29 Haziran 2013 Cumartesi

Türkiye Televizyonlarının yapamadığı haberi Nasr tv yaptı


Türkiye Televizyonlarının yapamadığı haberi Nasr tv yaptı





https://www.youtube.com/watch?v=2FD_ZHBA7xg

5 Nisan 2013 Cuma

Kafeste Son Tango


Kafeste son tango




5 Haziran 1999 / ERHAN BAŞYURT

PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Suriye'den çıkarıldığı, İtalya ile sıcak günlerin yaşandığı dönemde, Arap dünyasının saygın gazetelerinden al—Hayat'da ilginç bir makale dikkat çekiyordu.
Gazetenin Suriye muhabiri İbrahim Hamidi tarafından kaleme alınan yazıda, Abdullah Öcalan'ın daha önce Suriye'nin iddialarının aksine Şam'da ikamet ettiğini ima etmek için 1 Eylül 1998 tarihinde tek taraflı ateşkes ilanı ile ilgili basın mensuplarıyla yaptığı toplantı anlatılıyordu. Hamidi, toplantıdan bir de ilginç anekdot sunuyordu okurlarına: Öcalan'a, kendi geleceği ile Fransa'da yargılanmakta olan meşhur terörist Çakal Carlos arasında bir benzerlik kurup kurmadığını soruyor Hamidi. Öcalan ilk önce bu soruyu anlamıyor, PKK ile Çakal Carlos arasında bir ilişki bulunmadığını belirtiyor. Hamidi soruyu tekrarlayınca, bu defa neyin kastedildiğini anlıyor ve kesinlik ifade eden bir üslûpla "Türk yargıçları bizi asla yargılayamayacaklar" cevabını veriyor.

Öcalan, 31 Mayıs'tan beri "Bizi asla yargılayamayacaklar" dediği Türk yargıçlarının önünde, üstelik yargılanma metodu da en çok, Çakal Carlos'un yargılanmasına oranla daha özgür olduğu için takdir topluyor. Üstelik Sudan tarafından Hartum'da Fransız güvenlik güçlerine teslim edilen ve uçakla Paris'e getirilen Carlos ile Kenya'da Türk yetkililerine teslim edilen ve uçakla Bandırma'ya getirilen Öcalan'ın yakalanma süreçleri de garip bir şekilde birbirine benziyor.

Öcalan ve sempatizanları yakalanmanın şokunu yaşarken, bizler de Öcalan'ın daha uçaktayken başlayan rahat ve net açıklamalarının şaşkınlığını yaşıyoruz. 15 yılda 30 bin insanın ölümüne sebep olan Öcalan'ın adeta dili çözülmüş, uçakta söylediklerinin benzerini kurşun geçirmez cam kafesin ardından da pek farksız sözlerle tekrarlıyor: Pişmanım... Özür dilerim... Hizmete hazırım...

Aslında Öcalan duruşmanın ikinci gününden itibaren, ilk tutuklandığı günlerde İmralı'da sivil DGM savcılarına yaptığı açıklamalardan pek de farklı açıklamalar yapmıyor. O zaman da örgütün kurucusunun kendisi olduğunu, dolayısıyla bütün eylemlerin sorumluluğunu üstlendiğini söylemişti, duruşma salonunda da bunu tekrarladı. O zaman da her eylemin sorumluluğunu üstlenirken, örgüte tam hakim olamadığını, bir çok eylemin bölge sorumlularının kendi inisiyatifi tarafından gerçekleştirildiğini, aslında kendisinin buna karşı çıktığını, ama engelleyemediğini iddia etmişti, şimdi de.

Öcalan, örgütün yurt dışı bağlantıları ile ilgili olarak da DGM savcılarına verdiği ifadeden pek farklı bir şey söylemedi, duruşmalarda. Suriye ve Yunanistan PKK'nın baş hamileri arasında yer alırken, İran ve Ermenistan'ın örgütle ilişkilerinin sanıldığı kadar ileri olmadığını, buna karşılık bir çok Avrupa ülkesinin pasif destek sağlamakta bu ülkelerin çok ilerisinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Örgütün finans ve silah desteğinin nasıl sağlandığını da anlatan Öcalan, devletle aralarında kurulan temaslar hakkında da geniş bilgileri tekrarladı...

Bütün bunlara rağmen, Öcalan'ın duruşmada dile getirdiği ama basına tam yansımadığı için pek irdelenmeyen çok daha önemli bir şey vardı duruşmalarda: Öcalan'ın yazılı savunması. Öcalan, ilk gün duruşmasının öğleden sonraki kısmında vermek istediği siyasal mesajı, bu yazılı savunmada toplamış. Ağır psikolojik durumu sebebiyle hafıza değişikliğinin olduğunu ve bu nedenle ifadelerinde bazı kopukluklar bulunabileceğini söyleyen Öcalan'ın, yazılı savunması bu sebeple daha da önem kazanıyor. İrticalen yaptığı sözlü savunması ile karşılaştırıldığında da daha oturaklı olduğu görülüyor.

"İsyan dönemi bitmiştir"

"Varılan en önemli sonuç; artık tarihi olarak isyanlar dönemi sona ermiştir ve ermek zorundadır... Sorunların çözüm dili isyan veya devrim olamaz. Barış içinde anayasal evrim yolu geçerlidir" diyen Öcalan, "Demokratik bir toplumda yetişmiş ve büyümüş olsaydık, hiç böyle isyan olur muydu? Kendini bile yasaklanmış bulan, ağzından çıkan sözü ana dilinden suçluluk telaşı ile gizlemeye çalışan bir insandan her şey beklenir... Yaşadığım halk gerçekliği bu. Hatta bir alternatif olarak ezici bir kısmı Türkleşmişse bu halkın suçu olamaz. Kaldı ki bu yöntemin de çağdaş olmadığı, böyle zorla yürümeyeceği de ortaya çıkmıştır. O halde hatalar karşılıklı büyümüş..."

Öcalan, kendince başvurdukları yolun sebeplerini ve hata oluşunu bu şekilde ortaya koyduktan sonra, "İki halkın tarihini, siyasi, ekonomik durumunu anlayanlar, parçalanmanın olmayacağını bilirler. Etle—tırnak gibi iç—içe geçmişlerdir" yorumunda bulunuyor. Başlangıçta "Bağımsız Kürdistan" hayalinde olan Öcalan, bu görüşten çark etmesinde 1993 yılına kadar TSK'nın PKK'ya karşı yürüttüğü etkili mücadelenin de rol oynadığını ifade ediyor bir başka yerde. Israrla vurguladığı bölünmenin bir çözüm olmadığını ise, şu çarpıcı ifadelerle anlatıyor :

"Bağımsızlık aleyhimize"

"Bağımsızlık ve özgürlüğün hem birey için hem de halk için koşullar gereği, ancak Türkiye'nin bütünselliği ve Cumhuriyet'in demokratik yapılanması içinde gerçekleşebileceğini belirttim... Bilimsel ölçüler içinde bakıldığında dört taraftan kabul edilmeyecek komşularla çevrili, ağırlıklı olarak dağlık bir coğrafyada, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi olarak çok bölünmüş, ağır feodal değer yargılarıyla ve daha bir alfabeye bile sahip olmayan, nüfusun daha büyük kısmı metropollerde çalışan Kürt toplumu için devlet iddiasında bulunmak bu nedenlerle gerçekçi olamaz. Kaldı ki gerek son iki yüzyıllık tarih tecrübesi ve en son PKK isyanı mevcut askeri güç dengesi altında da ayrılık yönünde sorunun daha da ağırlaşacağını ortaya koymuştur. Bu yöntemle taraflar zorlanır, büyük acı ve kayıp yaşarlar. Ama ne ayrılma gerçekleşebilir ne de sorun yok edilebilir. Hastalık daha da ağırlaşarak devam eder. Hastalığı ne hastayı yok ederek tedavi etmek mümkündür, ne de ana öğesi olduğu bütünden yani devletten ayrılmakla parça, tedavi şansına sahiptir."

Öcalan savunmasında "Bu bilince 1973'te sahip olmak isterdim. O zaman bu yöntem izlenmezdi" diyerek, "Tüm isyanlar içerisinde acımasızlıklar vardır, bastırmada da vardır. Ama, en büyük tesellimiz bunu gerçekten Cumhuriyetimizin sürekli ağrıyan bir hastalığı olmaktan çıkarmak, sağlıklı bir parçası ve barış gücü haline getirmektir. Halkımızın buna ekmek, su kadar ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Cumhuriyete karşı borcu, demokratik birlik dışında ödeme yolu yoktur" sözlerine de yer veriyor. Öcalan, yazılı savunmasını bu şekilde yaptıktan sonra da, özürle başladığı sözlü savunmasında, sorunun çözümü için de kendince bir formül öneriyor. Başka bir deyişle, kendi canının kurtarılması karşılığında, terörü bitirmeyi masaya yatırıyor ve yıllardır uğrunda verdikleri mücadelenin hedeflerini minimize ederek, şöyle formüle ediyor: "Bana bir kanal açın, PKK'yı üç ayda dağdan indireyim."

"Devletin de duyarlılığının bu yönde olduğunu biliyorum. PKK'nın dağdan indirilmesini istiyorum ve bu amaçla çalışmak istiyorum" diyen Öcalan, bunu yapmanın şartı olarak da "PKK'nın devlete karşı olmamasını, yasal bir konuma girmesini istiyorum. Bir af yasası, bir izin gibi şeylerin düşünülmesini istiyorum" şeklinde konuşuyor. Bunu da kendince, "PKK'ya sesleniyorum. Sizi yanıltan ben, hiçbir baskı altında kalmadan söylüyorum. Bizi koruyacak olan demokratik devletin çatısıdır. Ben bunu gördüm. Bu döneklik yaptığım anlamını taşımaz. PKK'lılara diyorum ki, niye silahla savaşıyorsun, düşünce varken" sözleriyle yorumluyor. Başka bir deyişle Öcalan'ın PKK'yı dağdan indirmesinin ilk şartı, bir af yasasının —pişmanlık yasası gibi— çıkarılması ve PKK'nın legalite kazanması.

Dil de önemli değil

Öcalan'ın pazarlık masasına sürdüğü ikinci şart ise, "kültür ve dil özgürlüğünün sağlanması". Türkiye'de düşünce ve siyasal özgürlüğün mevcut olduğunu belirten Öcalan, "Olan bir şeyi niye isteyeyim. Sadece dil ve kültürel varlık problemdir. Türkiye'nin bütünlüğü önemlidir" diyor. Bir uzman, Öcalan'ın kültürel varlık ile tv, radyo gibi şeyleri kastettiğini, dilin eğitim dili olması gibi hususlardan rahatlıkla taviz verebileceğini belirtiyor. Kaldı ki Öcalan, üçüncü gün sorgulamasında Kürtçe'nin yasaklanmasının yanlışlığının görülüp, bu yasağın kaldırıldığının hatırlatılması üzerine, "Doğru. Mesele çözüm yoluna girmiştir. Bundan sonra isyan yanlıştır" diyerek bu tavrı ortaya koymuştur.

Öcalan'ın bu teklifleri, değerlendirilir ya da değerlendirilmez. Ancak yıllardır bölgeyi kan gölüne çeviren bir örgüt liderinin tespit ve önerileri olması ve Öcalan'ın bilgi ve beyin arkaplanını göstermesi açısından önemli. Konuşurken karizmatik olmasa da, aslında istediği şeyleri formüle edebilmiş, savunmasını bir nevi siyasi platforma çekebilmiş durumda. Peki, Öcalan gerçekten de örgüt üzerinde hakim mi? İstese tüm örgütü üç ayda dağdan indirebilir mi? Kaldı ki, Öcalan bizzat kendisi bir taraftan örgüt üzerinde halen hakim olduğunu söylerken, diğer taraftan örgütün tüm faaliyetlerine hakim olmadığını söylüyor.

PKK'yı yakından takip eden akademisyen Doç. Dr. Ümit Özdağ, Öcalan'ın halen örgütte tek lider olduğunu belirtiyor. Özdağ, Öcalan'dan sonra PKK'nın Başkanlık Konseyi'nin toplandığını, yeni bir lider çıkarmak yerine, Öcalan döneminde aktif olmayan konseyi hayata geçirdiklerini, ancak Öcalan'ın "esir lider" olarak konumunu koruduğu iddia ediyor. Özdağ, Öcalan'ın ilk tutuklandığı dönemlerde yaşanan şiddet eylemlerini, avukatları aracılığıyla durdurmayı başardığını da belirtiyor. Avrupa kanadının Öcalan'dan gelen "şiddeti durdurun" direktiflerini hemen uygulamaya soktuğunu, Konsey'in ise buna başlangıçta ayak dirediğini, ancak gelen direktifler sebebiyle onların da uyduğunu belirtiyor.

Özdağ, Öcalan'ın yokluğunda toplanan 6'ncı PKK Kongresi'nde eyalet sisteminden, yeniden 13 kişilik timlerden oluşan saha komutanlıkları sistemine dönüldüğünü, bunun da örgüt içerisinde karizmatik bir lider alternatifinin bulunmamasından kaynaklandığını söylüyor. Konsey'in Öcalan'ın direktifleri doğrultusunda, saldırı tipi eylemlerini durdurduğuna dikkat çeken Özdağ, halihazırda "aktif savunma" olarak adlandırılan yöntemle ancak sıcak temaslarda çatışmaya girildiğini kaydediyor.

Öcalan'ın yaptığı bu silah bırakma çağrılarını da içeren savunma hakkında Konsey'in avukatlar sayesinde önceden haberdar olduğu, ancak şiddetle karşı çıkmalarına rağmen bunu Öcalan'a kabul ettiremediklerini vurguluyor, Özdağ. Devletlerin uzun vadeli yüksek çıkarlarının dikkate alınması halinde, Öcalan'ın kendi canı karşılığında ortaya sürdüğü bu pazarlığın, terörün bitirilmesi için "Berzenci Hadisesi"nde olduğu gibi kullanılabileceğini belirtiyor.

Özdağ'ın bu tespitlerini, PKK Başkanlık Konseyi'nin 3 Haziran'da örgütün yayın organı Özgür Gündem'de çıkan açıklaması da destekliyor. Konsey açıklamasında şöyle diyor: "Genel Başkanımızın büyük bir özveriyi yaşayarak Türkiye Cumhuriyeti devletine sunduğu bu çözüm imkanı Türk ve Kürt halkları arasındaki barış ve kardeşliğin tek doğru yoludur ve tüm dünya halklarının çıkarına olan da budur. Tüm parti örgütümüz yüksek bir birlik ve örgütlülük içinde Genel Başkanımızın yürüttüğü bu tarihsel çabalara bağlıdır ve bütün gücüyle desteklemektedir."

Bu durumda, "Bana bir kanal açın bütün bunları başarayım, ancak bunları yapabilmem için hayatta olmam lazım" diyerek, idamı halinde akan kanın durmayıp, daha da artacağı tehdidinde bulunan Öcalan'ın ortaya attığı bu "can pazarlığı" daha çok tartışılacak gibi. Ancak, bazı uzmanlar böyle bir pazarlığın hayata geçirilebilmesi için, mevcut hükûmetten daha iyi bir alternatifin olmayacağını belirtiyorlar. 28 Şubat kararlarının ancak RP'nin bulunduğu bir hükûmet döneminde çıkartılabileceğine atıfta bulunan uzmanlar, böylesi bir tarihi imkanın da ancak DSP ve MHP gibi milliyetçi partilerin yer aldığı bir hükümet döneminde hayata geçirilebileceğini belirtiyorlar. Bakalım "asrın davası" olarak nitelenen Öcalan duruşması, Öcalan'ın can pazarlığında "asrın dönemeci" haline getirilebilecek mi? Belki de Öcalan uçakta iken söylediği: "...devlete hizmete hazırım... büyük hizmetler göreceğimi hissediyorum" şeklindeki sözleri ile de daha baştan itibaren bunu kastediyordu!



http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-5143-kafeste-son-tango.html

..

12 Ekim 2012 Cuma

SURİYE YALANI

SURİYE YALANI

AYRINTILAR AMACI ORTAYA ÇIKARIYOR. "SAHİPSİZ VATANIN BATMASI HAKTIR, SEN SAHİP ÇIKARSAN BU VATAN BATMAYACAKTIR." MEHMET AKİF ERSOY

MİLLİCİ-CİDDİ ADAMLAR: SURİYE YALANI:

8 Ekim 2012 Pazartesi

'' ADALET HANIM KÖTÜ YOLA DÜŞTÜ !'' GENEL AF GÜNDEME GELİR Mİ ?

'' ADALET HANIM KÖTÜ YOLA DÜŞTÜ !'' GENEL AF GÜNDEME GELİR Mİ ?


SERDAR ANT YAZILARI

http://bellek2009.blogspot.com/2012/09/genel-af-gundeme-gelir-mi.html
BELLEK: GENEL AF GÜNDEME GELİR Mİ?

5 Ekim 2012 Cuma

OKTAY VURAL SURİYE TESKERE KONUŞMASI


OKTAY VURAL  SURİYE  TESKERE KONUŞMASI




4 Ekim 2012 Perşembe

ÜLKE ŞAMAR OĞLANI OLDU !

ÜLKE ŞAMAR OĞLANI OLDU !




http://www.hakveesitlik.org.tr/ulke_samar_oglani_oldu/

Aldous Huxley Sözlerinden Seçmeler


Aldous Huxley Sözlerinden Seçmeler


* Bundan 20 yıl sonra yaptıkların değil yapamadıkların için üzüleceksin. Dolayısıyla halatları çöz. Güvenli limandan uzaklara yelken aç. Rüzgarı yakala araştır düşle keşfet.



* Düşün onları seyredecek birileri olmasaydı kaç kişi Mercedes otomobil alırdı.



* Bilimde ve güzel sanatlarda en üstün başarılar tek başlarına çalışan kişiler tarafından elde edilmiştir. Hiçbir parkta bir kurul için dikilmiş bir anıt yoktur.



* Yapabileceğin kadar söz ver. Sonra söz verdiğinden daha fazlasını yap.



* Oturarak başarıya ulaşan tek yaratık bir tavuktur.



* Dertlerini gözyaşlarında boğmak isteyenlere dertlerin yüzme bildiğini söyle.



* Dalın ucuna gitmekten korkma. Meyve oradadır.



* Büyük adam büyüklüğünü küçük adama davranışıyla gösterir.



* Şans bukelamun gibidir. Biraz zaman tanı mutlaka değişecektir.



* "Tarihte en etkili 100 kişi" adlı kitabı okudum. Onların hepsiyle ortak olduğumuz tek şeyin zaman olduğunu hayretle gördüm.



* Günün sonunda kendini bir sokak köpeği kadar yorgun hissediyorsan bu belki bütün gün hırladığın içindir.



* Başlamak için en uygun zamanı beklersen hiç başlamayabilirsin. Şimdi başla! Şu anda bulunduğun yerden elindekilerle başla.



* Gülümsediğinde güzelleşmeyen bir yüz hiç görmedim.



* Kimi zaman içindeki o sessiz sese uzmanlardan daha fazla güven.



* Aerodinamik yasalarına göre o tombul ve tüylü arının hiç uçmaması gerekiyordu. Herhalde bunu ona hiçkimse söylemedi ki uçuyor.



* Zamanlarının büyük bir kısmını para kazanmak ve saklamakla geçiren insanlar sonunda en çok istediklerinin satın alınamayacak şeyler olduğunu anlarlar.



* Öteki insanlardan daha akıllı ol. Yalnız bunu onlara söyleme!



* Mutlu olmanın en garantili yolu bir başkasını mutlu etmektir.



* Hayatta ya tozu dumana katarsın ya da tozu dumanı yutarsın.



* İyi çalışan sık gülen ve çok seven başarıyı elde eder.



İnsanin tum evrende kesin olarak duzeltebilecegi tek bir sey vardir: kendisi.





Kaynak: http://www.emoturkey.com/f194/aldous-huxley-sozlerinden-secmeler-205850.html#ixzz28KLnYAmg
Google

26 Eylül 2012 Çarşamba

13 Mayıs 1277, Türkçe'mizin resmi dil olarak kabulünün 735. yılı ve Türk Dil Bayramı'mız kutlu olsun...

TÜRKÇE DİL BAYRAMIMIZIN 735 YILI KUTLU OLSUN..




http://www.facebook.com/photo.php?fbid=350217795069791&set=a.335247323233505.76450.100002447203370&type=3&theater



. 13 Mayıs 1277, Türkçe'mizin resmi dil olarak kabulünün 735. yılı ve Türk Dil Bayramı'mız kutlu olsun...

20 Eylül 2012 Perşembe

Valilere Zırhlı Mercedes’ler Yerine Mehmetçiğime Zırhlı Araçlar Alsanız Olmaz Mı?.. - Amerikali Turk

Valilere Zırhlı Mercedes’ler Yerine Mehmetçiğime Zırhlı Araçlar Alsanız Olmaz Mı?..


12345 September 19, 2012 11:45 AM

TÜRK vatandaşı her gün ana haberleri izlerken şu düşünceyle televizyonun karşısına oturuyor: “İnşallah bugün şehit haberleriyle karşılaşmayız. Artık canımıza tak dedi. Bu kadar şehidimiz törenlerle anılırken, ailelerinin acı feryatları bizi de fena halde üzmekte. Bugün ölüm haberleri almazsak kendimizi çok şanslı sayacağız...”



İşte Türkiye’de yaşayan milyonlarca insan bu düşünceyi sürekli beyninde taşıyor. Sürekli kendini dinliyor ve “Acaba bugün şehit var mı?” sorusunu dahi aklına getirmek istemiyor. Ama ne olursa olsun şehit olmayan bir tek gün geçmemeye başladı.



Türkiye’de ve dışında yaşayan, Türk bayrağına olan muazzam sevgi bağlılığıyla kendini Atatürk ve demokrasi kavramlarıyla yoğuran halkımız, bir yerde kara kara düşünmekte. Ve kendi kendine şu soruları sormaktadır:



– “Nereye gidiyoruz?..”



– “PKK terör örgütü nasıl oluyor da bu kadar rahat bir şekilde ana caddelerimize inerek biricik evlatlarımız ve canımız Mehmetçiğimize kurşun sıkabiliyor?..”



– “Güney ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizin en kritik yerleri olan yörelerimizde teröristler neden böylesine rahat hareket edebilmekte?..”



Bu sorular bizi düşündürüyor. Çünkü alınan sonuçlar bizi bu soruları sormaya yöneltiyor. Ülkemizde demokratik yapılanmayı bir türlü hazmedemeyenlere karşı gösterilen aşırı demokratik davranış, bize göre yanlış olmaya başladı.



Bu yanlışlığın düzeltilmesi için derhal Meclisimiz toplanmalıdır. Toplanması ne bir terör örgütünün avantajınadır... Ne de terör örgütünün isteğidir... Bilakis Meclisimizin toplanması, terör örgütünü korkutmalıdır. Çünkü bu toplanmadan doğacak sonuç, eli kanı terör örgütü PKK’yı bitirme planı için alınacak adımlar olabilir ve olmalıdır da.



Ama gelin görün ki ne Meclis toplanmaktan bahsediyor ve ne de vekillerimiz bu konu üzerinde çalışmalar yapıyor. Sadece parti liderleri terör konusunda tam yetkili ve etkili bir şekilde konuşuyor ve stratejileri de onlar belirliyor.



HEPAR LİDERİNİN TECRÜBELERİNDEN NEDEN FAYDALANILMAK İSTENMEZ?..



İktidarımız elinden geleni yapmaya çalışıyor. Bunu anlayabiiliyoruz... Ama terör örgütüne yönelik bir kurtuluş planı üretenlere neden önem verilmiyor?..



Anlamak mümkün değil.



Bir defa HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu, terör konusunda uzman bir komutanımız. Onun, sadece kağıt üzerinde fikir yürüterek terör örgütüne karşı savaşmadığını... Bilakis, dağlarda, terör örgütüne karşı savaşarak Türkiye’ye tecrübe kazandırdığını söylememiz yalan olmaz.



Ayrıca, Pamukoğlu’nun çıktığı televizyon programlarında siyasi sorunlardan... Ekonomik göstergelerden... Ve dış gelişmelerden çok... Terör örgütüne karşı “Ne yapılabilir?” sorularıyla karşılaşmıştır. Her konuda tecrübesi olan Pamukoğlu’nun haliyle terör konusundaki tecrübesi de Mehmetçik için devreye girmiş ve kurtuluş planını tek tek açıklamıştır.



Ama nedense Pamukoğlu söylediğiyle kalmış... Bir türlü “Ne yapılması gerekir”i tek tek açıkladığı halde harekete geçirtemediği devletin siyasi yapısını bizlere daha iyi yansıtmıştır.



NEDEN KANDİL’İ YOK ETMİYORSUNUZ?.. NEDEN ASKERLERİMİZİ HELİKOPTERLE TAŞIMIYORSUNUZ?..



Bize yansıyan şey, Kandil’in kandilini neden söndürmek için harekete geçemediğimiz olmuştur. Çünkü bu kadar ölüm kalım savaşı verilen bir ülkenin rahatsızlık duyduğu adres belliyken, neden o adresin yok edilmediğidir...



Türk milleti, Ordumuzun bu çapulcu takımına karşı savunmasız gibi gözükmesini kabullenemiyor.



Neden mi savunmasız?..



Anlatalım:



Daha düne kadar bölgede sekiz valimize özel zırhlı jip alınıyor.



Neden?



Can güvenliği için.



Zaten buna bir şey diyen yok. Tabii ki alınmalı. Evet ama valilerimiz o zırhlı jiplerle görevleri gereği seyahatlerini güvenli şekilde yaparlarken... Neden Mehmetçiğimize bu tür zırhlı jipler ve ağır taşıtlar alınmaz?..



O bölgelerde bir yerlere gidecekleri zaman, neden Mehmetçiğimize helikopter(ler) tayin edilmez?..



Düşünebiliyor musunuz?..



Alınan jipler, zırhları gereği başta mayın olmak üzere birçok saldırılara karşı dayanıklı olarak yapılmış...



İnsanın aklına şu soru(lar) da geliyor:



1– Şehit yolunda, asfaltta mayın tarama aletleriyle yaya yürüyen Mehmetçiğimizin, neden bu tür jiplerle daha güvenli bir şekilde ilerlemeleri sağlanmaz?..



2– Neden aynı şeyler tekrarlanıp durulur?..



ORHAN PAMUKOĞLU’NUN FAKTÖRÜ İŞTE BURADA KARŞIMIZA ÇIKIYOR...



Bu soruları düşünürken değerli siyaset adamı Pamukoğlu’nun özetleyebileceğimiz şu konuşmaları gelmişti aklımıza: “...20 bin kişiyi 4 gruba ayıracağım... Genç generaller vereceğim... 20 bin kişiden oluşan muazzam özel ordumu o bölgeye boşalttığımı düşünün...”



Yani “Bundan neyi anlamak lazım?” derseniz, buna verilecek cevabımız şudur: Pamukoğlu, 20 bin kişilik özel ordusuyla Güney ve Güneydoğu bölgemizin şehirlerinden Kandil’e doğru kara harekatıyla sınıra doğru hareket etmeye başladığında... Ne aralarda bir boşluk oluşacak... Ne de bu boşluklardan çıkacak herhangi bir terör örgütünün elemanları yaşayacak...



Çünkü 20 bin kişilik ordunun şehir bölgesinden hareketle sınıra doğru hareket ettiğinde, önüne ne çıkıyorsa hepsini görecek... İmha edecek... Yaşam alanlarını yok edecektir...

Tabii Pamukoğlu’nun anlatımları ve savaş stratejik sanatı askeri açıdan farklı bir şekildedir. Ama nedense Pamukoğlu’nun bu stratejisini... Bölgeyi iyi tanımasını... Dağların seceresini iyi bilmesini... Karakolların stratejik yanlış konumlarını... PKK’nın siyasi yapılanmasını iyi analiz etmesini onaylamayanlar var. Oysa Pamukoğlu’nun televizyon programlarında ve basın kurumlarında çıkan röportajlarındaki ifadelerini okumamız bizlere önemli bilgiler vermiştir. Bunu rahatlıkla söyleyebiliriz.



Eğer “Kandil yok edilsin” diye yola çıkanlar olursa... İşte o zaman şu soruyu onlara sormak gerekir:



– “HEPAR Genel Başkanı Pamukoğlu, “20 bin kişilik özel bir orduyla Kandil’i yok etmek gerekir” derken... “Ortadoğu’da oynanan oyunlarına” dikkat çekerken... Amerikan ve İsrail oyunlarının “Türkiye’yi yıkma aşkı bitmeyecek şekilde devam ediyor” derken neredeydiniz?.. Mehmetçik için “Hayati planlar yaparken” neredeydiniz?..



Görünen odur ki, Türkiye’de siyaset manevraları partilerin ve genel başkanların politik malzemesi olmuş durumda. Bundan kurtulmak için ya “Acilen Anayasa’ya terör maddesine idam cezasını getirerek” asayişin sağlanması için bir adım atacaksınız... Ya da cumhurbaşkanının parti liderlerini derhal toplayarak acil önlemler için strart vereceksiniz... Çünkü bunlar, olması gereken acil ve önemli kararlardır.



Eğer Anayasaya ağırlaştırılmış terör yasası getirilirse, işte o zaman Mehmetçiğimizin hayati konumu daha bir korunmuş olacaktır.



Peki “Nedir o yasa?” denilirse...



Hemen açıklayalım: Örneğin Anayasa’daki terör yasası şöyle olsa fena mı olur: “Türkiye Anayasası gereği olarak herhangi bir terör örgütüne destek çıkanlar ister “milletvekili” olsun... İster “Kamuda çalışanlar” olsun... İster “sivil toplum örgütlerinde” olsun... İster “esnaf ve sanatkarlar” olsun... Kim olursa olsun dokunulmazlıkları (eğer varsa) derhal kaldırılarak gereken cezaya çarptırılacaktır...”



İşte o zaman konuşanlar konuşmalarına... Yürüyenler yürüyüşlerine... Mitinglerde halkın mallarına zarar verenler hareketlerine dikkat edeceklerdir... Yeter ki bu kararlı adım atılsın. Yok eğer atılmazsa esnafın mallarına zarar vermeleri insafsızca devam eder. Artık bunların önü alınmalıdır. Caydırıcı politikalar yasalarla derhal hayata geçirilmelidir.



ŞEHİRLERDEKİ KÜRT SİVİL TOPLUM ÖRGÜTLERİ NEDEN TERÖRE KARŞI YÜRÜYÜŞ YAPMAZLAR?..



Türkiye, Türk’üyle - Kürt’üyle barış içinde yaşamaktadır. Büyük kentlerde ve Anadolumuzun güzel şehirlerinde ticari ve esnaf olarak yaşayan ve çalışan Kürt vatandaşlarımız teröre karşı neden birlikte hareket etmezler?..



Neden, “PKK kahrol... Defol git hayatımızdan... Ben Türkiye topraklarında barış içinde hayatımı yaşıyorum. Sen her zaman olduğu gibi, bugün ve yarın da beni asla temsil etmiyorsun... Seni tanımıyoruz” demezler?..



Neden, “Mehmetçiğimiz bizim canımızdır. Onlar olmadan bizler bu topraklarda bir hiçisiz. Asla Türkiye’yi bölemeyeceksiniz... Asla kürdistan hayaliniz bu topraklarda gerçekleşmeyecek... Asla BOP planını bu topraklarda gerçekleştirmek isteyenlerin oyunlarına gelmeyeceğiz...” demezler?..



Bunu kendi kendilerine sormalılar... Eli kanlı terör örgütünün tuzağına asla düşmemeliler... Bölgede yaşayan Kürt vatandaşlarımızın PKK tehditlerine boyun eğmemeleri için... Onlara cesaret ve yapılması gerekeni hatırlatmak için... Terör örgütüne karşı tek ses olup yürüyüş yapmalılar...



Bu, o kadar zor olmamalı...



Ne dersiniz?..




Valilere Zırhlı Mercedes’ler Yerine Mehmetçiğime Zırhlı Araçlar Alsanız Olmaz Mı?.. - Amerikali Turk

15 Eylül 2012 Cumartesi

Her Biri Birer Tayyip Erdoğan Olma Çabasında

Her Biri Birer Tayyip Erdoğan Olma Çabasında

Levent Gültekin Tarih:13/09/2012


AK Parti’ye politik destek veren gazetecilerin tutumları gazeteciliğe pek yakışmıyor.
Bazen AK Parti’yi ve Başbakan Erdoğan’ı ‘koruma’, ‘kollama’ işini o kadar abartıyorlar ki işi eleştiri yapanı linçe kadar vardırıyorlar


**************

AK Parti’ye politik destek veren gazetecilerin tutumları gazeteciliğe pek yakışmıyor.
Memleketin sorunlarını yazıp hükümete yol gösterici, istikamet verici bir tutum takınacaklarına AK Parti’yi eleştiren gazetecilerle kavga etmeyi tercih ediyorlar.
Kendi gazetelerinin tirajları, TV’lerinin izlenme oranları yerlerde sürünüyorken, rakip gazetelere gazetecilik dersi veriyorlar.
Çok gerginler, çok kibirliler, çok tahammülsüzler. Kof kabadayılığı bir tarz haline getirdiler.
Nezaketlerini de, efendiliklerini de tamamen bir tarafa bırakmışlar.
Başbakan Erdoğan’a veyahut AK Parti’nin politikalarına yapılan her eleştiride eleştiri yapan karşısında bu arkadaşları buluyor.
Bazen AK Parti’yi ve Başbakan Erdoğan’ı ‘koruma’, ‘kollama’ işini o kadar abartıyorlar ki işi eleştiri yapanı linçe kadar vardırıyorlar.
Başbakan Erdoğan’ın kendisinin neredeyse her Allah’ın günü medyayı dövmesi yetmiyormuş gibi kalan zamanlarda da AK Parti’yi eleştirenleri sigaya çekmeyi bu arkadaşlar üstleniyor.
Ülkede onlarca sorun var. İşler can sıkıcı boyuttu. Terör her gün onlarca gencin canını alıyor. Eğitim sistemi tam bir felaket. İstanbul’un göbeğinde 80 kişilik sınıflarla okullar yeni döneme başlıyor.
Dış politika büyük bir hayal kırıklığı. Öyle ki Türkiye’nin iç politikasını da mahvetti.
PKK sorunu almış başını gidiyor.
Yargıda haksızlık, adaletsizlik temel felsefe haline gelmiş.
Şehirlerimiz de insanlarımız da dökülüyor.
Bu ülke ÖSYM ve onun beceriksiz başkanı gibi bir felaketle yaşamaya bile alışmak zorunda kaldı.

Yani diyeceğim o ki iktidarın yaptığı iyi işlerin yanında, iyi gitmeyen, toplumun huzurunu bozan, Türkiye’nin geleceğini heba eden onlarca da sorun var.
Bu sorunları yazmak, sorumluları uyarmak, iktidara istikamet vermek, çözüme dönük teşvik edici fikirler önermek varken onlar Başbakan Erdoğan’ı eleştiren gazetecilerle kavgayı tercih ediyorlar.
Destek verdikleri AK Parti iktidarının ‘yeni bir Türkiye’ hedefine dönük entelektüel bir çaba içerisine girmeleri gerekiyor. Onlarsa entelektüel bir sefalet içeren ağız dalaşını tercih ediyorlar.
Hadi diyelim iktidara eleştiri getirecek cesareti bulamıyorlar.
‘Eski medya’ya laf yetiştirip, onların defoları ile uğraşacaklarına, bari kendi gazete ve TV’lerine itibar katacak, etkisini, değerini, okunurluğunu artıracak işlere ağırlık versinler. Öyle olması gerekmez mi?
Vermeliler ki Milli Eğitim bakanı eğitimdeki sorunları konuşmak üzere yalnızca ‘eski medya’nın yayın yönetmenlerini değil, AK Parti’ye destek veren medyayı da davet edebilsin.
İşte bu arkadaşların bu fotoğraflarına bakınca bir öğüdü hatırlatma ihtiyacı duydum.
Normalde birazdan aşağıya alacağım bu öğüdü bir yazı ile Başbakan Erdoğan’a hatırlatma niyetindeydim.
Fakat gördüm ki bu arkadaşlar iktidar hevesine kendilerini o kadar kaptırmışlar ki sanki ülkeyi onlar yönetiyor. Her biri birer Tayyip Erdoğan olma çabasında.
Mademki bu arkadaşlar gazetecilik yapmak yerine ülkeyi yönetmeyi tercih ediyorlar ben de bu öğüdü Başbakan yerine bu arkadaşlara hatırlatmayı uygun görüyorum.

Umarım yürüdükleri bu meşakkatli iktidar yolculuğunda bu öğüdü bir azık olarak kabul ederler.

İşte Şeyh Edebali’nin yetkiyi alıp yola koyulanlara verdiği öğüt:


"Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…"


"Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…"


"Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allah (c.c.) yardımcın olsun…"


twitter.com/acikcenk

OSMAN PAMUKOĞLU Antalya AKDENİZ TV - YouTube


OSMAN PAMUKOĞLU Antalya AKDENİZ TV - YouTube

Film Artistini Görünce Kendinden Geçen 'Devlet' - Açık İstihbarat

Film Artistini Görünce Kendinden Geçen 'Devlet' - Açık İstihbarat -
Tarih:14/09/2012
Basın mensuplarından daha heyecanlı olan Bakan Şahin, Angelina Jolly'yi görünce adeta kendinden geçti. Aktriste karşı büyük bir hayranlık sergileyen Şahin, aşırı neşesi ve abartılı gülüşleri ile Hint filmlerinde sıkça görülen,"İngiliz kadını görmüş Hintli polis yetkilisi" tiplemelerini hatırlattı.
Artist Jolly, öğleden sonra daha üst düzey bir kabule icabet etti ve Çankaya Köşkü'ne çıkarak Abdullah Gül'ü ziyaret etti...


************

Türkiye'ye çağ atlatan ve ülkemizi "ileri demokrasiye" kavuşturan AKP'li hükümet ve devlet yetkillileri, geri kalmış ülke yönetimlerine mahsus bir icraata imza atarak Hollywood yıldızına kırmızı halı serip üst düzey kabullerde basına kapalı görüşmeler yaptılar.

"Suriyeden kaçan muhalifler kampı" adı altında Hatay'da üslendirilen uluslararası terör şaibeli guruplara CİA'den psikolojik harp desteği geldi. Bu gibi durumlarda sinema oyuncularından yararlanan CİA, daha önce de benzer misyonlarda bulunan aktrist Angelina Jolly'yi Hatay'a gönderdi. "Özel temsilci" sıfatıyla kamplarda 'incelemelerde bulunan' ve kamplardan dolayı Türkiye'ye 'geçer' not veren Jolly, daha sonra AKP hükümeti ve devletin en üst düzey makamlarını ziyaret etti.

İlk ziyaretini İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'e yapan Jolly, Bakanlık binasında yoğun bir basın ilgisiyle karşılandı. Basın mensuplarından daha heyecanlı olan Bakan Şahin, Angelina Jolly'yi görünce adeta kendinden geçti. Aktriste karşı büyük bir hayranlık sergileyen Şahin, aşırı neşesi ve abartılı gülüşleri ile Hint filmlerinde sıkça görülen," İngiliz kadını görmüş Hintli polis yetkilisi" tiplemelerini hatırlattı.

Artist Jolly, öğleden sonra daha üst düzey bir kabule icabet etti ve Çankaya Köşkü'ne çıkarak Abdullah Gül'ü ziyaret etti. Zaten fıtrattan tebessüm dolu bir yüze sahip olan Cumhurbaşkanı Gül'ün Hollywood oyuncusunu görünce tebessümünün heyecanlı bir gülüşe dönüşmesi ve yanaklarındaki pembeliğin artması gözlerden kaçmadı. Her iki ziyaret de basına kapalı gerçekleşti ve Türkiye Cumhuriyeti'nin İçişleri Bakanı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temsilcisi Cumhurbaşkanı, sinema oyuncusu ile kapalı kapılar arkasında başbaşa görüştüler!

AKP hükümeti ve devlet yetkililerinin ağızlarını kulaklarına vardıran ziyaret bir de soru önergesine konu oldu.

CHP Kırklareli Milletvekili Mehmet Kesimoğlu, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in Angelina Jolie ile basına kapalı görüşmesini birkaç saat sonra soru önergesine konu oldu ve Meclis gündemine taşıdı.

Kesimoğlu şu sorulara yanıt istedi:

“Angelina Jolie’yle görüşmenizi neden basına kapalı gerçekleştirdiniz? Görüşmede neler konuşulduğunu kamuoyuna açıklamayı düşünüyor musunuz?

Resmi bir görevi bulunmayan özel temsilcilerin kırmızı halıyla karşılanması, üst düzey yetkililerle ve bakanlarla görüşmeler yapması olağan bir uygulama mıdır?

2002’den bugüne kadar kaç BM özel temsilcisi Angelina Jolie gibi karşılanmıştır? Jolie’nin ziyareti, son dönemde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ve CIA Başkanı David Petrus’un Türkiye’ye yaptığı ziyaretlerin devamı mıdır?

Angelina Jolie’nin CIA ajanı ve CIA’in savaş politikaları doğrultusunda kamuoyu yaratmak için kullanılan yüzü olduğu, nereye giderse oraya bomba yağdığı şeklindeki görüşlere ilişkin istihbarat raporları var mıdır?

Bir çatışma durumunun söz konunu olduğu ve mağdur insanların kamplarının görüşüldüğü göz önünde bulundurulduğunda, vermiş olduğunuz ve kamuoyu tarafından anlaşılamayan görüntülerdeki neşeli tavırlarınız için özür dilemeyi düşünüyor musunuz?”

Açık İstihbarat


http://www.acikistihbarat.com/haberdetay.aspx?id=10167


Film Artistini Görünce Kendinden Geçen 'Devlet' - Açık İstihbarat - İdalimForum.Com

Serbest Bırakılan Hizbullahçılar Nerede? - İdalimForum.Com


Serbest Bırakılan Hizbullahçılar Nerede?



Beşar Esad gibi bir diktatöre zamanında "kardeşim" demekten hicap duymayan, ailecek ağırlayan Tayyip Erdoğan , yeni küresel sufle ile birlikte Beşar Esad'ı düşman ilan etti. AKP'nin küresel güçlerin suflesi eşliğinde, Türkiye sınırını CIA ve MOSSAD'ın yolgeçen hanına çevirdiği, Suriye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunda küresel "Gladio" ile birlikte kolkola çalıştığı ayyuka çıktı.


En son NATO adına Suriye'nin hava savunma sistemini test etmek için yollanan iki uçaktan biri düşürüldü. 1950'lerden bu yana sürdürülen ; NATO yolunda, Türk genci feda etme geleneği devam ettirilmiş oldu.

Serbest Bırakılan Hizbullahçılar Nerede?

www.acikistihbarat.com

20.07.2012


Zihni dumur edilmiş ülkede, aylar öncesinin yıllar önce hissi verdiği bu kakafoniden bir haber çekip hatırlatalım.


Tarih 2011 , 4 Ocak.


Devlet için silah tutanların cezaevinde, devlete silah tutanların yatlarda ağırlandığı ülkede bu sıradan günün en önemli haberi, çeşitli cinayetlerden hüküm giymiş Hizbullah üyelerinin serbest bırakıldığı haberi yeraldı.
CMK'nın 102. maddesindeki maksimum tutukluluk süresinin devreye girmesi ile hüküm giydikleri halde kararları henüz Yargıtay'da onanmamış olan Hizbullahcılar serbest bırakıldı.
Tabiki yurtdışı yasağı ve düzenli olarak karakola gidip imza vermeleri şartı konuldu. Fakat arasınız ki bulasınız. Hizbullahçılar serbest bırakılmalarından sonra sırra kadem bastı.
Bugünküne benzer bir şekilde, katiller serbest bırakılırken, henüz hüküm bile giymemiş aydınların ve gazetecilerin içeride tutulması eleştirildi.
Zihni dumur edilmiş ülkede, bütün bunların yaygarası 1-2 gün geçmeden unutuldu. Büyük ihtimalle gündem ustası Tayyip Erdoğan bir laf etti, herkes o yöne seyirdi.
Bu olay üzerinden aylar ve hatta bir yıl geçti.
Beşar Esad gibi bir diktatöre zamanında "kardeşim" demekten hicap duymayan, ailecek ağırlayan Tayyip Erdoğan , yeni küresel sufle ile birlikte Beşar Esad'ı düşman ilan etti. AKP'nin küresel güçlerin suflesi eşliğinde, Türkiye sınırını CIA ve MOSSAD'ın yolgeçen hanına çevirdiği, Suriye'yi istikrarsızlaştırma operasyonunda küresel "Gladio" ile birlikte kolkola çalıştığı ayyuka çıktı.
En son NATO adına Suriye'nin hava savunma sistemini test etmek için yollanan iki uçaktan biri düşürüldü. 1950'lerden bu yana sürdürülen ; NATO yolunda, Türk genci feda etme geleneği devam ettirilmiş oldu.

Ve Suriye'ye yönelik gerçekleştirilen son terör saldırısı ile birlikte Suriye , olayda Türkiye dahil bir çok ülkenin parmağı olduğunu açıkladı.
"Sünnileri katleden katil Esad" imgesi üzerinden yürütülen bu kirli savaşta Türkiye'nin oynadığı rolün çok boyutlu olduğu ortada.


Davudunoğlu ile Davud'un oğullarının işbirliği yaptığı bu süreçte, Suriye'ye sınırdan sızarak din unsuru üzerinden içeride propaganda yürütecek ve hatta intihar bombacısı devşirecek elemanlara ihtiyaç olduğunu söylemeye gerek yok.


Siz bu iş için, zamanında PKK'ya karşı sahaya sürülen Hizbullahçılardan daha iyi bir aday görebiliyor musunuz?


Bu açıdan 1 sene öncesine baktığınızda, Hizbullahçıların durup duruken serbest bırakılmalarına tesadüf diyebiliyor musunuz?
Ne de olsa; Tesadüf de bir sanattır.
Açık İstihbarat


..
Serbest Bırakılan Hizbullahçılar Nerede? - İdalimForum.Com

Alex hüngür hüngür ağladı

Fenerbahçe taraftarları, futbol takımı kaptanı Brezilyalı oyuncu Alex de Souza'nın heykelini Kadıköy'deki Yoğurtçu Parkı'nda açtı. Törene Fenerbahçe Futbol Takımı Teknik Direktörü Aykut Kocaman, bazı yöneticiler ve Yüksek Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay da katıldı. Brezilyalı oyuncu, açılış öncesi konuşma yaparken gözyaşlarına hakim olamadı.
14 Eylül 1977'de Curitiba'da dünyaya gelen kaptan Alex dün 35. yaş gününü kutladı. F.Bahçeli taraftarlar Alex'e doğum günü hediyesini Kadıköy'de bulunan Yoğurtçu Parkı'nda verdi. Taraftar gruplarının yaptırdığı Alex'in heykeli açıldı. Heykel, efsane Lefter Küçükandonyadis'in 2009'da dikilen heykelinin 50 metre yakınında yer alıyor.
Fenerbahçe Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay, yapılan bu organizasyon hakkında hurriyet.com.tr’ye şu açıklamaları yaptı: "Fevkalade bir gün, Fenerbahçe Kulübü burada, taraftarlar burada. Çok güzel oluyor. Fenerbahçemize hizmet eden bir sporcumuzu burada değerlendiriyoruz. Mükemmel bir kalabalık var. Bu Alex’in Fenerbahçe'ye verdiklerinin karşılığıdır, asla ve asla bir veda değildir."
ALEX'İN AÇIKLAMALARI
"Her şeyden önce burada benim bu ülkeye gelmemde, burada olmamda pay sahibi olanlara teşekkür ediyorum. Hayat arkadaşım, eşime teşekkür ediyorum. O olmasaydı kendi ülkemizin dışında bu kadar baskı altındayken dayanamazdım. Şuanda Yönetim Kurulu'nda olmayan ama benim buraya gelmemde büyük pay sahibi olan, beni buraya gelmemde yardımcı olan Hakan Bilal Kutlualp'e de teşekkür ediyorum. Ayrı bir şekilde de Başkanımız Aziz Yıldırım’a çok teşekkür ediyorum. İnsanlığıyla, kişiliğiyle bana göre çok doğru bir kişidir. Sıkıntımız olduğunda odasına çağırıp her zaman yardımcı olmuştur. Tüm takım arkadaşlarıma teşekkürler. Aynı zamanda beraber çalıştığımız hocalarımıza da teşekkürler. Daum’a ayrı bir parantez açıyorum. Bana yol gösteren bir kişi oldu. Her zaman Zico gibi olmak istedim Aragones de saygı duyduğum kişilerden biri. Aykut Kocaman’a da ayrıca teşekkürler. Bu zor dönemde Aykut hoca olmasaydı olmazdı. Buraya gelmem için benimle konuşanlar bana hep yardımcı oldular. Taffarel ve Luciano bana hep Fenerbahçe’yi güzel anlattılar. İlk anlattıklarında inanmadım ama gelince gördüm. Bu taraftarların takımlarına böyle ölürcesine nasıl aşık olduklarını gördüm. Oynadığım sürece bu forma için elimden geleni yapacağıma söz veriyorum. Burada aynı yine aynı yerde Lefter’in de heykeli var. Onunla tanıştığım gün hayatımın en önemli ve en güzel günlerinden biriydi. En büyük minneti de siz taraftarlara borçluyum. Fenerbahçe’ye bana sizlerinden önünde oynama fırsatı verdiği için teşekkür ediyorum. Hala ‘bu heykel için ne yaptım’ diye soruyorum kendime. Ben bu büyük kulübün küçük bir parçasıyım. Kendimi kimseden büyük görmüyorum. Bütün emeği geçen herkese, sevgiden saygıdan dolayı kalbimin en uç köşesinden teşekkür ediyorum."
TÖRENDEN NOTLAR
- Alex, heykelin açılışından sonra eşi ve çocukları ile birlikte hatıra fotoğrafı çektirdi ve Yoğurtçu Parkı'ndan ayrıldı.

- Sarı-lacivertli örtünün kaldırılmasından sonra alanda büyük bir coşku yaşandı. Taraftarlar, meşale yakarak "I Love You Alex" (Seni seviyorum Alex) tezahüratı yaptı.

- Heykelin açılışını Alex ile birlikte Yüksek Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay yaptı.

- Alex konuşma yaparken gözyaşlarını tutamadı...

- Törenin açılış konuşmasını Fenerbahçe taraftar dernekleri başkanı yapıyor.

- Brezilyalı futbolcu Alex de Souza, çocukları ve eşi ile birlikte Yoğurtçu Parkı'na geldi. Yıldız oyuncuya büyük bir ilgi var.

- Sarı-lacivertli kulübün eski idari menajeri Volkan Ballı da törene katıldı.

- Fenerbahçe Kulübü Başkanı Aziz Yıldırım, törene katılmadı.

- Törene Fenerbahçe Teknik Direktörü Aykut Kocaman, Divan Kurulu Başkanı Yüksel Günay ve yönetici Ömer Temelli de katıldı.

- Yoğurtçu Parkı'nın çevresinde çok büyük bir kalabalık var. Yaklaşık 1000 Fenerbahçe taraftarı açılış için Kadıköy'de...

MALİYETİ 32 BİN TL

Alex'in heykeli, yaklaşık 32 bin liraya maloldu. Bu parayı Fenerli taraftarlar kendi aralarında topladı. İş adamlarının katkı yapma isteği kabul edilmedi. Heykelin kaidesinin arkasına hesaba para yatıran taraftarların isimleri yazılacak. Lefter'in heykeli ile aynı malzeme kullanıldı. (Hürriyet.comtr)

Alex hüngür hüngür ağladı

13 Eylül 2012 Perşembe

BİZİM İÇİN GÜN NEDEN 11 KASIM 1938

BİZİM İÇİN GÜN NEDEN 11 KASIM 1938
http://www.youtube.com/watch?v=QWbrqT15FGc&feature=player_embedded

Partimize Vatanseverleri   Bekleriz..

..

27 Mart 2012 Salı

ENGİN ALANDAKİ CESARETİN YÜZDE BİRİ BUNLARDA YOKTUR


ENGİN ALANDAKİ CESARETİN YÜZDE BİRİ BUNLARDA YOKTUR
 ''  NEYİN KEFENİNİ GİYMİŞLER ''



http://www.hakveesitlik.org.tr/

http://www.idealimforum.com/

.

15 Mart 2012 Perşembe

AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması - İdalimForum.Com


AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması




Mahmud El FAKİH*
Lübnanlı yazar Mahmud el Fakih, AKP’nin Suriye Ulusal Konseyi lideri Burhan Galyun’la, her iki ülkedeki Kürtleri hedef alan bir anlaşma yaptığını yazdı. Faqih’in aşağıdaki yazısında anlaşma maddeleri detaylarıyla anlatılıyor:
Yurt dışında yaşayan Suriyeli muhalif lider Burhan bin Galyun, sırf kendi koltuğu için

Suriye’nin yıkımına, aynı zamanda Siyonistlerin ve Türklerin işgal emellerine hizmet ediyor.

Irak işgalinden sonra Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye için bir koridor haline geldi ve uluslararası toplumun komplocu bir tuzağa gelmesinden sonra Türkiye’nin bu koridoru işgal umutları vardı.
Utanmaz Recep Tayyip Erdoğan hükümeti, Irak sınırını kendine serbest geçiş kapısı kıldı. Recep Paşa rahatça girip çıkacak. Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasından sonra Türkiye’nin Kuzay Irak’ı işgal projesine zemin hazırlayan ABD-Irak basını ve özellikle El Cezire, hızla Suriye bölgesine Türkiye’nin müdahalesini hazırladılar.
ABD’nin, bölgede Türkiye’nin varlığını hissetmek ve genişletmek için “Modern İslam” projesini devreye soktuğu açıktır. Bu projeyi Arap dünyasına ancak Suriye kapısından sokmak mümkündür, zira Türkiye buna çok heveslidir ve en yumuşak koridor, Türkiye- Suriye sınırlarıdır.
Senaryoya göre Suriye ve Lübnan’ın düşmesi için esas konu, Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi ile Tunus’ta Yeniden Doğuş Partisi, Libya ve Mısırda “İhvan”, Filistin’in Hamas’ı, Osmanlı Hilali ile tamamlanacaktır.
Bu durumda Kürtlerin fazla ayrıcalıklı konumda olacağını söyleyen Erdoğan hükümeti, Suriye Ulusal Konseyi adına bin Galyun ile Kürtler konusunda bir anlaşma yapar. 20 Eylül tarihli 6 maddelik Ulusal Konsey bildirisinde yer alan anlaşma maddeleri şöyle:


1- Yeni kurulacak Suriye Hükümeti, Kürdistan İşçi Partisi’nin (PKK) herhangi bir amaç için

Suriye topraklarında faaliyet göstermesine izin vermeyecek. Türkiye-Suriye arasında 1998

yılında imzalanan “Adana Antlaşması”nın (Türkiye’nin istikrarını bozan hiçbir faaliyete

izin verilmeyecek) gereğini, Baas rejiminden sonraki yeni hükümet devam ettirecek.
2- Suriye’de yeni kurulacak Hükümet, yeni Anayasa’da Kürtleri tanımayacak.
3- Ayrıca muhalefetteki Demokratik Birlik Partisi de dahil olmak üzere Kürt partilerinin rolünü zayıflatmak için ne gerekirse yapılacak.
4- Türkiye Devleti, Suriyesınırları içerisindeki Kürt bölgesinde“terörizme” karşı Suriye

hükümetine yardım elini uzatmaya muktedir.
5- Suriye’de kurulacak yeni Hükümet, Türkiye’nin Kürt hareketine her türlü kamuoyu oluşturma çabasının yanında olacaktır.
6- Gerekirse Suriye sınırları içerisinde teröristleri izlemek için Türkiye makamlarına izin verilmelidir.


Galyun’un niye TÜRK Jandarmasına teslim olduğu belli oluyor…
Ve aynı zamanda birlikte muhalefet ettiği Kürt Demokrat Birlik Partisine de bir meydan okumadır. Suriye Ulusal Konseyi, İstanbul toplantısında, Kürt Özgürlük Hareketini de, Kürt muhalif lider Mişel Temo’nun suikast meselesini de bir saçmalık olarak görmektedir.
Türkiye’de Kürtlerin sokak muhalefetini engellemek, Suriye’de Kürtleri tamamen etkisiz kılmak

için sağlama bağlanan bu 6 maddelik anlaşma, emellerini gerçekleştirmek için Türkiye’yi

sabırsız kılıyor. Birincisi barındırılan “Özgür Suriye Ordusu” desteği ile tampon bölge oluşturup kontrol altına almak, ikincisi Lübnan’daki İsrail işgaline karşı sözde bir Güney Lübnan Ordusu kurmak (Lübnan’da bir tampon bölge).
Ancak bu proje toz olup, Türkiye-Suriye topraklarına savrulmuştur. Suriye halkı, komplonun

boyutunu iyi kavramıştır. Irak işgalindeki gibi bir oyuna izin verecek gibi değildir. Proje

veya yenilik adı altında sunulan hamleyi direnç, nefret ve öfke ile karşılamış, boşa çıkarmıştır.
Suriye toplumu bu saydığımız maddeler karşısında nasıl bomba yağdırılacağını biliyor.

Kürtlere dönük saldırıların bu denli arttırılmasını sebebini şimdi anlıyor gibiyiz. Zira

önceden Galyun’un Alman basınına (Deusche Welle) verdiği röportajında Kürtlere karşı bu

hesapların olacağının sinyalini vermişti. Ancak Suriye halkları tüm bileşenleri ile bu oyuna karşı birlik olmuş, aylarca oyunu boşa çıkartmıştır.
5 Ocak 2012

* Mahmut El Fakih Lübnanlı Siyaset Analizci-Yazar [Arabs.com’daki Arapça orijinalinden

Hamide Yiğit tarafından 5deniz.net (Sendika.Org) için çevrilmiştir] Sendika.Org



AKP’nin Suriye muhalefetiyle Kürt karşıtı anlaşması - İdalimForum.Com

28 Ocak 2012 Cumartesi

ANADİLDE ÖĞRETİM BÖLER

ANADİLDE ÖĞRETİM BÖLER


 SERDAR ANT


CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Van’da konuştu:


“Anadilde öğretime sıcak bakıyoruz, anadilde eğitimin bugün için çözülebilecek bir sorun olduğuna inanmıyoruz. Herkesin kendi anadilini öğrenmesi bir insanlık hakkıdır, onu teslim ediyoruz. Ama biz asimilayona karşıyız. Entegrasyondan yanayız. Temel hak ve özgürlükleri genişletmek bizim hedefimizdir.”

CHP’nin “tarikatlara saygılı” olduğunu açıklamasından, AKP’nin ekonomi politikalarını başarılı bulup “kişi başına gelirin ve zenginliğin arttığını” ilan etmesinden, hatta kimi CHP’lilerin Fetullah Gülen’i “bilge” olarak görmesinden sonra, şimdi de anadilde öğretime sıcak baktıklarının duyurulması aslında şaşırtıcı değil. Seçim yaklaştıkça CHP’lilerden daha da “çarpıcı” vaatler gelecek gibi görünüyor. CHP Genel Başkanı, partinin halkla bütünleşmesi adına her kesime mavi boncuk dağıtan bir politik tutum içinde olmanın, ilkesizlik şeklinde anlaşılabileceğinin farkında mı bilmiyorum, ama anadilde öğretim gibi bir konunun seçim kampanyalarına malzeme yapılmasının uzun vadede telafisi zor sonuçlar doğuracağının ayırdında olması gerekir. Anadilde öğretimi sadece zamanlama açısından uygun bulmamak ya bu konuya sığ bir anlayışla yaklaşıldığının göstergesidir ya da asıl niyeti saklama çabasıdır.


Örneğin CHP Genel Başkanı Van’da anadili öğrenme ve kullanma üzerine konuşurken “asimilasyona karşıyız” diyor. Peki, asimilasyon mu var ki, bu tür bir açıklamada bulunma ihtiyacı hissediliyor? Bugün Anadolu’da yaşayan herkes, zaten kendi ana dilini öğrenebiliyor ve kullanıyor. Üstelik böyle bir yasaklama da mümkün değil zaten. Dahası bugün Türkçe dışındaki çeşitli dillerde kitaplar da yayınlanıyor, filmler de çekiliyor, müzik de yapılıyor, televizyon ve radyo yayınları da var. Bu konuda da bir engelleme yok.
Peki, anadilde öğretim? Öncelikle vurgulanmalıdır ki anadilde öğretim bugün bir siyasi taleptir. Ana dilde öğretim son 30 yıldır Anadolu’yu kana bulayan ayrılıkçı Kürtçü hareketin ve onun yasal uzantılarının bir talebidir. Ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin, özerklik ve federasyon yoluyla bağımsızlığa ulaşma stratejisini geçerli kılma yolunda, bugün için elde etmeyi amaçladığı taktik kazanımlardan biridir. Hangi iyi niyetle savunulup, hangi saflıkla meşru gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, sonuçta hizmet edeceği amaç, ülkenin bölünmesi olacaktır.
Ne var ki, işin bu siyasal boyutunu şimdilik bir yana bırakalım ve biz de anadilde öğretime bir an için CHP Genel Başkanı gibi sıcak bakalım. Peki, anadilde öğretim gerçekten uygulanabilir mi? Kılıçdaroğlu’nun iddia ettiği gibi entegrasyonu sağlar mı? Yoksa tam tersi bir duruma mı yol açar? Yakın geçmişin ve günümüzün siyasal çatışmalarının yarattığı önyargıları bir yana bırakarak, eğer anadilde öğretim geçerli olursa nelerle karşılaşılabileceği konusunda tarafsız bir şekilde düşünmeye çalışalım.

Diyelim ki, bugünden tezi yok, artık Kürtler Kürtçe öğretim görsün, Lazlar Lazca, Araplar Arapça, Çerkezler Çerkezce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice ve eğer bir sakıncası yoksa(!) Türkler de Türkçe öğretim görsün. Madem artık "demokratikleşiyoruz", madem amacımız “özgürlük”, madem hak eşitliği var, o zaman sadece Kürtler değil, herkes kendi dilinde öğretim görecek. Bu noktada anlaştık mı?
Bir an için, böyle bir uygulamanın Türkiye’nin bütünlüğü, ulusun birliği için hiçbir tehlike yaratmayacağını da varsayalım. İddia edildiği gibi, herkesin anadilinde öğretim görmesinin serbest olması sonucu ülkemiz parçalanmayacak, öyle Kürdistan, Lazistan, Çerkezistan vb. kurulmayacaktır! Zaten anadilde öğretim isteyenlere sorduğumuzda sürekli "biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz" demiyorlar mı? Bir an için buna da inanalım! Temel koşulumuz, ülkemizin bölünmemesi… Bu noktada da anlaştık.

Peki, ne oldu şimdi? İnsanlar, anadilde veya değil, neden eğitiliyorlar, neden bir öğrenim görüyorlar? Nedir eğitimin ve öğretimin amacı? Eğitim ve öğretim her şeyden önce sosyalleşmeyi sağlamak, toplumsal uyumu gerçekleştirmek, kuşaklar arasında bilgi ve deneyim birikiminin aktarılmasını mümkün kılarak toplumsal yaşamın kesintiye uğramadan uyum ve düzen içinde ilerlemesini temin etmek için yapılır. Diğer bütün hedeflerinin yanı sıra eğitim ve öğretim, öncelikle bireyin topluma uyumu ve toplumsal yaşamın devamlılığı için gereklidir. Toplumsal yaşamın dirliği, düzeni ve birliği içindir. Eğitimin birinci amacı budur.


O zaman bir an için düşünelim, herkesin anadilinde öğrenim gördüğü bir ülke olduktan sonra, bu uyum ve düzen sağlanabilecek midir? Somut bir örnek üzerinden düşünürsek daha açıklayıcı olacaktır. Örneğin "bankacılık" işlemleri artık nasıl yürütülecektir böyle bir ülkede?
Şunu hemen söyleyebiliriz ki artık bütün etnik grupların kendi dillerinde hizmet veren bankaları olacaktır. Örneğin Kürtler Kürtçe, Türkler Türkçe, Lazlar Lazca, Çerkezler Çerkezce, Boşnaklar Boşnakça, Gürcüler Gürcüce, Rumlar Rumca, Ermeniler Ermenice, Araplar da Arapça hizmet veren bankalarda yapacaklardır işlerini... Öyle değil mi, adam kendi dilinde öğrenim gördükten sonra, bunu kullanmalı, bu eğitimin gerektiği şekilde ve nitelikte toplumsal yaşama katkı yapmalıdır. Bunu da sağlamak gereklidir. Yoksa anadilde olsun ya da olmasın fark etmez, neden öğrenim görüyoruz ki? Ayrıca siz bu etnik çeşitliliği daha da arttırabilirsiniz isterseniz...
Dahası, bu bankaların her birinin, diğerlerinden sadece biri ile değil, hepsi ile ilişkileri de olacaktır. Çünkü varsayımımız belli: ülkemiz bölünmeyecek! Hiçbirimiz istemiyoruz bunu. Yani Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Gürcü, Arap, Ermeni, Rum vb. hep beraber yaşayacağız. (Sanki şimdi yaşamıyoruz!) O zaman ekonomik hayatın önemli bir unsuru olan bankacılık sektöründe hizmet veren bir bankada, işlemlerin bütün bu dillerde yapılması gerekir. Yani falanca banka, esas olarak Kürtlere hizmet etse bile, o Kürtlerin mesela Lazlar, Türkler, Çerkezler, Boşnaklar, Gürcüler, Araplar, Rumlar ya da Ermenilerle ekonomik ilişkileri olacaktır. Mesela bir Türk'ün Kürt müşterisi için o Kürdün parasal işlemlerini yaptığı bankaya para havale etmesi gerekebilir; o Türk, Kürtçe bilmediği için o bankanın Türkçe bilen eleman istihdam etmesi ve yaptığı her işlem için diğer bütün etnik grupların dillerini bilen elemanlar bulundurması ve bütün bankacılık kayıtlarını bu dillerde de tutması gerekecektir. Diğer bütün etnik grup bankalarının da aynı şekilde davranması zorunlu olacaktır. Şimdi bu durumun işlem hacmini ve iş yükünü nasıl arttıracağını, kısacası ne kadar "pratik" ve "uygulanabilir" olduğunu bir düşünsenize!
Tabii toplumsal yaşam sadece bankacılık alanından ibaret değil. Yaşamın aklınıza gelebilecek her alanında bu çeşitliliğin yarattığı sorunlar ve yükle karşı karşıya kalınacaktır. En basit bir etkinlikten en karmaşık toplumsal-ekonomik-askeri-siyasi-ticari-hukuki-sanatsal-sportif işleme ve örgütlenmeye kadar bu etnik karmaşa söz konusu olacaktır. Ve en sonunda da "bu işler böyle yürümüyor, o zaman etnik temelde ayrışalım da toplumsal yaşamın işlemesini kolaylaştıralım" talebi meşruiyet kazanacak ve gündeme getirilecektir. Diğer bir ifadeyle, yukarıda belirttiğimiz “biz bu ülkenin bölünmesini istemiyoruz, birlik istiyoruz" söyleminin artık zerre kadar değeri kalmayacaktır, çünkü bunlar söylenirken, ülkenin toplumsal yaşamı zaten her alanda paramparça edilmiş olacaktır. Zaten masum anadilde öğretim talebinin ardına saklanılan esas amaç da budur.
Öte yandan bugüne kadar Türkiye'de resmi dil Türkçe olduğu için toplumsal yaşamın her alanındaki işlemler Türkçe yapılmaktaydı. Ama artık herkesin kendi anadilinde öğrenim görmesini kabul ettik. O zaman herkesin anadilde öğrendiklerini gelecekteki yaşamında uygulayacağı kanalların ve kurumların da oluşturulması gerekecektir. Kısacası, böyle çok dilli bir yaşama geçiş aşaması, onun uygulanabilmesinden daha da zor olacaktır. Örneğin hekim yetiştirmek için Tıp Fakültesi mi kuracaksınız, o zaman Türkçe, Arapça, Kürtçe, Lazca, Gürcüce, Boşnakça, Çerkezce, Ermenice, Rumca eğitim veren fakülteler kurmak zorundasınız. Bu ülkede bir tek hekim yetişmiyor ki? Mühendisi var, öğretmeni var, avukatı var, iktisatçısı var, hemşiresi var, askeri var. Say, say bitmez. Bütün bu fakültelerde eğitim verecek personeli yetiştirmeniz, kitapları o şekilde yazmanız da gerekecek. Sonra da bunlar arasında bir uyum sağlamalısınız. Tabii işin ilk ve ortaöğretim aşaması apayrı bir sorun…
Örneğin Kürtçe eğitim veren bir fakülteden mezun olan bir sağlık elemanı, diyelim ki bir hekim, Kürtlere hizmet veren bir hastanede çalışacaktır. Peki, o hastaneye ölümcül bir Laz ya da Gürcü hasta geldiğinde ne olacaktır? O hastaya "senin ne işin var burada, kendi hastanene git" denilecektir herhalde. Çünkü istenilse de o hastaya hizmet verilemez artık. Çünkü ne hekimler hastanın dilinden anlayacaktır, ne de hasta hekimlerin… Tabii bunun için Hipokrat yemininin "anadilde eğitim özgürlüğü" göz önüne alınarak yeniden yazılması da gerekecektir! (Uygarlığa katkımız da bu olsun!)
Ya da böyle herkesin anadilde öğrenim gördüğü, yaşamın her alanında anadilini konuştuğu bir toplumda, diyelim ki bir "Laz uşağı" ile bir "Çerkez güzeli" birbirlerine âşık oldu ve evlenmek istiyor Peki, nikâhı hangi dilde kıyacağız? Doğacak çocuğun ana dili ne olacak? Lazların okuluna gidip orada Lazca eğitim mi alacak, Çerkezlerin okuluna gidip orada Çerkezce öğrenim mi görecek? O yavrunun, diyelim ki, dayısı ya da halası da, varsayalım ki Kürt ya da Boşnak biri ile evli olabilir. O zaman aile içi iletişim nasıl sağlanacaktır? Herkes yanında bir mütercim tercümanla mı dolaşacak? Bu çocuk, hep "çocuk" olarak kalmayacak tabii ki, büyüyecek ve örneğin askere gidecek. Hangi askeri birlikte yapacak askerliğini peki? Orduda bölükler, taburlar, alaylar, tugaylar, tümenler, kolordular etnik kökene göre mi oluşturulacak artık? Yoksa herkes karışık olarak bulunacak da, diyelim ki bölük komutanı emir verirken 7-8 dilde mi tekrarlayacak emrini? Bir düşünsenize, düşman karşıdan geliyor, bölük komutanı "ateş!" diye emir verecek, ama bunu 7-8 dilde birden söylemesi gerekiyor! Sonuçta bölük, aynı anda ateş edene kadar… Hepsinden önemlisi, komutan kimden olacak? Kürt mü, Türk mü, Laz mı, Çerkez mi, Arap mı, Boşnak mı, Gürcü mü, Ermeni mi, Rum mu? Kim? Ve emrindekilerin hepsinin anadilini nasıl öğrenecek o komutan?
Neyse, ben anadilde öğrenim talep edenler kadar "ileri görüşlü", “yaratıcı” ve “özgürlükçü” olmadığım için ancak bu kadarını hayal edebildim!


Sonuçta dünyanın hiçbir yerinde öğrenim anadilde yapılmıyor. Anadilde yayın yapmak, anadili konuşmak, kitap yazmak, film, müzik vb. serbesttir, ama öğrenim dünyanın her yerinde anadilde değil, resmi dilde olabilir ancak. Falanca yerde azınlıklar eğitimlerini anadilde yapıyorlar ya da Almanya'da Türklere bu hak tanınıyor gibi gerekçeler bu bağlamda bir anlam ifade etmez. Öğrenimin her aşamasında, o ülkenin bütün insanlarının anadillerinde öğrenim görmelerinden bahsediyoruz çünkü. Öyle ayrıntı türünden uygulamalardan değil. Kaldı ki "azınlık" kavramı açısından bakacaksak soruna, bu iş tam bir dipsiz kuyudur ülkemizde. Türkiye'de etnik kökene göre hareket edilecekse, bunun içinden çıkmak mümkün olmaz.


Ama bir başka boyut var ki, o daha da ilginç… Bir an için varsayalım ki, anadilde öğretim uygulanabilir bir talep olsun ve yarından tezi yok gerçekleşsin. Kim anadilde öğrenim görmek istiyorsa, bu haktan yararlansın… Ne değişecek peki? Hiçbir şey… Ülkemizin eğitim-öğretim alanındaki sorunları anadilde öğrenim görmemekten mi kaynaklanıyor? Şimdi dağdaki PKK'lı da, onunla savaşan asker de, fabrikasından işçi çıkaran işadamı da, kapının önüne konulup işsizler ordusuna katılan işsiz de, ev hanımı da, politikacı da, kısacası herkes biliyor ki, sorun eğitimin dili değil, niteliği… Eğer verilen eğitimin içeriği beş para etmiyorsa, o eğitimi anadilde yapsanız ne olur, yapmasanız ne olur!

Kürtler ya da başka bir etnik grup, daha kaliteli, bilimsel ve laik bir eğitim, daha çağdaş koşullar, daha çok okul, daha çok öğretmen, daha eşit şartlarda gelişim imkânı, öğretimde daha iyi olanaklar, kısacası “gelecekte dünyamızı gerçek insanına kavuşturacak bir eğitim düzeni” talep edeceklerine, öncelikle anadilde öğretim istiyorlarsa, açıktır ki burada amaç eğitimle ilgili değildir. Sorun, pedagojik değil politiktir. Öyle olunca da buraya kadar söylediklerimin pek bir anlamı kalmıyor aslında. Çünkü günümüzde politika; tutarlılık, ilke, erdem, akıl, mantık gibi unsurlara önem vermeyen bir alan. İşin özünde, çıkar ve güç ilişkileri belirleyici oluyor. O çıkar ve güç çemberine bir girerseniz, ya ilkelerinizi bir yana bırakıp oyunu kurallarına göre oynayacak ve herkese mavi boncuk dağıtacaksınız ya da ilkeli davranıp geçerli kurallara göre muhtemelen “başarısız” olarak niteleneceksiniz. Tutarlı, ilkeli, akıllı ve erdem sahibi insanların dünyayı ve ülkeyi yönettiği bir çağda ise, zaten politika "tarih" olmuş demektir.

http://ulusyazilari.blogspot.com/2011/02/anadilde-ogretim-boler.html
 
.

Yoruma gerek var mı...!

Yoruma gerek var mı...!





..

Radyo Hak ve Eşitlik: HÎLE-İ ŞER'İYYE

Radyo Hak ve Eşitlik: HÎLE-İ ŞER'İYYE

HÎLE-İ ŞER'İYYE

HÎLE-İ ŞER'İYYE

.Hîle, çözüm, çare, beceriklilik demektir. Çıkış yolu anlamına gelen mahrec ve çoğulu mehâric de hîlenin eş anlamlısı olarak kullanılır.
Hîle-i şer'iyye; amel ve tasarrufları şekil ve dış görünüş bakımından fıkha uygun düşürmek, İslâm'da yasak olan hususları görünüşte meşrû olarak yapabilmek için bulunan yollar, çâreler, çıkış noktaları demektir.
Karşılaşılan güçlüğü çözmeye çalışırken başvurulan muâmeleye "muâmele-i şer'iyye", bu işlem sonucu kazanç elde edilmişse, buna da "ribh-i şer'î" denir. Meşrû kâr demektir.
Hîle prensibi ilk Hanefî müctehidlerince İslâm hukukunu yürüyen hayatla uyumlu hâle getirmek, zarûret yoluyla haramların mübah sayılmasını azaltmak, insanların apaçık şer'î kaideleri çiğnemesini önlemek gibi güzel amaçlar için kullanılmış ve daha çok yemin, talâk (boşanma) gibi konularda uygulanmıştır. Ancak bu kaide zamanla çığırından çıkmış "kanuna karşı hile yapmak" şekline dönüşmüştür.
İmam Muhammed, muâmele-i şer'iyyeye "iyne" adını vermiştir. Bu yüzden iyne satışını açıklığa kavuşturmak hîle-i şer'iyyeyi anlamaya yardımcı olur. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Însanlar dinar ve dirhemlerin peşine düşer, iyne satışı yapar, hayvancılık yapar ve Allah yolunda cihadı terkederlerse, Allah onlara bir belâ indirir ve bu belâyı yeniden dinlerine dönünceye kadar da kaldırmaz" (Ebû Dâvud, Büyû', 54; Melâhim,10; Ahmed b. Hanbel, II, 42).
İyne satışı, ödünç para isteyen bir kimseye bir malını veresiye bir bedelle satmak, aynı malı daha az peşin bir bedelle geri almaktır.
Bu konudaki bir uygulama örneğini Ebu'l-âli'ye Hz.Âişe'den şöyle nakleder: "Zeyd b. Erkam (ö. 66/689)'ın ümmü veledi olan bir kadın O'na dedi ki: Ey mü'minlerin annesi, Zeyd'e veresiye sekizyüç dirheme bir köle sattım. Sonra onu ondan altıyüz dirheme peşin satın aldım. Hz. Aişe şöyle dedi: Ne kötü bir satım, ne kötü bir alım yaptın. Zeyd'e şunu bildir ki, eğer tevbe etmezse Rasûlullah (s.a.s) ile yaptığı cihadın sevabım kaybetmiş olur. Kadın dedi ki; "Satışı bozup, altı yüze geri alsan olmaz mı?" "tabii, kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, önceden verdiği kendinindir" (el-Bakara, 2/275) (Ahmet b. Hanbel, IV,180; el-Kâsâni, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 198, 199; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletühu, Dimaşk 1984, IV, 469).
Şâfiîler dışında İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu iyne satışını geçersiz saymışlardır. Çünkü bu fâize götürür. Hanefîlerden Ebû Yusuf ise "iyne câizdir ve sevabı vardır. Sevabının olması haramdan kaçınmayı sağladığı içindir" (Kâdîhân, II, 244, 245) demiştir. İmam Muhammed ise, iyne satışını faizcilerin uydurduğunu ve bu akde kalben razı olamadığını söyler (İbnü'l-hümâm, Fethu'l-kadîr, V, 207, 208; İbn Âbidîn, a.g.e., IV, 244).
Muâmele-i Şer'iyyesiz alınacak bir kâr mutlaka haramdır. Fakat muâmele-i şer'iyye suretinde İmam Ebû Yusuf'a göre riba kalkar kâr câiz olur. Bu bir şer'î kurtuluş yoludur. Çünkü yetimin veya vakfın malını velî veya mütevellî bir kimseye kârsız (ribhsiz) karz olarak veremez, fâiz alması ise haramdır. O halde meşrû bir alım-satım akdi vasıtasiyle bunların menfaatleri sağlanmış olur. Artık bu muâmeleyi gayr-i meşrû bir hiyle olarak kabul etmek doğru değildir" (Ö. N. Bilmen, Istılahat-ı Fıkhıyye Kamusu, İstanbul 1969, V, 47-48). Ö. N.
Bilmen, diğer borçlar konusunda farklı sonuca ulaşır ve şöyle der:
"Ödünç para alanın üzerine, muâmele-i şer'iyye ile bir kâr (ribh) yüklemek sahih ise de, fakihlerin büyük çoğunluğuna göre kerâhetten uzak değildir. İbnü'l-Hümâm Fethu'l Kadîr'de şöyle der: Böyle bir işlemde kerâhet yoktur. Şu kadar var ki, bu tercihe şayan değildir. Çünkü bundan karz-ı hasen suretiyle yapılacak bir iyilikten yüz çevirme vardır (Ö. N. Bilmen, a.g.e., VI, 100, 101).Hanefilerde genel olarak muâmele-i şer'iyye faiz sayılmayarak câiz görülmüş, dolayısıyla uygulama bu şekilde olmuş, fetvalar ile hükümler bu yolda verilegelmiştir. Osmanlı sultanları hâkim ve müftîlerin, Hanefi mezhebinde sahih görülen görüşlerle hüküm ve fetvâ vermelerini emretmiştir (Ali Haydar, Dürarü'l-Hükkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, IV, 696-700, İstanbul 1330). Bunun bir sonucu olarak Belh fakîhleri; "Zamanımızda iyne usulüne göre yapıları alış-veriş, çarşılarımızda yapılmakta olan alışverişlerden hayırlıdır" demişlerdir.
Ancak hîle-i şer'iyye açıkça veya gizlice fâizli işleme yol açmamalıdır. Mecelle'de de yer aldığı gibi "akitlerde itibar lafza değil mânâyadır". Diğer yandan, alacaklıya menfaat sağlayan borç akdinin, bütün mezheplerce fâiz sayılarak yasaklandığı görülür (Abdurrahman b. Süleyman (Damad) Mecmau'l Enhur, İstanbul 1301, II, 303). Bu yüzden yapılan akit gerçekçi olmalı, yapmacık olmamalıdır.
Amellerin niyetlere göre olduğu âyet ve mütevatir hadîslerle sâbittir. Bu hüküm amellerin âhiretteki durumu ile ilgili görülse bile, akitlerde tarafların gerçek niyet, maksat ve iradelerini araştırmaya bir engel yoktur. Meselâ, bir kimse ödünç olarak 1000 gram altın verip, yıl sonunda 1300 gram olarak geri alsa, bu işlem, bir İslâm ülkesinde fâiz sayılacaktır. Bunun yerine evini 1000 gr. altın karşılığında satıp, bir yıl sonra 1300 gr. altına geri alsa, bu bir alım satım muamelesi olur. 300 gr. fazlalık kârdır. Ancak alım-satım faizi gizlemek için yapılmışsa o zaman muvazaalı bir akit sözkonusu olur. Böyle bir durumda Ebû Hanîfe ve İmam Şâfiî'ye göre dışa karşı açıkça yapılan satım akdi geçerli sayılır. Meselâ; evi alan, artık bir yıl sonra tekrar geri satmaya zorlanamaz. İmam Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise tarafların gerçek iradesi araştırılır. Gerçek irade satım akdi ise ona göre, fâiz alıp-vermek ise, buna göre işlem yapılır (el-Mavsılî, el-İhtiyar Li Ta'lîli'l-muhtâr, II, 21; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, I, 171).
Kanun boşluklarından yararlanarak, kanuna karşı hîle yapmak isteyenler her devirde olmuştur. Hükümlerin amaçlarından ve özünden uzaklaşmamak için akitlerde gerçek iradeyi araştırmak veya Ebû Hanîfe'nin dediği gibi dış görünüşe (âhire) göre hükmetmek gerekir. Bu taktirde hîle-i şer'iyyelerin önüne geçilebilir veya bu konuda tarafların muvâzaalı akit değil de gerçek akitler yapması sağlanabilir.
Bize kadar ulaşan hîle ve mehâric kitapları daha çok Hanefi ve Şâfiîlere aittir.İmam Muhammed (ö.189/805)'in el-Hiyel ve'l Mehâric'ini el Hâkim eş-Şehîd özetlemiş, İmam Serahsî de bunu şerhetmiştir. el-Hiyel'in iki ayn rivâyeti Sahabe tarafından " el Mehâric fi-Hiyel" adıyle neşredilmiştir (Leipzig, 1930).
El-Hassâf, Alî b. Muhammed en-Nehaî ve Sad b. A es-Semerkandî gibi fakihlerin de müstakil "el Hiyel" kitapları vardır. Diğer bir takım fıkıh ve fetvâ kitaplarında da hiyel için fasıllar açılmıştır.
Şâfiîlerden Gazâlî ve İbn Ziyad gibi âlimler hiyele cephe almışlarsa da, İbn Hacer, Fetâvâ'sında bunlara karşı çıkmış ve uygulamayı hiyelin lehine çevirmiştir.Hîle-i şer'iyye usûlüne en büyük tepki Hanbelîlerden İbn Teymiyye (ö.728/1327) ile öğrencisi İbnü'l-Kayyim (ö. 751/1350)'den gelmiştir. İbn Teymiye'nin " Kıyamu'd Delîl alâ Butlânu't-Tahlîl", İbn Kayyim'in " Î'lâmü'l-muvakkıîn ve İgâsetü'l-Lehfân" isimli eserlerinde bu konu geniş olarak tartışılmış, "gaye ve çâre mübah ise hîle mübah, değilse hîle haramdır" sonucuna varılmıştır (İbn Teymiyye Mecmau'l-Fetâvâ, XXIX, 446; İbn Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, III,107-417, İgâsetü'l-Lehfân, Mısır 1310, s. 183-285; A. Emîn, Duha'l-İslâm, II, 190 vd.).

Hamdi DÖNDÜREN

http://www.enfal.de/kav12.htm
http://www.idealimforum.com/dini-haberleryorumlarbilgiler/15851-hile-i-seriyye.html#post30616


İdalimForum.Com

19 Aralık 2011 Pazartesi

” SERBEST KÜRSÜ.. BOŞUNA YAZILMAMIŞ YAZILAR ”

” SERBEST KÜRSÜ.. BOŞUNA YAZILMAMIŞ YAZILAR ” TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN SON 40 YILINA AİT BİLĞİ BELGE VE DÖKÜMANLAR ‘I BULABİLİRSİNİZ..
http://www.idealimforum.com/.




"Gökler fırtına bulutlarıyla dolu.
Sendelemek, diz çökmek, yorulmak ve zayıf düşmek yok.
Kabına sığmaz insanlar olun; kazanmaktan başka bir şey düşünmeyin.
Kesin kararlı ve inançlı olarak yürüyün, bütün yüksekliklerin eğildiğini göreceksiniz. !"


OSMAN PAMUKOĞLU


İdalimForum.Com

5 Haziran 2011 Pazar

Hep Özlenen Lider Geliyor. Osman PAMUKOĞLU GELİYOR - HEPAR

Hep Özlenen Lider Geliyor. Osman PAMUKOĞLU GELİYOR - HEPAR





'OY'lar bölünmesin MASALI... UNUTMA! Ülke bu hale gelirken hep diğerler...

'OY'lar bölünmesin MASALI... UNUTMA! Ülke bu hale gelirken hep diğerleri vardı.





..

4 Haziran 2011 Cumartesi

Kaddafi sarkozy’e neden “aptal” dedi?

''SARKOZY '' Seçilebilmek için LİBYAYI Fınansör olarak Kullanmış

28 MART 2011




Libya lideri Muammer Kaddafi uluslararası koalisyonun başlattığı operasyon öncesinde yaptığı bir konuşmada Fransa ve Nicolas Sarkozy için çok ağır konuştu. Aynı şekilde Sarkozy de Muammer Kaddafi için çok sert sözler söyledi. İyi, ama neden? “Şimdi Fransa kafasını kaldırıyor ve Libya’ya saldırmak istiyor. Sarkozy sana söylüyorum, Aptal, sen Libya’ya saldırmak mı istiyorsun? Sana saldıran biziz hadi gel, gel hadi saldır bize”… Bu sözler Muammer Kaddafi’ye ait.



Muammer Kaddafi sukuneti ve muhakemesi ile meşhur olmamış bir devlet başkanı. Ama yine de kimse Kaddafi’den bu sözleri beklemiyordu. Aslında Seyfülislam Kaddafi- Muammer Kaddafi’nin oğlu- daha açıklayıcı bir demeç verdi. Seyfülislam Kaddafi Euronews’un “Rejime karşı savaş açanlar hakkında ne yapmayı düşünüyorsunuz?” sorusuna: “Sarkozy öncelikle, kendisine seçim kampanyası için verdiğimiz paraları bize geri ödemeli. Kampanyasını biz finanse ettik. Detaylar bizde mevcut ve her şeyi açıklamaya hazırız.



O ‘soytarı’dan yapmasını istediğimiz ilk şey, borcunu geri ödemesi. Libya halkına yardımcı olması için ona bu yardımda bulunduk. Ama o bizi hayal kırıklığına uğrattı. Paramızı bize geri versin. Bütün detaylar elimizde, banka hesapları, para aktarıldığını gösteren belgeler ve bunları çok yakında ortaya dökeceğiz.”cevabını verdi. Sarkozy’e “aptal” demek doğru bir tutum değil. “Soytarı” ifadesi de kesinlikle uygunsuz ve çok talihsiz bir tanımlama! Belki de Sarkozy gerçekten Kaddafi Ailesi’ni “hayal kırıklığına” uğratmıştır.



Ama bunun için “kampanya bağışlarını” geri ödemesi gerekir mi, bunu sadece hukuk uzmanları bilir… Nicolas Sarkozy Libya’da Şubat ayının ortalarında başlayan olaylarla ilgili olarak 24 Şubat’ta Avrupa Birliği ülkelerine çağrıda bulunarak Libya'ya karşı ekonomik yaptırımlar uygulanmasını istedi. Sarkozy daha sonra 10 Mart’ta parti üyeleriyle görüşmesinde, Libya'da hedefleri bombalama seçeneğini gündeme getirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy 11 Mart’ta da Libya'ya NATO müdahalesini hiçbir zaman desteklemediklerini söyledi. Sarkozy 12 Mart’ta Kaddafi’yi devirmeye çalışan isyancıları da resmen tanıdı ve Libya’nın “geçiş konseyinin dış politika yetkilisi” Mahmud Cibril ile 14 Mart’ta görüştü. 19 Mart’ta ise Libya’ya saldıran ilk ülke oldu.



Elbette -herkesin de tahmin ettiği gibi- Sarkozy’nin Libya konusunda bu derecede dinamik olmasının ve yoğun çaba içerisine girmesinin erdemlerden ve ilkelerden başka sebepleri de vardı. Sadece dört sene önce Muammer Albayı Elysee Sarayı’nın bahçesine kurduğu çadırında saygılarını sunmak için ziyaret eden Sarkozy’nin -Seyfülislam Kaddafi’nin açıklamasına göre- Kaddafi Ailesi’nden bağış kabul eden Sarkozy’nin bu noktaya gelmesinin çok önemli bir nedeni var. Elbette Sarkozy kendisini, Paris’i ve AB’yi “Arap, Berberi ve Bedevi diktatörlerin müttefiki” olarak göstermekten rahatsızlık duymuş olabilir. Elbette dünyanın merkez noktasında yer alan Elysee Sarayı bu yanlış anlamaları gidermek istemiş de olabilir.



Çünkü Libya’da isyancılar Kaddafi’nin kendilerine karşı kullandığı paslı hurda Mirage savaş uçaklarını ve onların modernizasyonunu kimin yaptığını sorgulayabilirler… Sarkozy’nin bundan sonra Elysee Sarayı’nın bahçesinden -en azından Kaddafi’ye ait- Bedevi çadırı görmek istememesinin dış politik nedenleri olduğu gibi -dilerseniz buna uluslararası ticaret de diyebiliriz- iç politik nedenleri de var. Kafkasya’da Rus-Gürcü Savaşı’nda ve benzer diplomatik sorunların olduğu bölgelerde daha önce de görüldüğü gibi “diplomatik krizlerin haşin yakışıklısı” Sarkozy enerjik ve dinamik hamleleri ile “sorun çözen adam” olmayı seviyor. Hiç değilse fotoğraf karelerinde olmak ve gelecekte hazırlanacak belgesellerde görünmek ilgisini çekiyor. Bazen Obama’dan daha Amerikalı, hatta Bush’tan daha Cumhuriyetçi bir çizgiyi benimsese de, AB içerisinde sıklıkla İngiliz-Alman dengesinde kendisine hareket serbestisi arasa da, nihayetinde o da iç politik kaygılarla hareket etmek zorunda.



Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimleri 2012’de yapılacak. Sarkozy’nin Paris’te belediye başkanlığı yaptığı dönemden bu yana kışkırttığı aşırı sağ kitle, ülkede Le Pen sempatisini artırdı. O nedenle Sarkozy “en Fransız” adaylara karşı “onlardan daha Fransız” tavırla yarışmak istiyor. Elbette her şey daha farklı olabilirdi. Eğer Kaddafi Temmuz 2007’de Sarkozy’nin “askeri ve nükleer işbirliği” teklifini hayata geçirseydi, Sarkozy bugün -tereddütsüz- farklı bir çizgide olacaktı. Fransız Yeşillerin önemli simalarından, Avrupalı parlamenter Noel Mamare katıldığı France 24 kanalında yaptığı konuşmada Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’i Libya lideri Kaddafi’ye nükleer santral pazarlamakla suçladı. Kaddafi’nin nükleer güce sahip olması olasılığı yeterince tedirgin edici. Özellikle Kaddafi’nin düğmeye “çalışıp çalışmadığını anlamak için” dahi basma olasılığı düşünüldüğünde… Belki de isyancılar Sarkozy’ye Kaddafi’nin 2007’de esirgediği sözü vermiştir.



Belki de Fransız fabrikalarını çalıştıracak bir dizi sipariş formu imzalanmıştır. Fransa’da Sarkozy’i sevmeyenler internetteki tartışma sayfalarında “keşke Kaddafi’nin çadırı 2007’de Sarkozy’nin bahçesinde iken bombalansaydı. Bugün dünya daha huzurlu bir yer olurdu” diye yazıyorlar. Sarkozy Bingazi’deki isyancıları “Libya halkını temsil eden tek ve gerçek temsilci” ilan ederek resmen tanıdı, ama daha önce -2007’de- Libya’ya “deniz suyunun tuzdan arındırılması için kullanılmak üzere” nükleer enerji santrali kuracaktı. Hâlbuki deniz suyunun özelliği tuzlu olmasıdır! Bu arada Fransız-Alman EADS konsorsiyumunun MBDA adlı yan şirketi Libya’ya 300 milyon EUR tutarında anti tank füze sistemi “Milan”sattı. O dönemde Fransa Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Claude Gueant Le Figaro gazetesine verdiği demeçte “MBDA ile Libya arasında her zaman uzun ticari görüşmeler oldu. Biz hiç karışmadık” dedi. O dönemde Kaddafi’nin oğlu Seyfülislam Kaddafi Le Monde gazetesine verdiği çok önemli bir demeçte “Libya ve Fransa arasında bir silah satışı anlaşmasından” söz etmişti. Seyfülislam Kaddafi’ye göre bu anlaşmanın Libya’da ölüme mahkûm edilen beş Bulgar hemşire ve bir doktorun serbest bırakılması ile ilgisi vardı.



İnsan hayatı kurtarmak güzeldir, değerlidir ve erdemdir. Ama bunun karşılığında Kaddafi’nin eline Milan veya “deniz suyunun tuzunu arıtmak için nükleer güç” verilmesi garip bir ticaret veyahut hayat kurtarma girişimi… Bunları düşününce Seyfülislam Kaddafi’nin Sarkozy için neden “bizi hayal kırıklığına uğrattı” dediği daha iyi anlaşılıyor. Sarkozy Ağustos 2007’de Libya’yı ziyaret ettiğinde Fransız basınının bir bölümü “Sarkozy çiftinin Bulgar hemşireleri nasıl kurtardığını” heyecanla anlatıyordu. Ama hiç kimse bu rahatsız edici siyaset algısını, itici ticaret biçimini ve garip AB tercihini bir arada yorumlamıyordu. Muhtemelen Seyfülislam Kaddafi’nin Sarkozy için bugün hissettiği “hayal kırıklığını” o dönemde EADS, MBDA, Avrupa Komisyonu, Le Figaro, Le Monde ve saireler yaşamıyordu. ,,

Diplomatik Gözlem;  http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-7475/kaddafi-sarkozye-neden-aptal-dedi.html

Kaddafi sarkozy’e neden “aptal” dedi? - İdalimForum.Com