19 Kasım 2015 Perşembe

Paris'te Tedhiş



Paris'te Tedhiş


14 KASIM 2015 CUMARTESI





Avrupa'nın kalbi, Paris'te tedhiş ... 
Onlarca kişi hayatını kaybetti...
O tedhiş ki bölgemizde her gün, ama her gün can alıyor..

Bölgemiz adeta  can pazarı... 



Hâl böyleyken..

Polonyalı öğretmenden, öğrencilerine çözmeleri için sorduğu utanç verici soru  daha iki gün önce basına düştü:

"Dört Suriyeli göçmen, botla Yunanistan’a doğru gitmektedir. Botun ebatları 1 metreye 2 metre, yüksekliği ise 20 cm’dir. Botun yoğunluğu da 800 kg/m3’tür. Mültecilerin her birinin 60 kg olduğunu varsayarsak,botun suyun yüzeyinde kalması, yani batmaması için kaç mülteciyi suya atmanız gerekir?"

Ve...

"Okul idaresi ise bir açıklama yaparak fizik öğretmeninin" Esprisine" bir anlam veremediklerini bildirdi." BBC Türkçe

E, hâl böyle olunca.. 

Batılı arkadaşlar  bölgemizde öldürülen veya ölümden kaçmaya çalışan insanların kendi yüreklerindeki duygulardan ne kadar uzak düştüklerini hissetmekten yoksun, olaylara, "Espri" olarak bakmaya yönlendirilirler.

Nitekim bu düşüncemi  pekiştirecek bir alıntıyı aynen kısaca paylaşmak isterim:

"Dünya yaratıldığından ve insanoğlu birbirini boğazlamaya başladığından bu yana hemcinsine karşı bu nitelikte bir suç işleyen tüm insanlar vicdanlarını hep aynı farazi düşünceyle halkın iyiliği düşüncesiyle rahatlata gelmişlerdir."  Savaş ve Barış, 3. Cilt sf: 516, TOLSTOY

Dolayısıyla.. 

Tedhişi yaratan ve tedhişçileri besleyen, onlara silah, mühimmat yardımında bulunanların da, bizatihi kendi yönetimleri olduğunu anlayamayacak kadar halklar, "kör-sağır" dolayısıyla "ruhsuz"laştırılmaya maruz bırakılırlar.

Bu vesileyle...

Fransa, Paris'te saldırıya uğrayarak alçakça öldürülen masum Fransız halkının acılarını derinden paylaşırken, umut ediyoruz ki,  bu vahşeti uygulatanların 2. bir "11 Eylül senaryosu"yla bölge coğrafyamızın yeni bir  fiili işgalin başlatılmasına "gerekçe" sayılmaz.

SORUM çok açık olarak "Demokrasi" çığırtkanlığı yapanlara:

Fransa patlamanın hemen ardından olağanüstü hâl ilan etmiş. Yani Fransız askeri sokaklarda...

 Bizde de patlamalar oluyor, olağanüstü hâl ilan etsek, kıyameti koparacak olan Batılı sözde demokrasi çığırtkanları kendilerine gelince, kimseden "Tık" yok..

Bu nasıl bir anlayıştır?

Sevgi ve saygılarımla!
http://www.tulaygurdal.com/2015/11/pariste-tedhis.html

14 Kasım 2015 Cumartesi

HENRY KISSINGER: YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA.. 01 NİSAN 2015



 YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA..  



HENRY KISSINGER:

01 NİSAN 2015 



HENRY KISSINGER: YENİ DÜNYA DÜZENİ HAKKINDA
1969-1977 yıllarında ABD başkanları Richard Nixon ve Gerald Ford’un yönetiminde önce Milli Güvenlik Müşaviri, daha sonra ise Dışişleri Bakanı görevlerinde çalışmış olan 91 yaşındaki Henry Kissinger’in dış politika, jeosiyaset, güvenlik meseleleri ile ilgili tavsiyelerine, bugün de ABD Başkanlığı nezdinde önem verilmektedir. Geçenlerde Alman Der Spiegel dergisine verdiği röportajda Kissinger, birçoklarını ilgilendiren jeopolitik sorunlar, yeni küresel düzenin oluşumu da dahil, konusunda düşüncelerini paylaştı.
Küresel Düzenin Oluşması Küresel Dayanışma Gerektirir
Kissinger’a göre, kitle imha silahlarının ve sınır ötesi terrorizmin yayılması sonucu dünya kaos tehlikesi ile karşı karşıyadır. Şimdi “yönetilemeyen bölgeler” mevcuttur ve Libya örneğinde de görüldüğü gibi, “yönetilemeyen bölgeler” dünyada istikrarsızlığa neden olabilir. Üstelik, dünyanın birçok yerinde devlet bir tahsisat olarak saldırı altındadır. Eski diplomata göre, tüm bunlara rağmen, paradoksal olsa da, ilk kez, dünya düzeninden konuşmak mümkündür. Kissinger bu fikrini şöyle anlatıyor: “Yakın zamana kadar tarih boyunca esasen dünya düzeni bölgesel düzen olmuştur. İlk defa olarak günümüzde dünyanın her bölgesi birbirleriyle etkileşimde olabilir. Bu, küreselleşen dünya için yeni düzenin oluşmasını zorunlu kılar. Fakat evrensel olarak kabul edilmiş kurallar mevcut değildir. Çin, İslam, Batı ve bir anlamda Rus yaklaşımları mevcuttur ve onlar her zaman birbiriyle bağdaşmamaktadır”.
Kissinger Dünya Düzeni (World Order) adlı son kitabında olduğu gibi, dünya düzeninin kurulması için 1648 Vestfalya Barış Antlaşması’nı referans sistemi olarak gösterir. O, fikrini şöyle esaslandırır: Orta Avrupa nüfusunun neredeyse dörtte birinin savaşlar, hastalıklar ve açlıktan ölmesinden sonra imzalanan Vestfalya Antlaşması, yüksek manevi değerlere değil, uzlaşı gerekliliğine dayanıyordu. Bununla da, bağımsız devletler diğer devletlerin işlerine karışmamayı kararlaştırmışlardı ve bugün ihtiyaç duyulan güçler dengesini yarattılar.
Geçmiş diplomata göre, dünya yeni düzene doğru iki yolla – kaos ve anlayış yoluyla gidebilir. Onun fikrince, nükleer silahların yayılması, iklim değişikliği ve terörizm tehlikeleri küresel çapta ortak tavır oluşturmak ve böylece kaostan kaçınmak için yeterlidir. Dünya düzeninin şekillenmesinde ABD’nin rolüne gelince, Kissinger düşünür ki, kendi gücü ve değerleri sayesinde ABD bu süreçte esas rolü icra edecektir, fakat hiçbir devlet tek başına dünya düzeni oluşturmak için yeterince güçlü, yahut bilge değildir.
ABD ve Avrupa’nın dış politikası arasındaki temel fark olarak Kissinger şunu vurgular: Avrupa’dan farklı olarak, ABD dünyayı sadece yumuşak güçle değil, somut askeri güçle de değiştirebileceğine inanıyor. Bununla birlikte, o, Avrupa’da en önemli ülke olarak Almanya’nın dünya düzeninin oluşturulmasında daha etkin rol oynaması gerektiğini belirtti.
Batı Ukrayna Konusunda Hata Yaptı
ABD-Rusya ilişkilerinde gerginliğin daha da artması ile birlikte görülen Ukrayna olayları hakkında konuşan Kissinger, Batı’nın bu konuda yeterli duyarlılığı göstermediğini düşünüyor. Kırım meselesini olayların sebebi değil, sonucu olarak adlandıran Kissinger’a göre, bir ülkenin başka bir devletin topraklarını ele geçirmesi ve istediği zaman sınırları değiştirmesi kabul edilemez. Eski diplomat, Rusya’nın Ukrayna’nın doğusunda kaos yarattığı ve ülkenin egemenliğini tehdit ettiğiyle hemfikirdir. Fakat ona göre, bir zamanlar Rusya’nın terkibinde olan Ukrayna her zaman bu ülke için özel önem taşımıştır ve bunu fark etmemek yanlışlıktır. “Eğer Batı samimiyse, hatalarını itiraf etmelidir. Kırım’ın ilhakı küresel hegemonluk adına atılan bir adım değildi. Bu, Hitler’in Çekoslovakya’ya saldırısı değildi” diyen Kissinger, 2014’te olayların aniden şiddetlenmesinde Batı’nın da rolünün olduğunu kaydetti.
O fikrini şöyle esaslandırır ki, Soçi’deki Kış Olimpiyat Oyunları’na onmilyarlarla dolar harcayan ve kendini Batı ile kültürel bağları olan ve muhtemelen, onun bir parçası olmak isteyen ilerici bir ülke şeklinde sunmaya çalışan Rusya’nın, Olimpiyatların bitişinden bir hafta sonra Kırım’ı işgali ve Ukrayna üstünde savaşa başlaması mantıklı görünmüyor. Bu nedenle, insan bunun neden olduğunu durup düşünmelidir. Avrupa ve ABD, Ukrayna’nın Avrupa Birliği ile ekonomik ilişkilerine dair görüşmelerle başlayan ve Kiev’deki gösterilerle doruk noktasına ulaşan olaylara kadar gidişatın sonucunu doğru değerlendiremedi. Bu olaylar ve sonuçları Rusya ile görüşülmeliydi. Bununla birlikte, Rusya’nın süreçlere tepkisi de doğru değildi.
Kissinger’a göre, Batı ile Rusya arasında yeniden “Soğuk Savaş”ın başlama tehlikesi mevcuttur ve bu, tarihi facia olur. Eğer manevi değerler ve güvenlik ilkeleri böyle bir çatışmadan kaçınmaya imkan verirse, o zaman buna teşebbüs etmek gerekir.
Kırım’ın ilhakının Batı için kabul edilemez olduğunu bildiren Kissinger, Rusya’ya karşı yaptırımların uygulanmasına hak kazandırır. Buna rağmen, o, yaptırımlarla ilgili tatminkar olmayan konuların olduğunu belirtir: “Eğer küresel ekonomiden bahsediyorsak ve küresel ekonominin genelinde yaptırımlar gerekirse, o zaman büyük devletler geleceklerini düşünerek kendilerini mümkün tehlikelerden korumaya çalışacak ve bunu yaptıkça merkantilist bir küresel ekonomi yaratacaklardır”.
Kissinger ayrı ayrı kişilere uygulanan yaptırımlarla ilgili de anlaşmazlık noktaları olduğunu belirtti. Onun fikrince, belirli bir süre sonra “kara liste”deki kişilerin bazılarına uygulanan yaptırımlar iptal edilip, diğerleri üzerinde devam ettiği zaman bunun sebebini izah etmek lazım gelecek. Bu sebeple bir işe başladığında onun sonucunu önceden düşünmek gerekir.
Kremlin’in agresif politikasının taktiksel güçle maskelenmiş stratejik zayıflıktan ileri geldiğini düşünen Kissinger itiraf ediyor ki, Rusya uluslararası sistemin önemli katılımcısıdır ve bu nedenle, örneğin, İran veya Suriye ile ilgili nükleer silahların yayılmasının önlenmesi anlaşmasında olduğu gibi, her türlü krizin giderilmesinde yararlıdır. Onun fikrince, bu tür önemli sorunlar herhangi bir belirli konudaki taktiki gerginlikten üstün tutulmalıdır. Öte yandan, Ukrayna’nın bağımsız bir devlet olarak mevcut olması da önemlidir, onun kendi seçimi ile ekonomik ve ticari ittifaklara erişim hakkı olmalıdır. Fakat devletin “NATO’ya üye olma hakkı da doğanın kanunu değil” diyen Kissinger’a göre, NATO hiçbir zaman Ukrayna’nın alyansa kabulüne oybirliğiyle oy vermeyecek.
Savaşa Başlamadan Önce Onun Sonucunu Açıkça Anlamak Gerekir
Söz konusu röportajda Kissinger, Ortadoğu’da gelişen süreçler ve terörizm tehlikesi konusunda görüşlerini de aktardı. İlginçtir ki, o, Suriye’deki krizin “amansız diktatörün yardımsız halka karşı” saldırması ve “diktatörün devrilmesi durumunda halkın demokratikleşmesi” olarak anlaşılmasını doğru bulmuyor. O, Suriye’deki savaşı kısmen çoketnikli çatışma kısmen Ortadoğu’nun eski yapısına karşı isyan kısmen de hükümete karşı ayaklanma olarak değerlendirir. Kissinger askeri müdahalenin sonuçlarına da dikkat çekmeyi önemli görür. O, Libya’daki durumu örnek göstererek, Kaddafi’nin devrilmesinin doğru adım olduğunu bildirse de, ondan sonra oluşan boşluğu doldurmaya Batı’nın ilgi göstermediğini söyledi. Bu nedenle bugün ülke askeri gruplaşmaların savaş meydanına döndü. Böylece bir “yönetilemeyen bölge” ve Afrika için “silah deposu” meydana geldi. Hayatı boyunca, esasen, “aktif” dış politikanın destekçisi olduğunu bildiren Kissinger, Suriye’ye müdahale konusunda ABD’nin güvenilir ortaklara ihtiyacı olduğunu, ama şu anda böyle bir ortak görmediğini söyledi. Bu nedenle, savaşa katılmak için onun sonuçlarını önceden açıkça idrak etmek gerekir.
Öte yandan, Kissinger askeri müdahale yolu ile ülkeye demokrasi getirilmesini gerçekçi görmez, bunun gerçekleşmesi için savaşın on yıllarca devam etmesinin ve savaşı yürüten ülkenin halkının hükümeti sürekli olarak desteklemesinin önemli olduğunu düşünür. Fakat muhtemelen, hiçbir ülkenin kaynakları listelenen faktörlerin gerçekleşmesine izin vermez.
Buna rağmen, o, sivil halkın hayatını tehlikeye atsa da, terörist saldırıların düzenlendiği bölgelerde askeri operasyonların yapılmasını, böylece de ABD’nin IŞİD’a jarşı Irak ve Suriye’de hava saldırılarını dolaylı olarak destekler. IŞİD’a karşı mücadelede Beşar Esad ile iş birliği düşüncesinin Suriye Cumhurbaşkanı’na karşı yıllarca görülen işin zemininde kabul edilemez olduğunu söyleyen Kissinger, bu konuda önceden Rusya ile diyaloğun yürütülmesi gerektiğini, Esad’ın gitme konusunun önceden hedef konulmasının yanlış olduğunu söyledi.
Kissinger’a göre, IŞİD terör örgütüne karşı mevcut savaşa ABD’de geniş toplumsal destek var. Fakat savaş devam ettikçe nelerin gerçekleşeceği belli değil. Bu nedenle savaşın sonucu hakkında net fikrin olması önemlidir.
Leyla MAMMADALİYEVA

8 Kasım 2015 Pazar

Tarihin en rüşvetçi, hırsız, dindar başbakanı




Tarihin en rüşvetçi, hırsız, dindar başbakanı




Osmanlının en büyük yolsuzlukları ve en büyük camileri Muhteşem Süleyman-Damat Rüstem döneminde yapıldı.

Sultan Süleyman'ın damadı Rüstem (1500-1561), bütün atama, kabul, ziyaretçi, imar, yol, liman, ticaret ve her türlü imparatorluk işini rüşvete bağlamıştı… Devletteki her işlemin bir resmi narhı, bir de rüşvet cetveli vardı… Narh devlete, rüşvet Rüstem'in kasalarına giderdi.
Devlet, Rüstem'in umurunda bile değildi. O sadece alacağı rüşveti düşünür, memleket işlerini ve bürokrasiyi alacağı rüşvete göre tasarımlardı.
Rüşvete itiraz eden bürokrat sürgün, isyan edenler "öteki" ilan edilirdi. Adalet isteyenlere;"zındık, mülhit, Kızılbaş, Rafızî" gibi sıfatlar verilerek idam edilir veya boğularak ırmaklara atılırdı! 
Rüstem öldüğünde; 11 milyon akçe para, 1.700 köle, 2.900 at, 1.160 deve, 1.100 altın üsküf, 500 altın eyer, 130 çift altın üzengi, 1.000 çiftlik ve daha … gibi akıl almaz bir servet bıraktı.  
Tarih; Rüstem'i Osmanlının en büyük rüşvetçi başbakanı, en alçak hırsızı, en "dindar" (!) devlet adamı olarak kaydediyor…
Murtaza Demir'in "O zaman Rüstem'i yazalım" başlıklı yazısından

a45UyF587661-151106140838 Oraj Poyraz At Neomailbox cimcime@neomailbox.net
2015/11/06  19:00 1  39  undefined undefined add_anadoluhareketi@googlegroups.com

 

Varliklarina sevindigin seyler az olsun; yokluklarina uzulduklerinde az olur.

Ataullah Iskender
M.O. 1375 yilinda Misir da AMENOFIS adli bir Firavun (Fir avn) tahta geciyor.
Tek tanri olarak da AMON-RA ( ATON) Gunes tanrisini gosteriyor.
Bu tarihten sonra ilk tek tanrili din ortaya cikiyor.
Tanrinin adina AMON RA, bazen sadece RA, bazen de RAB deniyor.
AMENOFIS bununla da kalmiyor, tanriya ibadet eden her kisi ibadetin sonunu benim adimla bitirecek diyor.
Boylelikle her dua edenler, duanin sonunda Firavunlarinin ismini anarak, AMEN diyerek duayi bitiriyorlar.
Musa Misir dan cikinca bu gelenegi bozmadan aliyor.
Sonradan Muhammed Peygamber de Musa ya ve Isa ya bagli kalmak adina O da dokunmadan Muslumanlarin namazdan sonra ve her duadan sonra AMIN demelerini emrediyor.
Iste ozellikle bizim ulkemizde sevap sanarak soylenen AMIN kelimesi aslinda bir firavunun ismidir.

AMENOFIS, bir de Aton a siir yazar:

Bakin, siiri okudugumuz zaman dinin kaynaklarinin nerelerden geldigini daha iyi anliyoruz.
Amenofis in siiri;
Tanri uludur, birdir, tektir.
Ondan baskasi yoktur.
Bir tanedir,
O dur her varligi yaratan,
Bir ruhtur tanri, gorunmeyen bir ruh,
Ta baslangicta vardi tanri,
Tek varlikti o.
Hicbir sey yokken o vardi.
Her seyi o yaratti,
Ezelden beri suregelen varligi,
Ebediyete kadar surecek,
Gizlidir tanri, kimse gormemistir onu.
Insanlara ve yarattiklarina sir kalir her zaman.
Tabiatin herseyden buyuk ve hersey oldugu anlasildikca tabiatin cocugu olan insan kendinin de buyuklugunu ve haysiyetini anlamaya basladi 

ATATURK, 1931, Lise icin yazdigi Medeni Bilgiler kitabi 


..

Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken...




Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken... 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                      
Stratejik Analiz Dergisi Arşivi
Terörle Mücadelede Verdiğimiz Şehitler 1984-2013
Faili Meçhuller Dosyası
Türk Üniversiteleri Uluslararası İlişkiler Öğretim Üyeleri Veritabanı
Stratejik Analiz
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi


Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken...

Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.
09 Eylül 2015 Çarşamba


Süleyman Şah Türbesinin ve buradaki Türk toprağını koruyan askerlerimizin güvenliğinin IŞİD terör örgütü tehdidi altına girdiği gerekçesiyle türbenin 
Türkiye-Suriye sınırına 200m mesafedeki Suriye Eşme'sine 22 Şubat 2015 tarihindeki Şah Fırat Operasyonuyla nakledilmesiyle ilgili olarak yazdığım 
makalede (Şah Fırat Operasyonunun Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri-12 Mart 2015) şöyle demiştik:  

...Gelişmeler göstermektedir ki Türkiye Ortadoğu'da hızla geri çekilmekte ve kendi sınırları içine hapsolmaktadır. Aslında Türkiye'nin bölgeden çekilmesi 
çözüm süreci hatta daha da öncesindeki açılım politikalarının açıklanmasıyla başlamıştı...  

...Irak'ın kuzeyinde Kerkük'ü, tartışmalı bölgeleri ve petrol sahalarını işgal edip Barzani'nin bağımsızlık açıklamalarına sessiz kalarak onay vermiş olduk. 
Böylece Kerkük, Musul ve dolayısıyla Irak'tan çekildik... 

...Suriye'de ise Türkmenler üzerinden olan ilişkilerimiz IŞİD'le birlikte kopmuş, Türkmenler tamamen kendi kaderlerine terk edilmişti. Suriye ile tek 
somut bağımız olan Süleyman Şah topraklarını kendi kararımız ve isteğimizle terk etmekle de Suriye'den tamamen çekildik. Bakmayın Süleyman Şah türbesinin sınırımızın hemen yanındaki Suriye Eşme'sine getirilmesine, Türkiye artık kendi sınırlarının içine çekilmiştir...

...Zaten var olan PKK terör örgütünün yanı sıra IŞİD terör örgütü de tehdidi çekilen Türkiye'nin peşinden Türkiye'nin içine gelmiştir... Türkiye bu hareketle 
görünüşte IŞİD tehdidinden kurtulmuştur ama aslında bu sefer de uluslararası IŞİD koalisyonunun baskısı altına girmiştir...

...Türkiye'nin caydırıcılığını ortadan kaldıran bu pazarlık süreçleri Türkiye'yi sadece Ortadoğu'dan sınırları içine çekmekte kalmadı eş zamanlı olarak 
Türkiye'nin içinde de devleti batıya doğru bir çekilme eğilimine soktu. PKK açılımı ve özellikle 2013 başında başlayan pazarlık süreci (PKK eylemsizliğine 
karşı TSK/polisin pasif konuma gelmesi vs) ülkenin doğu ve güneydoğusunda devlet uygulamaları yapan iradenin fiilen devletten PKK terör örgütüne geçmesinin önünü açtı. Böylece AKP iktidarı ve dolayısıyla T.C. devleti genel anlamda ülkenin batısına sıkışmış oldu.PKK artık hem Türkiye'nin içinde hem Irak'ın kuzeyinde ve son olarak artık Suriye'nin kuzeyinde adeta Türkiye'yi çevrelemiştir...

Bugünkü Türkiye... Doğu/Güneydoğu'da PKK hakimiyeti, IŞİD terörü ve yabancı askeri kuvvet yığınağı 

Bugünkü Türkiye, yaklaşık 6 ay yaptığımız yukarıdaki değerlendirmenin maalesef doğru olduğunun ve gerçekleştiğinin artık resmen herkes tarafından kabul edildiği bir Türkiye'dir. Suriye'nin kuzeyindeki 110 km.lik bir bölüm hariç Kürt koridoru fiilen ve resmen gerçekleşmiş, Türkiye bunu kabullenmiştir. PKK terör örgütü doğu ve güneydoğunun hemen hemen bütün illerinde hakimiyetini özerklik ilanlarıyla pekiştirmiş, talepleri resmen kabul edilmezse ayaklanma 
başlatacaklarını açıklamıştır. Bütün resmin gerçekleşmesinin çözüm sürecinin yarattığı ortamla sağlandığını hem PKK hem devlet itiraf etmektedir. 
PKK elebaşlarından Bayık, 31 Ağustos 2015'te Foreign Policy dergisinde yayımlanan röportajında " 2 yıllık çözüm süreci boyunca savaşa hazırlandık, bölgede sivil görünümlü silahlı milis yapı kurduk" demiştir.

Çözüm sürecinin PKK terör örgütünün Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda paralel devlet yapısı kurmasına nasıl ortam hazırladığını, PKK'nın Türkiye'yi bölmek üzere ayaklanma hazırlıkları yapmasına fırsat yarattığını, bugünlerde yaşanan terör saldırılarının hazırlıklarına çanak tuttuğunu ve bütün bunların AKP 
iktidarının gözleri önünde ve bilgisi dahilinde olduğunu itiraf eden beyanlarını Prof. Dr. Ümit Özdağ'ın 04 Eylül 2015'te Yeniçağ gazetesindeki köşe yazısında 
net olarak bulabilirsiniz. Devletin en üst makamlarındakilerin açıklamalarına göre Türkiye beka sorunu yaşayan, doğu ve güneydoğusu bir terör örgütünün 
hakimiyetinde olan ve T.C. devletinin kamu düzenini geçerli olmadığı, terör örgütünün her an bir ayaklanma başlatabileceği, memurları o bölgeden kaçan yani devlet bölgeyi terk ediyor görüntüsü yaşayan bir devlet konumundadır.

Bugünkü Türkiye sadece topraklarının bir bölümünde PKK terör örgütünün hakimiyet kurduğu bir ülke değildir. Yazımızın en başında söylediğimiz gibi IŞİD terör örgütü de artık Türkiye'nin bir gerçeğidir ve IŞİD kendi terör tehdidinin beraberinde başta ABD olmak üzere koalisyon ülkelerini de Türkiye'ye getirmiştir.  Şah Fırat operasyonuyla Ortadoğu'dan tamamen çekilen, caydırıcılığı azalan Türkiye hem kendi toprakları üzerinde hem de Ortadoğu bölgesinde oyunun dışına itilmektedir. Bunun son halkasını İncirlik Mutabakatı ile IŞİD koalisyonu ülkelerine Türk askeri üslerinin açılması oluşturmuştur. Yazılı olmayan imzasız bir mutabakatla Türk toprakları yabancı ülke askeri kuvvetleri ne açılmıştır. İncirlik Üssü'nün açılması kararını açıklarken Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu "bütün kararları ABD ile ortak vereceğiz, ABD'den başka hangi ülkelerin askerlerinin geleceğini de yine ortak karar vereceğiz" diyerek T.C. devletinin egemenliğiyle ilgili kararların yabancılara paylaşılacağını sanki iyi bir şey yapıyormuş gibi rahatlıkla açıklıyordu. Ama gelinen nokta gösteriyor ki egemenliği paylaşılması değil adeta devri ve hatta Türkiye'nin işgaline yol açacak bir sürecin önünün açılması söz konusu. Nasıl mı? İşte o gelişmeler.

ABD, IŞİD'le mücadele için komşularının ve bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesini planlıyor!

IŞİD terörünü, Türkiye'nin IŞİD koalisyonuna katılması ve Suriye'de IŞİD’e karşı operasyonlara başladığı bir dönemde bununla iç içe olan bir gelişme nedense 
Türkiye'de hemen hemen hiç konuşulmadı. Bu gelişme ABD Dışişleri Bakanı John Kerry'nin 02 Eylül 2015'te CNN'e verdiği röportajdaki açıklamalarıydı. Kerry 
şunları söyledi: "Suriye'de IŞİD'i yenmeye yardım etmek için Ortadoğu güçlerinin Suriye'ye asker göndereceğinden eminim. Doğru zaman geldiğinde Suriye'nin bazı komşularının sorumluluk üstlenmesini bekliyorum. Bunun nasıl olacağına ilişkin detayları bölgedeki diğer ülkelerle görüşüyoruz. Sahada bazı kuvvetlerin bulunmasına ihtiyaç var ve uygun zamanı geldiğinde bunların orada olacağına ikna oldum. Bölgede bunu yapma yeteneği olanlar var.".  Kerry hangi ülkelerin kara gücü göndermeye ikna edildiği konusunda ilave bilgi vermedi ancak "Amerikan Başkanının açıklamaları ve direktifleri çok nettir ki Amerikan askerleri bu denklemin içinde yer almayacaktır" açıklamasını yaptı.  

Konuyu yakından takip edenler için Kerry'nin açıklamasından sonra potansiyel adaylar olarak Türkiye, S.Arabistan ve bazı Körfez Arap ülkeleri öne çıkmaktadır. Kerry'nin bu açıklamasının ABD'nin Rusya ve S.Arabistan ile yürüttüğü ve Esad'ın başka bir ülkeye gönderilmesiyle de sonuçlanabilecek şekilde Suriye'de siyasi çözümü arayan görüşmelere başlanmasının ele aldığı bir döneme denk gelmesi de dikkat çekici. Kerry bu röportajından hemen sonra S.Arabistan Dışişleri Bakanı ile görüşmüştür ki bu da S.Arabistan Kralının 3 günlük bir ziyaret için Vaşington'a gelmesinin hemen öncesinde olması nedeniyle kritiktir.

IŞİD'le mücadelede Irak'ta Irak Ordusu ve Peşmerge ile kara savaşı yapacak kuvvet ihtiyacı karşılanabilecektir. Ancak Suriye'de bu konudaki ihtiyaç devam 
etmektedir. Eğit-donat projesi fiyasko ile sonuçlanmış, resmen kabul edilmese de ABD tarafından rafa kaldırılmıştır. ABD açısından Suriye'deki tek kara gücü 
PKK/PYD'dir. Belli bir aşamadan sonra (Kürt koridorunun oluşması)  PYD'nin daha güneylerde kullanılması mümkün olmayacağından başka kara güçlerine ihtiyaç vardır. Buna ikna olan ABD şimdi Suriye'nin komşularının ve bazı bölge ülkelerinin asker göndermesinin planlarını yapmaktadır. Amerikan askerleri 
Suriye'ye ayak basmayacak, sıcak çatışmaya girmeyecektir, ama ABD diğer ülkelerin askerlerine komuta etmeye hazırlanmaktadır.

Yine anlaşılan o ki bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndermesi söz konusu olduğunda bunun liderliğinin S.Arabistan tarafından yapılması büyük ihtimaldir. 
Ne de olsa S.Arabistan Yemen'de böyle bir tecrübe yaşamaktadır. Her ne kadar şimdilerde Yemen'de büyük bir sivil felaket yaşanıyor ve bu trajedi ne Türkiye 
ne de dünyada gündeme gelmiyor olsa da S.Arabistan'ın "üst akıl"lar tarafından bu günler için hazırlandığını söylemek hiç de abartı olmayacaktır. Diğer 
taraftan TBMM'den geçen tezkereye dayanarak Türkiye üslerini IŞİD'e karşı operasyonlara açmış, bu üslere ABD haricinde Körfez'deki Arap ülkelerinin de 
uçak konuşlandıracağı açıklanmıştı. Kerry'nin bu açıklamasından sonra görülmektedir ki bölge ülkeleri Türk üslerini sadece hava operasyonları için 
değil Suriye'ye geçecek kara kuvvetleri personeli için de kullanmalarının öngörülmüş olması büyük ihtimaldir. Türk topraklarının Suriye'deki sözde ılımlı 
muhaliflere eğitim dahil lojistik destek için kullanıldığı zaten bilinmektedir.

Böylece Türkiye uzunca yıllar süreceği ta en başından belli olan IŞİD'le mücadele bağlamında topraklarında yıllarca sürecek bir yabancı asker varlığını 
barındırmak zorunda kalacaktır. Bu durum Türkiye'nin Pakistanlaştırılmasının bir başka veçhesini oluşturmaktadır. Şöyle ki: Bölge ülkelerinin, bölgedeki devlet 
dışı aktörlerin, Batılı güçlerin herhangi bir şekilde ve nedenle Türkiye'nin Suriye veya Irak'a kara gücü göndermesini istemediğini biliyoruz. Çünkü bütün bu 
aktörler "Türkiye girerse bir daha çıkmaz" sendromu yaşamaktadır. Dolayısıyla Türkiye'nin fiilen asker göndermeden ama çatışmanın tam içindeymiş gibi sürecin içinde yer alması, gerek yabancı ülkelerin askeri kuvvetlerini gerekse Suriye'deki sözde ılımlı yerel güçleri desteklemesi ve tabi ki bu savaşın maddi 
ve manevi tüm maliyetini bölüşmesi istenecektir. Bu bağlamda Türkiye'nin topraklarının ve üslerinin ileri harekat ve lojistik üs gibi kullanılması, 
gerektiğinde yabancı askerlere ev sahipliği yapması beklenecektir. Bu da aynen Afganistan'da savaşan NATO ve diğer uluslararası güçlere lojistik destek için 
topraklarını ve üslerini açması ama bunun karşılığında Taliban ve El Kaide'nin Pakistan'ı hedef almasından farklı gelişmeyecektir. IŞİD Türk topraklarında 
zaten var olan yandaş/hücreleriyle bunu Türk güvenlik güçlerine karşı yapacak, Türkiye genelinde sivillere karşı da terör saldırıları gerçekleştirecektir.

Bu söylediklerimizi bir komplo teorisi gibi göreceklere öngörülerimizi desteleyecek başka bir açıklamayı dikkatlerine sunarak açıklayıcı olmaya çalışalım.

ABD büyük bir askeri güçle Türkiye'ye yerleşiyor! İşgal mi, IŞİD'le mücadele mi?

Kerry'nin açıklamalarıyla eş zamanlı olarak ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass'ın röportajı 03 Eylül 2015 tarihinde CNNTürk'te yayımlandı.  Büyükelçi Bass röportajında ağırlıklı olarak IŞİD'le mücadele ve Türkiye'nin PKK operasyonlarına ilişkin soruları cevapladı.  Röportajı yapan gazeteci Hande 
Fırat'ın "Amerikalılar İncirlik'te ne kadar kalacak?" ve "Ne kadar büyüklükte bir güç gelecek Amerika'dan?" sorularına Büyükelçi Bass'ın verdiği cevap ise 
Kerry'nin öngördüğü şekilde bölge ülkelerinin Suriye'ye kara kuvveti göndermesi öngörüsünü teyit etmesinin yanında, ABD askeri kuvvetlerinin Türkiye'de 
yerleşmesinin IŞİD'le mücadeleden çok Türkiye'yi işgale dönüşebileceği kaygısını ortaya çıkarması açısından çok netti. İşte o sorulara verilen cevaplar:"Süre 
konusunda ise; üstünde uzlaştığımız hedefe ulaşmak için, yani DAEŞ’i zayıflatmak ve nihayetinde yenilgiye uğratmak için ne kadar zaman gerekirse, o kadar burada kalacağımızı düşünüyoruz.  O nedenle, bu konuya belli bir zaman dilimi açısından değil, belirlenen hedefler açısından yaklaşıyoruz...  DAEŞ’e karşı askeri operasyon yürütecek ABD ve diğer potansiyel koalisyon güçlerinin zaman içinde Türkiye’de hatırı sayılır büyüklükte bir varlığa sahip olacağını ve önemli 
katkılarda bulunacağını tahmin ediyoruz. Kurulacak yapı askeri harekatın nasıl gelişeceğine ve DAEŞ’e karşı en etkili çözümün gerekliliklerinin ne olacağına 
bağlı olacak...".

Anlaşılan o İncirlik Mutabakatı (bazı gazeteciler köşe yazılarında referans ve isim vermeden imzalı olduğunu yazsa da Dışişleri Bakanlığının bu konudaki tek 
resmi açıklaması 07 Ağustos'taki Dışişleri sözcüsü açıklamasıdır ve ona göre de ortada yazılı imzalı bir mutabakat yoktur) ucu açık bırakılmış, ne süre ne de 
askeri ekipman/silah/uçak/personel sınırlaması içermemektedir. Halbuki AKP hükümetinin TBMM'den aldığı yetki bir yıl sürelidir. AKP hükümeti neye 
güvenerek, neye dayanarak ve bir sonraki TBMM kararının ne olacağını bilmeyerek ABD'ye böyle açık bir çek verebiliyor, anlamak ve kabul etmek mümkün değildir. 

Eğer ABD ileride bu konularda sınırlamalarla sorunlarla karşılaşacağını düşünse (ki geçmişte 1 Mart tezkeresi tecrübesi var, tezkere geçmeden Türkiye'ye gelen 
Amerikan askeri kuvvetlerinin yaşadığı sorunlar var ki bunun çuval olayına yol açtığı tezleri oldukça kabul görmektedir) Büyükelçinin tarifiyle "hatırı 
sayılır" bir askeri gücü Türkiye'ye yığmaz, dolayısıyla çok sağlam güvenceler almış olmalılar. Hatırı sayılır bir askeri kuvvet tanımlaması da ilginç. 
Büyükelçi muhtemelen kendisinin söylediği istihbarat gerekçesinden ziyade Türk toplumundan fazla tepki çekmemek için askeri kuvvetin rakamsal büyüklüğünü 
açıklamıyor ama Türkiye'ye yerleşecek yabancı askeri kuvvetin oldukça büyük olacağını söylemeliyiz, çünkü hatırı sayılır bir askeri kuvvet görmezden 
gelinecek, etkisi olmayacak bir kuvvet olmayacaktır. 

Bu durum ise ABD'nin gerçek niyeti hakkındaki şüpheleri artırmaktadır. ABD aslında başka bir şeye mi hazırlanmaktadır?Kamuoyunun konuya dikkatini 
çekebilmek için kısaca şunu söyleyebiliriz. Büyükelçinin röportajdaki açıklamalarında Türkiye'de PKK terör örgütüyle tekrar müzakere masasına 
oturulmasına yönelik baskıcı ifadeleri, Suriye'nin kuzeyinde PYD'ye toz kondurmayan değerlendirmeleri var. Hal böyle olunca yine daha önceki 
yazılarımızda söylediğimiz gibi IŞİD eliyle bölgeyi dizayn etmeye çalışan ABD'nin, bu bağlamda IŞİD'le mücadele ediliyor görüntüsü altında nihai hedefi 
bağımsızlık olan ancak ilk etapta Suriye ve Türkiye'de özerk Kürt bölge yönetimlerinin oluşumunu izlemek, denetlemek, kontrol etmek ve gerekirse 
müdahale edebileceğini göstermeye yönelik bir baskı unsuru yaratmak için bölgedeki askeri varlığını artırmayı planmış olması büyük ihtimaldir. Bir taşla 
birden fazla kuş vurmayı yaklaşımını benimsemiş ABD'nin vurmayı istediği kuşlardan birisinin belki de en büyüğünün bu olduğunu düşünmek için 
gerekçelerimiz ve şüphelerimiz yeterince vardır. Çünkü Büyükelçi Bass "üzerinde anlaştığımız hedefleri gerçekleştirinceye kadar Türkiye'deyiz, bırakıp gitmek 
gibi bir niyetimiz yok" mealinde ifadeler kullanıyor. Çünkü Bass hatırı sayılır kuvveti anlatırken harekatın nasıl gelişeceğine ve IŞİD'e karşı en etkili 
çözümün gerekliliklerine atıf yaparak Kerry'nin doğru zaman geldiğinde bölge ülkelerinin Suriye'ye asker göndereceğini de adeta teyit etmektedir.

Peki Türkiye olarak biz ABD'nin hatırı sayılır askeri güçlerle bölgeye dönmesine yol açan IŞİD stratejisine ne kadar hakimiz, yönlendirme yapabiliyor muyuz, 
ABD'nin bu stratejisinin yada bunun üstündeki stratejisinin "end state"nin (nihai durum yani Suriye, Irak, Türkiye coğrafyasında neler öngörüyor, nasıl 
yapılar planlıyor vs) ne olduğunu, bu projenin kapsamını biliyor muyuz? Cevabı kocaman bir "hayır". İşin can sıkıcı yanı ise içeriğiyle ilgili hiçbir şey 
bilmediğimiz Türkiye'nin bekasıyla doğrudan ilintili bu projenin en önemli safhalarının Türkiye'yi yöneten AKP iktidarının verdiği açık çek ile yapılacak 
olmasıdır. Ancak görünen şu ki Rus tehdidi nedeniyle (Kırım'ın işgali, Ukrayna'nın de facto bölünmesinden sonra) Doğu Avrupa, Baltık ve Kuzey Avrupa ülkelerinin topraklarını Amerikan askerlerine ve savaş makinelerine açmasıyla söz konusu ülkelere yığınak yapan ABD, IŞİD tehdidi bahanesiyle ve Türkiye'nin davetiyle şimdi de Türkiye'ye yerleşiyor. Kaygı şu ki bu yerleşme sürekli bir hal alacak şekilde gelişmektedir. Eğer bu şekilde devam ederse bu Türkiye'nin kendi eliyle topraklarını Amerikan işgaline açması demektir ki kabul etmek mümkün değildir.

Türkiye'nin bölünüp işgal edilmesinden bahsederken başka yazılarda detaylıca incelenmesi gereken başka konular (Karadeniz'de sürekli ABD varlığı, Ege'de 16 
adanın Yunan işgalinde olması, Doğu Akdeniz'de Kıbrıs'ın elimizden kaymakta olması ile münhasır ekonomik bölge/enerji mücadelesinin kaybedilmekte oluşu) 
olduğunu burada önemli bir not olarak kayıt altına almalıyız ve nihai değerlendirmede yukarıda bahsedilenlerle birlikte ele almalıyız.


Sonuç olarak;

Burada yazdıklarımız Türkiye IŞİD'le mücadele etmesin anlamında değildir ama yazdıklarımız Türkiye'nin karar mekanizmasının içinde olmadığı, end state'ni 
(nihai durum) bilmediği bir projeye dahil edilmekte olduğunu bunun da Türkiye'nin çıkarlarını ve bekasını tehdit ettiğini, hatta Türkiye'nin işgaline 
yol açabilecek şekle dönüştüğünü ortaya koymaktır. Türkiye iki terör örgütü tehdidiyle karşı karşıyadır. Bunlardan PKK çözüm süreciyle birlikte yaptığı 
savaş hazırlıklarını hareket geçirmiş ve Temmuz ayının başından buyana 70'den fazla asker/polisimizi şehit etmiştir. IŞİD ise henüz topraklarımız üzerinde 
aktif bir terör saldırısı başlatmamıştır. Hal böyleyken ve PKK Türkiye açısından öncelikle tehditken Batı dünyası Türkiye'ye"PKK terör örgütüyle müzakere, IŞİD 
terör örgütüyle mücadele" dayatmasında bulunmakta, adeta Türkiye'nin güvenlik politikasını kontrol altına almak istemektedir.

Türkiye mevcut durumda PKK terör örgütüyle mücadele ederken Suriye'de savaşan taraflar arasında yer almadan da IŞİD'le mücadele edebilecek imkan ve kabiliyettedir.Buna da PKK terör örgütüne yönelik operasyonlarını sürdürürken Türkiye'nin içindeki IŞİD yapılanmasını ve mevzilenmesini tespit edip çökertmekle başlayabilirdi. Sınır hattının hemen üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesi halinde de şimdi yaptığı gibi koalisyonun (ABD'nin) 
tutumunu beklemez, tezkere gerektirmeyen uluslararası hukukun kendisine tanıdığı meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını kullanarak karadan ve havadan girerek sınırın hemen dibindeki IŞİD hedeflerini vurup dağıtabilirdi. Ama Türkiye IŞİD'in yurt içindeki yapısını/hücrelerini çökertecek operasyonları yapmadığı 
gibi 01 Eylül 2015'te sınır hattı üzerinde askerimizin IŞİD tarafından şehit edilmesinden sonra meşru müdafaa ve sıcak takip hakkını da kullan(a)mamıştır. 

Bu durum şunu göstermektedir: Türkiye terör örgütleriyle mücadelede kendi stratejisini (eğer varsa) uygulayamamakta, dış yönlendirmelere ve dayatmalara 
maruz kalmaktadır. Bunun sonucunda da aynı şimdi olduğu gibi topraklarının işgaline dönüşebilecek şekilde ucu açık, sınırlamaları olmayan bir mutabakatla 
ve sahibinin ABD olduğu IŞİD'le mücadele stratejinin öngördüğü bir yapıya ve projeye dahil olmak zorunda hissetmektedir. Bütün bu gelişmeler Türkiye'nin 
ulusal güvenliğini ve bekasını bugüne kadar hiç olmadığı kadar tehdit altına almaktadır. Çünkü Türkiye gözümüzün önünde bölünüp işgal edilmektedir... 
  

Uzman Hakkında
Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
cadilek9011@gmail.com

Uzmanın Diğer Yazıları

  AKP İktidarından Suriye'de Büyük Geri Adım ve Keskin U Dönüşü! Şimdi Ne  Olacak? 
  PKK'nın Yol Haritası: Ya çözüm süreci kumpasına dönüş ya da iç savaşa giden  ayaklanma! 
  Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken... 
  Suriye'de IŞİD'e Karşı Operasyona Başlayan Türkiye'yi Bekleyen Tehditler 
  İncirlik Mutabakatının Stratejik Sonuçları 
  Suruç Saldırısının Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri 
  ABD'nin Askeri Stratejilerinde Türkiye'nin Yeri 
  AKP'nin Ortadoğu Politikasının İflası: S.Arabistan'ın Büyük Kürdistan Planı ve 
  Suriye'de Kürt Koridoru 
  Çözüm Süreci Sorunu Neden Çözemez? 
  İmralı'da Büyük Kürdistan Kuruluyor 
  Şah Fırat Operasyonunun Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri 
  ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Stratejide Türkiye'nin  Yeri 
  Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 
  2015'de Türkiye ve Dünyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları,  Etkileri ve Öncelikleri  
  Hükümetin Kamu Düzeni Sağlansından Kastı  
  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları   Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve  Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü.
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/09/09/8296/turkiye-gozumuzun-onunde-bolunup-isgal-edilirken
..


Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez




  Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez 

 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                         



Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
02 Eylül 2015 Çarşamba

Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez 

Naim Babüroğlu tarafından yazıldı.


AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında, PKK’nın gücü iyice zayıflamış ve terör olayları minimize edilmişti. 2002 yılında şehit sayısı 7 asker/polistir.(1) PKK 
lideri Öcalan’ın 1999’da yakalanmasının ardından toparlanmak için eylemsizlik kararı alan terör örgütü, 2004 yılından itibaren silahlı varlığını tekrar harekete geçirmiştir. Terör örgütünün şiddet eylemleri, 2007-2008 yıllarında zirveye ulaşmıştır. AKP iktidarı ile birlikte, 2002-2006 yılları arasındaki dönem terörle mücadelede açısından tümüyle kaybedilmiş yıllardır.(2) “Demokratik Açılım Süreci”,Temmuz 2009’da İçişleri Bakanı Beşir Atalay tarafından yapılan bir konuşma ile başlatılmıştır. Hükümete göre hedef, demokratikleşme yolu ile terör sorunun çözülmesiydi. 10 Mart 2009’da, Cumhurbaşkanı Gül İran’a giderken bu konuda soru soran bir gazeteciye, “yakında çok güzel şeyler olacak” diyordu.(3) Çünkü 29 Mart 2009’da yerel seçimler vardı ve bu seçimler AKP için çok önemliydi.

19 Ekim 2009’da, örgüt lideri Öcalan’ın çağrısı ile PKK’nın kontrolündeki Kandil ve Mahmur kamplarından 34 kişilik bir grup, terörist kıyafetleri ile Habur sınır 
kapısından Türkiye’ye giriş yaptı. Teröristler, Silopi’de HDP yöneticilerinin de bulunduğu 50 bin kişi tarafından davul, zurna ve halaylarla karşılandı. Habur’da 
çadırda kurulan mahkemede teröristlerin yargılaması yapıldı. Sorgulama sonrası serbest bırakılan teröristler, o dönemin HDP Genel Başkanı’nın da yer aldığı 15 
HDP milletvekili tarafından Diyarbakır’a gitti. Bin araçlık konvoyla Diyarbakır’a gelen grubu 50 bin kişi karşıladı. (4) Cumhurbaşkanı Gül’ün, altı ay önce “güzel şeyler olacak” dediği olay, PKK’nın bu gövde gösterisi olmalıydı. Siyasi iktidarın “Türkiye’de güzel şeyler oluyor” demesinin ardından gerçekleşen Habur olayı PKK’nın başarısı ile sonuçlanmış oldu. Oysa Habur olayına kadar geçen sürede, 7.000 asker, polis ve köy korucusu şehit olmuş, 5.500 sivil katledilmişti.(5) Habur olayı,Türk Siyasi ve Hukuk tarihine kara bir leke olarak geçti.

MİT Müsteşarı başkanlığında bir heyet tarafından PKK ile “Oslo Görüşmeleri”nin yürütüldüğü ve PKK ile bir protokolün yapıldığı haberleri basında yer aldı. 
Protokolde, Haziran 2011 seçimlerine kadar ateşkesin sağlanması, KCK tutuklularının ve bazı Kürt siyasetçilerin serbest bırakılması, bölgedeki 
operasyonlar a son verilmesi gibi maddelerin olduğu ortaya çıktı. Görüşmelere,
İngiliz ve diğer yabancı temsilcilerin katıldığı yazıldı.(6) Böylece PKK, hükümet tarafından Türkiye Cumhuriyeti Devleti karşısında, bir taraf durumuna getirilmiş ve İngiltere üçüncü göz olarak görüşmelere katılmıştır. Türkiye genel 
seçim sürecine giriyordu. Ulusal çıkarları elinin tersiyle iten siyasi iktidar için öncelikli konu, 12 Haziran 2011’de yapılacak genel seçimlerdi ve bu 
seçimler AKP için çok önemliydi. 

1 Eylül 2013’te, Dünya Barış Günü nedeniyle HDP Diyarbakır’da bir miting düzenledi. Mitingde PKK marşı okundu, bu arada PKK’nın Suriye kolu PYD’nin eş 
başkanı Asya Abdullah mitinge katıldı. 8 Haziran 2014’te Diyarbakır’da bir terörist askeri kışlaya girerek Türk Bayrağını indirdi. 15 Ağustos 2014’te 
Lice’de bir teröristin heykeli dikildi. Heykel, ancak 4 gün sonra mahkeme kararıyla kaldırıldı.(7) 

15 Kasım 2013 yılında, Nusaybin’de görev yapan askeri araçlara PKK’lı teröristler ateş açtı. Askerler karşılık verdi. Genelkurmay Başkanlığı bu 
konuda: “…Açılan bu ateşe, meşru müdafaa kapsamında Taktik Tekerlekli Zırhlı Araçlar üzerindeki makineli tüfekler ile derhal karşılık verilmiş, unsurlarımızın karşı ateşi üzerine terörist ateşi kesilmiştir…” şeklinde bir açıklama yaptı.(8) Genelkurmayın açıklaması, yardımsever derneğinin protestosuna karşı yapılmış gibiydi. Fakat PKK, bir yardımsever derneği değildi. Bu, terörle mücadeleden sorumlu Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın terörle mücadele stratejisine katkı sağlayacak, tarihte örneği olmayan ilginç bir açıklamaydı. Çünkü 30 Mart 2014’te yapılacak yerel seçimler AKP için çok önemliydi. 

Seçimdeki başarının önemi, teröristlerin eylemine karşılık verilmesini bile “meşru müdafaa” gerekçesine dayandırmıştı. Sonuçta, terörle mücadele stratejisine yeni bir yaklaşım getirilmişti.  

16 Kasım 2013’te, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Mesut Barzani’nin Başbakan Erdoğan ile Diyarbakır’da görüşmesi planlandı. Barzani, Habur sınır 
kapısından 50 araçlık bir konvoyla törenlerle karşılandı. Diyarbakır caddeleri Kuzey Irak Barzani yönetiminin bayraklarıyla donatıldı. Diyarbakır Valiliği 
önündeki “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazısı kaldırıldı. Diyarbakır Belediye Başkanı, Barzani’yi “Kuzey Kürdistan’a hoş geldiniz” sözleriyle karşıladı. 
Barzani’nin yanında gelen Kürt Şarkıcı Şirvan Perver ile İbrahim Tatlıses beraber şarkı söylediler. Kürtçe şarkılar söylendiğinde çok duygulanan devlet protokolü hep birlikte ağladı. Erdoğan konuşmasında, “Kürdistan” kelimesini kullandı.(9) 

Erdoğan-Barzani görüşmesinin, başkent Ankara yerine Diyarbakır’da 
yapılması, önemli olduğu kadar ilginçti. Oysa üç ay önce, Temmuz 2013’te Barzani’nin çağrısı ile Kuzey Irak’ta Erbil’de Kürt Kongresi toplanmıştı. 
Türkiye, İran, Irak ve Suriye Kürt temsilcilerinin katıldığı bu kongrede dört ülkede (Türkiye, İran, Irak, Suriye) bulunan Kürtlerin bir Kürt Devleti 
oluşturma konusu görüşüldü. Barzani, konuşmasının sonunda, "… Sayın Öcalan'ın da aramızda bulunmasını isterdim… Şehitler Ölümsüzdür. Yaşasın Kürtler. Yaşasın Kürdistan" demişti.(10) Türkiye’nin ulusal çıkarlarına tümüyle aykırı olan bu tablo ortada iken,Başbakan Erdoğan’ın Barzani’yi Diyarbakır’a davet etmesi uluslararası ilişkilerde rastlanır bir durum değildi. Ancak, 30 Mart 2014’te yerel seçimler ve 10 Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçimleri vardı. Bu seçimler, Türkiye’yi yönetenler için çok önemliydi.  

Barzani ile görüşmesinin ardından, Diyarbakır programının ikinci gününde Başbakan Erdoğan, Bismil ilçesinde: “…Diyarbakır değiştikçe, Irak değişecek, 
Suriye değişecek… Biz o eski Türkiye dönemini kapattık. Yeni Türkiye, ruhuyla, özüyle kucaklaşan bir Türkiye’dir.” şeklinde konuştu.(11) Gerçekten çok değil, 
iki yıl sonra Türkiye, Irak ve Suriye değişecekti. 2015’te PKK, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da kontrolü ele geçirecek güce ulaşacaktı. Türkiye’yi yönetenlerin 
izlediği “Stratejik Derinlik” ve“Sıfır Sorun Politikası” sonucunda, Irak ve Suriye fiilen bölünecek, 22 milyon nüfuslu Suriye’nin 13 milyonu evlerini terk edecekti. 
Türkiye’nin Suriye sınırında bir “PKK Devleti”nin tohumları atılacak, IŞİD, PKK gibi Türkiye’yi de tehdit edecek bir konuma getirilecekti. En önemlisi, Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehlikede olacaktı. 

30 Ağustos 2014 Resepsiyonu’nda, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necdet Özel, “Çözüm Süreci” ile ilgili olarak şunları söyledi: “Çözüm sürecine ilişkin yol haritasını bilmiyoruz, o çalışmanın içinde yokuz. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay çalışmanın kamu kuruluşlarına gönderileceğini söylemişti, henüz bir şey gönderilmedi. Görürsek biz de görüşlerimizi söyleriz. Kırmızı çizgiler aşılırsa gereğini yapacağımızı söyledik, gereğini de söyleriz…”(12) Genelkurmay 
Başkanı,“kırmızı çizgiler aşılırsa gereğini yapacağımızı söyledik” şeklindeki sözleri söylediğinde, AKP tarafından başlatılan “Demokratik Açılım” ve “Çözüm 
Süreci” ile PKK, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun bazı yerlerinde kontrolü ele geçirmeyi sürdürüyordu. “Alan Hâkimiyeti” de tamamen terör örgütünün eline 
geçmişti.Oysa “Alan Hakimiyeti”nin kazanılması için 20 yıl önce binlerce şehit verilmişti.Askerler tarafından teröristlerin yerlerinin belirlenmesine ve 
istihbaratın teyit edilmesine rağmen, mülki makamlar operasyona izin vermiyordu. Terörle mücadele eden Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın, “Siyasi iktidarın proje ile ilgili çizdiği yol haritasından haberimiz yok” itirafı, iş işten geçtikten sonra yapılmıştı. Bu itiraf, Türkiye’yi yönetenlerin, aslında terörle mücadelede ne kadar ciddi olduklarının bir göstergesiydi.

6-7 Ekim 2014’te, IŞİD’in Suriye’de Ayn el Arap’a (Kobani)  saldırısı gerekçesiyle, Türkiye’de halkın kışkırtılması sonucu 45 vatandaş hayatını 
kaybetti, 2 polis şehit oldu. 25 Ekim 2014’te, Yüksekova’da 3 asker, işlek bir caddede gündüz saatlerinde başlarından vurularak şehit edildiler. 29 Ekim 
2014’te, Diyarbakır Bağlar ilçesinde pazarda ailesiyle alışveriş yapan bir astsubay, başına ateş edilerek şehit edildi.(13) Bu eylemlere rağmen PKK’ya 
operasyon yapılmadı. Sınır ötesi hava harekâtı da düşünülmedi.Çünkü, 7 Haziran 2015’te genel seçimler yapılacaktı ve bu seçimler Türkiye’yi yönetenler için çok 
önemliydi. Bu nedenle, PKK’ya operasyon öncelikler arasında değildi. 

Türkiye-Suriye sınırının 37 kilometre güneyinde bulunan Türk toprağı Süleyman Şah Saygı Karakolu (Türbesi), 22 Şubat 2015’te bulunduğu bölgeden tahliye 
edilerek sınırın yaklaşık 200 metre yakınına, Suriye Eşmesi’ne getirildi. Suriye’deki Türk toprağının terki anlamındaki bu tahliye, Kobani’nin (Ayn el 
Arap) PYD tarafından ele geçirilmesi ve “Kürt Koridoru” taşlarının döşenmesi aşamasında gerçekleşti. Aslında, Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasıyla, ABD, 
İsrail ve PKK’nın Suriye kuzeyinde oluşturmaya çalıştığı Kürt Koridoru’nun önündeki engellerden biri, Türkiye’yi yönetenler sayesinde kaldırılmış oldu. 
Stratejik öngörü böyle bir şeydi ve PKK’nın kolu PYD’ye Türkiye-Suriye sınırında Kürt Devleti’nin kurmasına ön ayak olunmuştu. Çünkü, 7 Haziran 2015’te genel 
seçimler vardı ve bu seçimler iktidar için çok önemliydi. 

7 Haziran 2015 genel seçim sonrası, terör olaylarının hızla artması nedeniyle Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç,  Ağustos 2015’te NTV canlı yayınında, 
Genelkurmay Başkanı’nın belki de söyleyemediği, güvenlik kuvvetlerinin PKK’nın eylemlerine sessiz kalışını şöyle açıkladı: “Halkın şöyle söylediğini biliyorum 
‘Üzerinde silah olan bu PKK’lı teröristler karakolun önünden geçiyor. Asker de onlara hiç bir şey yapmıyor.’ Durum biraz böyleydi. Ama bunun bir tek sebebi 
vardı, terörün tekrar hortlamaması ve siyasi görüşmelerin sonuca ulaşması.”(14) AKP Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay da Habertürk’te: “Devlet ‘Çözüm 
Süreci’nde operasyon yapmazken, PKK yığınak yapıyordu. PKK 2,5 yıllık çözüm süreci boyunca silahı bırakmadığı gibi aksine daha çok palazlandı. İnsan  kaçırmak, haraç kesmek, karakol kurmak, vergi daireleri oluşturmak gibi faaliyetlerde bulundu…” şeklinde itiraflarda bulundu.(15) Bu sözler, gerçekte 
Anayasa ile Türk Ceza Yasası’nın rafa kaldırıldığının itirafıydı.

Türkiye’yi yönetenler, “Türkiye’nin güvenliği, toplumun refah ve mutluluğu” demek olan ulusal çıkarları işte böyle korudular. “Çözüm Süreci”ni, ülkenin 
güvenliğinden sorumlu makamlarla bile paylaşmadılar. Ülkenin güvenliğinden sorumlu makamlar da, iş işten geçtikten sonra bir şeyler söylemeğe çalıştılar. 
“Çözüm Süreci”nde, stratejik hata yaparak toplum, meclis ve ordu (emniyet güçleri) dışlandı. “Çözüm Süreci”, anahtarı İmralı’da olacak şekilde, iktidarda 
kalmanın bir kozu olarak yürütüldü. Ancak, “Çözüm Süreci”nin, “Ulusal Çıkarlar”a aykırı olduğu ve Türkiye’yi bölünme noktasına getirdiği gerçeği gizlenemedi. 

PKK terör örgütü, “Çözüm Süreci” döneminde, operasyonların durması sayesinde Türkiye’ye en az 80 bin silah ve 63 ton patlayıcı madde depoladı. Suriye iç 
savaşında modern tanksavar silahları (Milan) elde ederek Türkiye’ye getirdi.(16) 

Bu silahlar getirilirken, güvenlik ve istihbarat birimlerinin sessiz kalma gerekçesi, Türkiye’nin milli güvenliğinin korunması yerine, tek kişi iktidarının 
sürdürülmesinin sağlanması ile açıklanabilirdi. AKP iktidarı, Barzani’yi destekleyerek, Kuzey Irak’ta bir Kürdistan’ın oluşmasına katkıda bulundu. 
İzlediği ihtiras dolu Suriye politikasıyla, Suriye’nin kuzeyinde PKK’nın kolu PYD’nin bir Kürt devleti oluşturmasının önünü açtı. “Çözüm Süreci” ile Doğu ve 
Güneydoğu Anadolu’da devletin egemenliği tartışılır duruma getirildi. IŞİD, PKK gibi Türkiye’yi de tehdit edecek bir konuma getirildi. En önemlisi, Türkiye’yi 
yönetenler, PKK terör örgütünü Kürtlerin temsilcisi kabul ederek PKK’yı meşrulaştırdı. Türkiye’nin toprak bütünlüğü tehlikeye atılmış oldu. Sonuçta, 
iktidarda kalma ihtirası uğruna ulusal çıkarları elinin tersi ile iten bir kadronun, terörle mücadele etme azim ve kararlılığında olamayacağı gerçeği 
tekrar ortaya çıktı. 

Önümüzdeki süreçte, İmralı ile bir anlaşma yapılarak PKK eylemlerinin geçici olarak durdurulması hedeflenmekte ve 1 Eylül Dünya Barış Günü böyle bir fırsat 
için kollanmaktadır. PKK, eylemlerini dondursa da, bölgede kontrolünü pekiştirmek ve gücünü artırmak için geçmişte olduğu gibi çalışmasını sürdürecek ve kaybeden yine Türkiye olacaktır. Ancak, seçim birinci önceliklidir ve önemli olan seçimden başarılıyla çıkmaktır. Çünkü 1 Kasım 2015’te genel seçimler yapılacaktır ve bu seçimler Türkiye’yi yönetenler için çok önemlidir. 


(1) Aktif haber, 17 Ağustos 2011.

(2) Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, s.130;  Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye s.142. 

(3) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye s.153.

(4) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye s.154-156.

(5) Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, s.33.

(6) Akşam Gazetesi, 24 Nisan 2013; CNN TÜRK.com, 18 Eylül 2012, saat 15.17.

 (7) Sabah Gazetesi, 8 Ağustos 2015; Arslan Bulut, Yeniçağ Gazetesi, 8 Ağustos 2015.

(8) Hürriyet Gazetesi, 15 Kasım 2013.

(9) Hürriyet Gazetesi, 16 Kasım 2013.

(10) Hürriyet Gazetesi, 23 Temmuz 2013.

(11) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye s.179. 

(12) CNN TÜRK. Com, 30 Ağustos 2014, 21.06.

(13) Osman Ararat, PKK Terörü ve Türkiye, s.166.

(14) Arslan Bulut, Yeniçağ Gazetesi, 7 Ağustos 2015.

(15) Arslan Bulut, Yeniçağ Gazetesi, 7 Ağustos 2015.

(16) Prof. Dr. Ümit Özdağ, 21. Yüzyıl Enstitüsü, Seçime Giderken PKK Ayaklanması, 26 Ağustos 2015. 

Uzman Hakkında
Naim Babüroğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez  
  Stratejik Derinlikten-Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü 
  Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/09/02/8288/ulusal-cikarlari-yok-sayan-bir-kadro-terorle-mucadele-edemez

...