26 Haziran 2016 Pazar

Bir Başka Görünmeyen Tehdit Suriye Normu






Bir Başka Görünmeyen Tehdit:Suriye Normu


Yazar: Ümit Özdağ
02 MART 2012 CUMA


Çünkü NATO Libya'ya insani müdahale kavramına dayanan bir askeri müdahale gerçekleştirerek Kaddafi'nin önce devrilmesinin sonra öldürülmesinin önünü açtı.

Buna rağmen insani müdahale kavramı uluslar arası ilişkiler alanına yeni girmiş, tartışmalı ve tehlikeli bir kavram/eylemdir. Çünkü kimin kimi hangi şartlarda ve nasıl koruyacağının bir hukuki çerçevesi olmadığı için rahatlıkla insani görünümlü milli egoist planların aracı olabilmektedir. Uluslar arası ilişkiler pratiğinde olduğu gibi teorisinde de yeni olan bu yaklaşım çok kısa zamanda yoğun bir şekilde "pro-kontra" boyutları ile tartışılmıştır.

Bu konuda önemli iki farklı yaklaşımı savunan makale dünyanın en çok satan dış politik dergisi olan Foreign Affairs'de yayınlanan iki makale konuyu insani müdahalenin faydaları ve zararları zemininde tartışmıştır. Bu makaleler derginin k-Kasım/Aralık 2011 sayısında yayınlanan WESTERN, Jon, GOLDSTEİN, Joshua S., "Humanitarian Intervention Comes of Age: Lessons From Somalia to Libya" yazdığıve insani müdahaleyi savunan makale ile VALENTİNO,Benjamin A., yazdığı "The True Costs of Humanitarian Intervention: The Hard Truth About a Noble Notion" adlı ve insani müdahaleye karşı çıkan makaledir.

Türkiye'de ise 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından çıkarılan 21. Yüzyıl dergisinin Ekim 2011'de çıkan34. Sayısında Prof. Dr.Füsun Arsava'nın kaleme aldığı " Kuvvet Kullanma Yasağı-Egemenlik Prensibi ve İnsani Müdahale " adlı makalesi, Gözde Kılıç Yaşin'in " Araçsallaştırılan İnsani Müdahale ve Siyasallaşan Uluslar arası Hukuk " adlı makalesi ve Dr. Sait Yılmaz'ın "Uluslararası Müdahale ve Meşruiyet, Libya Örneği " adlı makalesi büyük önem taşımaktadır.(Dileyen okurlar bu üç makaleyi  www.21yyte.org'dan okuyabilirler.)

İnsani müdahale ile ilgili tartışmaların Suriye'de Esad rejiminin devrilmesi için bu ülkeye yapılması planlanan/tartışılan " İnsani müdahale " tartışmaları sırasında yeni bir aşamaya taşındığı görülmektedir. Bu yeni aşamada nihayet milli devletlerin varlığını sorgulayan bir boyuta ulaştığı görülmektedir. 

Amerikan Deniz Kuvvetleri Akademisi öğretim üyesi ve National Interest dergisinin eski editörü Nikolas K. Gvasdev, 1933 Montevideo Anlaşması ile egemenlik hakları belirlenen uluslar arası sistemdeki ulus-devlet anlayışının aşıldığını iddia etmektedir.Gvasdevi " Suriye Olayının " " Suriye Normu " diye anılan ve devletlerin otoritesini reddedenlere karşı kuvvet kullanma hakkını sınırlayan bir anlayışı ortaya çıkardığını ileri sürmektedir. (Nikolas K. Gvasdev,The Realist Prism:Syria, Kosovo Highlight Sovereignty's Enclave Problem, World Politics Review, 17 February 2012)

Nikolas K. Gvasdev, Suriye Normunun kısa bir süre içinde Türkiye'de PKK'ya, Kolombiya'da FARC'a, Filipinlerde komünist ve İslamcı asilere karşı uygulanan isyan bastırma uygulamalarının sorgulanmasını beraberinde getireceğini ifade etmektedir. Gvasdev'e göre bunun sonucu, devletlerin topraklarının bir bölümünde egemenliklerinin sınırlanması olacaktır. Üstelik bu konuda Güney Kafkasya'da üç egemen devletin yanında üç uluslar arası sistem tarafından tanınmayan devletçiğin (Dağlık Karabağ, Abhazya, Güney Osetya) birlikte yaşaması bunun olabilirliğini göstermektedir.

İnsani müdahale sürecinde çok hevesli görünün AKP Hükümetinin "Suriye Normu" şeklinde ortaya atılan anlayışın ışığında kısa bir süre sonra Türkiye'nin önüne ne türlü sorunlar koyabileceğini tekrar düşünmelidir. Ankara'daki karar alıcıların birde bu açıdan bakmasında Türkiye'nin milli birliği ve menfaatleri açısından büyük fayda vardır. Çünkü çok kısa bir süre sonra Suriye'de iç savaş başlar, Suriye Kürtleri Suriye'den ayrıldıklarını ve K. Irak ile birleştiklerini açıklar ise PKK Hakkari-Şırnak-Diyarbakır ekseninde bir kent merkezlerini de kapsayan bir ayaklanma başlatır ise Türk Ordusu ve Emniyet Genel Müdürlüğü bugün Humus'ta Suriye Ordusu'nun içine düştüğü duruma düşürülebilir.

Bazıları buna " Türkiye'de demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet var. Suriye ile meşruluk açısından karşılaştırılamaz " cevabını verebilir. Sizce Nikolas K. Gvasdev Türkiye'de demokrasi olduğunu bilmiyor mu?

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2012/03/02/6516/bir-baska-gorunmeyen-tehditsuriye-normu

..

Türkiye Musul’a Girecek mi ?



Türkiye Musul’a Girecek mi ?



Yazar: Ümit Özdağ
05 MART 2015 PERŞEMBE

               Son günlerde değişik ve ilgi çekici bilgi kaynakları Türkiye’nin ABD-Irak ve Peşmerge güçleri ile birlikte Musul’u IŞİD’in elinden almak için bir askeri operasyon düzenleyeceği bilgisini veriyorlar. Özellikle Ahmet Takan’ın 5 Mart 2015’de Yeniçağ’da yazmış olduğu yazı çok kapsamlı. Tabii sadece bazı köşe yazarı ve gazete haberleri ile kalmıyor. Türkiye, Erbil’e iki uçak dolusu askeri malzeme yolluyor. 

Bu arada elden 500 milyon Dolarlık bir ödeme yapılıyor Barzani’ye. Türk Savunma Bakanı Bağdat’ı ziyaret ediyor ve Irak Savunma Bakanı ile görüşüyor. Irak’ta Türkiye’den askeri malzeme istiyor. 

Ankara şimdilik kaydı ile “hayır” diyor. Bunun anlamı “reddetmedik, koşulların oluşmasını bekliyoruz” demek. 

Ve Başbakan Davutoğlu,  Türkiye’nin Musul’a yönelik bir askeri operasyona sadece lojistik destek vereceğini söylüyor. Gazetelerden okuduğum bu bilgilerin dışında ve onlardan bağımsız olarak üst düzey asla eskimeyen etkili bir (ne kadar yetkili bilmiyorum) şahıs AKP Hükümeti’nin Musul harekâtına hazırlandığını harita üzerinde anlattı.

            AKP Hükümeti bir tükenmişliği temsil ediyor. İçinde parçalanmış durumda. Erdoğan-Davutoğlu kavgası görünenden çok daha büyük. Erdoğan, başkanlık için mücadele ederken, her zaman Erdoğan’dan daha bilgili ve akıllı olduğunu düşünen Davutoğlu eline geçirdiği başbakanlığı bırakmak niyetinde olmadığı gibi gerçek anlamda başbakanlık yapmaya kararlı. Hatta, Davutoğlu, dört bakanı yüce divana yollayarak, aslında Erdoğan’ı yüce divana yollamayı bile denedi. Ancak Erdoğan’ın son anda müdahalesi böyle bir süreci durdurdu. Şimdi AKP’deki kavga listelerin yapılması sırasında daha da büyüyecek. Erdoğan listelerde kesin belirleyici olmak isteyecek. Davutoğlu’na küçük bir kontenjan verilecek. Peki, Davutoğlu, Erdoğan’ın yaptığı listeyi çöpe atsa ve Yüksek Seçim Kurulu’na kendi listesini götürüp verse ne olur? Olacak şu Erdoğan sadece Hakan Fidan’ın istifasında olduğu gibi etkisiz kalır.

          Cumhurbaşkanlığı’nın yanlış bir tercih olduğunu Erdoğan artık herhalde anlamıştır. Genelkurmay Başkanlığı’nda Davutoğlu’nun Süleyman Şah Türbesi’nden geri çekilişin komutanı olarak fotoğraf vermesi de Erdoğan-Davutoğlu kavgasında önemli aşamalardan birisidir. Erdoğan çok kızmış olmalı ki ertesi gün “Her şey benim kontrolümde oldu” açıklamasını yapmak zorunda kalmıştır.  Anayasa başbakana öyle yetkiler tanıyor ki, başbakanlığın kapısında nöbet tutan polisi beş dakikalığına başbakan yaparsanız başbakanlığı geri almakta zorlanırsınız. Şimdi Davutoğlu, 23 Nisan başbakanı olmadığını ispat ediyor.


          Seçimlere giderken ekonomi iyi değil üstelik ekonomi yönetimi konusunda Erdoğan ile Davutoğlu arasında büyük bir kavga var. Erdoğan şimdilik başka türlü yapamayacağı için saldırılarını Merkez Bankası başkanına yapıyor. Ancak bakalım bu kavga 7 Haziran’a kadar Merkez Bankası başkanı üzerinden sürmeye devam edebilecek mi yoksa açık bir Erdoğan-Davutoğlu kavgasına mı dönecek?

          İşte bu ortamda Davutoğlu ve AKP Hükümeti, Dolmabahçe Sarayı’nda Abdullah Öcalan’a yaptığı “Silahlı mücadeleye son verilmesi” açıklaması üzerine seçim propagandasını kurmaya hazır olduğunu göstermiştir. Ekonomi, büyük projeler ve Erdoğan’ın isteğine rağmen “Başkanlık sistemini” seçim kampanyasının ana merkezine oturtmama kararı veren Davutoğlu, gelecekte “barış” üzerinden toplumsal destek almayı hedeflemektedir.  Dikkat edilir ise Dolmabahçe Sarayı açıklamasına ilk karşı çıkış MHP ile birlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan gelmiştir. Erdoğan, hemen ve haklı olarak Demirtaş ile HDP heyeti arasındaki farklılığa dikkat çekmiştir.

           Bütün bu hususlar, Davutoğlu’nu seçimleri kazanmak için yeni bir arayışa itmiş olabilir. Çünkü kamuoyu şirketleri ne derler ise desinler, birkaç gün önce 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü’nü ziyaret eden bir büyük ülkenin siyasi müsteşarı seçim ile ilgili beklentilerini sorduğumda “AKP % 35-40, MHP %20 civarı, CHP %25, HDP %11 ve üstü” cevabını verdi. Demek ki kamuoyuna açıklanamayan araştırmalarda başka sonuçlar çıkıyor.

         Davutoğlu kısa vadede zaten Erdoğan’a ait olan IŞİD’i destekleme politikasının başarılı olamayacağını ve ABD’nin Musul’a girmekte kararlı olduğunu görerek, Musul’a yapılacak askeri operasyona destek verme kararı almışa benzemektedir. Öcalan’ın açıkladığı ilkeler üzerinden seçim kazanmasının zor olduğunu gören Davutoğlu, Musul’a yapılacak bir askeri harekât üzerinden “benim dış politikam doğru” inancını savunabilecektir. Toplumun önüne Mustafa Kemal Atatürk’ün milli hedef olarak koyduğu Musul-Kerkük konulacak, Misak-ı Milli’yi gerçekleştirmek söylemi istismar edilecektir. 

Oysa, Şırnak ve Hakkari’de asker ve polislerinin sokağa çıkmasını yasaklamış bir Hükümetin Musul’dan bahsetmesi kelimenin en basit ifadesi ile izah edilebilir değildir.

         Musul Harekatı ile birkaç hedefe ulaşmayı hedefleyebilir. 

Bir: Seçimler ertelenir ve AKP zaman kazanır. 

İki: TSK’nın kısa zamanda etkili bir şekilde Musul’a girmesi ile AKP Hükümeti ilkbahar 2015’de yapılacak seçimlerden galibiyetle çıkar. 

Üç: Galibiyetin verdiği rahatlama içinde “ Biz büyük devletiz. Şu PKK meselesini halledelim ” denilerek, Öcalan’a istediği tavizler verilerek devletin yapısı federal devlete dönüştürülür. 

Tabi bütün bu süreç gerçekleşirken, Başbakan Davutoğlu, Başkomutan Erdoğan’ın sembolik olduğunu gerçek gücün Başbakan’da olduğunu gösterecektir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/03/05/8114/turkiye-musula-girecek-mi


..

Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Ortadoğu’da Bir Yeni Yenilgi: Süleyman Şah’tan Geri Çekilme



Yazar: Ümit Özdağ
22 ŞUBAT 2015 PAZAR


AKP Hükümetinin Ortadoğu’da 2003’te Süleymaniye baskını ile başlayan mağlubiyet zinciri, Kerkük’ün KDP-KYB tarafından işgali, Kürdistan’ın kurulması, uçağımızın Akdeniz’de Suriye tarafından düşürülmesi, gümrük binalarımızın ve Reyhanlı bombalamasının hesabının sorulamaması, nihayet Ayn El Arap’ta ABD-PKK ittifakının galip gelmesinden sonra Süleyman Şah’ın Türbesinden Türk Ordusu’nun geri çekiliş ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır. Ege Denizi’nde 2004’de birçok Türk adasının Yunan ordusu tarafından işgal etmesinden sonra ikinci kez vatan toprakları savaşılmadan terk edilmiştir.
  
1921’de İstiklal Harbi devam ederken, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Fransa ile yaptığı anlaşma çerçevesinde Türk toprağı kabul edilerek oluşturulan Süleyman Şah karakolu, 2015 Türkiyesi tarafından Türkiye sınırının 30 kilometre ötesinde iki terör örgütüne karşı korunamamıştır.  Ortadoğu’ya önderlik yapma, şekil verme iddiasını Osmanlıcılık iddiası ile sık sık dile getiren AKP Hükümetinin Osmanlı Hanedanının kurucusunun babasına veya bir Selçuklu beyine ait ait mezarı bir terör örgütüne karşı koruyamaması, tarihin acı bir cilvesi olarak kayda geçecektir. Türbenin AKP tarafından havaya uçurulması ise türbenin IŞİD tarafından havaya uçurulmasını engellemek için gerçekleştirilmiştir. Böylece AKP Hükümeti bir türbeyi havaya uçuran iktidar olarak tarihe geçecektir. Türk Ordusu’na “ Fatih Camii’ni havaya uçuracaklardı  ” kumpasının kurulmasına izin veren bir iktidarın düştüğü bu durum bir yandan da ilahi adaletin tecellisi olarak görülebilir.

Bütün bunlar kadar vahim olan husus ise Türkiye’nin tükenen caydırıcılık gücüdür. 


Bölgenin en büyük ordusuna sahip olan Türkiye, iki terör örgütünün Türk ordusunun bir birliğine saldırmasından korkarak, Türk toprağı olan bir bölgeden geri çekilmiştir. Yapılması gereken askerlerimizin geri çekilmesi değil, aksine mevcut asker sayısının arttırılması, ateş gücünün yükseltilmesi olmalıydı. Türkiye’den sadece 30 kilometre uzaklıkta olan bir bölgeye Türk Hava Kuvvetleri’nin ulaşma süresi 3 dakika ile sınırlıdır. Topçu ateşi derhal saldıran PKK/ IŞİD güçlerini ağır bir ateş altına alacaktı. Tank birlikleri 30 dakikada savaşarak bölgeye ulaşacaktır. Özel harp birliklerinin 20 dakikada bölgeye ulaşması için gereken önlemler alınmıştır. Saygı karakoluna bir saldırının başlamasından en çok 15 dakika sonra saldırı helikopterleri ve savaş uçakları tarafından saldıran unsurlar imha edilmeye başlanacaktır.  Bu geri çekilme, taktik planda 38 askerin yaşamını kurtarmış bir gösterilebilir ancak Türkiye’nin stratejik geri çekilmesi olarak yorumlanacağı için önümüzdeki dönemde caydırıcılığı tükenmiş bir Türkiye’ye karşı IŞİD ve PKK dışında Ortadoğu’daki değişik istihbarat örgütlerinin saldırı iştahını artırabilecektir. Ayrıca, bu geri çekilme, IŞİD ve PKK’yı bölgede güçlendirirken, Türkiye’nin desteklediği bütün grupları zayıflatmıştır.

Birçok kaynakta bir stratejik geri çekilme bazı kanallarda başarı olarak takdim edilmeye çalışılmaktadır. 

Bu çok alışılmadık bir husus değildir. Bakın İngilizler, Çanakkale savaşı sonrasındaki geri çekilmeleri ile ilgili neler yazmışlar: 

1)" Müttefik kuvvetlerinin çekilmedeki başarısı yadsınamaz; çekilme iyi planlanmış, hava koşulları beklendiği gibi gitmiştir. " 

2)" Büyük bir ustalıkla sürdürülen tahliye işlemleri 9 Ocak 1916 sabahı, saat 03:20’de tamamlanmıştır. Otuzaltı bin asker, dört bin nakliye hayvanı - gemilere alınamayan yüzlerce at öldürülmüştü - 127 top ve iki bin ton ikmal malzemesinden taşınabilenler, gemilere yüklenmişti. Taşınamayan malzeme ise sahilde büyük yığınlar halinde ateşe verilmişti. "

3) " Mareşal Kitchener bile tahliyenin en iyimser tahminle 20.000 askerin canına mal olacağını sanmıştı. Oysa bir iki yaralının dışında, müttefikler hiçbir zayiat vermemişlerdi. Bozgun, İngilizlerin gözünde sürpriz bir başarı, umulmadık bir zafer olup çıkmıştı.Tahliye sonunda General Monro ile kurmay heyetine törenle şeref madalyaları verildi. "

Demek ki geri çekilmeleri zafer olarak sunmak mümkündür. Ancak şimdi IŞİD ve PKK, “Türkler ne acayip iyi geri çekildiler. Perişan olduk” mu diyorlardır yoksa zafer duyguları içinde kendi elimiz ile yıktığımız türbe kalıntıları üzerinde dolaşıyorlardır?


.

Bir Başka Açıdan Soruna Bakış




Bir Başka Açıdan Soruna Bakış





Yazar: Ümit Özdağ

 06 NİSAN 2013 CUMARTESİ

Bir başka açıdan soruna bakış

“ Hangi soruna bakış ”  diye kendinize sorabilirsiniz. Yazılarımızın çok büyük bir çoğunluğunun konusu olan Türkiye’nin en büyük meselesi olan PKK-terör sorunu. Ancak bu sorunu bugün gerçekten bir başka boyutu ile ele alacağım. Bir kitabı size tanıtacağım. Kitabın yazarı Beyaz Kent: Siirt, Kürtler ve Türklük, 101 Soruda Kürtler, Zazalar ve Türklük, PKK ve Korucular, Zazalar, Kürtler ve Türkler kitaplarının yazarı Ali Rıza Özdemir. Ali Rıza Özdemir’in son kitabı,  “ Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri ”  Kripto Yayınları tarafından çıkarılan bu kitapta Ali Rıza Özdemir, kendilerini Zaza veya Kürt olarak bilen veya öyle bilinen aşiretlerin Osmanlı belgelerinden ve diğer temel ve en önemli kaynaklardan hareket ederek, Türkmen olduklarının kayıtlarını ortaya koyuyor.

Özdemir, Kürt ve Türkmen aşiretleri arasındaki etkileşimi, Türkmen aşiretlerinin neden Kürtleştiğini ve Kürtleşmenin ne anlama geldiğini, Kürtleşmenin neden hâlâ devam ettiğini, hangi Türkmen aşiretlerinin Kürtleştiğini ve tekrar Türkmenleşmelerinin mümkün olup olmadığını, Türkleşen Kürt aşiretlerinin olup olmadığını inceliyor ve ortaya koyuyor. Özdemir, Zazaların ve Kürtlerin Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu, diğer kitaplarında ortaya koymuş olan bir araştırmacı. Bundan dolayı, Özdemir’e göre, Zazalaşmak veya Kürtleşmek, bir başka milliyete mensup olmak anlamına gelmiyor. Türkmen’in Kazaklaşması veya Özbekleşmesi gibi bir süreç. Ancak Özdemir bu sürecin mekanizmalarını etnik coğrafya açısından inceliyor.


Özdemir Abbasan, Adamanlı, Baban, Baykan, Berazi, Bilikan, Caf, Canikli, Cibran, Didan, Gani, Guran, Harki, Helecan, Karabalı, Kevan, Koçan, Koçgiri, Kureyşan, Lolan, Metinan, Omeran, Rojki, Şabak, Şırnak, Tatar, Torun, Zilan gibi 200’e yakın Zaza ve Kürt aşiretinin Türkmen aşireti olduğunu büyük ölçüde Osmanlı kaynaklarına dayanarak ortaya koyuyor. Kitabın sonuna  “Aşiretinizin hangi kökenden geldiğini nasıl anlarsınız? ”  şeklinde ilginç ve çok faydalı bir bölüm de koymuş Özdemir.


Özdemir’in kitabını okuyunca Türkiye’nin nasıl ehil olmayan eller tarafından yönetildiğini bir kez daha görüyorsunuz. Türk Milletinin parçası olan Kürtlerin bir bölümünü ve kısmen Zazaları, PKK bölücülüğüne kaptıran, heba olmalarına yol açan kötü yönetim, Osmanlı belgelerinde Türkmen olarak kaydedilmiş aşiretlerin bile Türkmen olduğunu bugün bilmiyor. Muhakkak devlet kayıtlarında bir yerde var ancak yaşama geçmediği sürece bunun bir anlamı yok. Bu kitabı okuyunca Kürtçü-bölücü hareketin önde gelenleri arasında bir çok Türkmen aşireti mensubunun olduğunu da görüyorsunuz. Dilerim bu kitaptan hareket ile Kürtçü hareket içindeki Türkmenler konusunda da bir araştırma yapılır.  


Kayıp Türkler-Etnik Coğrafya Bakımından Kürtleşen Türkmen Aşiretleri ”  on binlerce sayfaya dağılmış bilgiyi 300 sayfalık küçük bir kitaba indirerek, sadece uzman araştırmacılar için açık bir alan olmaktan çıkarıp, ilkokul çocuklarının dahi okuyabileceği bir alan haline getiriyor. Umarım sadece ilkokul çocukları değil, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, bakanlar, generaller, valiler, kaymakamlar başta olmak üzere bir çok sorumlu mevkide bulunan kişi de bu kitabı okur. Ancak onlar okumasa da Türk Milliyetçisi aydınların baş ucu kitabı olması gereken bir kitap yazmış Ali Rıza Özdemir. Özdemir’i tebrik ediyor ve bundan sonraki çalışmalarında başarılar diliyorum. Özdemir, çalışma azmi, ısrarlılığı, sabrı, kararlılığı ile genç Türk Milliyetçisi aydınlar arasında bir öncü ve örnek olma niteliği taşıyor. Türk Milliyetçisi aydın olmak, Türkiye’nin ve Türk dünyasının sorumluluğunu omuzlarında hissetmek, özetle boş laf üretmeden iş ve sonuç üretmek için çalışmaktır. Türk Milliyetçisi aydın olmak bazılarının kaybedildiğini düşündüğü cephelerde bile Sakarya savaşı ruhu ile hiç bitmeden ve tükenmeden,  “Hattı müdafaa yok, sathı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır”  diyerek, mücadele etmektir. Bunu yaparsanız kazanırsınız. Belki bugün değil ancak yarın muhakkak.






..











Başa Dönmenin Adı Yeni Strateji



Başa Dönmenin Adı Yeni Strateji


Yazar: Ümit Özdağ
29 MART 2012 PERŞEMBE

Bu açıklama ile hükümet, Habur'un hazırlanmasının, Oslo görüşmelerinin, Öcalan ile İmralı'da yapılan pazarlıkların tamamen yanlış olduğunu kabul etmiştir. Sadece bunları değil, aynı zamanda PKK ile müzakereler zarar görmesin diye Türk Ordusu'nun planlı operasyonlarının durdurulmasının ve PKK'nın faaliyetlerine karşı mülki idarenin görmemezlikten gelen yaklaşımının da yanlış olduğunu kabul etmiştir.

Şu ana değin, iki müzakere süreci yaşanmıştır. Birinci müzakere süreci, AKP-DTP müzakereleridir. AKP Genel başkanı Erdoğan, DTP eş başkanları Ahmet Türk ve Emine Ayna ile görüşerek, birinci müzakere sürecini başlatmıştır. Birinci müzakere süreci olağanüstü kısa sürmüştür. Çünkü Öcalan, Türk ve Ayna'nın müzakere yetkisini ellerinden almış ve kendisini müzakere için adres olarak göstermiştir. Hükümet bunu referandum öncesine kadar direnmiş, Oslo görüşmelerinin dışında, Öcalan'ı referandum öncesinde terörün tırmanmasını engellemek amacı ile Öcalan'ı muhatap almıştır. Böylece ikinci müzakere dönemi başlamıştır. İkinci müzakere süreci PKK tarafından sona erdirilmiştir.

AKP Hükümeti, terör örgütü ile görüşmeyeceğini ilan ederken, siyasi uzantısı ile görüşme/müzakere edebileceğini ifade etmiştir. Bu açıklama AKP Hükümetinin müzakereci yaklaşımının her şeye rağmen devam ettiğini göstermektedir. 

Üstelik müzakere etmenin de bu yolu tercih eden hükümetler için kendisine göre doğru şartları vardır

AKP Hükümeti, "PKK'nın siyasi uzantısı ile görüşeceğiz" derken, herhangi bir şart öne sürmeden BDP ile müzakere edebileceğini açıklamaktadır. Bunun anlamı, PKK terörü devam ederken AKP Hükümetinin BDP ile müzakere etmeyi kabul etmesidir. Oysa, PKK terörü hatta PKK'nın Türkiye içindeki varlığı sürdüğü sürece müzakerelerin bir sonuç üretmesi mümkün değildir.

AKP açısından müzakerelerin başarılı olabilmesi için, AKP Hükümetinin "PKK ile müzakere etmeyiz, BDP ile müzakere ederiz" açıklaması ile yola çıkması dahi başarısızlığa doğru atılmış ilk adımdır. Oysa olması gereken AKP Hükümetinin kendiliğinden "BDP müzakere ederim" açıklamasını yapması değil, "PKK'nın BDP ile müzakere edilmesi için yalvarmasının şartlarını" yaratmaktır.

Gelelim şimdi AKP Hükümetinin üçüncü müzakere süreci diyebileceğimiz bu süreci başarıya götürme şansının olup olmadığına? İkinci müzakere sürecinin neden sona erdiğinin cevabını vermemiz, bize üçüncü müzakere sürecinin başarıya ulaşıp ulaşamayacağını gösterecektir. Paralel İmralı-Oslo görüşmelerini kapsayan ikinci müzakere sürecinin sonunda PKK'lılar ile AKP Hükümetinin görüşmeler için yetkilendirdiği " Siyasi " bürokratlar ve istihbaratçılarbüyük ölçüde anlaşmış olmalarına rağmen, sonuç alınamamıştır. Bunun bir nedeni Öcalan'ın Erdoğan'dan mutabakat metnini imzalamasını istemesi ve Hükümetin de böyle bir metni toplumsal kabul görebilmesi için zamana ihtiyaç hissetmesidir. PKK'nın bu durumu görerek, AKP Hükümetinin elini güçlendirecek ve varılan mutabakatın yaşama geçmesini sağlayacak uzlaşmayı sağlayacak adımları atması gerekirken, terör örgütü, masayı devirmiş ve terörü tırmandırmıştır.

PKK'nın masayı devirmesinin nedeni, Arap Baharı'nın Suriye'ye ulaşması ile Kürt baharına dönüşmesi ihtimalinin yüksek olduğunu görmesidir. PKK, Oslo Müzakerelerinde aldığından daha fazlasını, Arap Baharının Suriye'nin üzerinden geçmesinden sonra elde edebileceği analizini yapmıştır. PKK'nın masayı bu varsayım ile devirmesinden buyana Türkiye'nin de katkısı ile Suriye'deki gelişmeler, PKK'nın Kürt baharı öngörüsünü güçlendirecek bir istikamette devam etmektedir. 
Bu durum, PKK'nın AKP ve Türkiye karşısında elini zayıflatmamakta, aksine güçlendirmektedir. Diğer bir ifade ile objektif şartlar, Türkiye'nin aleyhine, PKK'nın lehine gelişmektedir. PKK'nın şu aralar hiç müzakereye ihtiyacı yok görünmektedir.

PKK'nın şu aralar müzakereye ihtiyaç duymadığının göstergesi, BDP eş başkanı Gülten Kışanak'ın Erdoğan'a BDP' nin İRA ile Londra arasında aracılık yapan Sinn Fein olmayacağı cevabını vermiş, " BDP, İmralı, Kandil bloğu ile müzakere yapılabileceği " ni söylemiştir. Böylece, daha baştan Kışanak, hükümetin müzakere teklifini geri çevirmiş olmaktadır. Yeni strateji de buraya kadar çalıştı. Bu noktadan sonra yapılması gereken, Suriye'de BM ve Arap Birliği tarafından önerilen barış sürecinin Ankara tarafından desteklenerek, PKK'nın iştahla beklediği Suriye iç savaşının engellenmesi ve demokratikleşmenin barışçıl yollar ile gerçekleşmesinin sağlanmasıdır. Bu PKK'ya ağır bir darbe indirecektir.

Öte yandan Türkiye'de gerçekleştirilecek kent ve kır operasyonları ile PKK'nın 2012 senesinde ağır darbeler ile hareket yeteneğinin tahrip edilmesi sağlanmalıdır. 

Devlet, Hakkari ve Şırnak başta olmak üzere Güneydoğu Anadolu'da otoritesini tekrar inşa etmelidir. 

AKP, müzakere etmek isteyecek midir bundan sonra düşünmelidir. 

Benim önerim, AKP liderlerine arkasına % 5'i şu veya bu şekilde almış bir terör örgütüne % 95'i teslim eden bir politikanın tarih kitaplarında nasıl duracağını düşünerek hareket etmeleridir.



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2012/03/29/6546/basa-donmenin-adi-yeni-strateji

..