir sefer düzenledi. Bu bağımsız askeri harekat, çokuluslu bir askeri operasyon olan Çekiç Güç'ün birliğini bozdu. Harekat şimdilerde kimi ABD birlikleri tarafından da "Huzursuzluk Operasyonu" adıyla anılmaya başlanan çokuluslu operasyonun başarıyla 
sonuçlanmasını tehdit ediyordu. (Fikret Akfırat, Aydınlık, 25 Mayıs 1997) 
Aynı dergi Türkiye'de ordunun artan ağırlığına dikkat çeken bir başka yazıya 1995 Sonbahar sayısında yer vermişti. Jed C. Synder imzasıyla yayımlanan "Türkiye'nin Daha Büyük Bir Ortadoğu'daki Rolü" başlıklı yazıda Ordu'nun Türkiye-ABD ilişkilerinde, olumsuz rol oynadığı belirtilmişti. Makalede Türk 
Ordusu için şu yorum yapılıyordu: "Politikada etkin rol oynayan askerler ve politik liderlerin artan öfkesi, ABD-Türkiye ilişkilerinin temelini oluşturan, karşılıklı savunma anlaşmalarının yenilenmesi konusundaki ABD çabalarını güçleştireceğe benziyor." 

Kuşkusuz her iki Pentagon yorumcusu da yanılmıyordu. Bununla birlikte Genelkurmay Başkanlığı tarafından hazırlanan belgeler Türkiye'nin aslında Çekiç Güç'ten ve Çekiç Güç vasıtasıyla kurulabilecek bir Kürt Devleti'nden kurtulmanın yollarını çok önceleri düşündüğünün ipuçlarını veriyordu. Bu sözler ne anlama geliyordu? 

Türkiye tüm baskı ve dayatma, uyarı ve gözdağına rağmen ABD'nin Kürt devleti projesini bölge ülkeleriyle birlikte engellemişti. Türkiye, ABD'nin uyarılarına cevap verebilmiş miydi? Elimizdeki veriler Türkiye'nin ABD'ye verdiği cevaplarda, ABD'den hiç de geri kalmadığını gösteriyordu. 

Türkiye Cevap Verdi mi? 

DENİZ Kuvvetleri Komutanlığı, 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e l ton C-4 tahrip kalıbı vermişti. Ord. Şb. Md. Dz. Yzb. İbrahim Hürmeydan, ikmal Yzb. Selim Bilgen, Deniz Ordonat Merkezi Komutanı Dz. Kd. Albay Erdal Kurumlu tarafından 30 Kasım 1995 tarihinde MİT'e teslim edilen l ton C-4 tahrip kalıbı nerede kullanılmıştı? Aksiyon Dergisi'nde 13 Temmuz 1997 tarihinde tarafımdan sorulan bu soruya, 16 Temmuz 1997 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinin 4. sayfasının en alt tarafında, herkesin gözünden kaçan küçük bir cevap veriliyordu: 

"Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın 1995 yılında Milli İstihbarat Teşkilatı'na 1 ton C-4 tahrip kalıbı verdiği öğrenildi. Belgeleriyle ortaya konulan bu işlemde el değiştirilen patlayıcıların bir yurtdışı operasyonunda kullanıldığı belirtilirken, operasyona ilişkin detaylı bilgi edinilemedi." Tüm bunlar şunu açık seçik gösteriyordu ki, Türkiye'deki Kürt devletinin önünde duran, "sivil çözüm" 
sözünü duymaktan bile hoşlanmayan sivil-asker bürokrasisi ile siyasi çevreler mutlak anlamda safdışı bırakılamadan Kürt devletine giden ciddi bir adım atmak mümkün değildi ve ilk adım böylece atıldı. 

4. SUSURLUK VE KÜRT DEVLETİNE GİDEN YOL 

3 KASIM 1996 gecesi, şarjör şakırtıları, makinalı tabancalar, tevkif müzekkere leri, susturucular, özel operasyonlar, sigara dumanından gözün gözü görmediği izbe odalar, yeşil pasaportlar, sahte kimlikler, sahte silah kullanma ruhsatları ve ülküye adanan sevda şiirleri ile geçen bir ömür ansızın ve sorgusuz çıkagelen bir kamyonun ölümü haber veren elleriyle sona erdi. Bu motiflerle dolu koskoca bir yaşam, 3 Kasım akşamı, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde noktalandı. Efsane ülkücü Abdullah Çatlı, içlerinde DYP Milletvekili Sedat Bucak, Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ ve Gonca Uz'un da bulunduğu mersedesin benzin istasyonundan ansızın çıkan kamyona çarpmasıyla sona erdi. 

Olayın üstünden yarım saat geçmemişti ki medya Abdullah Çatlı'nın Mehmet Özbay sahte kimliğiyle dolaştığını ve birtakım suçlardan ötürü de arandığını öğrenmiş, bir süredir çatışma halinde olduğu hükümete karşı eline müthiş bir koz geçirmişti. 

Bir iki gazete haricinde bütün gazete ve televizyonlar Abdullah Çatlı'yı İnterpol'ün bile aradığı, azılı bir katliam sanığı olarak duyuruyordu. Kısa bir süre sonra Meclis Araştırma Komisyonu'nda konuyla ilgili bilgilerine başvurulan MİT Kontr-terör Dairesi Başkanı Mehmet Eymür, Abdullah Çatlı'nın MİT tarafından ASALA'ya karşı yürütülen operasyonlarda kullanıldığını kabul ediyor ancak Çatlı'nın daha sonra Emniyet Genel Müdürlüğü'nün kontrolüne girdiğini belirtiyordu. Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Emniyet istihbarat Daire Başkanvekili Hanefi Avcı, Abdullah Çatlı'nın sadece Emniyet Genel Müdürlüğü 
tarafından kullanılmadığını, sözkonusu oluşumun içinde, MİT'ten Mehmet Eymür, Jandarma Genel Komutanlığı'ndan Tuğgeneral Veli Küçük, Emniyet Genel Müdürlüğü'nden de Mehmet Ağar'ın bulunduğunu belirtiyordu. Tüm bu isimlerin ortak bir özelliği bulunuyordu, o da, üçünün de "Türk milliyetçiliği lise yıllarına giden ve Kürt sorununa yaklaşım benzerliği olan" isimler oluşuydu ve PKK ile 
mücadele konusunda benzer yaklaşımları benimsemeleriydi. 

Örneğin Mehmet Eymür, Kürt meselesinin "siyasi boyuta taşınmasının" çok daha tehlikeli olduğunu belirtiyordu. Veli Küçük isminin "milliyetçiliği ise lise yıllarına kadar gidiyor, PKK ile mücadelenin neredeyse simgesi haline geliyordu. Mehmet Ağar ise kurdurttuğu 7.000 kişilik "Özel Tim'le PKK'ya karşı silahlı mücadelenin ne şekilde olması gerektiğini yıllardır sürdürdüğü mücadeleyle ortaya koymuştu. 
Susurluk olayı ortaya çıktığında Mehmet Ağar, içişleri Bakanı idi. Tüm bu isimler "PKK" ile mücadele konusunda ortak paydada buluşuyordu. 

Susurluk'la birlikte ortaya çıkan neydi? Sıradan bir polisiye vaka mı, yoksa uluslar ilişkiler kapsamında düşünülmesi gereken, hükümetler deviren, darbeler yapan Gladyo mu? 

Bu soruya 17 Haziran 1997 tarihinde Ankara'da görüştüğüm bir istihbarat yetkilisi şöyle cevap veriyordu: 
"Körfez Savaşı sonrasında Türkiye oldukça rahatsızlık duyduğu bir Kuzey Irak olgusuyla karşılaştı. Bunu bölgede huzuru sağlamak amacıyla Çekiç Güç'ün konuşlanması izledi. Ardından Türk Genelkurmayı, Çekiç Güç'ün bölgede bir Kürt devletinin temellerini atmaya çalıştığını saptadı. Bunu PKK'nın finans kaynaklarının artması, büyümesi, ordulaşması izledi. Bir çok MGK toplantısında bu konu gündeme geliyor ve PKK'ya karşı yeni bir mücadele tarzı belirlenmeye çalışılıyordu. PKK ile asıl mücadeleyi üstlenmesi için özel bir güç oluşturuldu. Bu güç içerisinde her birimden isim bulunuyordu. 
MİT'ten, Jandarma'dan, Özel Harekat timlerinden, kısacası en başarılı personelden korkunç bir güç oluşturuldu. 
Başlarında da Korkut Eken bulunuyordu. Bu fikrin savunucusu aslında Alparslan Türkeş'ti. Bu güç kısa bir süre sonra kendi yöntemleriyle PKK ile mücadele etmeye başladı. PKK'nın finans kaynakları, bakanlara kadar uzanan bağlantıları bir bir tespit ediliyordu. Bildiğim kadarıyla bu konuda Abdullah Çatlı kullanıldığı gibi, Yeşil -ki kendisi çok saygın bir insandı kendisiyle Tunceli'de beraber  çalıştım- son derece profesyonel insanlar da kullanıldı. Abdullah Çatlı Emniyet'le de, MİT'le de, jandarma ile de bağlantılıdır. MİT'ten, Mehmet Eymür ile, Jandarma'dan Veli Küçük Paşa ile, Emniyet'ten de Mehmet Ağar ile bağlantılıydı. Bu doğal bir koordinasyon gereği idi. Ama Susurluk'la birlikte herkes kaçacak bir yer aradı. Kabak tam Mehmet Ağar ve ekibinin başında patlayacaktı ki, Hanefi Avcı Veli Küçük Paşa ve Mehmet Eymür'ün de ismini vererek Mehmet Ağar'ın bu işte yanlız olmadığını kanıtladı. 

Veli Küçük Paşa'yı hem de 7. sıradan general yapan Teoman Koman'dı. Hanefi Avcı'nın Mehmet Ağar'ı suçladığı zannedildi oysa Hanefi Avcı'nın Emniyet istihbaratına gelmesi Mehmet Ağar'a "rağmen" olabilir miydi? 

Mehmet Ağar'ın hedef haline gelmesi "günah keçisi" olarak seçilmesinden kaynaklanıyordu. Bu yüzden Mehmet Ağar Susurluk'tan aylar önce bu ekibin başı gibi gösterilmeye başlandı. Ağar bu arada PKK ile bağlantılı görülen büyük bir sermaye grubunu da karşısına almaya başlamıştı. Bu özel güç Özel Kuvvetler Dairesi'nin kontrolünde olmasına rağmen, sanki Ağar'ın kont-rolündeymiş gibi gözüküyordu. Bu arada bu güç PKK ile PKK'nın yöntemleriyle savaşıyordu. Yapılan her şeyin doğru olduğunu söylemiyorum. Çok kan döküldü. Hukuk devletiyle bağdaşmayacak çok şey .yapıldı. Ama bu savaşın adı zaten 'Gayri Nizami Harp'ti. Yeni konjonktür bu gücün dağıtılmasını dayatıyordu. ABD bu özel güçten çok rahatsızdı. Birincisi, sözde insan hakları gerekçesiyle; ikincisi, eroinin yavaş yavaş kokainin dünya sektöründeki yerini almaya başlamasından. (Dünya kokain sektörü ABD'nin elindedir.) Üçüncüsü, bu kadro Kürt meselesinin 
sivil yöntemlerle çözülmesinin önünde bir engel olarak görülüyordu. 

Uluslararası ilişkilere de paralel olarak son birkaç yıldır devlet içerisinde güçlenen bir başka güç de ideolojik sebeplerle bu gruptan rahatsızdı." 
Yaptığım araştırmalar, farklı kesimlerden insanlarla yaptığım görüşmeler, istihbarat yetkilisinin sözlerini teyid ediyordu, iddialar hiç de yabana atılır gibi değildi. Askeri çevreler bu gücü kuran Korkut Eken'i adeta efsane gibi görüyordu. Kara Harp Oku-lu'nu 1965 yılında bitirmiş, komando ve hava indirme tugaylarında görev yapmıştı. Askerliğinin büyük bir bölümü Özel Harp Dairesi'nde geçmiş, ABD, Almanya, İngiltere'de kurslara katılmıştı. 1981'de gerçekleştirilen bir uçak kaçırma olayında düzenlenen operasyonla adını duyurmuştu. Toplam 75 saniyede gerçekleştirilen bu operasyon GSG-9 ve SAS'ların performansına eşdeğerdi. 

80'li yılların ikinci yansından itibaren Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesindeki Özel Harekat Timleri'nin yetiştirilmesine nezaret etti. O yıllarda TSK'daki özel harekat timlerinin de komutanıydı. 1986 yılında MİT müsteşar yardımcısı Hiram Abas, gece görüş cihazlarının denendiği bir tatbikatta onu MİT'te görev almaya çağırmıştı. Eken, tüm dövüş sporlarını biliyordu. Serbest paraşütçüydü ve bu alanda dereceleri bulunuyordu. Atıcılıktaki rekoru ise ilginçti. 14 saniyede 7 merminin tümünü 12'den vuruyordu. 86'da en büyük askeri operasyonlardan olan Kozluk operasyonunu o yönetmişti. TSK'daki hizmetlerinin her 
aşamasında madalyalarla ödüllendirildi ve Türkiye'de çok az kişiye verilen 'Cesaret ve Feragat 'madalyasını taşıyordu. 

Oysa Susurluk'la birlikte birdenbire adı çete kurma söylentilerine karışıyor, kendisini araştırma komisyonlarında, mahkeme salonlarında buluyordu. 
Acaba Susurluk olayı orduda, MİT'te, poliste gerçekleştirilmek istenen bir tasfiye operasyonu muydu? Böyle ise tasfiyeci güç kimdi? Susurluk kazası kullanılmış mıydı? Konu ile ilgili olarak görüştüğüm Gazeteci-Yazar Enis Berberoğlu bu soruya şöyle cevap veriyordu? 

"Susurluk'un ortaya çıkışı bana sorarsanız kaza ile birlikte olmadı. Ondan iki ay önce Aydınlık dergisinde çıkan MİT raporu ile ortaya çıktı, iki ay önce Aydınlık'a bu raporu kim vermişse, kazadan sonra da Mehmet Özbay'ın Abdullah Çatlı olduğunu basına o duyurmuştur. Bence bu kaza kullanılmıştır." 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 6

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 6




Çekiç Güç'ün Ettikleri 

1C AĞUSTOS 1994 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı, BGK Türk Komutanlığı'na Çekiç Güç'le ilgili bazı problemleri içeren bir yazı gönderdi. Harekat Başkanı Korgeneral Rasim Betir imzasını taşıyan yazıda geçen ifadeler düşündürücü olduğu kadar ürkütücüydü de: 

BGK TÜRK KOMUTANLIĞI'NA / ANKARA 

1. Birleşik Görev Kuvveti (BGK) Türk K.lığından alınan ilgi yazı ve Ek'indeki belgelerin incelenmesinden, ABD tarafının, Birleşik Görev Kuvveti Karargahı'nın çalışma ahengiyle uyumlu olmayan bir tutum içerisinde olduğu görülmüştür. Türk Karargahı'nın hatırlatması üzerine BGK ABD tarafının verdiği (EK-A) memerandumunda özetle, 

a. Kriptolu odada bulunan haberleşme ve bilgisayar sistemlerinin Provide Comfort harekatı ile ilgisi olmayan, ABD program ve bilgibankasına erişim imkanı olduğu nedenleriyle bu odadaki personelinin yakinen izlenmesi gerektiği, 
b. ABD Hükümeti ile Fransız ve ingiliz Hükümetleri arasında istihbarat anlaşmaları olduğu cihetle bu ülkelerin askeri personelinin bu bölümde çalışabileceği, 
c. Türkiye ve ABD arasında böyle karşılıklı bir istihbarat protokolü olmadığı fakat Provide Comfort harekatına ilişkin tüm gizli bilgilerin koalisyona dahil ülkelere verildiği, 
d. Ayrıca ABD tarafının, Türk tarafınca atıfta bulunulan Uygulama Esasları Belgesini henüz imzalamamış olduğu şeklinde açıklamalar yapılmıştır. 

2. BGK'nin ABD tarafının takındığı bu tavır, takip edilen maddelerde açıklanan nedenlerle uygun görülmemektedir. 

3. İNCİRLİK'TE ABD tarafının kullanabileceği Savunma ve Ekonomik İşbirliği Anlaşması(SEİA) çerçevesinde kurulmuş bir kripto merkezi bulunmaktadır. Bunun haricinde ABD'ne hiç bir şekilde benzeri bir merkezi kurması için izin verilmemiştir. 

4. Provide Comfort Harekatı ise koalisyonu oluşturan ülkelerin askeri personelinin müştereken yürüttüğü bir harekattır. Kendi milli amaçları ile ABD'nin yalnızca kendi personelince kullanılacak bir kripto veya 
haber merkezi kurması hususunda TÜRKİYE Cumhuriyeti Hükümetince-dolayısıyla Gnkur.Bşk.lığınca-verilmiş bir izin de bulunmamaktadır. 

5. Memerandumda bahsedilen diğer bir husus ise, istihbarat mübadelesi konusunda TÜRKİYE ile ABD Hükümetleri arasında bir anlaşmanın olmadığı iddiasıdır. Bu bilgi gerçeği yansıtmamaktadır, veya yazıyı kaleme alan kişilerce bilinmediği tahmin edilmemektedir. Zira iki ülke arasında askeri istihbarat bilgilerinin teatisine dair muhtelif düzenlemeler bulunmaktadır. İki ülke arasında bu konudaki anlaşma 21 MART 1986'da imzalanmış, 25 EYLÜL 1986 tarihinde de onaylanmıştır. TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLE AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ Hükümetleri arasında böyle bir anlaşma olmasa dahi, ABD, Türkiye'de TÜRKİYE Cumhuriyetimin izni olmadan, Türk personelinin giremeyeceği bir kripto odası kuramaz. 

6. Ayrıca BGK.lığı ABD tarafının karargahın istihbarat şubesi için yeni bir teşkilatlanma çalışması yaptığı bir teşkilat içerisinde Türk istihbarat personeline yer vermedikleri öğrenilmiştir. Halbuki 1991 yılı NİSAN ayında sığınmacı sorunu ilk kez ortaya çıktığında MAYIS-HAZİRAN 1991 tarihlerinde Türk- ABD'li üst düzey yetkililer bir araya gelerek oluşturulacak birleşik karargahın yapısını ve harekatı tasarlarken, diğer bir çok hususun yanısıra BGK'nin C- 2(istihbarat) ve C3(Harekat) şube müdür yardımcılıklarının da Türk subaylarınca deruhte edilmesinde karşılıklı mutabık kalınmıştır. Bu nedenle, Provide Comfort kapsamında aynı karargahta görev yapan ilgili Türk personelinin, müşterek çalışma yapılması gereken istihbarat şubesinde (C-2) görev yapması gerekmektedir. 

7. ABD memerandumunda sözü edilen diğer bir husus ise Türk tarafının atıfta bulunduğu Uygulama Esasları Belgesi'ni ABD tarafının henüz imzalamamış olduğudur. Bu konuda da ABD tarafının yanlış yorum yaptığı görülmektedir. Zira Provide Comfort Hareka-tı'nın uzatma periyodlan ile ilgili diplomatik notalarda da "Uygulama Esasları Belgesi"nin yürürlükte olduğu ve uzatma notalarının alınması ile ilgili ülkelere bunu kabul etmiş olacakları bir çok defalar tekrar edilmiştir. Bu diplomatik notaların hiçbirine ABD tarafınca itirazda bulunulmadığına göre uluslararası hukuk ve teamüle göre zımnen kabul edildiği aşikardır. (TACİT AGREEMENT) 

8. Verilen bu bilgilerin ışığında sorunun ivedi çözümlenerek sonuç hakkında bilgi verilmesini... 

Bilgi : Dışişleri Bakanlığı'na BGK Türk Komutanlığına Rasim BETİR Korgeneral Harekat Başkanı GENELKURMAY BAŞKANLIĞI BİRLEŞİK GÖREV KUVVETİ TÜRK 
KOMUTANLIĞI'NA 29 NİSAN 1994 

1. Provide Comfort harekatı, BM Güvenlik Konseyi'nin 688 sayılı kararı, T.B.M.M'nin vermiş olduğu izin, bu konuda ilgili ülkelere verilmiş olan diplomatik notalar ve Genelkurmay Başkanlığı''nca belirlenen esaslar çerçevesince yürütülmektedir. 

2. Durum böyle olmasına rağmen, 14 Nisan 1994 tarihinde uyulması gereken esaslardan bazılarının gözardı edilmesi neticesinde Provide Comfort Harekatı kapsamında Kuzey IRAK'TA UÇAN iki ABD helikopteri ABD av uçakları tarafından düşürülmüş ve 3'ü Türk olmak üzere 26 personel yaşamlarını yitirmişlerdir. 

3. Kuzey Irak'ta uçan koalisyon uçaklarının silah taşıma ve kullanmaları hususu, kendilerine ilgi(a) diplomatik notada şu şekilde açıklanmıştır. 

a. Birinci paragrafta : Kuzey IRAK'ta rutin Provide Comfort görevi icra eden koalisyon uçakları, bölgede tehdit olduğu sürece, gerekli olduğunda kendilerini korumak üzere silah taşıyabilirler. (Coalition aircaft coducting routine CTF Provide Comfort missions in that area have appropriate armaments to 
defend themselves, i f and whe necessary, and as long as the threat continues) 

b. İkinci paragrafta: Bu silahlar yalnızca meşru müdafaa amaçlarıyla kullanılabilir, (if these armanents are to be used, it will bi solely for legitimate şelf defense.) 

4. Aynı konuda, bir örneği, Ek'te bulunan ilgi (b) yazı ile Gnkur. Bşk'lığınca ABD As. Yrd. Krl. Bşk.'lığma, Kuzey IRAK üzerindeki uçuşların koşullan açıklanmış ve bütün bu sınır geçişlerinde meşru müdafaa amaçları dışında kuvvete başvurulmaması özellikle vurgulanmıştır. 

5. İlgi (a) ve (b)'ye rağmen 14 Nisan 1994 tarihinde meydana gelen kazada, ilgi(a) ve (b)'de belirtilen hususlara riayet edilmediği ve yapılan hareketin askeri yönden uygun olmayan bir davranış olduğu açık olarak anlaşılmaktadır. İlgili ABD makamlarınca Kuzey Irak'ta yapılan uçuşlarda, yukarıda açıklanan 
koşullara uyulmadığı taktirde müessif kazaların da olabileceğideğerlendirilmektedir. 

6. Bu nedenle, hem Dışişleri Bakanlığı hem de Genelkurmay Başkanlığı'nca uçakların silah taşımasına dair kurallar bildirilmiş olmasına rağmen, böyle bir olayın meydana gelmiş olması ABD askeri unsurlarının kuralları ihlal ettiğini göstermektedir. Konu hassas olup gözardı edilmeyecek durumları içermektedir. 

7. İlgi(c) gereğince 26 Nisan 1994 günü konu ile ilgili olarak Genelkurmay Başkanlığı'nda yapılan toplantıda. Kuzey Irak'taki uçuş faaliyetleri ile ilgili olarak mevcut olan riski ortadan kaldırmak maksadıyla, müşterek bir komutanlık olan Birleşik Görev Kuvveti Komutanlığınca, tüm koalisyon ülkelerinin iştiraki ile B.M.Güvenlik Konseyi'nin 688 sayılı kararı,TBMM'nin vermiş olduğu izin, ilgili ülkelere verilmiş diplomatik notalar ve Genelkurmay Başkanlığı'nca hazırlanan Uygulama Esasları Belgesi çerçevesinde, yeni angajman kurallarının uygulamaya konması gerektiği sonucuna varılmıştır. 

8. Bu konu ile ilgili olarak B.G.K.Türk Komutanlığı''na verilecek direktifle ilgili çalışmalara Genelkurmay Başkanlığınca devam edilmektedir. 

9. Olayla ilgili olarak soruşturmanın uzun bir süre gözönünde bulundurularak, siyasi istişare mekanizması çerçevesinde koalisyon ülkeleri nezdinde girişimlerde bulunulması ve angajman kuralları ile ilgili olarak yapılmakta olan çalışmalar hakkında bilgilendirilmeleri hususu Bakanlıklarının tensiplerine maruzdur. 
Rica ederim. 

Ahmet ÇÖREKÇİ Hv. Orgeneral Genelkurmay 2.Başkanı 

---

BİRLEŞİK GÖREV KUVVETİ (COMBİNED TASK FORCE-CTF) UNSURLARINCA YAPILAN KURAL DIŞI DAVRANIŞLAR 

1. Birleşik Görev Kuvveti ABD'li komutanı kendi üst makamları ile yaptığı yazışmalarda, Türk Kürdistanı, Irak Kürdistanı gibi Türk görüşlerine ve hakikatlere aykırı ifadeler kullanmıştır. 

2. ABD av önleme uçakları, Türk hava sahası içerisinde, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nce izin verilen başka ülke uçaklarını (Cezayir C-730 olayı - 9 Ocak 1992) yetkisi olmadan önlemiştir. 

3. AVVACS uçağı zaman zaman kendisine tahsis edilen devriye bölgesinin dışında uçuşlar yapmış, zaman zaman IRAK hava sahasına girmiş ve muayyen zamanlarda da TÜRK yer radarlarına iz aktarma görevlerini yerine getirmemiştir. 

4. PC kapsamındaki iki A-W uçağı, Irak'tan görev dönüşünde Türk Hava Kuvvetleri uçakları Sımak üzerinde iç güvenlik harekatı icra ederken, 11 dakika süreyle bölgede kasıtlı olarak kalmak suretiyle Harekatı gözetlemiş/erdir. (1 Eylül 1992) 

5. incirlik Birleşik Görev Kuvveti komutanlığı Gnkur. Başkanlığı'ndan izin almadan, yurt dışından gelen sivil ve askeri personelce ziyaret edilmiştir. (7 Ağustos 1992) 

6. İngiliz Jaguar uçakları kendilerine verilen irtifa ve rota dışına çıkarak Türk uçaklarının bulunduğu bölgeye girmişler, hem uçuş emniyetini ihlal etmişler, hem de kurallara aykırı davranmışlardır. (12 Temmuz 1992) 

7. incirlik civarında eğitim yapan bir ABD SAR helikopteri, içindeki Türk gözlemcinin ikaz etmesine rağmen, ekili araziye inmiş ve şahıs malına zarar vermiştir. (12 Mayıs 1992) 

8. Diyarbakır'a inen bir ABD uçağı uçuş kulesinin talimatlarına riayet etmemiş, pisti terk etmemekte direnerek mevcut kurallara karşı gelmiş, üssün uçuş faaliyetlerinde büyük emniyet ihlali yapmıştır. (24 Ocak 1992) 

9. Erkilet-Gaziantep uçuşu yapan sivil Türk Hava Kurumu uçakları PC muharip uçaklarınca taciz edilmiştir. (15 Ocak 1992) 

10. PC kapsamında ABD EF-111 uçağı Mardin radarına elektronik karıştırma uygulamıştır. (15 Ocak 1993). 

11. İki Fransız Mirage uçağı kendilerine müsaade edilen rotanın dışına çıkarak, Kayseri'de paraşüt atma sahasına girmek suretiyle, emniyetsiz bir durum yaratmışlardır. (31 Temmuz 1991) 

12. 20 Ocak 1993 tarihinde, deklare edilen eğitim programlarında yer almayan "WEAPON FİRİNG" görevinin program dışında uygulandığı, Türk gözlemci subayları tarafından tespit edilmiştir. 

13. 21 Ocak 1993 günü Akdeniz'in uluslararası sularındaki uçak gemisinden bir ABD helikopteri Türk hava sahasının kullanım esaslarını dikkate almadan ve yetkili makamlardan izin almadan İncirlik meydanına inmiştir. 

14. 5 Şubat 1993 tarihinde PC kapsamında uçuş yapan 2 f-15 uçağı uygulama esasları belgesinde yer alan dönüş rota ve irtifa-larına riayet etmeyerek bölgede AGL 500'de uçmuşlardı 

15. 5 Şubat 1993 tarihinde yapılan PC uçuşlarında, AVACS uçağının bölgede bulunan Mardin -Erzurum- Sarıkışla radarları ile JDİTS kurmamasına karşılık, bazı PC uçakları Kuzey Irak'ta uçuşlarına devam etmişlerdir. İkaz edilmesine rağmen 3 Mart 1993 ve 12 Mart 1993 tarihlerinde tekerrür etmiştir. 

16. SE]A kapsamında Türkiye'ye gelen F-16 uçakları 6 Şubat 1993 tarihinde yapılan uçuşlarda PC kapsamında uçurulmuştur. 

17. Uçaklarda ATO'da belirtilmeyen mühimmat yerleştirmişlerdir. 

18. OCAK 1993 ayı krizinde, AWACS operatörü tarafından pilota gerekli ikazın yapılmasına rağmen sırf angaje oldum gerekçesi ile 36. paralel güneyine geri dönüş yapan ve bu hattın güneyinde bulunan bir Irak uçağına ateş açılmış ve uçak düşmüştür. 

19. AWACS'larda görevli Türk temsilcisine görev dosyalarını ve görev sonuç raporlarını özellikle Ocak 1993 ayında yaşanan krize tekabül eden günlerde vermemişlerdir. 

ASKERİ KOORDİNASYON KOMİTESİ (MCC)'NCE YAPILAN KURAL DIŞI 
DAVRANIŞLAR 

1. MCC'nin Başkanı Alb. NAAB ve daha sonra onu değiştiren Alb. WILSON Kürt liderlerle yaptıkları görüşmelerde insani yardım faaliyetlerinin dışına taşarak, BM'nin 688 sayılı kararı ötesinde ilave girişimlerde bulunmak suretiyle, Kürt liderleri Saddam yönetimi ile otonomi görüşmelerinden vazgeçirmişlerdir. 

2. Alb. Naab K. Irak'ta Kürtler'in kendi iradeleri ile kendilerini idare etmelerini teminen bölgede seçim yapılmasını teşvik ve yardım etmiştir.(Seçmen kütüklerinin oluşturulması ve silinmeyen mürekkep temini v.b.). 

3. Okul yapımı, kitap doküman temini, Kürtler'in kendi radyo ve televizyon yayınlarını yapabilmeleri için malzeme, teçhizat yardımı yapılmıştır. 

4. Türk makamlarına haber vermeden MCC helikopteri ile Irak tarafına yüksek takatli telsiz götürülmüştür. (Temmuz 1991) 

5. MCC helikopterleri kendilerine verilen irtifanın altında ve rota dışında uçuş yapmışlardır. 

6. MCC helikopterleri ile Irak içinde yardım malzemesi dağıtılırken Türkiye tarafına geçilerek malzeme bırakılmıştır.HO Ocak 1992) 

7. KÜRT BÖLGESİNDE MEVCUT YERALTI ZENGİNLİKLERİNİN VE EKONOMİK 
DEĞERLERİNİN TESBİTİ İÇİN "SITE-SURVEYLER" YAPILMIŞTIR. 

8. Alb. Wilson, Türk temsilcilerinin Kuzey Iraklı liderler ve ileri gelenleri ile doğrudan görüşme yapmamasını istemiştir. 

9. Alb. Naab ve Wilson, Kuzey Irak'ta bir güvenlik sisteminin kurulması ve düzenli ordunun teşkili için gayret sarfetmişlerdir. 

10. Alb. Young, Kuzey Iraklı liderlerin kurulan ordunun eğitimi için ABD desteği taleplerine olumlu yaklaşmıştır. 

11 Türk tarafının tasvibi alınmadan MCC Helikopteri ile Irak'tan başka ülkelere mensup sivil personel nakledilmiştir.(6 Şubat 1992) 

12. MCC Başkanı A/fa. Naab, Irak'ta yaptığı muhtelif görüşmelerde Türk subayın yanında bulunmasını istememiş, tek başına bazı Kürt liderlerle görüşmeler yapmış, ısrarlı tutumumuz üzerinde tavrında düzelme olmuştur. Daha sonra ondan görevi devralan yeni MCC Komutanı Alb. Wilson da, yanında ABD 
Dışişleri Bakanlığı'ndan sivil görevliler de olduğu halde, Kürt ileri gelenleri ile yapacağı görüşmeye Türk temsilciyi almamak için direniş göstermiş, Türk subayının ısrarlı tutumu karşısında istemeyerek refakatına razı olmuştur. 

13. MCC Bşk. Türk otoritelerinden teyit etme gereği duymadan, Kürt ihbarcılardan aldığı bilgilerle, ABD üst makamlarına, Türk Hava Kuvvetleri'nin Kürt yerleşim bölgelerini bombaladığına ilişkin mesajlar çekilmiştir. 

14. Alb. Wilson Diyanah'ta ilk Bakanlar Kurulu ile yapılan sohbet toplantısında Talabani'nin yardımcısı Hüseyin Sincari'nin "Federasyon olarak T.C ile birleşme" konusundaki görüşünü sıtrep'e dahil etmemiş ve PC hareketinin uzatılmasının sadece Türkiye'nin zorunlu kararına bağlı olduğunu, Kürt temsilcilere söyleyerek T.C'ni zorunlu duruma düşürme gayreti içinde olmuştur. (1 Ağustos 1992) 
15. Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) karargahından geceleyin telefonla bildirilen Türkiye ile ilgili haberi Türk temsilcilerine aktarmakta gönülsüz davranmıştır. 

16. Alb. Young, PKK'ya karşı peşmergelerin başlatmış olduğu harekata soğuk bakarak "Kardeşin kardeşi vurmasına üzülüyorum" şeklinde beyanda bulunmuştur.(5 Ekim 1992) 

17. Alb. Young, KDP liderlerinden Fadıl Merani'ye hitaben "Türk uçaklarının Kuzey Irak'taki PKK kamplarına karşı yaptığı bombardıman peşmergelere zarar verebilir. Bu bombardıman Türk topraklarında yapılmalıdır" demiştir. (8 Ekim 1992) GENELKURMAY tarafından çeşitli zamanlarda hazırlanan bu raporlar ABD'nin Kürt sorunu konusunda ne denli ikiyüzlü bir politika uyguladığını daha da belirgin kılıyordu. ABD bir taraftan PKK'yı bir terör örgütü olarak gördüğünü belirtirken, bir taraftan da Türkiye sınırları içinde bir Kürt devletinin de kurulması için elinden geleni yapıyordu. 

Türkiye'ye Biçilen Rol 

UZUN yıllar Türkiye'de bulunmuş eski bir CIA ajanı olan ve şimdilerde finansmanı Pentagon tarafından sağlanan ABD'nin dış politikalarını büyük ölçüde belirleyen Rand Corporation'ın danışmanı olan Graham Fuller şöyle diyordu: 
"Maalesef ayrılıkçı hareketler tüm dünyada görülmeye başlamıştır. Üzücü olan gerçek uygulanan politikalar ne derece liberal ve açık olursa olsun kimse Kürt topluluğunun en düşük düzeyde bir özerklik istemeyeceğini garanti edememektedir. Kürtler muhtemelen PKK'yı Kürt arzulan için ideal bir örgüt 
olarak görmemektedir. Ancak PKK'nın Türkiye Kürtler'inin sahip olduğu tek milli örgüt olduğu ve birçok Kürt'ün PKK'yı kendi durumlarını düzeltecek bir kuruluş olarak gördüğü ve en azından sempati duyduğu değerlendirilmektedir. Kısacası artık liberal politikaların Kürtler'in Irak, Iran, ve Türkiye'de "selfdetermination" 
arayışlarını önlemek için yetersiz kalabileceği kıymetlendirilmektedir. 
Kürtler'in bu üç ülkede girişeceği özerklik, ardından gelebilecek bağımsızlık ve hatta birlik arayışları bölgeyi istikrarsız kılacaktır. Böyle bir eğilim artık en azından Irak'ta önüne geçilmez bir hal almıştır. 

Sadece zaman, bölgesel olaylar ve izlenilecek politikalar bu sorunun cevabını verebilecektir." CIA şefi Graham Fuller sözlerini şöyle sürdürüyordu: " Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir. Böyle bir deneme sadece Türkiye'nin önemli bir parçasını kaybetmesine yol açmayıp, kaçınılmaz olarak Türkiye'nin diğer bölgelerine dağılmış Kürt topluluğun da istikrarsızlığı na sebep olacaktır. Kürt sorunu, Türkiye'nin gelecekteki istikrarı, bölgedeki rolü ve Batı ve ABD ilişkileri için büyük önem taşımaktadır." 

Gerçekten de ABD, Kürt meselesine yaklaşım tarzını üstelik Türkiye topraklarındaki askerleri vasıtasıyla göstermiş ve bölgeye ne tür bir gelecek dayattığının ipuçlarını vermişti. Graham Fulller'in sözlerinden de anlaşılabileceği gibi Türkiye bu sürece direnmemeli ve bu bölgede bir bağımsız Kürt devleti nin kurulabilmesi için elinden geleni yapmalıydı. Tehlikeli ve masraflı olur diyordu Fuller. Doğruydu. Çünkü Türkiye yanlış yaparsa fena yapardı Sam amca. 

Beşinci Bölüm 

ABD VE İSRAİL UYARIYOR 

I. MUAVENET OLAYI 

2 EKİM 1992 tarihinde Türk Deniz Kuvvetleri'ne ait "TCG MUAVENET" muhribi, katıldığı NATO tatbikatının ara safhası bittikten sonra, intikal seyri esnasında ABD'nin SARATOGA gemisinde atılan iki güdümlü mermi ile vurulmuştu. Gemiden atılan iki adet SEA SPARROW füzesi geminin köprü üstüne 
isabet ederek havaya uçurmuş, geminin beyni konumundaki köşk oranlamayacak derecede hasara uğramış ve gemi komutanı Dz. Kur. Yb. Kudret Güngör, vardiya subayı Dz. Tğm. Alpertunga Akan, Tls. Astsb. Çvş. Serkan Aktepe, telefoncu ikmal çavuş Mustafa Kılınç ve topçu er Recep Akan olmak üzere beş Türk denizcisi hayatını kaybetmişti. 

ABD her ne kadar söz konusu olayı "üzücü bir kaza" olarak nitelendirse de, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı Emekli Oramiral Vural Beyazıt, 4 Mayıs 1996 tarihinde AKSİYON dergisinde yeralan demecinde Arda Sualp'e şunları söylüyordu : "Olaydan sonra NATO Başkomutanı, Ankara'ya Genelkurmay Başkanı'na geçmiş olsuna geldi. Şimdiki ABD Genelkurmay Başkanı Shali Khasvilli. Genelkurmay Başkanı beni de çağırdı. 

Benim içim kan ağlıyor. Shali Khasvilli, 'Bu kazadan dolayı büyük üzüntülerimi bildiririm' dedi. Ben, 'Daha kaza olup olmadığı belli değil. Bir tahkikat yapılır. Kaza olup olmadığı ortaya çıkar. Şimdilik kaza demeyelim. Bir olay olarak bunu kabul edelim, belki kasti olabilir' dedim. Adam, benim sözüme müthiş 
bozuldu. 'Biz müttefikiz, bunu kaza olarak yorumlamak lazım' dediyse de, biz dinlemeyip oradan ayrıldık." Dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş ise konu ile ilgili AKSİYON dergisinde bakınız neler anlatıyordu: 

"O günleri şöyle gözlerimin önüne getirdim. Vural Paşa, Komutanım dedi, Muavenet muhribini bir Amerikan gemisi vurdu. Ne oldu? Efendim dedi, Sparrow'la. Nasıl olur... Tatbikatın ara safhasındayız dedi. Yani durum alma. Bir ara verilmiş yani bir eğitim için mevzi almak için gidiyorlardı. Nasıl olur Vural 


Paşa dedim? Şehidimiz? Maalesef. Patlama? Hayır. Nasıl vurdu? Sea Sparrow'la. Hava hedefine karşı kullanılabilir. Köprü üstünden vurulmuş. Komutan da orada. Olacak şey değil. Bunu tahkik edelim. Tahkikat heyeti kuralım dedim. Vural Paşa da olayın üzerine gitti. Çok uğraştı. Sea Sparrow'lar çok kontrollü füzelerdir. Anahtarları var onun. Emniyet, açma, atış durumuna getirme(on-off) düğmeleri var. Bu harekat odasına da bağlı. Şimdi orada da bunun kontrolü var. 

Ateşleme için evvela bir şeyi açmak lazım. Ateşlenene kadar birkaç işlemden geçmesi gerekiyor. Evvela bunu 'on' durumuna getireceksin. Savaş Harekat Merkezi'nde amiri var. Bir komutanı, bir kumandanı var. Hatta ve hatta bu gibi şeylerde, grup komutanı, komodora kadar gider. Bütün bunlar aşılmış. O zaman 
dedim 'acaba yanlış bir ateşleme mi olmuş?' Tabii Beyazıt Paşa iyi bir denizci, 'Komutanım,' dedi, 'böyle şey olmaz!'" (4 Mayıs 1996, Aksiyon Dergisi, Arda Sualp) 

Kaza İhtimali Sıfır 

OLAYDAN 28 gün sonra, 29 Ekim 1992'de, gazeteci-yazar Zeki Kentel füzeler konusunda uzman, eski bir ordu mensubu tarafından kendisine gönderilen bir mektubu köşesinden aynen yayınlıyordu. Söz konusu yazıda olayın kaza olamayacağı en ince ayrıntılara girilerek, üstüne basa basa vurgulanıyordu: 
"Ben bir zamanlar Uzay Araştırmalar Merkezi(NASA)'nin içinde güdümlü füzeler üzerine eğitim görmüş emekli bir ordu mensubuyum. 

2 Ekim 1992 günü Ege Denizi'nde sürdürülmekte olan NATO Kararlılık Gösterisi 92 Tatbikatı sırasında Saratoga uçak gemisinden birbiri ardına fırlatılan iki "Sea Sparrow' füzesi donanmamızın güçlü muhribi Muavenet'in kaptan köşkünü havaya uçurdu. Olayda gemi komutanı dahil olmak üzere beş denizcimiz 
şehit oldu, 11 denizcimiz de yaralandı. Muhrip büyük bir olasılıkla hurdaya ayrılacak. Olayın üzerinden haftalar geçti. Henüz inandırıcı bir açıklama yapılmadı. 

Her ne açıklama yapılırsa yapılsın, bana aksini kanıtlayacak uygulamalı bir simülasyon yapılmadıkça bu olayın ancak ve ancak kasıtlı, önceden tasarlanmış ve incelikle hesaplanmış düzenin bir parçası olduğuna dair inancımı değiştirmem mümkün değildir. 

Bu olayda trilyonda bir dahi olsa kaza olma olasılığı yoktur. Sea-Sparrow basit bir topun namlusundan çıkan ve bıyık bükümü ile yönü ve mesafesi verilen bir gülle değildir. Sea-Sparrow gerek rampasında gerekse hedefine uçarken görevini tüm koordinatları ile en ince ayrıntılara kadar bilen akıllı ve çok yetenekli bir füzedir. 

Konuyu teknik ayrıntıya girmeden açıklamaya çalışalım. Hareketli düşman hedeflerini takip eden radar sisteminin sağladığı bilgiler, mikrondan daha küçük zaman aralıkları içinde; yönü, uzaklığı ve tüm koordinatları ile birlikte merkezi işlem ve mermi takip sistemi aracılığı ile rampada atışa hazır bekleyen 
akıllı Sea-Sparrow'a sürekli yüklenir. Sea-Sparrow ateşlendikten sonra hedefi vuracağı ana kadar oluşan çemberi içinden mikrondan daha kısa sürede kesiklik göstermesi atışı başarısız kılar. Özel bir hedefi olmayan füze kendi emniyet sistemi ile kendini imha eder. Özel bir hedefi olmayan füze kendi emniyet 
sistemi ile kendini imha eder. Yani hedefe kaza ile gitmez. Hedefe ancak ve ancak bilerek ve kasıtla gidilir. Bu olayda Saratoga tüm elektronik ve bilgisayar sistemiyle cinayetin katilidir. Bu bilerek ve kasıtla seçilmiş hedef atışıdır. 
Olayın bir kaza olmadığı, Amerikalı Avukat Kirk A. Guidry'nin TCG Muavenet Davası davacılarına yazdığı mektupta daha da belirginleşiyordu. Guidry mektubunda davanın "hukuksal dokunulmazlık" kapsamına alındığını yazıyor ve davanın düştüğünü haber veriyordu: 16 Ocak 1996 

Sayın müşterilerim! 

Büyük bir üzüntü ile size iletmek zorundayım. 3 Ocak 1996'da davanızı yürüten yargıç davayı iptal etti. Lütfen şunu anlayınız ki bütün gücümüzü kullanarak bu kararı değiştirmeye çalışacağız. Yargıç "görüşülmez" veya başka deyişle hukuksal dokunulmazlık (nonjusticiabilitiy) hukuk doktrinine dayanarak iptal kararını verdi. Bu doktrine göre mahkemeler, devletin diğer bakanlıkların yetki alanlarına tecavüz etmez. Yargıç, eğer bu davayı değerlendirmeye karar verdiyse ABD hükümetinin olaydaki sorumluluğunu araştırırken, ABD Deniz Kuvvetleri'nin eğitim prosedürlerini denetlemek zorunda kalacaktı ve dolayısıyla ABD Deniz Kuvvetleri'nin, yani ABD Hükümeti'nde başka bir bakanlığın işine karışmış olacaktı. İşte bu yüzden bu dava görüşülmez diye kararını verdi. 
Tabii ki bu konuda bizim yorumumuz, yargıcın fikrinin tam tersidir. Biz yargıca bu davaya "hukuksal dokunulmazlık" doktrininin uygulanmaması için, belli kanunlara aykırı olduğuna dair veriler sunmuştuk. 

Ama maalesef yargıç, bizim fikrimizi kabul etmedi. Bizce yargıç bu kararı vermekle hukuksal bir hata yapmıştır." 

ABD Türkiye'nin direnişini görmüştü. ClA'nin Türkiye masası şefi Graham Fuller şöyle demişti: 

"Eğer Ankara bu süreci durdurmaya çalışırsa ortaya çıkacak sonuç tehlikeli ve masraflı olabilir" 

Türk Genelkurmayı bütün olup biteni anlıyor ancak, Türkiye-ABD ilişkilileri gereği suskun kalmayı tercih ediyordu. Türk devleti, bütün birimleri ile sessizliğini korumaya çalışırken bazı subaylar, resmi olmamakla birlikte açıkça, ABD'nin Türkiye'ye gözdağı vermek istediği için Muavenet'i vurduğunu söylüyor ancak 
gerisini getiremiyorlardı. ABD'nin vermek istediği mesaj neydi? Türkiye'ye neden gözdağı vermek istiyordu? 

Birçok emekli general bu olayın Türk Genelkurmayı üzerinden Türk devletine verilmiş bir mesaj olduğunu söylüyor ancak söz konusu mesajın neden verilmek istendiği belirtilmiyordu. Örneğin Emekli Deniz Kıdemli Albay ilhan Kanbay olayı Türk devletine ve ordusuna dolaylı saldırı olarak nitelendiriyordu. 
Kanbay, tüm askerî ve sivil yetkililerin olayı örtmek için de ellerinden geleni yaptıklarını ekliyordu sözlerine. 

Emekli Deniz Albay ilhan Kanbay Muavenet'in Saratoga uçak gemisi tarafından vuruluşunun 1. yıldönümünde, yani l Ekim 1993 yılında, yapmış olduğu açıklamasında olayın mantığını veren üç hayati soru soruyordu: 

1. O gece saat 23.45'te geminin sancak tarafından 26 mil süratle seyreden Saratoga'dan Muavenet'in haberi yoktu. Tatbikat NATO Tatbikatı'ydı. Saratoga Akdeniz 6. Filosu'na aittir. Sararoga'nın orada ne işi vardı? KlME, NE İÇİN GÖZDAĞI VERİLECEKTİ? 

2. Gemiler seyir halindeyken ani bir emir ile "Muavenet" muhribi ile "Kılıç Ali Paşa" muhribinin yerleri değiştirildi. Muavenet öne, Kılıç Ali Paşa gemisi arkaya geçer. Neden? Muavenet, Saratoga'ya hedef gemi olarak seçildiği için midir bu değişim? 

3. Genel olarak bir geminin köprü üstü, gemi komutanının bulunduğu yerdir. Türk Devleti'nin sancağı burada dalgalanır. Gemi komutanı, Türkiye Cumhuriyeti'nin ona verdiği yetki ile kanunların uygulayıcısıdır. Yani Türk devletini temsil etmektedir. 

Albay Kanbay hedef olarak geminin köprü üstünün seçilmesinin bir anlamı olduğunu düşünüyordu. Türk Devleti'nin son derece önemli bir konuda ABD ile çıkarları çatışıyordu ve ABD bu yolla Türk Devleti'ne "göz dağı veriyordu." Yani hedef Türk Devleti'ydi. 

Türkiye ABD'nin Restini Görüyor 

KONU ile ilgili olarak görüştüğüm bir Kurmay Albay, Muavenet gemisinin vurulmasıyla ilgili bakınız neler söylüyordu: 

"Dönemin içişleri Bakanı ismet Sezgin, 10 Eylül 1992 tarihinde, sınır güvenliği konusunu görüşmek için İran'a gitti. Milli Güvenlik Kurulu'nun asker üyeleri hemen her toplantıda, Çekiç Güç'ün bölgede bir Kürt Devleti'nin kurulabilmesi için elinden gelen her şeyi yaptığını belirtiyor, Hükümet'in bir an önce acil 
önlemler almasının gerekliliğini vurguluyorlardı. O sırada Türk Devleti'nin en hassas olduğu mesele buydu. 

ABD her ne kadar Türkiye'nin bir müttefiki gibi görünse de bölgedeki çıkarları dolayısıyla Türkiye ile karşı karşıya geldi. O sırada özellikle TSK'ya bağlı istihbarat birimleri sürekli Çekiç Güç'le ilgili son derece önemli raporlar hazırlıyorlardı. Buna göre Çekiç Güç'ün bölgedeki misyonu Birleşik Kürt 
Devleti'nin kurulmasını sağlamaktı. Bu yüzden Çekiç Güç ve TSK birçok kez karşı karşıya geldi. Kuvvet Komutanları hemen her MGK toplantısında konuyu gündeme getiriyor, bu konu ile ilgili alternatif stratejileri tartışıyorlardı. Bütün MGK üyeleri Çekiç Güç konusunda hemfikirdiler. 

Ancak ABD'nin -ki İsrail'i de burada birlikte anmak gerekiyor-bölge ile ilgili politikaları neredeyse 20 yıllık bir geçmişe sahipti. ABD açısından geri dönüşü olmayan bir konuydu bu. Ama Türkiye için de aynı şey geçerliydi. Ve Türkiye apaçık bu süreci engellemeye çalıştı. Hem de Iran ve Suriye ile birlikte.  

Muavenet'in vurulması bana göre Pentagon'dan Türk Genelkurmayı'na bir mesajdı. Çünkü bu politikalar Kuvvet Komutanları tarafından gündeme getiriliyordu. Bence Türk Genelkurmayı mesajı almıştır. Ancak kesinlikle en ufak bir geri adım da atmamıştır. Hatta bu olay Türkiye'nin azmini daha da artırmıştır. Nitekim Türkiye ile ABD arasında yaşanan bu gizli savaş ABD'nin bölgeden tasfiyesiyle sonuçlanmıştır." 

Özellikle Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis bunu önlemek için aynı sorundan muzdarip Iran, Suriye ve Irak'la işbirliği yapılmasının şart olduğunu belirtiyor, aksi takdirde Türkiye'yi de içine alan bir Kürt devletinin engellenemeyeceğini dile getiriyordu. Ancak bu son derece tehlikeliydi. Bölgede İsrail'in güvenliğini tehdit eden ve ABD'nin terörist ülke olarak ilan ettiği bu üç ülke ile işbirliğine girmek, apaçık ABD çıkarlarına karşı gelmek demekti. Görüşmelerde Iran topraklarındaki PKK kampları ve sınırdan sızan militanların faaliyetlerinin nasıl engelleneceği konuları ele alınacak ve ABD'nin Kürt Devleti projesine karşı işbirliğinin temelleri atılacaktı. Dikkat ederseniz Muavenet'in vurulması içişleri Bakanı ismet Sezgin'in Iran gezisinden yaklaşık 20 gün sonra oldu. Benzeri bir işbirliği kısa bir süre önce Suriye ile de yapılmıştı." 

Yani görünen tablo şuydu: Aralarındaki tüm çelişki ve anlaşmazlıklara rağmen, üç ülke, Türkiye, Iran ve Suriye Irak'ın toprak bütünlüğüne verdikleri önemi gösteriyorlardı. Nitekim Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Harp Akademilerinde yaptığı konuşmasında şöyle demişti: "Türkiye İran'la işbirliği içerisindedir. 
Bu işbirliği sayesinde bu sorunun üstesinden geleceğiz." işte bu da ABD'yi çileden çıkarmaya yetiyordu. Bölge ülkeleri, bu bölgede kurulacak birleşik bir Kürt devletinin kendilerinin bölünmesiyle sonuçlanacağını görüyorlardı. 
O halde.hu süreç, bir şekilde engellenmeliydi. Bölgenin en güçlü ülkesi Türkiye idi ve dolayısıyla direniş hareketini Türkiye başlatmalıydı. Nitekim 14 Kasım 1992 tarihinde üç ülkenin Dışişleri bakanları Ankara'da bir toplantı düzenlediler. Ardından 10 Şubat 1993'de Şam'da biraraya gelerek ABD VE İSRAİL'İN tüm dayatmalarına rağmen, aslında kendi toprak bütünlükleri demek olan Irak'ın toprak bütünlüğüne yönelebilecek bir Kürt devleti tehlikesine karşı birlikteliklerini teyid ediyorlardı. Yani Jan. Gen. Kom. Eşref Bitlis'in uçağının düşmesinden tam bir hafta önce. Türkiye öyle büyük bir çelişkiyi yaşıyordu ki, bir taraftan kendi eliyle oluşan Kuzey Irak'taki tehlikeli durumu şimdi tasviye etmenin yollarını arıyordu. Pentagon son derece sinirliydi. Çünkü Türk generalleri yoldan çıkıyordu. Kurmay Albay'ın da söylediği gibi Muavenet gemisinin vurulması kaza falan değil Türk Genelkurmayı'nın Çekiç Güç ile ilgili hedeflerine karşılık Pentagon'dan bir tehditten başka birşey değildi. 



7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 5

ARMAGEDON Türkiye-İsrail Gizli Savaşı BÖLÜM 5




Tevrat ve Körfez Savaşı 

BİLİM Araştırma Grubu'nun (B.A.G.) araştırmasına göre Körfez Savaşı'nın çıkması ile Tevrat'taki efsaneler arasında birebir bir ilişki bulunuyordu: 
"Ve Sion'da gözlerinizin önünde yaptıkları bütün kötülükleri Babil'e (Bağdat) ve Kildaniler diyarında (Irak) oturanların hepsine ödeyeceğim."(Yeremya Bölümü, 51/24) Yahudi sermayeli ABC Televizyonu tarafından savaştan 3,5 ay önce savaş senaryoları üretilmeye başlanmıştı.Cumhuriyet Gazetesi'nin 5.10.1990 tarihinde ABC televizyonundan alıntılayarak "Savaş Senaryosu" manşetiyle duyurduğu haberinde savaş senaryosu çoktan hazırdı bile. 
"Ve Babil üzerine gelecek bütün kötülüğü, BABİL İÇİN YAZILMIŞ OLAN 
BÜTÜN SÖZLERİ YEREMYA KİTABA YAZDI. Ve Yeremya Seraya'ya dedi: Babil'e vardığın zaman bak, ve bütün bu sözleri oku, ve de: Ya Rab, bu yerde ne adam ne de hayvan oturan olmasın fakat ebedi vİrane olsun. Ve bu kitabı okumayı bitirince sen ona bir taş bağlayacaksın ve Fırat ırmağının ortasına atacaksın ve ona diyeceksin: BABİL BÖYLE BATACAK ve onun üzerine getire- ceğim kötülük yüzünden bir daha kalkmayacak. Ve onlar yorgun düşecekler. Yeremya nın sözleri buraya kadardır." (Hezekiel Bölümü, 9/5) B.A.G'ye göre, Körfez Savaşı'nda muharref Tevrat'ın hükümleri birer birer uygulanmıştı. Savaşta asıl hedef olarak Bağdat şehrinin seçilmesi, Tevrat'ta Babil ve Kildaniler diyarı olarak geçen yerin Irak'ın bulunduğu yere tekabül etmesiydi. National Geographic Mayıs 1991 sayısında, Kildaniler diyarı ve Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu belirtilmiştir. Oxford Bible Atlas, sayfa 75'te de Kildaniler diyarı ve Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu belirtilmişti. Türkiye Diyanet Vakfı'nın İslam Ansiklopedisi 4. ciltteki Babil maddesinde Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu anlatılmaktaydı. Meydan Larousse'un Bağdat maddesinde Babil'in günümüzdeki Bağdat olduğu aynı şekilde anlatılmaktaydı.(Cilt. 2, sf.50/ B.A.G,sf, 334) 

Amerika'da yayınlanan, "The Rise Of Babylon - Babil'in Yükselişi" adlı kitabın kapağı ilginç bir şekilde şu sözlerle başlıyordu: 

"Saddam Hüseyin Babil'in kaybolan şehrini tekrar inşa ediyor. Tevrat Babil'in son zamanda tekrar inşa edileceğini söylüyor. Bu bizim son neslimiz olabilir mi? Babil'in Yükselişi, 'Son Zamanların işaretidir' başlığı ile başlıyor." Saddam'ın savaşının gizli tarihine "Jnholy Babylon - Kutsal Olmayan Babil" adlı kitapta Körfez Savaşı ile ilgili dört soruyla dikkat çekiliyordu. Bu dört soru Körfez Senaryosu'nun boyutlarını gözler önüne sermek açısından son derece önemliydi: 

1. İsrail'in ordu yardımı ve zekice kullanılan yanlış istihbarattaki rolü neydi? 
2. Batı nasıl ve niçin Saddam Hüseyin'in insafsız diktatörlüğünü destekliyor ve onun ilerleme hırsını dikkate almıyordu? 
3. İngiltere ve Amerika, Saddam Hüseyin'in Kuveyt'in istilasını planladığına dair raporları niçin ısrarla önemsemiyordu? 
4- Hangi Avrupa şirketleri Irak'a kanun dışı ordular gönderdiler ve hükümetler, diğer servisler bunun ne kadarını biliyorlardı? 
"Babil (Bağdat) kralı Nebukadnezar beni yedi, beni ezdi, beni boş bir kap etti, canavar gibi beni yuttu, güzel yemeklerimle karnını doyurdu, beni kovdu, Sion'da oturan diyecek: Bana ve etime edilen zorbalık Babil'in boynunda olsun ve Yeruşalim dikecek: Kanım Kildanilerin dinarında oturanların boynunda olsun. 
Bundan dolabı Rab şöyle diyor: İste davanı ben göreceğim ve senin öcünü alacağım ve onun denirini kurutacağım." (Yeremya Bölümü, 51/35-37, B.A.G., sf, 333) Charles H. Dyer, Babil'in Yükselişi adlı kitabında konu ile ilgili olarak bakınız neler söylüyordu: 

"Irak'ın gücünün artması Nebukadnezar'ın gücünün artmasına benzerdir. Saddam Batılılar'a göre oldukça mantıksız ve garipti. Acaba onun istekleri ve amaçları neydi? Onun şimdiki faaliyetleriyle Kitab-ı Mukaddes'teki kehanetler ve Yehova'nın dünya için planları arasında nasıl bir ilişki vardı? Saddam acaba Armageddon'a uzanan zincirin bir halkası mıydı? Yoksa yalnızca dünyayı fethedecek uzun zincirin halkalarından en sonuncusunu mu oluşturuyordu? Saddam Hüseyin'in sırrı Babil'de odaklanmıştır." 

Armagedon'a gelince? Armagedon, Yahudiler'in dünya hakimiyetine ulaşmak için yapacaklarını düşündükleri son kutsal savaşın adıydı. Bu savaş Yahudiler'in galibiyetiyle sonuçlanacak ve Yahudiler amaçlarına ulaşmış olacaktı. 
İşin garip tarafı, Saddam Hüseyin kendisini gerçekten de tüm dünyaya son Babil Kralı Nebukadnezar gibi tanıtmasıydı. "Tevrat'ta Eski Ahid'in vuku bulduğu yer bu çölün altında yatıyor. Saddam Hüseyin kendini son Babil Kralı Nebukadnezar'ın mirasçısı olarak tanıtıyor." (Bume, 10 Ocak 1991, sh. 55, B.A.O., s. 336) "Babil( Bağdat) Kralı ürerine bu meseli söyleyip, dikeceksin; Gadreden nasıl yok oldu! Altın Şehri yok oldu." (İşaya Bolümü, H/4) 
"Ve Allah Sodom'u ve Gomora'yı yıktığı gibi ülkelerin izzeti, Kildani'lerin gururunun süsü olan Babil'de (Bağdat) yok olacak. İçinde ebeddiyyen oturulmayacak ve nesilden nesile meskun olmayacak." (İşaya Bölümü, 13/19-20) 

"Babil (Bağdat)'ın ortasından kaçın ve herkes canını kurtarsın, onun fesadı içinde helak olmayın; çünkü Rabbin öç alma vaktidir; ona karşılık ödeyecek olan odur. Babil Rabbin elinde, bütün dünyayı sarhoş eden bir kase oldu; milletler bundan dolayı çıldırdılar. Babil (Bağdat) ansızın düşüp kırıldı. Onun için uluyun; sancısı için merhem alın; belki şifa bulur. Babil'e şifa vermek istedik: fakat şifa bulmadı: onu bırakın ve gidelim, herkes kendi memleketine; çünkü onun hükmü göklere erişiyor, ve asumana yükseldi." (Yeremya Bolümü, 51/69) 

"... Babil(Bağdat) alındı. Bel utandı. Merodak yıldı, onun dikili taşları utandılar, putları yıldılar deyin çünkü ona karşı şimalden bir millet çıkıyor ONUN DİYARINI VİRAN EDECEK." (Yeremya Bölümü, 50/2-4) 

"İşte, Babil'e karşı ve Leb'kamay'da oturanlara karşı HELAK EDİCİ BİR YEL uyandıracağım. Ve Babil (Bağdat)'e harman savuranlar göndereceğim ve onu savuracaklar; ve onun diyarını bos bırakacaklar; çünkü kötü günde her taraftan onun üzerine gelecekler. Yay kurana karşı, ve zırhı ile övünene karsı okçu 
yayını kursun; ve onun gençlerini esirgemeyin; hep onun ordusunu bütün bütün yok edin, ve vurulanlar Kildaniler diyarında, ve yaralılar onun diyarında düşecekler..." (Yeremya Bölümü, 51/1-4) 


Bilindiği gibi ABD, Irak'a karşı operasyonu gece yarısı başlatmıştı ve adına "Çöl Fırtınası" denmişti... "Kildaniler ürerine ve Babil(Bağdat)'de oturanlar ürerine ve reisleri ürerine ve hekmetleri üçerine kılıç... yiğitleri ürerine kılıç ve onlar yılacaklar.. .ve onlar kadın gibi olacaklar." (Yeremya Bölümü, 50/35-37) 

"Babil(Bağdat) yiğitleri cenk etmekten el çektiler, hisarlarında oturuyorlar, güçleri tükendi, kadın gibi oldular, onun meskenlerine ateş verildi, kapı sürgüleri kırıldı. Şehir her taraftan alındı ve geçitler tutuldu. KAMIŞLIKLARI YAKILDI." (Yeremya Bölümü, 51, 30-32) 

"Irak Haber Ajansı (IRNA) dün yaptığı açıklamada ABD uçaklarının, Musul'un kuzeyindeki buğday ve arpa tarlalarına yangın bombası atarak, binlerce hububatı yaktığını iddia etti. Irak'ın BM temsilcisi Abdülemir El Anbari de BM 
Genel Sekreteri Butros Gali'ye bir mektup göndererek, ABD uçaklarının.." . "Ve Babil'in üzerine göklerde, yerde ve onlarda olanların hepsi sevinçle terennüm edecekler çünkü şimalden onun üzerine helak ediciler gelecekler..." (Yeremya Bölümü, 51/48) 
"Babil'in yükü, onu Amots'un oğlu /saya gördü.. .Dağlarda kalabalığın gürültüsü, büyük bir kavmin gürültüsü gibi biraraya "BÎRİKMİŞ MÎLLETLER" ülkelerinin kargaşalık gürültüsü! Orduların Rabbi cenk için orduyu yokluyor. Bütün memleketi vİran etmek için, Rab ve gazabının silahları uzak bir diyardan 
göklerin ucundan geliyorlar." (İşaya, Bölümü, 13/1-6) 

"Uluyun! Çünkü Rabbin günü yakındır: herşeye kadir olan tarafından bir yıkım gibi geliyor, bundan ötürü eller gevşeyecek... Memleketi çöl etmek için ve onun içinden suçlu olanlarını helak etmek için. işte Rabbin günü, acımayan gün, gazapla ve kızgın öfkeyle geliyor. Çünkü göklerin yıldızları ve onların yıldız kümeleri ışıklarını vermeyecek." (İşaya Bolümü, 13/6-10) 

"İşte Şimal'den bir kavim geliyor, ve büyük bir millet ve çok krallar yerin uçlarından uyanacaklar. Ellerinde yay ve kargı var; insafsızdırlar ve merhametleri yok; sesleri deniz gibi gürlüyor ve atlara binmişler 
ve her biri sana karsı dizilmiş, cenkçi gibi. Ey Babil kızı Babil kralı onların haberlerini işitti ve elleri gevşedi; onu sıkıntı, doğuran kadın gibi ağrılar tuttu." (Yeremya Bölümü) 


"Babil'in içinden kaçın ve Kildaniler diyarından çıkın ve sürünün önünde ergeçler gibi olun çünkü iste Babil'e karşı büyük milletler cumhurunu şimal diyarından ben uyandırıp çıkaracağım ve ona karsı dizilecekler ve o yandan alınacak onların okları HÜNERLİ YİĞİDİN OKLARI GIBÎ OLACAK VE HİÇBİRİ BOŞ DÖNMEYECEK). (Yeremya Bölümü, 50/8-9- Şeytan'ın Dini Masonlu);, Bilim Araştırma Grubu, sh. 333-347) 

Gerçekten de Tevrat'ta bahsedildiği gibi BM hedefinden sapmayan üstün teknolojiye sahip füzeler kullanmıştılar. Tüm bunlar Körfez Savaşı'nın sadece Saddam'la açıklanamayacağını gösteriyor. Daha da önemlisi Körfez Savaşı bir "Kuzey Irak" yaratması ve ardından da Çekiç Güç'ün bölgeye gelmesi ile sonuçlanan "Kürt Devleti" sürecinin başlatılmasıydı. Şöyle diyordu Muharref Tevrat: "Mısır ırmağından büyük ırmağa, FIRAT nehrine kadar bu diyarı senin zürriyetine verdim." 

Özal Oyunu Görüyor 

ÖZAL, ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki hedefini görmüş ve tâbi devlet olmaktansa sözkonusu politikaları kendisi belirlemeyi ve uygulamaya koymayı yeğlemişti. Onlarla beraber, onların zamanlamasıyla, onların yönlendirmesiyle bu misyonu gerçekleştirmeye çalışmak, Türkiye'yi reaksiyoner politikalar izlemek zorunda bırakabilirdi. Türkiye, inandırıcı olmayan, başkalarına entegre konumda hareket eden bir duruma geçebilirdi. Türkiye gibi merkezdeki bir ülke için bu son derece tehlikeli olabilirdi. 

İşte bu yüzden Özal, Çekiç Güç'ten yana görüntüsü vermiş ve bu bölgede bir Kürt devletinin kurulması faaliyetlerine görünürde ses çıkarmamıştı. Özal'ın Amerikancı olduğu iddiaları tam anlamıyla bir yanılsamadan ibaretti. Diğer taraftan Özal, ABD'nin bölgede yeni bir yapılanmaya gittiğini görüyor ve 
bunu elinden geldiğince Türkiye'nin lehine sonuçlanacak alternatif senaryolara dönüştürmeye çalışıyordu. 

Özal, Misak-ı Milli sınırları konusunda da Atatürkçülerle sadece bir konuda ayrılıyordu. O da Misak-ı Milli sınırlarının değişmezliği ile ilgiliydi. Kafasında bir Musul-Kerkük meselesi oluşmuştu. Buraları Türkiye'ye katmak, en azından oralar üzerinde tasarruf yetkisi almak istiyordu. Türkiye'den bazı parçaların gitmesi konusunda ne düşünüyordu? Özal buna taraftar değildi. Güneydoğu'da bir Federe Kürt Devleti filan istemiyordu. Çünkü bunun olmazlığını görüyordu, ispat etmek istediği de bunun olmazlığından ibaretti. 

Özal'ın Musul-Kerkük meselesini bu kadar çok düşünmesinin belki de en büyük sebebi ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki niyetini görmesi ile ilgiliydi. Özal bu tehlikeli dostlarının Türkiye'yi Güneydoğu'sundan ayırmak konusundaki ciddiyetini görmüş ve bu yüzden "en azından Musul-Kerkük'ü Türkiye topraklarına 
nasıl katarım"m hesabına girmişti. işin daha da ilginci Milliyet'in Washington muhabiri Turan Yavuz, Çekiç Güç'ün bu bölgede konuşlanmasından tam bir yıl önce bu bölgede son derece gizli yürütülmüş bir operasyondan bahsediyordu. Bu operasyon son derece gizliydi ve Irak'ın Kuveyt'i işgalinden de önceye dayanıyordu. 

Yavuz'un söyledikleri o kadar ilginçti ki daha Çekiç Güç gelmeden ABD-İSRAİL ikilisinin bölgedeki niyeti belli oluyordu. 

Çekiç Güç'ün Gerçek Misyonu 

1991 MAYIS'I idi. Washington'dan Ankara hükümetine gönderilen nota, varış noktası Kuzey Irak olarak bildirilen ve 600 askerden oluşan bir özel tim grubunun Türkiye'ye getirileceğini bildiriyordu. Kuzey Irak'ta oluşturulan tampon bölgeye ABD askerleri yerleşmişlerdi bile. Acaba Washington neden ek bir 
gücün daha bölgeye gönderilmesi için istekte bulunuyordu? Daha sonra, bu iki gücün özelliği neydi? Adı İngilizce "Special Forces" olarak bilinen bu gücün Kuzey Irak'ta işi neydi? 

Sözkonusu özel güç ABD'nin ortaya çıkardığı ilk güç değildi. Bundan önce Vietnam, Lübnan, Panama, gibi çeşitli dönemlerde, dünyanın sıcak noktalarında kullanılan bir güçtü. Hatta, Irak, Kuveyt'e saldırmadan önce de sözkonusu güç Irak'ta bir hayli faal durumdaydı. Bu gücün bir özelliği de şuydu, işgal edilen topraklarda kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilişki kurup, mahalli idare ve hükümete karşı koyma, çeşitli sabotaj ve kontrgerilla taktiklerini öğretme görevini de üstlenmiş olması. 

Sözkonusu özel güçte yeralan askerlerin bazılarının Arapça ve Kürtçe konuşabilir olması da başka bir ilginç yöndü. Özel Güç, Kuzey Irak'ta 6 ay kaldı ve Provide Comfort harekatının birinci süresinin sona erdiği Aralık 1991 tarihinde de geldiği gibi sessizce Kuzey Irak ve Türkiye'den ayrılarak ABD'deki üssüne geri döndü. Bu özel grupta askerlerin dışında kimler vardı? Irak'a denetimsiz neler soktular? Altı ay boyunca Irak'ın kuzeyinde neler yaptılar? Hangi konumda kimleri eğittiler, ne tür taktikler verdiler? 


Bunları kimse bilmiyor." (Turan Yavuz) 

Çekiç Güç'te İsrailli Subaylar 

TURAN YAVUZ'UN, Çekiç Güç ve İsrail arasındaki ilişkiyle alakalı verdiği bilgiler ise çok daha çarpıcıydı: 
"Öğleden sonra Washington'daki Türkiye Büyükelçiliği'nin numarasını çeviren Amerikalı yetkili oldukça sinirliydi. Ankara'daki büyükelçiliklerinden gelen bir kripto, sinirlerini germiş ve adeta çatacak bir yer arıyormuş gibi, Türkiye Büyükelçiliği'ne ulaşmaya çalışıyordu. Ankara'dan gönderilen bilgi, Refah Partisi 
Genel Başkanı Necmettin Erbakan'ın o günkü gazetelerde yer alan demeci ile ilgiliydi. Erbakan, Türkiye'nin Güneydoğu'sunda konuşlandırılan Çekiç Güç'e bağlı ABD askerlerinin çoğunun Musevi asıllı olduğunu ileri sürüyor ve bunu da Washington'un bölgedeki gizli emellerine bağlıyordu. ABD Dışişleri Bakanlığı yetkilisi, ahizenin öbür ucundaki Türk diplomatına beklenmedik şu öneriyi 
getiriyordu: "Çekiç Güç'e dahil bir çok Amerikalı asker var. Sayın Erbakan'a söyleyin, Çekiç Güç'e bağlı bütün askerlerimizi incelesin, içlerinde Musevi asıllı tek bir asker bulursa, biz askeri bir helikoptere bindireceğiz ve on bin metreden aşağıya atacağız..." 
Amerikalılar, Çekiç Güç'ün İsrailli subaylarla ilişkilendirilmesinden son derece rahatsız olmuşlardı. Oysa Turan Yavuz, aslında Çekiç Güç'e bağlı ABD askerleri arasında Yahudi olanların var olduğunu, hatta incirlik Üssü'nde Çekiç Güç komutasında ulunan ABD askerleri arasında adı Israilî olan subayların bile 
bulunduğunu belirtiyordu. (Türkiye için Milli Strateji, sh. 65) 

Bölgede bir Kürt devletinin kurulması İsrail açısından kaçınılmaz bir stratejik hedefti.
 Birincisi kurulması planlanan bu Kürt devleti, İsrail'in vade-dilmiş topraklarına giriyordu, İsrail, Kürtler vasıtasıyla bu emellerine ulaşabilirdi. Çünkü Kürtler'in bir devlet geleneği bulunmadığı için bölgede bir garantör devlete ihtiyaçları olacaktı ki o kuşkusuz İsrail'di. "Kenan diyarından Fırat ırmağına kadar olan bütün toprakları senin zürriyetine verdim." (Tekvin /18) 

 İkincisi, kurulması planlanan bu Kürt devleti, bölgenin en stratejik yeraltı ve yerüstü zenginliklerine sahipti. Su (Fırat ve Dicle) ve Petrol... 

Üçüncüsü, kurulması planlanan bu Kürt devleti, ABD'nin baş düşmanı, İsrail'in güvenliğini tehdit eden ülkelerin bölünmesiyle sonuçlanıyordu: Iran, Suriye, Irak... Aslına bakılırsa İsrail'in Yahudilerle ilişkileri hakkında oldukça ilginç bazı bulgular da bulunuyordu, İsmail Beşikçi'nin Kürt Aydını Üzerine Tezler adlı eserinde şöyle deniliyordu: "Kürtler'in Ortadoğu'da Yahudiler'e karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiç bir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. 

Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtler'in doğal ittifakçısıdır." 

Dr. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler adlı kitabında Kürtler ile Yahudiler arasındaki tarihsel bağa dikkat çekerek, iki halkın Ortadoğu'da müttefik olmaları gerektiğini öne sürer. (Türkiye İçin Milli Strateji. sh. 48) 

"16. ve 17. yüzyıllarda Kürdistanlı hahamlar tarafından yazılmış ulan çeşitli belgeler ve el yazması kitaplar, genel olarak Kürdistanlı Yahudiler'in başta dinsel olmak üzere, sosyal ve ekonomik yaşantıları hakkında ayrıntılı bilgilerin yanısıra Kürdistan'la ilgili bazı dolaylı bilgiler de içermektedir. Bu dönemlerde kimi 
Yahudi toplulukları Kürdistan halklarının genel yoksulluk tablosu içlerinde yer alırken, öte yandan özellikle ünlü Barzani Ailesi'nden gelen hahamlar Kürdistan'ın birçok yerinde dinsel çalışmalar yapmış ve eğitim için 
merkezler kurmuşlardı. Bu dini merkezler Mısır ve İsrail gibi uzak yerlerden bile öğrenci kabul ediyorlardı." (A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, Behrem Yayınları, sh. 64) 

Tüm bunlar ABD-İSRAİL ikilisinin bölgedeki hedeflerini anlamamızı kolaylaştırıyor ve bu ikilinin bu projeyi gerçekleştirmeye çok daha önce ve de son derece planlı-programlı bir şekilde başladıkları gerçeğini ortaya koyuyordu. Güneydoğu'da görev yapan subaylar son derece belirgin verilerden yola çıkarak bölgedeki yabancıların PKK'yı apaçık desteklediklerine dair raporlar hazırlıyorlardı. 

"Güneydoğu'da görev yapan subaylarımız PKK'nın Kuzey Irak kamplarında bizzat Amerikalı ve İsrailli uzmanların askeri eğitim yaptırdıklarını açıklıyor, hatta bombalanan kamplara girildiğinde, bunlardan bir kısmının cesetlerine rastladıklarını da ekliyorlardı. Çekiç Güç'ün Türkiye içindeki PKK yuvalarına olan 
malzeme yardımları ya İncirlik'ten kaldırılan C-130 uçakları vasıtasıyla paraşütle atılıyor ya da yine aynı meydandan veya Diyarbakır'dan kaldırılan helikopterlerle ulaştırılıyordu. En sarp dağ tepelerinde ele geçirilen ve 'Buralara kadar nasıl taşımışlar' diye herkesi hayrette bırakan ağır silahların sırrı buradaydı. 
Bizim sevgili müttefiklerimiz bunları PKK'nın ayağına kadar getiriyorlardı." (Ferruh Sezgin, Siyah Beyaz) Batı'nın Kuzey Irak'ta ne tür bir yapılanmaya gittiğini gören eski başbakan, deneyimli politikacı Bülent Ecevit 2 Hazİran 1991 tarihinde Bağdat'ta Saddam'ı ziyaret ettiğinde, Irak'a uygulanan ambargonun  Türkiye tarafından dikkate alınmamasını istiyordu. Ecevit oyunu görüyordu: Kuzey Irak'ta Batı eliyle kurularak bir Kürdistan devleti. Bununla birlikte Ecevit Kuzey Irak'taki özerklik girişimlerinin PKK'yı güçlendireceğini belirtiyordu. Bazı stratejistlerin görüşü, bir dönem başbakanlık yapmış olan bir Bülent Ecevit'in Saddam'ı ziyareti ve yapmış olduğu bu açıklamaların "münferit bir olay gibi" 
değerlendirilemeyeceği şeklindeydi. Yani Ecevit, Türkiye Cumhuriyeti adına resmi olmayan yollarla hem Türkiye sınırına asker yığmaya başlayan Irak'a "aslında bizim sizinle bir problemimiz yok" mesajı veriyor, hem de Çekiç Güç'le ilgili şüpheler bir şekilde kamuoyuna duyuruluyordu. Ecevit, 6 Ağustos 1991 tarihinde yapmış olduğu bir başka açıklamasında da, Kuzey Irak'ta Kürtler'e 
güvence bahanesiyle Müttefiklerin gözetiminde bir PKK üssü oluşturulduğunu öne sürüyordu. O günlerde yenilir yutulur gibi olmayan bu iddiaların kısa bir süre sonra gerçek olduğu anlaşılacaktı. 

Bazı askerler de, ilk başlarda her ne kadar Kuzey Irak'ta kurulacak böyle bir Kürt devletine karşı değilmiş izlenimi verseler de, bu durumdan en fazla onlar rahatsızlık duyuyordu. Çünkü askerler herşeyi en kötü ihtimalle değerlendiriyor du. Nitekim o günlerin MGK toplantılarının en önemli konusu buydu. 

Türkiye son derece hassas bir dönemden geçiyordu. Bir taraftan dünyanın en büyük ekonomik ve askeri gücü olan ABD'nin bölgedeki politikalarının takipçisi ve uygulayıcısı olmak, diğer taraftan bu politikaların Türkiye'nin bölünmesiyle sonuçlanacağı düşüncesi Turgut Özal'ı da, Başbakan Demirel'i de, askerleri de 
endişelendiriyordu. Türkiye ABD'ye karşı gelemezdi, geldiği taktirde neyle karşılaşacağı belli olmazdı. 

Karşı gelmese büyük bir ihtimalle bu, Türkiye'nin bölünmesiyle sonuçlanacaktı. Dönemin Cumhurbaşkanı Özal bir taraftan devleti temsilen "konfederasyon dahil her şeyi tartışalım" diyerek ABD'ye "sizinleyiz" mesajı verirken, diğer taraftan da Türkiye'de konuşlandırılan Çekiç Güç'le amaçlanan Birleşik Kürt Devleti'ni engellemenin yollarını arıyorlardı. Türk devleti belki de tarihinin en önemli dönemecinden geçiyordu. 

Turgut Özal'ın ölümünden sonra Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel'e 28 Hazİran 1995 tarihinde, Harp Akademileri Komutanlığında, sadece üst düzey subaylara verilen özel bir konferansta, bir kurmay yarbay tarafından sorulan bir soru konunun ciddiyetini gösteriyordu: 

Demirel Harp Akademileri'nde: "İran ile İşbirliği İçindeyiz!" 

SORU: Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti oluşturma yolunda Batılı ülkelerin artan faaliyetleri karşısında, Türkiye'nin -basında açıklananlar dışında- alabileceği tedbirler neler olabilir? 

CEVAP: Türkiye bu meseleye karşı fevkalade hassastır. Eğer Irak parçalanırsa, K. Irak'ta bir Kürt devleti kurulmak suretiyle burada meydana gelecek olan ihtilaf, yalnız Filistin-İsrail meselesinde olduğu gibi 50 sene değil 100 sene sürer. Binaenaleyh, burada kurulacak bir Kürt devleti evvela bir bağımsız devletin ülkesinde kurulacaktır. Yani biz sınırımızı geçip bizim insanlarımızı şehit eden, fakir fukara masum sivil insanlarımızı öldürenleri takip için üç gün Irak'ın içine girdik diye dünyanın kıyametini kopardılar. Yani onun içindir ki, burada bir bağımsız devlet kurulması hali İran'ı da, Türkiye'yi de, Irak'ı da, Suriye'yi de 
rahatsız ettiği gibi, dünya çözemediği pekçok sorununa bir yenisini eklemek gibi bir durumla karşılaşır. Bu çeşit düşünceler var. Ve bu şimdi enternasyonalize olmuştur. Bu düşünceler daha çok biraz önce anlatmaya çalıştığım serbest toplumlarda çeşitli kişilere mal olmuştur. Basında da vardır. Başka ülkelerin 
basınında, aydınlarında hatta parlamentolarında vardır. Ama gayet tabii ki, böyle bir şeye karşı Türkiye'nin ne kadar hassas olduğunu herkes biliyor. Sanıyorum ki Türkiye'nin hassasiyeti Türkiye güçlü kaldığı müddetçe caydırıcılıktır. Tabii ki bunu söylemekle yetinmiyoruz. Diplomasinin verdiği bütün imkanları 
Türkiye kullanacaktır. Burada yapılacak bir şey çok büyük sıkıntılara sebep olur. Türkiye'yi rahatsız edecek birtakım tavır ve tutumlara da bazı ülkelerin girmemesi lazımdır. Onun içindir ki biz kendi gücümüzü ve kendi kudretimizi muhafaza ettiğimiz sürece, sanıyorum ki, kimse böyle bir şeye cüret ve 
cesaret edemeyecektir. 

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci, İran'la ilgili olarak bir kurmay albay tarafından yöneltilen bir soruya, iddiaların tam aksine, tarihî öneme haiz şu cevabı veriyordu: 

SORU: Yunanistan, Suriye ve İran'ın PKK'ya ve Türkiye aleyhtarı her türlü verdikleri destekleri de göz önünde bulundurarak Türkiye'nin takip ettiği dış politika hakkında değerlendirme yapar mısınız? 

CEVAP: İran'da devlet var. Bu devlet uzun zamandan beri var. Rejim değişse bile devlet geleneği var. Devletten devlete söylenen şeyler ikili söz olamaz. 
Çünkü söylenen şeyin doğruluğu yanlışlığı ortaya çıkar. Benim söylediğim şey Türkiye'yi bağlar. Ben Türkiye adına konuşurken 100 seneyi düşünerek konu- şuyorum. Yani 100 sene içinde benim söylediğimin yanlışlığı iddia edilememeli dir. Biz İran'la fevkalade iyi münasebetler içerisindeyiz. Devlet Başkanı Sn. Rafsancani ile ben şahsen birçok kere bu meseleyi konuştum. Ve kendilerinin bu PKK çetesine, bu canilere en ufak şekilde göğüs açmamalarını, en ufak bir şekilde destek vermemelerini söyledim. Ama söylediği şudur: Bunlar bizde yok. Gösterin, nerede varsa gidip biz onları lazım geldiği şekilde tedip edelim. Ama bu o kadar kaygan bir olay ki şuradadır dediğin gün bir yerde ertesi gün başka 
yerde. Bizim dağlar gibi onlarda da var. Binaenaleyh, o dağlarda birtakım adamlar var. Biz bu adamları her defasında İran'a söylüyoruz. Şu dağda var. Şurada var. Burada var. Binaenaleyh, İran'ın bunlara destek verdiği şeklindeki bir yorum yerine, İRAN ÎLE TÜRKİYE BU MESELELERDE FEVKALADE İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDEDİR diyebiliriz. VE BU İŞBİRLİĞİ BAŞARIYA  GÖTÜRECEKTİR. Iran bizim 360 senedir hiç silahlı çatışmamız olmamış bir komşumuzdur; Kasr-ı Şirin'den beri. Binaenaleyh Iran, hem büyük devlettir hem de büyük komşumuzdur. 

Demirel: "Apo'nun Telefon Numarasını Hafız Esad'a Verdim!" 

CUMHURBAŞKANI Süleyman Demirel, Suriye konusunda V_>da oldukça ilginç bir anısını anlatıyordu karşısındaki üst düzey subaylara: 

"Suriye'ye gelince ben kendim gittim. Başbakan olarak Sayın Hafız Esad'a Türkiye'deki çocukları, kadınları, askerlerimizi, polislerimizi, öğretmenlerimizi şehit eden bu çeteye destek olma' dedim. "Kesinlikle. Ben hiç Türkiye'deki kardeşlerimizin kanının dökülmesini ister miyim?" dedi. Sonra dedim ki 
"Bunların başı olan zat Suriye'dedir". "Hayır" dedi. Ben de şöyle bir kağıt çıkardım. Kendisine dedim ki: 

"işte telefon numarası. Lazkiye'nin filanca köyünde şu telefonda, aniden şuradan telefonu çevirenin karşına çıkacaktır. Aldı cebine koydu ve konuşmayı başka bir safhaya taşıdı. Suriye açıklıkla söylüyorum ki bunlara destek vermiyorum diyor. Hep onlarla da konuşuyoruz, ama biz biliyoruz ki, bu adamların önemli 
bir kısmı burada barınıyor." 

Cumhurbaşkanı Demirel'e askerler tarafından sorulan sorular konunun ne denli hassas ve ne denli ciddiye alındığını gösteriyordu. Diğer taraftan Cumhurbaşkanı Demirel Türk kamuoyunun bildiklerinin aksine kurulması planlanan Kürt devleti projesine karşı Türkiye'nin İRAN'LA İŞBİRLİĞİ İÇERİSİNDE OLDUĞUNU söylüyordu. Suriye ile ilgili olarak da PKK'yı açıkça desteklediğinden ziyade, PKK'nın Suriye'de barındığından bahsediyordu. Oysa Türkiye'nin en önemli müttefiki ABD'nin niyetinin hiç de iyi olmadığını gösteren yığınla belge bulunuyordu Genelkurmay'ın kasalarında... 

Oramiral Erkaya: "Savaşın Eşiğindeyiz" 

EMEKLİ Oramiral Güven Erkaya, 12 Eylül 1995 tarihinde göreve gelmesinden kısa bir süre sonra, Kuzey Deniz Saha Komutanlığı personeline Türk devletinin bu konuya ne denli hassas olduğunu şöyle anlatıyordu: 

"Kuzey Irak'taki Kürt meselesi, federasyon mu kurulacak, konfederasyon mu kurulacak, yoksa özerk, müstakil bir devlet mi kurulacak, Saddam giderse ne olacak, gitmezse ne olacak? Saddam giderse Kuzey Irak ne hale gelir? Bu bölgedeki gelişmeler Türkiye'yi hem PKK terörü açısından hem de burada 
oluşacak yeni bir siyasi oluşum nedeniyle çok yakından ilgilendiriyor. Türkiye'nin veya Irak'ın veya Suriye'nin istemediği bir siyasi oluşum olursa, bunun bölgeyi tekrardan sıcak bir savaşın eşiğine getirmesi mümkündür. Türkiye'nin buradaki politikası, Irak'ın devlet bütünlüğünün, toprak bütünlüğünün sağlanmasıdır. Ancak bu toprak bütünlüğünün nasıl, hangi modelde sağlanacağı henüz net bir şekilde ortaya konulabilmiş değildir. Müstakil bir Irak 1990 öncesi Irak'ı mı olur, yoksa yeni bir Irak mı olur, Saddam'ın yerine gelecek olan kişi seçilmiş mi olacaktır, yoksa seçilmemiş mi olacaktır? Seçilmemişse, bu nasıl bir Irak meydana getirecektir? Talabani ile Barzani şu anda Amerika ile nasıl bir anlaşma yapmıştır? Saddam gittikten sonra nasıl bir Kuzey Irak çıkacak ortaya? Kuzey Irak'taki petrol nasıl paylaşılacak? Bunların hepsi şu anda cevabı olmayan sualler, Hepsinin yakinen takibi ve değerlendirilmesi gerekir. Çünkü gelişmeler Türkiye'nin tam istediği şekilde ortaya çıkmayabilir. Ve bu da Türkiye'yi bir oldubitti ile karşı karşıya bırakabilir. Bu karşı karşıya kalış sonunda Türkiye silahlı çatışmaya girer mi girmez mi, buna cesaret eder mi etmez mi, buna müsaade ederler mi etmezler mi, bu Türkiye'yi uğraştıracak olan çok 
önemli konulardan bir tanesidir." 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***