30 Mayıs 2017 Salı

Osmanlı Ordusunda Bir Nefer


Osmanlı Ordusunda Bir Nefer 


Osmanlı Ordusunda Bir Nefer1* 
* Osmanlı Ordusunda Bir Nefer, İbrahim Arıkan,272 sf, Timaş yay. İst.2010 
Mehmet Kurtoğlu 


Son yıllarda yakın tarihe ilginin fazlasıyla arttığını, çok sayıda hatırat kitabının yayınlandığını görüyoruz. Özellikle yakın tarihimizin karanlık noktalarını aydınlatan kitapların daha çok revaç gördüğü bir gerçek. Yakın tarih ile ilgili hatıraların yayınlanması bilhassa önemlidir. Zira tarih ancak bilgi, belge ve dönemin hatıralardan hareketle yazılıp anlaşılabilir.. 


I. Dünya Harbi’nin 100. Yılını doldurduğu bu günlerde, bu savaşın kendi tarihimiz açısından bir muhasebesi yapılmış mıdır? Bu savaşın bizim için önemi büyük. 
Zira bu savaştan sonra imparatorluğumuz dağılmış, yüz binlerce insanımız farklı cephelerde şehit olmuş, yaralanmış, esir düşmüş, en önemlisi 
anavatanımız işgale uğramıştır. 

Tarihimizin bu trajik döneminin iç yüzünü ancak yayınlanan kitap ve hatıratlardan teferruatlı bir şekilde öğrenebiliyoruz. Ülkemizde hatıra yazma, 
günlük tutma geleneği yaygın olmadığından, az sayıda hatırat daha da önem kazanmaktadır. 

Ülkemizde genellikle üst kademede, okumuş insanların hatıratları öne çıkmaktadır. Cumhuriyet dönemi hatıralarına baktığımızda, büyük 
çoğunluğunun ordu ve devlet kademesinde bulunmuş insanlar tarafından yazıldığını görürüz. Özellik savaş hatıralarını yüksek kademedeki komutanların yazdığı bir geçek. İstisnalardan biri I. Dünya Savaşında Çanakkale, Galiçya ve Filistin cephelerinde savaşmış İbrahim Arıkan’ın kaleme aldığı hatırattır. Timaş yayınları hatırat dizisi içinde yayınlanan “Osmanlı Ordusunda Bir Nefer” adlı kitap, I. Dünya Savaşı’nı sıradan bir askerin gözüyle anlatıyor. 1893 yılında Kırklareli’nin Akviran köyünde doğan İbrahim Arıkan, Balkan Savaşı’na kadar hayatını köyünde geçirmiş, 1912 yılında Kırklareli’nin Bulgarlar tarafından işgal edilmesi üzerine ailesiyle birlikte İstanbul Mecidiyeköy’e taşınmıştır. 1914 yılında gönüllü olarak jandarma yazılıp, jandarma okuluna kaydolmuş, 1914’de Çanakkale Savaşları başlayınca gönüllü olarak savaşa katılmıştır. 5 ay Çanakkale’de savaşıp kahramanlıklar göstermiş ardından 1916 yılında Galiçya cephesine gönderilmiştir. Burada Arıkan, üç yerinden yaralanmış üç ay hastanede yatmıştır. Galiçya’da Rusların mağlup olmasının ardından Anavatana dönmüş, 1917 yılında ise Filistin cephesine gönderilmiş, kanal cephesinde çarpışırken İngilizlere esir düşmüştür. 17 ay esir kalan Arıkan, 1920 yılında Türkiye’ye dönmüştür. Hatıratı dikte ettirerek daktiloyla yazdırılmıştır. 

Arıkan, hatıratının başında ülkenin o zamanki durumunu tanımlarken; “harp talihi Türk milletini hayal kırıklığına uğratmıştı” der. Çanakkale boğazına 
iki Alman savaş gemisinin girmesiyle başlayan savaşa Osmanlı devleti de dâhil olur ve böylece Türk ordusu birçok cephede savaşmak zorunda kalır. Çanakkale Savaşı’nın başlamasıyla birlikte eli silah tutan herkes silâh altına alınır. Bu sırada Arıkan, savaşa katılmak üzere Arabistan’dan gelen acemi ve Türkçe bilmez Arap neferlerini Yeniköy sırtlarında talim ve terbiye ile meşgul olur. Daha sonra gönüllü olarak Çanakkale cephesine sevk edilir. Burada göğüs göğüse savaşan Arıkan, yaşanılan her türlü olumlu ve olumsuz olayları nakletmekten çekinmez. Örneğin bölük komutanıyla tartışan herhangi bir neferin onu öldürmekle tehdit etmesinden tutun da, bölük içindeki hırsızlıklara kadar her şeye yer verir. Böylece savaşı bütün çıplaklığıyla ortaya koyar. “Kumkale’den Yeniköy’e kadar uzanan sahil mıntıkasında tahkimatla ikinci bir hat vücuda getirdik. Bilahare ordu komutanı Liman Von Sanders tarafından teftiş esnasında bu siperler kapattırıldı. Sebep olarak da ikinci hat mevcutken askerin birinci hatta cansiperane harp etmeyeceği, ikinci hat mevcut olmadığı takdirde askerin arkadan ümit olmadığı için ölünceye kadar harp edeceği ve bu suretle de düşmanın bir adım dahi ilerleyemeyeceği bildirildi.” Bu savaş taktiğinin iyi niyetli olup olmadığını bilemiyoruz. Ama böylesine bir taktiğin yapıldığı savaşta 
Türk ordusunun nasıl bir savaş verdiğini de anlamamıza yetiyor. Yazar, ayrıca “ Burada dikili baş hedeflerine bomba talimi yapıyorduk. İngiliz topları 
tarafından tahrip edilen Yenişehir’in ne kadar demir kapı ve penceresi varsa askere toplattılar ve İstanbul”a gönderdiler. Memlekette müthiş demir 
buhranı mevcuttu. Kumkale’deki mevzilerimizde kısa obüs ve manteli toplarımız çoktu!” diye yazdığı hatıratında, Türk ordusunun bir yandan cephede savaşırken diğer yandan ülkenin ihtiyacı olan demir toplaması, Çanakkale savaşının hangi şartlar altında verildiğinin bir göstergesidir. 

Arıkan daha sonra Galiçya cephesine giderken geçtiği şehirleri ve yaralandığında kaldığı hastanenin imkânlarını Türkiye’nin o zamanki durumuyla kıyaslayarak anlatır. Yazarın anlattıklarından o dönemde Osmanlının gerek teknolojik gerek şehircilik bakımından Avrupa’dan oldukça geri kaldığını görmek mümkündür. 

Ayrıca cephedeki askerin siperdeki durumunu ise şöyle tasvir eder; “siperdeki vaziyete gelince; erzakımız her gün yalnız böcekli bakla. Uyku katiyen 
yok. Fişekler belde. Tüfek daimi surette elde. Siperde ayaklarını uzatacak yer dahi bulamazsın. Kış hükmünü icraya başladı. Düşmanın karakedi bombaları arttı. Sık sık zayiat veriyoruz. Her manga siperinde iki adet çelik mazgalımız var. Siperlerin akıntısı olmadığı için yağmurdan biriken suları karavanalarla siperden atıyoruz. Yine de su ve çamurdan kurtulamıyoruz. 

Uykusuzluktan gözlerimiz kıpkırmızı oldu. Bitler görünür şekil aldı. Ateş hattında yirmi gün bu minval üzerine kaldık. (…) Çamaşır yıkamak yine yoktu. Temizlik ciheti güçleşti. Çerden çöpten tahtalarla yapılmış, üzerine bir miktar ot ve toprak örtülü güya korunmuş bir mahal içersinde bulunuyorduk.” 

Daha sonra düşen bir top mermisiyle toprak altında kalır ve gözünü açtığında kendini sargı mahallinde bulur. Yara almamıştır ama toprak altında kaldığı için vücudunun her yeri ağrımaktadır. Çanakkale’de düşman bozguna uğrayarak kaçar. Ölen düşman askerlerin altın dişlerini sökmek de savaş ganimetleri arasındadır. Arıkan, düşmanın terk ettiği mevzileri gezerken gördüklerini şöyle anlatır: “Aynı mahalde birbirine benzeyen birkaç İngiliz ve birkaç Fransız sömürge askeri naşı gördüm. Bizim askerler, bunların ağızlarını çıkarıp altın diş aramışlardı. Hatta bir kaçının saçları henüz çürümemiş, kıvırcık siyah, zenci idiler. Yakınlarında da kokuşmuş bir kurt naaşı vardı. İngilizlerin, kaçtıkları gece siperlerden çekildiklerini bize hissettirmemek için bir takım hileler yaptıkları belli oluyordu. 

İki gaz yağı tenekesi araları açık olmak üzere birbirinin üzerine konmuş, üstteki teneke su ile doldurulmuş, altında ufak bir delik var. Altta bulunan tenekenin üst kısmında ise bir huni olup tüfeğin tetiğine bağlanmış Üstteki tenekeden alttakine tedricen akan su tenekenin ağırlığını arttırıyor, neticede tetik düşüyor ve tüfek de patlıyor. Tüfeğin namlusu tabii olarak bizim siperlerin üstünden vızlayıp geçmekte olduğundan biz de İngilizlerin eskisi gibi siperlerinde olduğuna hüküm veriyorduk. Hâlbuki İngilizler saatlerce evvel siperlerinden kaçmışlardı.” 

Çanakkale zaferinden sonra bu defa müttefiklerimiz Almanya, Avusturya, Macaristan ile birlikte Sırplara ve Ruslara karşı Galiçya’da savaşmak zorunda kalıyoruz. Çanakkale’den henüz dönmüş olan, yıllardır savaşıp yorgun düşmüş Mehmetçiklerin yeni bir cephede savaşması kolay değildir. Yıllardır ailesini görmeyen, aç susuz perişan bir şekilde yedi düvele karşı koyan askerlerimiz, savaşın verdiği yorgunluk ve bitkinliği içindedir. 

Tabi bu arada firarlar başını alıp gitmektedir. Yeni bir cepheye askeri sevk etmek kolay değildir. Bu yüzden komutanlar askerlere Avusturya’da asayişi temin etmek için Galiçya cephesine hareket edileceğini söyler. Askerler tren yoluyla sevk edilir. Ne gittikleri yeri bilmektedirler ne de bu meçhul yolculukta kendilerini nelerin beklediğini… Arıkan, yol boyunca geçtiği şehir ve kasabaları tasvir ederken, gâvur memleketleriyle Osmanlıyı kıyaslar ve aradaki derin uçurumu bizzat gözleriyle görür. “”Gıyaben Avrupa diye tanıdığımız bu memleketlerin payitaht şehri, kasabası, caddeleri, istasyon binaları, çarşı ve pazarlarının temizlik ve intizamı akıllara durgunluk getirecek derecede muntazamdı. Bir başka dünyanın başka insanları denilebilecek vaziyette idiler. Hayalimde çok canlandırdığım bu mamur memleketleri tahayyülümün çok üstünde bulmuştum, uzun seyahate lüzum bile yoktu. Yalnız tren güzergâhındaki mevcudiyeti görmek her şeyi bütün çıplaklığıyla gösteriyordu. Burada ufak dahi olsa bir mukayese olması için yalnız muharebe hatlarındaki müşahedelerimi arz ediyorum. Mukayese için Avusturya Macaristan ve Sırbistan’ın telgraf ve telefon direklerini görmek kâfi idi. Bunlar çok muntazam ve tamamen demirden yapılmıştı. Bulgaristan’da ise yangın olduğunda direk otlardan yanmaması 
için aşağı kısımları bir metre kadar demirden üst kısmı ise ağaçtan yapılmış idi. Bizim Türkiye’nin muhabere direkleri ise hepsi ağaçtan ve muntazam 
değildi. Burada hangi milletin daha çalışkan ve hangi milletin memleketinin daha mamur olduğunu düşünmeye lüzum kalmıyordu.” 

Galiçya’da göğüs göğüse muharebede büyük kahramanlıklar gösteren Mehmetçik, Alman askerlerinin bırakıp kaçtığı siperlerde dahi savaşır. 
Büyük bir mücadele verilir. Bu arada üç yerinden yaralanan Arıkan, üç ay hastanede kalır. Bu sırada Mari adında bir hemşireyle duygusal bir 
aşk yaşar. Onun evlenme teklifine olumsuz yanıt verir. Daha sonra tekrar cepheye döner. Düşman tarafından yapılan birçok taarruzu Türk ordusu 
geri çevirir. Otuz üç bin mevcutlu bir kolordu ile Galiçya’ya ayak basan Türk ordusu, yirmi iki bin şehidini Galiçya’ya gömerek Anavatan’a döner. 
Arıkan’ın bağlı olduğu Beyoğlu Jandarma Taburu ise doksan altı neferle katıldığı Galiçya’dan ancak on bir nefer ile geri döner… 

Arıkan, Galiçya cephesinden döndükten sonra bu defa Filistin cephesine gönderilir. İstanbul’dan Şam’a yolda gördüklerini anlatır. Daha sonra 
Şam’da istirahat ederler. “Şam’ın birçok yerlerini gezdik. Gördüklerim ve anladıklarım bana yeni bir dünyaya daha dâhil olduğumuz hükmünü veriyordu. 
Hiç şüphesiz ki burada hayat şartlarımız değişecekti. İklim başka, kıyafet başka, lisan başka, milli adetler başka, ağaç ve meyveler dahi başka ve her şeyi başka bir memlekette nasıl hayatı devam ettirecektik. Başlarına kefiye, ageller üzerine uzun entariler giymiş Araplar bizi hayrette içinde bırakıyordu. Halep’ten itibaren Türk parasını, yani kâğıt parayı, Araplar almazlardı. Çarşı ve pazarlarında altın ve gümüş karşılığında ancak ihtiyaç temin edilebilirdi. Bu memleket halkı Türk hâkimiyeti altında asırlarca vatandaşımız ve dindaşımız olarak kaldığı halde Türklüğün aleyhinde faaliyetten geri kalmıyorlardı. Arabistan halkının Türk askerine nefretle baktığı ve kin beslediği yüzlerinden okunuyordu. Çünkü Cemal Paşa İngiliz emellerine çalışan Şeyh Abdullah’ın oğlunu Şam’da idam etmişti.” 

Filistin cephesinde Arıkan’ı rahatsız eden Arapların İngilizler ile birlikte Türklere karşı savaşmasıdır. Arap topraklarına vardıklarında yollarını kesen Arap bedevilerinin, hırsızlık ve talan olaylarına yer verir. Özellikle Arapların silaha olan düşkünlüklerini dile getirir. İngilizlerle savaşırken dikkatini çeken bir diğer nokta İngilizlerin silah ve mühimmat olarak oldukça ileri ve güçlü olduklarıdır. Bir yandan Türk ordusu Filistin’e sevk edilirken, diğer yandan Gazze cephesinden bozguna uğradığı ve geri çekildiği haberleri gelir. 18 Kasım 1918’de Tulkerm kasabasına hareket eden ordu, Kalkilya kalesinde konaklar. Daha sonra Kudüs’ü tepeden gören Telliful tepesine yerleşir. Burada İngilizlerle göğüs göğse savaşır. Bu tepede İngilizler büyük kayıp verir. Yollardaki erzak kamyonları Araplar tarafından talan edilir. İki gün boyunca aç susuz savaşan askerlere ihtiyat 
erzaklarını yemeleri emredilir. Oysa ihtiyat erzakı hiçbir neferin çantasında kalmamıştır. Arıkan, daha sonra askerin bu duruma düşmesinin arkasında başlarındaki subayların paraları iç etmeleri olduğunu belirtir. İngilizlerin güçlü taarruzlarıyla dağılan tabur, esir düşer. Otuz beş bin esir Mısır’a sevk edilir ve İsmailiye kampında on yedi ay iki gün esir kaldıktan sonra Anavatan’a dönerler. Gemileri dört gün İstanbul boğazında bekler. 

Dördüncü gün bir Türk subayı gelip İngilizlerden eserleri devir alır. Arıkan, üç cephede savaştıktan sonra geldiği anavatanın İngilizler tarafından işgal edildiğini görünce büyük bir yıkım yaşar. Çünkü Filistin cephesi hariç galip oldukları, hatta elin gâvuru için savaştıkları halde kendi ülkeleri işgal edilmiştir. 

Birinci Dünya Savaşı’nın canlı tanığı ve üç cephede biri olan İbrahim Arıkan’ın hatıratının en önemli özelliği, bir nefer olarak savaşı bir askerin gözüyle anlatmasıdır. Savaşmış rütbesiz bir neferin gözünden savaşın şartları içinde; acımasızlığı, kahramanlık ve hainlikleri, merhamet ve zalimlikleri, herhangi bir kaygı duymadan anlatılmasıdır. Geçmiş ve gelecek su gibi birbirine benzediğine göre, tarihi bilmek ve ondan ibret almak ve bir felsefe çıkarmak gerekir. Bu bağlamda Osmanlı Ordusunda Bir Nefer kitabı daha da anlam kazanmaktadır… 


***

Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun Tarihi



Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun Tarihi 



Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun Tarihi1* 
Murat Nalçacı 
* Ordered to Die. A History of the Ottoman Army in the First World War, Edward J. Erickson Greenwood Press, Westport, Connecticut and London, 2001. 
265 sayfa. ISBN 0 313 31516 7. 


1914’te Avrupa merkezli olarak başlayıp 1918’e kadar dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alan Birinci Dünya Savaşı, bitiminden itibaren tarihçilerin ilgi odağı haline gelmiştir. Savaşın cepheleri, savaşa katılan devletler ve ordularla ilgili farklı dillerde pek çok eser kaleme alınmıştır. Yazar, Edward J. Erickson’ın “Ordered to Die. A History of the Ottoman Army in the First World War” isimli kitabı, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunu anlatan, tamamen akademik bir anlayışla yazılmış ilk İngilizce eserdir. Fransızca olarak kaleme alınan bazı eserler ayrı tutulursa, Osmanlı ordusunun Birinci Dünya Savaşı’ndaki faaliyetleri ile ilgili böyle bir eser daha önce ortaya konulmamıştır. 
Bu açıdan yazar, Osmanlı ordusunu Türkçe kaynaklardan takip edemeyen dünya tarihçileri için çok önemli bir hizmette bulunmuştur. 

Erickson çalışmasında, ağırlıklı olarak Türk resmi tarihi ve Genelkurmay kaynaklarını kullanmış, ayrıca az da olsa, dönemin komuta merkezine ait 
Osmanlıca belgelerden istifade etmiştir. 

Kitap dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun önsözü (Foreword) ile başlar. Kıvrıkoğlu, eserin, dünya kamuoyuna Türk ordusunu doğru ve objektif bir şekilde aktarmasından duyduğu memnuniyeti ifade eder. Kitabın ikinci önsözü diyebileceğimiz (Preface) bölümüne Erickson, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ben size savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum...” sözleriyle başlar. Yazar devamında, “Osmanlı Ordusu, dört yıllık savaş boyunca düşmanlarını şaşkınlığa ve yenilgiye uğratan, savaşarak ölen, büyük zorluk ve felaketlere dayanan bir orduydu. Rusya, Avusturya-Macaristan, Bulgaristan, Sırbistan ve Romanya orduları pes ettikten çok sonraları bile hala ayaklarının üzerinde durarak inat ve kararlılıkla savaşmayı sürdüren bir orduydu.” (s. XIV) ifadeleriyle, Osmanlı ordusu hakkındaki olumlu düşüncelerini daha ilk satırlarda dile getirmiş 
olur. Erickson kitabın genelinde Osmanlı ordusu ile ilgili yorumlarını da bu minvalde yapmıştır. Kitap Birinci Dünya Savaşı’nı, sekiz bölüm halinde, 
kronolojik bir düzen içerisinde, Osmanlı ordusu perspektifinden ele alarak işlemektedir. 
İlk olarak Birinci Dünya Savaşı öncesi, Balkan Savaşlarından başlar, 
Osmanlı’nın savaş planından bahseder devamında 1914-1915 yılları taarruz operasyonlarıyla, Çanakkale Cephesi’ni anlatır. Savaşın doruk noktası 
1916 çarpışmalarından, 1917’deki duraklamalardan, savaşın 1918’de sona ermesi ve imparatorluğun çöküşünden bahseder. 

Erickson, tarihçiler tarafından, şimdiye kadar, hafife alınan ve yanlış değerlendirilen Osmanlı ordusunun Birinci Dünya Savaşı’ndaki üstün kabiliyetlerini öne çıkarmak konusunda oldukça iddialıdır. Yazar, 1917 yılı ile ilgili şöyle der: “Müttefikler, Türkleri siperlerinden sökmek için çok üstün 
kuvvet ve malzeme gerektiğini görüyorlardı. Mezopotamya ve Filistin`de Türkler, asker sayısı, ateş gücü ve kaynaklar açısından hasımlarının çok 
gerisinde kalmışlardı. Buna rağmen başarılı oyalama muharebeleri yaparak geri çekildiler ve Bağdat ile Kudüs gibi önemli kentleri yitirmiş olmalarına 
rağmen, sahadaki ordularını ayakta tuttular. Fransa ve Rusya gibi diğer ülkelerde, sahra orduları savaş yorgunluğu, içten çürüme ve isyanlarla stratejik açıdan duraksama belirtileri gösteriyorlardı. Türkler ise her zaman oldukları kadar atik ve kendilerine güvenliydiler.” (s. 160). 

Başka bir yerde: “31 Ekim`den başlayarak 31 Aralık tarihine kadar süren İngiliz
saldırısında, Yıldırım Orduları Grubu`nun ölü, yaralı, esir ve kayıp 
olarak zayiatı 25.337 kişiydi. Her ne kadar bu rakam yüksek görünse de, İngilizler yaklaşık 18 bin asker yitirmişti. İngilizlerin piyadede bire 
ikiden fazla, süvaride ise bire sekizlik bir üstünlüğe sahip olduğu düşünülürse, başarının pek o kadar büyük olmadığı anlaşılır. Sonuçta, Türklerin 
çok yoğun İngiliz baskısı altında savaşarak çekilmeleri, büyük bir başarı olarak görülebilir” (s. 175). 

Erickson savaşın sonu ile ilgili ise şunları söylemektedir: “Türk ordusu her ne kadar ağır darbeler almış ve aşırı yıpranmışsa da, 31 Ekim 1918 
günü mütareke imzalandığında, garnizonlarında değil, hala sahadaydı. 25 piyade tümeni, 4 kale komutanlığı ve 3 geçici piyade tümenine sahipti. 
Türk ordusunun komuta kontrol yapısı ayaktaydı ve yaklaşık 1 milyon asker ile muharebe operasyonları yapma yeteneği vardı. Her ne kadar 
ağır kayıplar vermişse de, anavatanı Anadolu`yu ve Rusların Kafkas vilayetlerinin çoğunu ayakta tutuyorlardı. İngilizler, Türk ordusunun 
çöküntünün eşiğinde olduğunu düşünüyor, ama sonuna kadar savaşacağından da kuşku duymuyorlardı.”(s.204). 

Savaşın bittiği 1919’da Osmanlı Devleti, ordusunun tamanını terhis etmedi. Ordu, yeni bir plan çerçevesinde, dar bir kadro ile, olması muhtemel 
görülen işgal faaliyetlerine karşı duracaktı. Yeni plana göre, ordu savaş sonrası, barış düzeni alarak yirmi piyade tümeninden oluşacak, ordunun 
büyük çoğunluğunu Anadolu Türkleri oluşturacaktır. Türklerin çoğunlukta olmadıkları tümenler terhis edilecektir (s.207); bu ifadelerin devamında 
Erickson şu bilgileri verir: “ 27 Ocak 1919 tarihinde, Britanyalıların İstanbul ve çevresini işgale hazırlandıkları esnada Türkler bu planlarını uygulama konusunda hayli mesafa almışlardı. Bu, dar kardo planı çerçevesinde Türk Ordusu elinde 40.000 piyade ve 240 top tutmayı hedeflemekteydi. 

Bu sayıdan daha fazlası ise jandarma ve geri hizmet eri olarak kaydedilecekti. Kayıtlarda 48.000 tüfeğin kaldığı gösterilmişti fakat depolarda 791.000 tüfek daha vardı. Buna ek olarak Anadolunun merkezi yerlerinde 945 top ve 4.000 makineli tüfek saklanmıştı. Savaş sonrası ordu, bugünki modern Türkiye Cumhuriyeti’nin garnizonu görevini yerine getirmiştir.”(s. 207-208). Bu ifadeleriyle Erickson Osmanlı ordusunun Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasındaki rolüne değinmiş olur. 

Erickson, bu çalışmasıyla, Osmanlı ordusuyla ilgili Batılı tarihçiler tarafından inanılan pek çok yanlış “mit”i çürütmeye çalıştığını ifade etmektedir. 
Bu mitlerden ilki, Osmanlı ordusunun pek çok cephede düşmanlarına karşı sayısal üstünlüğü olduğuna dair inanış; ikincisi, Osmanlı ordusunun 
önemli harekatlarının Almanlar tarafından planlandığı ya da komuta edil-diğine dair inanış; üçüncüsü, Osmanlı ordusunun kayıt tutma konusunda 
yetersiz olduğuna dair inanış; dördüncüsü, Osmanlı birliklerinin yoğun baskı karşısında mevzilerini terk etmeye olan yatkınlığına dair inanış; beşincisi, 
Enver Paşa ve diğer idarecilerin, özellikle son savaşlarda kaybedilen toprakları geri kazanma konusunda çok ısrarcı olduklarına dair inanış; altıncısı 
ise, Osmanlı birliklerinin çarpışmalarda diğer ordulara nazaran çok yüksek sayıda kayıp verdiğine dair inanıştır (s.214-215). Erickson, iddia ettiği bu mitlere dair kaynakları zikretmemekle beraber, bunların ortak bir yargı olduğunu söylemektedir. Erickson bu varsayımlarının çoğunda haklı olmakla birlikte, diğer ordularda gördüğümüz, anı, hatırat gibi savaşın insan üzerindeki etkisini birinci elden aktarabilecek kaynakların Osmanlı ordusu için eksik olması, savaşın çok boyutlu olarak incelenmesi konusunda sorunlar yaratmaktadır. Aynı zamanda, Erickson dahi savaşlarda verilen kayıpları net olarak ortaya koyma konusunda sıkıntı yaşamıştır. Bu noktada cephede özellikle hastane kayıtlarının yetersizliği, çatışmalardaki insan kayıplarının net bir şekilde ortaya konabilmesindeki en büyük engeldir. Hususiyetle Sarıkamış Operasyonunda Osmanlı ordusunun insan kaybı konusunda Rus tarafının verdiği rakamlar Batılı tarihçiler tarafından kabul görmüş, Türk tarihçilerin bu noktada net bir rakamla konuyu aydınlatamamaları savaşın sonuçları açısından yanlış değerlendirmelere zemin hazırlamıştır. Yine Erickson’un, Osmanlı ordusundaki askerden kaçmaların 
diğer ordulara nazaran çok yüksek olduğuna dair genel inanışın doğru olmadığına dair tezi sorgulamaya açık bir durumdadır, zira bizzat kendisi 
savaş boyunca ordudan kaçanların sayısını “500.000” (s. 243) olarak vermektedir. Elbette bu firarilerin büyük bir bölümünü Arap, Ermeni ve Kürt 
gibi etnik unsurların oluşturduğu da bir gerçektir. 

Erickson belki de kullandığı kaynakların etkisiyle, Osmanlı ordusunu neredeyse tamamen stratejik ve operasyonel düzlemde ele almıştır. Yazar Osmanlı ordusunu taktik, insan ve toplum perspektiflerinden irdeleme-miştir. Öte yandan, Osmanlı’nın “ İttifak Devletleri ” arasında savaşa girmesindeki 
nedenler, Enver Paşanın felaketle sonuçlanan agresif tutumu ya da Ermeni olayları tartışmalarını incelerken daha toplum merkezli, insanı 
ön plana çıkaran bir yaklaşımla konuları ele aldığını da söylemek lazım. 

Erickson, Osmanlı ordusunu eleştirirken öncelikle, Enver Paşanın gerçekçi olmayan savaş planlarından bahseder,( s. 103, 179) ayrıca, ordunun ulaşım ve iletişim sistemlerinin yetersizliği yanında sağlık hizmetleri konusundaki eksiklikleri de dile getirir. Yazar, temelde 1915 Ermeni sürgünü esnasında, Ermenilerin katliam derecesinde zarar gördüklerini kabul etmekle birlikte, Osmanlı’nın bu hareketine gerekçe olarak, Ermeni çetelerinin düşmanla işbirliği halinde askeri birliklere ve sivil halka saldırmasını gösterir (s. 96-104). Osmanlı ordusunun bu çete faaliyetlerine karşı sürgün yoluna başvurduğunu ifade eder. Yazar, sürgün sırasında yüksek sayıdaki can kaybının nedenleri olarak, Osmanlı ordusunun yürüyüş sırasında çıkabilecek sorunlarla ilgili yeterli önlemleri almamasını ve kırsal arazide erzak olmadan ilerlemek zorunda kalınmasını gösterir (s.104). 

Erickson’un eseri Osmanlı ordusunun Birinci Dünya Savaşı’ndaki hikayesini İngilizce olarak, dünyaya anlatması açısından son derece önemlidir. 

Yazar eserini, Osmanlı ordusunun Birinci Dünya Savaşı’ndaki rolü ile ilgili olarak, kendisinden sonra gelecek tarihçiler için bir temel eser, yeni araştırma ve çalışmalarla üzerine bina inşa edilecek bir platform olarak tanımlamaktadır (s. XVIII). 

Doktora eğitimini İngiltere’de Leeds Üniversitesinde tamamlayan Edward J. Erickson, Körfez ve 2003 Irak savaşlarında, Amerika Birleşik Devletleri Ordusunda topçu subayı olarak görev yapmış ve daha sonra topçu yarbayı olarak emekliye ayrılmıştır. Erickson’un, Ordered to Die. A History of the Ottoman Army in the First World War kitabı 2011 yılında Mehmed Tanju Akad tarafından Türçeye çevrilerek “Size Ölmeyi Emrediyorum! Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu” ismiyle Kitap Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Yazarın tanıtmaya çalıştığımız bu eseri yanında, “Defeat in Detail: The Ottoman Army in the Balkans, 1912–1913; Ottoman Army Effectiveness in World War I: A Comparative Study; Gallipoli & The Middle East 1914–1918; Ottomans and Armenians. A Study in Counter-Insurgency, gibi belli başlı eserleri vardır. 

***

Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek

Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek


Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur: “ Birinci Dünya Savaşı bitmedi, Bitmeyecek ” 
Celil Güngör 

Atatürk Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi ve Türk Tarih Kurumu Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İbrahim Ethem Atnur ile I. Dünya Savaşı’na giden yolu, savaşın taraflarını, ilişkileri ile dolaylı ve doğrudan sonuçları üzerine bir konuşma yaptık. 

1.Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılındayız. Savaşa “Birinci Dünya” veya “Birinci Cihan” savaşı diyoruz. Sanki bundan önceki savaşları çok fazla savaştan saymıyoruz gibi. Bu savaşın “birinci” olarak nitelenmesinin dünya tarihindeki farklılığı, yeri, önemi nereden kaynaklanmaktadır? İsterseniz bu soru ile başlayalım. 

Savaş niye genel bir savaş oldu. Ondan önceki savaşlar önemsiz mi? Hayır tarih boyunca çok büyük savaşlar, çok kanın ve gözyaşının döküldüğü savaşlar, 
çok acıların yaşandığı savaşlar var ama bu dünya tarihinde en genel ilk savaş. Yani dünyada büyük devlet olarak düşündüğümüzün hepsinin savaşın içinde yeri var. İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı devleti sonra Amerika, İtalya ve son dönemde Japonya. Bir de bunları sömürenlerin sömürgelerini katarsak dünyada başka devlet kalmaz. Bu saydığımız Osmanlı dâhil beş altı devlet dünyanın zaten tamamı demek. Bir de bunların sömürgeleri var. Osmanlının sömürgesi yok ama İngiltere zaten dünyanın dörtte birine sahip, diğer bir kısmına Fransa, bir kısmına Amerika, bir kısmına İspanya sahip. Ama İspanya girmiyor savaşa, zaten o dönemlerde büyük çaplı bir devlet değil. Dolayısıyla 

1. Dünya Savaşı dünyanın en büyük emperyalist devletlerinin sebep olduğu bir savaş ve bu yapısı gereği bir genel savaşa dönüşmüş. Bir de bu savaşta cephe kavramı değişmiş bir cephe yok, bir anda çok cephe var. Sadece Osmanlı için değil bütün ülkeler için birçok cephe söz konusu… 

Tabii, yani İngiltere ve Almanya savaşıyorlar. Almanya bir taraftan Rusya’yla savaşıyor. Bir taraftan Fransa’yla savaşıyor. Sonra bir taraftan Amerika ile 
savaşıyor. Sonra bakıyorsunuz Osmanlı Devleti bir taraftan Rusya’yla savaşıyor Kafkas cephesinde, bir taraftan Basra civarında Arabistan’da, Yemen civarında İngilizlerle savaşıyor. Geliyoruz Çanakkale’ye, Çanakkale’de yine İngilizlerle Fransızlarla savaşıyoruz. Galiçya’da yine müttefikleriyle savaşıyor yani bir anda bütün bağlaşıklarıyla Osmanlı karşı karşıya savaşıyor. Bunu İngiltere için de sayabiliriz Fransa için de. Burada cephe kavramı yok, 

Ne gibi bir zorunluluk oldu da savaş çıktı? 1914’te birden mi ortaya çıktı ya da bu yüzlerce yılın ya da onlarca yılın alttan alta bir takım sorunların birden patlaması mıydı? Nasıl bu kadar büyük güçler ve devletler bir anda bir savaşın içinde buldular kendilerini? 

Biliyorsunuz demin bir şey söyledim “patlama”, patlamanın olması için bir enerjinin birikmesi lazım. Ve savaşı da patlama olarak değerlendirirsek 
bu da bir enerji birikiminin sonucu oldu tabii. İşte ta 1880’lerden itibaren Almanya milli birliğini tamamlamış ama sömürgesi yok. Silahı var, ham-
madde üretiyor, güçlü bir sanayi kurmuş, satacak yeri yok. Diğer devletlerin kendi aralarında sömürgecilik anlamında emperyalizm anlamında bir 
mücadelesi var. Bu rekabet bir enerji birikimi sağlıyor. 

Temel motivasyon sömürgecilik mi? 

Tabiî temel saik sömürgecilik. Sömürgeye dayalı ve ekonomik açıdan istismara dayalı bir sistem. Siyasî açıdan istismara dayalı bir sistemin büyük devletler, emperyal devletler arsında yarattığı enerji birikimidir bu. Osmanlı aktör müdür? Değildir. Osmanlı zaten Balkan Savaşlarında yenilmiş. Kendini toparlayamamış. Balkan Savaşları Trablusgarp onu belini bükmüş.1. Dünya savaşı yaklaşırken bir aktör değil, diğerlerinin arasında kalmış. Bir de toprakları bu biriken enerjinin yutmak istediği en önemli alan. 

Bir de Petrol meselesi… 

Tabii ki. Yani o tarihlerde petrol biliniyor. Özellikle Ortadoğu petrolleri de İngiltere’nin, Amerika’nın, Almanya’nın, Rusya’nın hepsinin birden iştahını çekiyor. 

Yani Osmanlı iştah cezbedici bir coğrafyaya sahip. 
Bu hem iktisadi açıdan hem de coğrafi açıdan önemli. Hindistan’a giden yol İngiltere için öyle. Ruslar için Akdeniz’e giden bir yol. Yani hammadde satılacak, sömürülecek bir coğrafya. Fransa da petrol ve stratejik açıdan düşünüyor. 
Osmanlı devleti -belki sorunuzun dışına çıkacak ama- savaşa girmeli miydi girmemeli miydi? 

Girmeyebilir miydi? 

- Hiç şansı yok, sıfır şans, böyle bir şey yok. Çünkü paylaşma anlaşmaları zaten bu coğrafya üzerine yapılmış. Yani Rusya’yı savaşa çekmek için Ruslarla İngilizler ta 1912’de anlaşmışlar. Bakın şimdi I. Dünya Savaşı’nın tarihini yazmak zor. 

Yani dünya tarihi yazmak gibi bir şey… 

-Evet, çünkü her yere bakmak zorundasınız. Siz Rus Dışişleri Bakanlığı’nın faaliyetlerini bilmeden Rus Genel Kurmaylığının faaliyetlerini bilmeden 
bu soruya evet girmeyebilirdi diyebilirsiniz. Ama bugün Rus arşivleri açıktır. Meslektaşlarımız bu arşivlerden epeyce yararlanmaya başladı 90lı yıllardan 
sonra. Artık biliyoruz ki Rus Dışişlerinin savaşa girişinin en önemli sebebi İstanbul, Boğazlar ve Anadolu. Ve İngilizler de bunu bildikleri için 
burayı onlara sunmuşlar. Rusların savaştaki en büyük hedefi bu. 

Savaşa giren her büyük devletin motivasyonu farklı farklı galiba değil mi? 

Hedefleri farklı bunların zaten. Ruslar Akdeniz’e inmeyi ve Boğazlar’ı, İngilizler Ortadoğu’yu istiyor. 

Almanya ne istiyor, sömürgeleri çoğaltmak?... 

Almanlar bir taraftan Osmanlı coğrafyasına tam olarak hakim olmak istiyor, bir sömürge haline getirmek… Ama daha fazlası Osmanlı coğrafyası o kadar stratejik ki Osmanlı coğrafyası İngiltere’nin ve Fransa’nın sömürgelerinin boğazını sıkacak bir coğrafya. Onların sömürgelerini ellerinden alacak bir coğrafya. Avrupa içinde bir hesaplaşmanın da ucu. Tabii ki rekabetin alanı burası. Onun için Osmanlı aktör değil. 

Fransa’nın ve İtalya’nın hareket saiki nedir? 

Fransa Almanya’dan 1871 de darbeyi yemiş, Alsas Loren’i kaptırmış. Almanya müthiş bir enerji birikimi sağlamış, yani iktisadi açıdan, siyasi açıdan, askerî açıdan müthiş bir birikim sağlamış ve Fransa’nın tepesinde duruyor. Onun için Almanya’nın aleyhine kim varsa Fransa onlarla müttefik. Rusya dahil. İngilizleri sonra dâhil ediyor bu sisteme. Bir de tabii Almanya’yı rekabette saf dışı bırakmak istiyor Fransa. Bu savaşın sonunda bıraktı da zaten. Alsas Loren’i, Fransa’nın ekonomik açıdan en büyük, stratejik açıdan önemli coğrafyasını ele geçirdi. Fransa Almanya’yı iktisaden çökertmek istiyor bir de Ortadoğu var, Fransa Ortadoğu da yer almak istiyor. Hatta Fransa coğrafyası nereden başlıyor biliyor musunuz - yani Fransa’ya vaat edilen 1. Dünya savaşında anlaşmalar içerisinde - bugünkü İran’ın Batı Azerbaycan dediğimiz bölgeden yani doğu Anadolu’nun hemen doğusundan başlayıp Akdeniz’e iniyor. Oradan Musul Kerkük’ü içerisine katarak Akdeniz’e inen bir coğrafya. Suriye’yi de işin içine katıyor. Sonra Musul çevresini ve Irak’ı İngiltere aldı savaş sonunda 1919 anlaşmasıyla. Büyük bir coğrafya burası. Fransa da burayı istiyor 

İtalyanlar başta kararsızdılar ama onlar da sonra özellikle Kuzey Afrika diyeceğimiz coğrafyayı ve Anadolu’nun güneyini, Roma’yı ihya etmek istiyor. 
Tabii Osmanlı devleti de arada kalmış, kimse fikrini sormuyor. 

Şunu sormak istiyorum: Girmeyebilir miydi sorusuna öyle bir şansı yoktu diyoruz ya, o dönem girmeme şansımızın olmadığını biliyor muyduk? 

Şimdi Osmanlı devletinin bir hafızası var. Bir devlet var ortada. Osmanlı’yı öyle büyük aktör görmüyoruz ama yine de yıkılırken dünyanın altıncı ya da yedinci devletiydi. Yani o kadar büyük o kadar da muazzam, altıncı ya da yedinci devlet. Bir istihbaratı var. Enver Paşanın yani devletin istihbaratı var. Bunu kişilere indirgemememiz gerekir. O dönem evet liderlerden biri o. Ama devletin bir istihbaratı var. Bunlar ne döndüğünü ne olup bittiğini biliyorlar. 

Onun için de ilk askeri ittifakı İngiltere’ye teklif etmişler. Bugün artık bunlar biliniyor. Yani maalesef bir deli bir kuyuya taş atıyor, tarihte bunu çıkartamıyoruz. Ondan sonra kırk akıllı geliyor çıkartamıyor. Bu bilimsel bir söylem değil. İşte Enver Paşa Alman hayranıydı, götürdü Osmanlı yönetimini Almanların kucağına attı, yaktı, yıktı deniliyor, yok böyle bir şey. Yani hiç bilimsel bir şey değil. Bu Enver Paşayı sevmekle ya da sevmemekle ilgili bir şey değil. Bu dönemin Türk Alman, İngiliz, Fransız savaş kayıtlarıyla hiç örtüşmüyor çünkü. İlk askeri ittifak İngiltere’ye teklif ediliyor, İngiltere kabul etmemiş tabii, niye etsin. Çünkü hesabı kitabı var, Osmanlı devletinde Tanzimat’tan sonra özellikle devlet adamlarının bir kısmı Rus taraftarı, bir kısmı İngiliz taraftarıdır. Mesela Abdülhamit’in de ara ara kullandığı devlet adamları vardır. İşte Nedimov gibi. 

İsimleri o şekilde alalım değil mi? 

Tabi tabiî. Kimin ne olduğu, hangi devlete yakın olduğu mesela Kamil Paşa İngiliz taraftarıdır, Cemal Paşa Fransızlardan yana tavır koyan bu üçlünün 
paşasıdır. Rahmi bey -İzmir valisi ittihatçıların önemli adamlarından biri o da Fransızlardan yana tavır koyar. Yani demek istediğim şey şu: Bu askeri ittifak teklifini onlara iletenler de bu Osmanlı bürokrasisi içerisindeki güçlü asker ya da sivil o ülkeyle ilişkileri iyi olanlardır. Savaşa girme konusunda çok heveskâr olmadığını söyleyebilir miyiz Osmanlı’nın? 

-Kesinlikle. Yani Balkan Savaşları’ndan yeni çıkmışlar. İttihatçılar, yani o zamanki mevcut iktidar askeri yapıyı - bu balkan savaşlarından çok acı 
dersler çıkarmışlar- yeniden organize ediyorlar; orduyu ekonomiyi milli ekonomiyi. Yeni ordu, disiplinli orduyu falan yeni bir düzene koyuyorlar 
derken daha tam koyamadan savaş çıkıyor. Sonra da Almanlardan yardım alıyoruz. 

İngiltere reddetti ittifakı, Fransa reddetti sonunda bu üçlünün en güçlü adamı, en güçlü adamlarından biri diyorum. 

Talat Paşa nereye gitti? 

Yalta’ya - yani bugün Kırım diye bildiğimiz coğrafyanın önemli şehirlerinden bir tanesi-. Rus çarları yazın Yalta’ya giderlerdi. Talat Paşa da Yalta’ya gitti. Askerî ittifak teklif etti, onu da reddettiler. Şimdi ne yapsın Osmanlı Devleti? Şöyle denebilir tarafsız kalsın. Öyle bir şey yok. İran I. Dünya savaşında tarafsız kaldı ne oldu? İran perişan oldu. Türkler girdi, Ruslar girdi her üç devletin savaş alanı oldu. Bir de biz bir devletiz. Ülkemizi savaşmadan savaş alanı haline nasıl getiririz? Böyle bir şey kabul edilebilir mi? Onun için Almanya var. En son Almanya’nın teklifini işte 2 Ağustos 1914 de kabul ettiler. 2 milyar mark kadar bir para aldılar. Asker yedi aydır maaş alamamış. Para yok hemen subaylara maaş verdiler. Zaten İngilizler mesela artık Goben ve Breslav’ı özellikle batırmıyorlar. Bir İngiliz tarihçi bununla ilgili çok güzel bir kitap çıkardı. Goben ve Breslav’ı bir İngiliz gölü olan -bir dönem Türk gölü olan Akdeniz’de artık biliyorsunuz 19. yy da özellikle bir İngiliz gölü oldu.- bu İngiliz gölünde bayrak sallaya sallaya geliyor. Gelip Çanakkale boğazından giriyor. Yani İngiltere istiyor. 

Bunun farkında yani. 

İngilizler zaten donanmalarına emir vermişler batırmadan takip edin. Çünkü biliyorlar bunlar gidecek Osmanlı’ya sığınacak. Osmanlı’dan bunu isteyecekler. Savaş sebebi için bahane üretiyorlar. İngiliz donanmasına emir veriliyor. Takip edin ama batırmayın. Yoksa İngiliz donanması elinden kaçıracak Goben ve Bireslav’ı. Mümkün değil. Çünkü Kıbrıs İngiltere’nin elinde. Girit civarında çok büyük bir donanmaları var. Malta İngiltere’nin elinde ve büyük bir donanma üssü var. 

Böyle küçük bahanelere gerçekten ihtiyaç duyuluyor mu? Yoksa bunlar sonradan bakarak tertiplenmiş gerçekler mi? 

Yok, şimdi böyle bir şey, mesela bu odada gazı açıyoruz, dolduruyoruz dolduruyoruz. Bir şey yok ama bir küçük kibrit ihtiyaç oluyor, artık küçük bir 
kibrite çaktığınız zaman bina yanıyor, binayı da boşverin bazen koskoca şehirler yanıyor. Ama küçük bir kıvılcım bu. Fakat kıvılcımı şimdi çaksam bir anlamı var mı? Ama burası gazla dolu olursa o Avusturya veliahdının ölümü de böyle bir kıvılcım. Artık dünyayı o kara bulutlar, o gaz yüklü bulutlar kaplamış savaş çıktı çıkacak, sadece bahane arıyorlar. 

Peki, 1918’de savaş bittiğinde herkesin gazı inmiş miydi? Yani dünyada dengeler bir şekilde tamam artık dört yıl büyük bir yıkım oldu ama birtakım şeylerde oturdu denildi mi? Yoksa bir ara mı oldu? 

Hayır, günümüze kadar devam eden sorunlar ortaya çıktı. Çünkü galipler o Mehmet Âkif’in dediği gibi o “Tek dişi kalmış canavar”, öyle haksızca 
bölüşümler, öyle hukuksuzsa bölüşümler yaptı ki, günümüze kadar Arap dünyası kendine gelemedi mesela. 

Onun için mesele II. Dünya Savaşı’nın çıkış nedeni de I. Dünya Savaşı’dır biliyorsunuz. Bu sefer de I. Dünya Savaşının biriktirdiği gazı -şimdi 
Türkler bir şekilde o gazı boşalttılar. Nasıl? Kurtuluş Savaşı ile. Çünkü I.Dünya Savaşından sonra Türklere bir gömlek giydirilmek istendi. 

Sevr Antlaşmasını dayattılar. 

Türkler Sevr’i attı. Belki daha çok Türklerle meskûn bir alanda Anadolu’da bir cumhuriyet kurdular. Dolayısıyla o gazı boşalttılar.- Almanlar atamadılar. Bulgarlar bunu yapamadı. İtalyanlar galip olmalarına rağmen sonunda istedikleri hiçbir şeyi elde edemediler. 

Dolayısıyla ne oldu? Biriktirdikleri gazı 1939’da çıkardılar. 
Yani Hitler I. Dünya Savaşının ürünüdür. 
Mussolini I.Dünya Savaşı sonrasını hak ettiklerini alamayan o birikimin ürünüdür. 
II.Dünya Savaşı bunu sonlandırdı mı? Hayır, halen devam ediyor. 


O zaman I.Dünya Savaşı hiç bitmedi herhalde. 

Bitmedi bakın işte Orta doğuda yaşananlara. Bitmedi bitmeyecek… İngilizler gelmiş bölgeye bir nizam vermiş Fransızlarla birlikte. Bütün temel dengeleri bozmuş, her kuyunun başına bir devlet koymuş. Suriye gibi bir devlet çıkmış. Bakıyorsunuz mantıken düşünüyorsunuz bütün Türkler bir araya gelir mi? Gelemez, çünkü Türkiye Cumhuriyeti nere Kırgızistan işte Doğu Türkistan nere yani Kazakistan nere fakat Arapların bir arada yaşamamaları için hiç bir sebep yok. Öyle değil mi? Araplar bir arada yaşayabilir. Ama bunu hangi el engellemiş, bunların arasına bu tefrikaları kim koymuş? Bunları yapay çizgilerle kim böyle paramparça etmiş? Osmanlı döneminde burada böyle bir huzur varken, bugün Lübnan kaynıyor, ya da İsrail’i getirdi. Osmanlılardan sonra oraya yerleştirildiler. Bakın orada bir çıban gibi etrafını ciddi anlamda rahatsız ediyor, parçalıyor, kana gözyaşına boğuyor. I. Dünya Savaşı sonuçları itibariyle halen bitmedi, devam ediyor bu coğrafyada özellikle. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nin savaşa girmemesi gibi bir şansının olmadığı görülüyor. Bir tarafı Balkanlar, bir tarafı Kafkaslar, bir tarafı Ortadoğu. Yani dünyanın sacayağı, en stratejik bölgesi 
ve bütün kan gözyaşı hepsi bu civarda olmuş. 

Savaşın galipleri ve bu savaşının başlatıcılarının “Buraya nasıl girdik? Bu ateşi fitili nasıl ateşledik” diye pişmanlık duyduklarına ilişkin tarihte bir ize rastladınız mı? Yoksa hep böyle öngördükleri biçimde bir adım yukarıya doğru basamak basamak dünyanın tepesine çıkmaktan mutlu mu oldular? 

-Şimdi burada tabi günümüzde gördüğümüz gibi herkes birbirini suçluyor. İngilizler Almanları suçluyor, Almanlar Fransızları suçluyor, Fransızlar 
Almanları suçluyor. Almanlar Rusları suçluyor, Türkler Fransızları suçluyor. Tabii bir küçük özeleştirileri yok değil. Mesela konunun başına dönersek savaşa girmek zorundaydı Osmanlı Devleti ama savaşa erken girmeyebilirdi. Yani daha geç girebilirdi. Mesela Türk devlet adamları da bu konuyu kendi aralarında tartışmışlar. Bir özeleştiri yapmışlar. Savaşa daha geç girebilirdik, daha az zayiat verebilirdik, biraz daha toparlanabilirdik. Bu savaşın sonucunu değiştirir miydi? Çok zor. Çünkü bir kere 1917’de Amerika gibi, bir dev savaşa girdi. Galiplerin yanında yer aldı. İngiltere’yi içine düştüğü açmazdan, çıkmazdan kurtardı. 

Amerika’nın kendi kıtasının dışında ilk savaşı mıydı? 

Evet, ilk savaşıydı. 

Onun sebebi şöyle izah ediliyor: Almanlar İngiliz gemilerini batırınca Amerikalılar da ölüyor. Sonra da işte Amerika savaşa giriyor. Sonradan böyle güçlü bir şekilde giripte prensipler falan yayınlıyorlar. Nasıl olabiliyor? 

Şimdi: İngiltere’nin savaşın başından itibaren, daha savaş başlamadan yaptığı çok büyük propaganda var. İngiltere Amerika’da 1913’ten itibaren 
özellikle de Savaş döneminde çıkabilecek bir savaşa müdahale etmesi için Amerika’nın önemli yazarlarını satın almış. Önemli gazetelerine milyonlarca dolar para aktarmış. Ermeni meselesi bunun bir sonucu. Mavi Kitap neyin sonucu? Mavi Kitap bunun sonucu. Yalan yanlış bir sürü şeyi 
topluyorlar. Almanlarla ilgili de kitap çıkarıyorlar biliyorsunuz. Amerikan kamuoyunu etkileyip onları savaşa çekmek istiyorlar. Bugün İngilizler artık 
bunu inkâr etmiyor. Çünkü arşivleri dolu. Milyonlarca dolar para aktarmışlar Amerika’da propaganda için. Osmanlı ülkesinde de propaganda var. Ama asıl propagandayı Amerika’da yapıyorlar. Niye? Onu bir an önce savaşa dâhil etmek için. Çünkü biliyor ki bu Amerika bir güç biriktirdi orada. 

Hani deminden beri enerji biriktirdi diyoruz ya, müthiş bir sanayi var, müthiş bir insan gücü var. Ve artık birikmiş, bu gazın boşalması lâzım. 

Onu da kendi lehine kullanıyor. Ve I. Dünya Savaşı’nda bunu kullandı. Savaşın dengelerini alt üst etti. Aynı şeyi II. Dünya Savaşı’nda kullandı. 

Amerika’nın malum bir Monroe Doktrini var. O şu; Avrupa’ya diyor ki, -o zaman işte Avrupa’da büyük devletler var. Bir de Amerika var.- siz benim 
işlerime karışmayacaksınız. Yani Amerika kıtasına karışmayacaksınız. 

İçine çekilme politikası, infiratçılık da deniyor buna. ben de Avrupa’nın işlerine ve dünyanın geri kalanındaki işlerine karışmayacağım. Hiçbir işinize müdahale etmeyeceğim. Siyasi ekonomik hiçbir işe karışmayacağım. Onun için mesela I. Dünya Savaşı bittikten sonra Amerika tekrar kabuğuna çekildi. 

Ne zaman İngiltere çok zora düştü. II. Dünya savaşında, o zaman tekrar geldi savaşın içerisine girdi. O artık bir yola girmiş ve sonunda İngilizler 
hakikaten Churchill siyasi anlamda çok güçlü bir adam. Amerika’yı II. Dünya savaşına çekmeyi başardı. I. Dünya Savaşı’na çektikleri gibi. Bu savaşın 
dengesini değiştirdi tabi. Birinciyi de değiştirdi, ikinciyi de değiştirdi. 

Burada tabi zararlı çıkan Osmanlı devletidir. Koskoca bir coğrafyasını kaybetti. Belki Osmanlı’nın uzun vadede bu coğrafyayı elde tutması zordu. 
Yani Arap coğrafyasını. Çünkü artık Hristiyan coğrafya elinden gitmişti. Özellikle Anadolu kalmıştı. Araplarda da 1900’li yılların başından itibaren milliyetçilik ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu aslında Arap Müslüman bir devleti Hristiyanlarla birlikte yıkmalarından dolayı. Arkadan vurmaları tabii ki bizleri çok rahatsız etti. O açıdan sitem edilebilir. Ama Arapların da kendi devletlerini kurma hakları vardı. Onlar da bir gün kuracaklardı. 

I.Dünya Savaşı olmasaydı da bu bir şekilde olacaktı diyorsunuz… 

Olacaktı herhalde. Arnavutlar kendi devletlerini I.Dünya Savaşı olmadan kurdular ki Arnavutlar Osmanlı’ya en sadık Müslüman topluluğuydu. 
Mesela bizde İslamcılık politikası var. Osmanlının son dönemlerinde Türkçülük İslamcılık Batıcılık Osmanlıcılık falan. İslamcılığı bitiren en önemli öğelerinden biri Arnavutluk’un bağımsızlığını ilan etmesidir. Daha sonra da Arapların isyanlarıdır, yürümüyor. İşte Türkçülük Sarıkamışta çok büyük bir darbe yedi. Karlı dağları aşamadınız. Türkistan’a ulaşamadınız. Yani bu duygular bu siyasî yönelimler böyle darbe yiyor. Siz Bağdat’ta bir Türk çoğunluğu var diyemezsiniz. O dönem için Halep daha bir Türk yoğunluklu bir bölge ama Şam için bunu diyemezsiniz. Mekke için Medine için böyle bir şey söyleyemezsiniz. Ama galiplerin daha sonra Ortadoğuyu dizayn ederken yaptığı en büyük şeylerden bir tanesi İslam dünyasını aleyhine olan işlerden biri Filistin’de bir İsrail devleti kurmalarıydı. Yani ele geçirdikten sonra bu coğrafyaya müthiş bir Yahudi göçü başlattılar. Ondan önce Osmanlı bunu engellemek için her türlü çabayı, özellikle sultan Abdülhamit, ondan öncekiler ondan sonrakiler her türlü çabayı göstermişlerdi. Ama İngilizler kapıları bir açtılar 1917’den sonra Balfour Deklerasyonundan sonra işte bugünkü İsrail vücut buldu. 1948’de bir devlet olarak ortaya çıktı. Tabi o devletin kurulmasında -konuyu değiştirmeyelim ama- Hitlerin Nazileri kesmesi ve bir soykırıma uğratmasında Yahudilere karşı artık bir sempati, bir meşruiyeti kazandırdı. Onun için Ermeniler de II. Dünya Savaşı’nda bu Yahudilerin izlediği yolu takip etmeye başladı. Madem bu soykırımın mağdurları var onlara bir devlet bahşedildi o zaman ilk soykırımı biz yaşamıştık diye II. Dünya Savaşı’ndan sonra müthiş atağa geçiyorlar. 

Ermeniler deyince Amerika’da o dönemde Ermenilerin Türkiye’deki Ermenileri yönlendirdiğine dair görüşler var. 

Şöyle yönlendiriyorlar tabii silah açısından, ekonomik açıdan yönlendiriyorlar. Çünkü Ermenilerin Amerika’da teşkilatları var ve Amerika’nın şöyle bir özelliği var Ermeni teşkilatları açısından. Orada para çok. Amerika zengin bir kıta ve oradan para geliyor. Özellikle mesela misyonerleri var. 
Anadolu’daki Ermenileri kışkırtan büyük sebeplerden biri misyonerler. Biraz önce söylemiştim Amerika Avrupa kıtasıyla ve dünyanın geri kalanıyla 
ilgilenmedi fakat bu sefer misyonerleri vasıtasıyla ilgilendi. Yani diplomatıyla çok gitmedi, askeriyle çok gitmedi 

Amerikan vari bir yöntemle. 

Evet, misyonerini gönderdi. Amerika’da misyoner Amerika’nın hem iktisadî hem dinî açıdan temsilcisi hem de diplomatik açıdan. 

Hemde sivil gücü. 

Tabiî sivil gücü. Daha rahat operasyon yapabiliyorlar. Ermeniler de milliyetçilik duygusunu tadacaklardı. Araplardan Arnavutlardan ya da Sırplardan Yunanlılardan Ermenileri ayıran en büyük özellik neydi? Onlar hiçbir yerde çoğunluk oluşturmuyorlardı. Anadolu’da bir iki kasaba dışında çoğunluk değillerdi. En çok oldukları yer Bitlis yüzde 27 çıkıyor en fazla nüfusları. Yüzde 27’nin en kalabalık olduğu şehir de bile yüzde 77’ye nasıl tahakküm edebilir? 

Yani nasıl hâkim olabilir, böyle bir şey yok. Ama misyonerler onları bu havaya soktular bu arada İngiltere soktu Rusya soktu. Bu anlamda Ermenileri Bulgar örneği çok etkiledi. Çünkü Bulgaristan devlet olarak Rusya yardımıyla kurulurken Bulgarlar çoğunlukta değildi Türkler çoğunluktaydı yüzde 60’a yüzde 40’tı.Yeri gelip bazı şehirlerde yüzde 60 Bulgar yüzde 40 Türktü. Yani Rusya zorla orada bir devlet kurdurdu. 77-78 Osmanlı Rus harbinden sonra Türkleri, sürdüler, öldürdüler. Ermeniler bunu hep model almış, ama misyonerler de bu anlamda hem tetiklemişler hem bir takım fanatik duygulara itmişler. Tabiî bugün Ermeniler burada yoksa bunun sebeplerinden biri de Amerika’nın misyonerleridir. 



***

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Mehmed Âkif: Ne İçinde Sufîliğin Ne De Büsbütün Dışında

Mehmed Âkif: Ne İçinde Sufîliğin Ne De Büsbütün Dışında 


Mehmet Akif: Ne İçinde Sufîliğin Ne De Büsbütün Dışında 
A.Vahap Akbaş 

“ Modernist İslâmcı ” İddiası 

Bir görüşe ihtirasla bağlanmış, onu hayatlarının merkezine oturtmuş insanlar, bu görüşlerini, toplumun değer verdiği büyük insanları dayanak yaparak güçlendirmek, yaymak isterler. Bunun için çoğu zaman, tanık gösterdikleri kişinin hayatının ve eserinin kendi amaçlarına uygun olan kısmını görür, alır; gerisini görmezlikten gelirler. Mehmed Âkif’e de özellikle tasavvufla ilgisi bakımından, böyle yaklaşıldığı kanaatindeyim. 

Mehmed Âkif, hiç şüphe yok ki istikametini Kur’an-ı Kerim’e göre belirlemiş, İslâm’ın tevhid dini olduğunun bilincinde, samimi bir Müslüman’dır. 
Bu bilinçle Müslümanların birliğini savunmuştur. 

Ne var ki birlik içinde olmalarını arzu ettiği Müslümanların durumu, Müslümanlığın gerektirdiği özelliklerden çok uzaktır. İslâm, Âkif’e göre, 
Kur’an’ın vaz’ettiği hükümlerden, Asr-ı Saadet’teki saf şeklinden koparılmış, hurafelere bulandırılmıştır. Kader, tevekkül gibi kavramlara yanlış 
anlamlar verilmiş; bunlar cahilliğin ve tembelliğin mazereti haline konmuştur. Öyle ki “Azmin, sebatın, yerin, hayatın dini” olan İslâm’ı arar Âkif; 
“Ah o din nerde?”1 diye sorar. Safahat’ta Âkif’in bu halden yakınışını ifade eden çok mısra vardır. Fatih Kürsüsünde manzumesinden bir beyit: 

Bakın ne hâle getirmiş ki cehlimiz dîni, 
Hurâfeler bürümüş en temiz menâbi’ini 

Âkif’in, biraz da İslâm âleminin içinde bulunduğu zor zamanların tesiriyle şekillenen bu düşünceleri, Cemaleddin Efgânî, Muhammed Abduh gibi İslâm dünyasının geri kalmasınının sebeplerini dinin yanlış algılanmasına, toplumu tembellik ve meskenete yönlendiren hurafelere bağlayan; taklidin reddedilmesi, dini mevzularda aklın öncelenmesi fikirlerini savunan bir anlayışın mensuplarıyla büyük ölçüde örtüşmektedir. 

Bu örtüşmeyle beraber, Âkif’in bu hareket mensuplarından çeviriler yapması, Safahat’ın Asım bölümünde Efgânî ve Abduh’un bir diyaloguna yer vermesi ve bir yazısında.. uğradığı haksızlıklar karşısında Efgânî’yi savunması onun büyük bir kesim tarafından “modernist İslâmcı” olarak algılanmasına yol açmıştır. 

Bu görüş, tasavvufu “zühd, cezbe” gibi kavramlardan hareketle eleştirir. Onu din için bir tehlike olarak görür. Çünkü onlara göre, sufîler dünyadaki görevlerini yerine getirmiyor, İslâmı “güç ve hareket” yerine “pasif bir itaat” olarak öğreterek dine ve ahlâka zarar veriyorlar. 

Tasavvufa Karşı mıydı? 

Buradan hareketle birçok kimsede Âkif’in tasavvufa karşı olduğu gibi bir kanaat oluşmuştur. Bu kanaat, Asım’da geçen “Sürdüler Türk’e ‘tasavvuf’ diye olgun şırayı; / Muttasıl şimdi ‘hakîkat’ kusuyor Sıdkı Dayı!” mısraları ile de desteklenmeye çalışılıyor. Âkif’in özünden uzaklaştırılmış, hurafelere 
bulanmış bir İslâm’ı eleştirdiğini söyledik. Aslında bu eleştiri, yozlaşmış, bozulmuş bütün kurumlara yöneliktir. İçine edepsizlik girmiş edebiyatı da 
ve tabiî ki tasavvufu da kapsamaktadır. Nitekim yukarıdaki iki mısraın devamı şöyledir: 

Bu cihan boş, yalınız bir rakı hak, bir de şarab; 

Kıble: Tezgâh başı, meyhâneci oğlan: Mihrâb. 

Burada Âkif’in anlatmak istediği apaçıktır aslında. Yine de yakın dostları bu hususa açıklık kazandırma gereği duymuşlardır. Mahir İz, “Bir bakışta 
bu mısraların tasavvuf aleyhine yazılmış olduklarını zannedenler, aldanırlar. Bundan maksat hiçbir zaman olgun ve kâmil tarikat mürşitleri 
değildir” demektedir.2 

Eşref Edib de şunları söyler: 

“Tasavvufa verilen eşkâlin çok aleyhinde idi. İslâm’a, söylediği gibi görünmemeyi, gördüğü gibi söylememeyi öğreten, en fena telakki edilecek 
bir şeyin orasına burasına kulp takarak, iyi bir şeymiş gibi gösteren, şuur yollarını bozan, irade keskinliklerini körleten bu batınîler tasavvufuna hücum 
ederdi. Hakiki tasavvufu bunlardan ayırırdı. Mesela Gazali’nin kudreti önünde eğilir, Mevlâna’ya bayılırdı.”3 

Esasında Sebilürreşad çevresinin ve tabiatıyla Âkif’in bu konudaki görüşlerine açıklık getiren bir yazı Şemseddin Günaltay’ın Zulmetten Nura adlı eserinde yer almaktadır. Âkif’in övgü dolu bir takriz yazdığı bu kitapta yer alan Tekkeler ve Milletin Ruhuna Olan Tesirleri4 başlıklı yazıdır bu. 
Kitabın üçüncü baskısında bazı yazılar çıkarılmasına rağmen bu yazı küçük bir iki değişiklikle muhafaza edilmiştir. Âkif’in “İşte benim Şemseddin’im o kahraman yüreklerin biri”5 dediği Günaltay’ın buradaki görüşlerinin Âkif’in görüşleriyle örtüştüğü muhakkaktır. 

Bu yazıda, Doğu toplumlarında siyasî ve şahsî ihtiraslara zemin hazırlayan Batınî tarikat ve tekkeler, “şeyhlikten şevket tahtına yol bulan” sözde mürşitler eleştirilir. Söz konusu edilen İsmail-i Safevî ‘dir; Hasan Sabbah, Muhammed Ali Bâb, Börklüce Mustafa gibi şeyh taslaklarıdır. Yoksa gerçek sufîlere söylenecek söz yoktur. Şöyle der Günaltay: 

“Yüksek sânihaların mehbet-i ilhamı olan Cüneyd-i Bağdadî’ler, Rabiayi Adevîyye’ler ümmetin ruhuna ne kadar necib yüksek faziletler üflemeye 
çalışmışlardır. Huzur-ı irfanında büyük bir dâhiye: ‘Ben âlicenâbı övmek için ne diyeyim: Peygamber değil, lâkin kitabı var’ - Molla Cami - dedirtecek 
kadar beşeriyetin yüksek bir mertebesine yükselmiş olan Mevlâna Celâleddin-i Rumî’nin bir kısım insanların fikrî ve ruhî terbiyesine olan hayat bahşedici tesiri beş on satırla ifade edilemeyecek kadar geniş ve feyizlidir.” 

Tekkeler, zamanında “hassas ruhlar, fazıl beyinler, âteşîn kalpler, halûk ve necib simalar” yetiştirmiş, “millette içtimaî bir hayat” uyandırmış, toplumun 
irşadına hizmet etmişlerdir. Ancak Bektaşilik ve Yeniçerilik işi çığırından çıkarmış, “çilehaneler artık İsmail-i Ankaravî ve Şeyh Galib gibi 
âteşîn ve lâhutî aydınlık ruhlar” yetiştiremez olmuş. Eleştirilen de tasavvufun bu yozlaşmış şeklidir. 

Hakikî Tasavvufa Aşinalık ve Saygı 

Mehmed Âkif’i tanıyan, bilen, hakkında yazan herkes, onun herhangi bir tarikata mensup olmadığı, sufîce bir hayat yaşamadığı konusunda hemfikirdir. 
Vefatından kısa zaman önce kendisine sorular yönelten Nevzat Ayas’a bu konuda şunları söyler: 

“Annem çok âbid ve zâhid bir hanımdı. Babam da öyle. Her ikisisnin de dinî salâbetleri vardı. İbadetin vecdini, zevkini, heyecanını tatmışlardı. 

Pederim, Hacı Feyzullah Efendi’nin müridlerindendi. Nakşî şeyhlerinden olan Hacı Feyzullah, o zaman hayatta idi. Annemin tarikata intisabı yok. 
Babam bana tasavvuf telkîninde bulunmamıştır.”6 

Mithat Cemal Kuntay da “Âkif tekke müslümanı değil, cami müslümanıdır; onda cezbeden ziyade secde var” der.7 

Bütün bunlardan şuraya varıyoruz: Âkif, tarikata mensub bir babanın evladı olmakla beraber bir tarikata intisab etmemiş, sufîce bir hayattan 
uzak durmuş; ancak “Hakiki tasavvuf”un da aleyhinde bulunmamış, gerçek sufîlere hürmetkâr davranmıştır. 

O zaman şu sorular sorulabilir: Peki, tasavvufa tamamen kayıtsız mıydı? 
Dostlukları, okumaları, şiir ve yazıları bu konuda bize neler söylüyor? 

Âkif, ailesinden ve okuldaki hocalarından aldığı eğitimle yetinmemiş, dönemin birçok tanınmış şahsiyetinden de dersler alarak kendini yetiştirmeye çalışmıştır. Bu amaçla Şeyh Hüsâm Efendi’den tefsir, hadis ve Mesnevî dersleri alması, Mesnevîhan Esad Dede’den Mesnevî ve Gülistan, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi’den Vâridât’ı okuması8, onun tasavvufa duyduğu ilgiyi gösterir. Âkif’in sevdiği, çok değer verdiği dostlarının büyük bir kısmının da tasavvufla çok yakından alakalı olduğunu görüyoruz. “Sahabeden sonra en sevdiğim insandır” dediği ve bu muhabbetinden dolayı yanı başına defnedildiği Babanzade Ahmet Naim, Halvetî ve Melamî’dir. “Yâr-ı canım”, “üstad-ı hakîmim” dediği, en kederli zamanlarında bile yanında neşelendiği Ferit Kam da Mevlana muhibbi bir vahdet-i vücutçu-dur. Onu yazmaya ve yazdıklarını yayımlamaya zorlayan Âkif’tir. Kam’ın Dinî-Felsefî Sohbetler ve Vahdet-i Vücud adlı eserlerinin Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergilerinde yayımlanması da Âkif’in ısrarları sayesinde olmuştur. 

Dostlarından Mahir İz, Âkif’in mebusluk yıllarında Ankara’da her sabah kendisine geldiğini ve beraber Şeyh Sadî’nin Bostan’ını, tasavvufi bir eser olan Şems-i Mağribi Divanı’nı ve Harabat’tan Farsça müntehabatı okuduklarını; Âkif’in Hafız Divanı’nı Taceddin Dergâhı’nda bir hariciyeciye on sekizinci defa okuttuğunu söylemektedir.9 

Çok ilginç bir husus: Çok sevdiklerinden Asım Şakir, Âkif’le bir dergâhta tanışmış. Öğrencilik yıllarımızda, Beyazıt Çınaraltı’nda, Laleli’deki Koska 
Kıraathanesi’nde ve Karagümrük’teki Cerrahî dergâhında genellikle rahmetli Muzaffer Özak’ın sohbetlerinde Asım Bey’i de dinleme şansı bulmuştum. 
Bu sohbetlerde ona sık sık Âkif’le ilgili sorular sorulurdu. Böyle bir sohbette ondan tanışmalarının hikâyesini dinlemiştim. Bu hatırayı, daha sonra Beşir Ayvazoğlu’nun onunla yaptığı bir mülakatta da anlatır Asım Şakir.10 Ayvazoğlu’nun mülakatından aktarıyorum: 

“Efendim, Üsküdar’da bir Rüfaî tekkesi vardı. Şeyhi Hüsnü Efendi, sarışın olduğu için ‘Sarı’ lakabıyla anılırdı. Okumuş adamdı, şair adamdı. 

Âkif’le birbirlerini çok severlerdi. Bir gün tekkeye gittim. Meğerse yakın dostlarından Muallim Vahyî Efendi de Âkif’i alıp getirmiş. Mısır’dan gelmiş 
o sırada. Sık sık gidip geliyor. Ben onun geldiğini görünce, tanıyorum tabii, hemen toparlanıp ayağa kalktım. (…) Zikir esnasında, ben zikir halkasına 
girmem ama, biraz da Âkif’e gösteriş olsun diye Fuzûlî’den bir gazel okudum.” 

Âkif’in sevdiği, düşüncelerinden yararlandığı sufîler arasında Muhyiddin İbn-i Arabî, Feridüddin Attar, Yunus Emre, Gazalî, İbnü’l Farız, Osman Şems, Muhammed İkbal gibi isimler de var. 

Âkif, Prenses Emine Abbas’a yazdığı bir mektupta artık sözlü musikîden hazzetmediğini söyler, ancak Yunus ilahilerini istisna sayar. Son demlerine 
kadar Yunus ilahilerini hayranlıkla dinler. Yine şiirlerini büyük bir zevkle okuduğu Osman Şems, bir Kadirî şeyhidir. Bir mektubunda Mahir İz’den 
onun “Gözü dünya mı görür âşık-ı didâr olanın, döne döne…” diye başlayan şiirini ister. “Bu şiirin hatırımda ancak iki üç bendi kalmış. Lütfen tekmilini bana yazın gönderin” der. İbnülemin Mahmud Kemal’den Âkif’in bu şiiri ayakta okuduğunu ve okurken adeta mest olduğunu öğreniyoruz.11 
Muhammed İkbal için de Asım Şakir’e yazdığı bir mektupta şöyle der: “Şarkta yetişen urefa-yı sufîyenin bütün eş’arını okuduktan başka Almanya’ya giderek garp felsefesini adam akıllı hazmeden İkbal hakikat yaman şair.”12 

Mektuplarından, Âkif’in Mısır’da Mevlana’nın Mesnevi’siyle epey zaman geçirdiğini öğreniyoruz. Asım Şakir’e göre, Âkif Mesnevi’yi çevirmeyi 
çok arzu etmekteydi. Biraz yukarıda bahsettiğimiz mülakatta kendisine şöyle dediğini söylüyor: 

“Kur’an-ı Azimü’ş-şan tercüme edilmez oğlum. Keşke vaktim olsaydı da Mesnevi’yi tercüme etseydim.” 

Safahat’ta Tasavvuf 

Âkif’in tasavvufla ilişkisine dair görüş bildirenlerin, büyük çoğunlukla, onun yazı ve şiirlerini bu bağlamda ciddi bir incelemeye tabi tutmadıklarını görüyoruz. Toptancı bir hükümle, yazılarında tasavvufa hiç değinmediği, şiirlerinde ise “sufîyane neşve serpintilerinin pek seyrek” olduğu ifade edilmiştir. Bu “seyrek serpintiler”e örnek olarak da Tevhîd yahud Feryâd ve Safahat’ın son kitabı Gölgeler’de yer alan Secde ve Gece şiirleri örnek gösterilmiştir. Bu hükümler verilirken, Safahat’ın bütünündeki tasavvufî düşünüş ve duyuşlar, sufîce mecaz ve terimler, Âkif’in hayatındaki devreler, dost ilişkileri vs. göz önünde tutulmamış; daha çok Âkif’in tasavvufla bağdaştırılmayan dışadönük, aksiyoner görüşlerinden, onun aklı ve bilimi önemseyişinden, öncelikle cemiyetçi bir mücadele adamı olarak algılanmasından hareket edilmiştir. 

Nevzad Ayas, Âkif’i, uzun açıklamalar sonucunda “İslâmî rasyonalizme bağlı” modernistler arasında gösterdikten sonra, tasavvufla ilişkisi hakkında 
kısaca şöyle der: 

“Üstad’ın yazılarının, şiirlerinin mevzuu -çokluk- iş, hareket, faaliyettir. Şiirlerinde mutassavifane eda, sufîyane neşve serpintileri pek seyrektir. 
Tasavvufun ruhu olan ‘vahdet-i vücud’ akidesine temas eden şiirleri de çok değildir.”13 

Ayas, Tevhîd yahud Feryâd ve İnsan şiirlerinden birkaç mısra ile Secde ve Gece şiirlerini örnek olarak gösterir ve “Bu nümuneler Üstad’ın sadece mutasavvıf bir şair olduğuna hükmettiremez. Yalnız onun eski, yeni birçok şairlerimiz gibi sufîyane neşveye büsbütün kayıtsız kalmadığını gösterir” der. Buradaki “sadece” kelimesi şüphesiz Ayas’ın bu konuda temkinli davrandığının işaretidir. O da Eşref Edib’den naklen “Mısır’da iken son senelerde kendisini ibadete vermiş, Mesnevî ile meşgul olmuş” sözleriyle bahsi kapatma gereği duyar. 

Safahat, tasavvufî bir bakış açısıyla mercek altına alındığında, Âkif’in bu alandaki derinliğinin küçümsenmeyecek derecede olduğu ve bu derinliğin yalnızca üç dört şiire değil, şiirlerinin büyük bir çoğunluğuna nasıl içirildiği görülür. Âkif’e tasavvuf perspektifinden bakan Nurettin Topçu, Mehmet Demirci14, Mustafa Tatçı gibi konunun uzmanı düşünür ve araştırmacıların tespit ve görüşleri de bizi bu noktaya getirmektedir. 

Nurettin Topçu, Âkif’in, “Gölgeler’deki son şiirlerinde vahdet-i vücudun değilse de vahdet-i şühudun mertebesine” ulaştığı görüşündedir. Ona göre Âkif’te “mutlak varlığın temaşasına âşık olma” hasreti kendini çok daha önceleri hissettirmiştir. Hakk!ın Sesleri’ndeki “Tecelli etmedin bir kerre Allah’ım cemalinle” mısraı bu hasretin terennümüdür.15 

Mustafa Tatçı, Safahat’taki tasavvufî unsurlara daha teknik ve detaylı bir şekilde yaklaşıyor. Vahdet, vahdet-i vücud, kalb, vecd, istiğrak, ledün, insanî hakikat, zatî hakikat, nokta-i kübra, nüsha-i kübra, meyhane, şarap, saki, rind, Leyla, Mecnun gibi tasavvufla ilgili terim ve kelimelerin Âkif’in şiirindeki kullanımlarına örnekler veriyor, bu hususta açıklamalar yapıyor.16 

Bütün bu tanıklıklara, tespitlere bakarak, önce, başta da ifade ettiğimiz gibi, rahatlıkla Âkif’in tasavvufa karşı olmadığını belirtmek gerekir. Tam 
tersine, o, araştırmadan, bilmeden karşı çıkanları eleştirmektedir. Sırat-ı Müstakim’deki Hasbihal başlıklı yazılarından birinde, hakkında fikir sahibi 
olmadan tasavvufu panteizmle bir tutan, vahdet-i vücud diye küçümseyerek geçiştirmeye çalışanların halini ironik bir şekilde ortaya koyar. 
Muhatabına, “ Binlerce düşünen beyni ömürlerce uğraştıran anlaşılması zor meseleler böyle “ Vahdet-i Vücut” tamlamasıyla özetlenince işin içinden 
çıkılmış mı oluyor? Rica ederim siz tasavvufa dair bir eser okudunuz mu? ” diye sorar.17 Onun karşı çıktığı hurafelere bulanmış, özünden uzaklaşmış İslâmdır. 
Yozlaştırılmış tasavvuf da bunun içindedir. 

Sonra, aslında derin bir tasavvuf kültürüne de sahip olduğunu, hayatı boyunca sufi dost çevresi içinde yaşadığını ve eserlerinde tasavvufun izlerinin 
oldukça fazla olduğunu da kabul etmek gerekir. Tevhîd yahud Feryâd, İnsan, İstiğrak, Secde, Gece şiirlerinin vahdet-i vücud inancıyla örüldüğü 
su götürmez bir gerçektir. Özellikle Mısır’daki inziva yıllarında sufî duyuş ve düşünüşe daha fazla meylettiği anlaşılmaktadır. Bir mektubunda, Secde 
şiiri bağlamında Fuad Şemsi’ye söyledikleri de buna işarettir: “Hilkat cezbe-i ilâhiyyeye tutulmuş, haykırır, nara atar dururken, ben mabedinde 
mutekif Hacı Âkif Hazretleri huzur-ı hatır ve ferağ-ı bal ile ibadet edemiyorum demektir. Bütün dünyayı cezben istila etmiş sözünden niçin mânâ 
çıkaramadınız, bilmem? Cezbe mahlûkata, cazibe Hâlik’e aid olduğu için mi? İyi ya, hilkatte hükümran olan cezbe Allah’tan geldiği için onu Allah’a 
izafe etmek görülmemiş, binaenaleyh anlaşılmayacak bir şey mi?”18 

Bütün bunlara rağmen onun bir tarikata mensubiyetinin olmadığını, bilindiği anlamda bir sufî hayatı yaşamadığını da söylemek gerekir. Âkif, Tanpınar’ın şiirinden ilhamla söyleyelim: Ne içindedir sufîliğin ne de büsbütün dışında. 


DİPNOTLAR,


1 Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Altıncı Kitap: Asım. 
2 Mahir İz, Üstadım Mehmet Âkif, Haz.: Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 2011. 
3 Eşref Edib, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri, İstanbul 1938. 
4 Mustafa Kara, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, 3. Baskı, İstanbul 2010. 
5 Sebilürreşad, 9 Mayıs 1329, 16 Cemaziyelâhir 1331 (22 Mayıs 1913 ), C: 10, adet: 245. 
6 Nevzat Ayas, Mehmed Âkif-Zihniyeti ve Düşünce Hayatı, Eşref Edib, Mehmed Âkif-Hayatı eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 2010. 
7 Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, 4. Baskı, İstanbul 2005. 
8 Selami Şimşek, Mehmed Âkif ve Vahdet-i Vücud, Ay Vakti, Aralık 2011, sayı 135 
9 Mahir İz, a. g. e. 
10 Beşir Ayvazoğlu, Hafız Asım Şakir Âkif’i Anlatıyor, Gel Söyleşelim Cümle Geçen Demleri, İstanbul 2012. 
11 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1970. 
12 Eşref Edib, a. g. e.
13 Nevzad Ayas, a. g. e. 
14 Mehmet Demirci, Yahya Kemal ve Mehmed Akif’te Tasavvuf, İzmir 1993. 
15 Nurettin Topçu, Mehmet Akif, 3. Baskı, İstanbul 2006. 
16 Mustafa Tatçı, Edebiyattan İçeri, Ankara 1997. 
17 Sırat-ı Müstakim, 16 Haziran 1327, 3 Receb 1329 (29 Haziran 1911), C:6, adet: 147. 
18 İsmail Hakkı Şengüler, Mehmed Âkif Külliyatı, C. 9, İstanbul 1992. 


Kaynaklar 


Ayvazoğlu, Beşir, Hafız Asım Şakir Âkif’i Anlatıyor, Gel Söyleşelim Cümle Geçen Demleri, İstanbul 2012. 
Ayas, Nevzat, Mehmed Âkif-Zihniyeti ve Düşünce Hayatı, 
Demirci, Mehmet, Yahya Kemal ve Mehmed Akif’te Tasavvuf, İzmir 1993. 
Edib, Eşref, Mehmed Âkif Hayatı-Eserleri, İstanbul 1938. 
Edib, Eşref, Mehmed Âkif-Hayatı eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları, İstanbul 2010. 
Ersoy, Mehmed Âkif, Safahat, Altıncı Kitap: Asım. 
İz, Mahir, Üstadım Mehmet Âkif, Haz.: Ertuğrul Düzdağ, İstanbul 2011. 
Kara, Mustafa, Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, 3. Baskı, İstanbul 2010. 
Kuntay, Mithat Cemal, Mehmed Âkif, 4. Baskı, İstanbul 2005. 
İbnülemin Mahmud, Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, İstanbul 1970. 
Sebilürreşad, 9 Mayıs 1329, 16 Cemaziyelâhir 1331 (22 Mayıs 1913 ), C: 10, adet: 245. 
Sırat-ı Müstakim, 16 Haziran 1327, 3 Receb 1329 (29 Haziran 1911), C:6, adet: 147. 
Sırat-ı Müstakim, 13 Mayıs 1326, 17 Cemaziyelevvel 1328 (26 Mayıs 1910), C: 4, adet: 90. 
Şengüler, İsmail Hakkı, Mehmed Âkif Külliyatı, C. 9, İstanbul 1992. 
Şimşek, Selami, Mehmed Âkif ve Vahdet-i Vücud, Ay Vakti, Aralık 2011, sayı 135 
Tatçı, Mustafa, Edebiyattan İçeri, Ankara 1997. 
Topçu, Nurettin, Mehmet Akif, 3. Baskı, İstanbul 2006 

***