29 Şubat 2016 Pazartesi

SAYIN CUMHURBAŞKANI AHMET NECDET SEZER'E AÇIK MEKTUP



SAYIN CUMHURBAŞKANI AHMET NECDET SEZER'E AÇIK MEKTUP


Haziran 2002   Sayı: 46
Prof. Dr. EROL MANİSALI


 " Türkiye-AB ilişkilerinde esas sorun, AB'nin Türkiye'yi içine almak İstememesidir. AB, "Türkiye'yi içime alamam, özel statüde yedeğime alırım" demektedir.

- AB bunu Soğuk Savaş bittiği ve aynı yıl Türkiye'nin tam üyelik başvurusunu reddettiği 1989'da ortaya koydu.

- Bu nedenle Türkiye'de bazı çevreler Brüksel ile işbirliği yaparak yine aynı yıl, "Tam üye olmasak da Gümrük Birliği'ne gireceğiz" demişlerdi. Türkiye "resmen", AB'ye tek yanlı bağlanıyordu.

- Gümrük Birliği, Katma Protokol'ün(1970) bir sonucu olamaz. Katma Protokol bir bütündü; mal dolaşımı, işgücü dolaşımı ve tam üyeliği öngörüyordu.

- Katma Protokol'e göre 6 Mart 1995'te yalnız Gümrük Birliği belgesinin değil, işgücü dolaşımı ile birlikte tam üyeliğin de onaylanması gerekirdi. Katma Protokol maddeleri okunduğunda bunlar açık olarak görülür.

Yanıtlanması Gereken Sorular

1. Bugün diğer AB adaylarının neden Türkiye'nin 6 Mart 1995'te imzaladığı türden "tek yanlı bağlayan" ve Türkiye'yi örtülü bir sömürge durumuna sokan bir ilişki düzeni bulunmuyor?

 2. Bu tek yanlı belge bugüne kadar ulusal sanayi dallarımızın yabancıların eline geçmesine yol açmıyor mu? Tekstil, gıda, inşaat malzemeleri en ileri sektörlerimiz iken bugün yabancı malların işgali altına girmediler mi?

 3. Anadolu'da ticaret odası başkanları son yıllarda iç pazarın çokuluslu şirketlerin eline geçtiğini sürekli olarak açıklıyor. Bu gelişmeler AB'ye tek yanlı bağlanmanın sonucu değil mi?.."



26 Şubat 2016 Cuma

BU KUMAŞ DİKİŞ TUTMAZ.,



BU KUMAŞ DİKİŞ TUTMAZ.,

Siyasetin öyle bir kuralı vardır ki, dünya yerinden oynasa dahi, o kural değişmez.
O kural şudur; “ İnsanların güvenini bir kez kaybettiniz mi, daha da kazanamazsınız ”. Hele insanlar, kendilerini yönetenlerin “ Yalan ” söylediklerini anlarlarsa, yandı gülüm keten helva. Yağlı direğe tırmanmak gibidir, bu durum. Tırmanmak için çabaladıkça aşağıya doğru kaymaya başlarsınız.
Taksim - Gezi Parkında başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan demokrasi ve özgürlük talepleri sebebiyle Başbakan Erdoğan’ın son 18 gündür yaptığı çelişkili konuşmaları alt alta yazın, birbiriyle taban - tabana zıt konuşmaların, sağlıklı bir beyinden çıktığına kimseyi inandıramazsınız.
İşte “ Güven ve İtibar Kaybı ” böyle başlar.
O zaman ne mi olur? Neler, neler olur beraberce bakalım;
-Gerçek Demokrasi ile yönetilen ülke liderleri eleştiri seslerini yükseltirler.
“Polis Devleti” uygulamalarına karşı oluşan tepki adım-adım tüm dünyaya yayılır. Çünkü onların kamuoyları için “Demokrasi” tek şarttır.
-Medya, usul-usul yan çizmeye başlar. Yandaş kalemler, “ eee, bu kadar da olmaz ki ” demeye, ufak-ufak dokundurmaya başlarlar.
-Sonra Ankara Bürokrasisinde çözülme başlar. İktidarın şaibeli icraatlarıyla ilgili dosyalar el altından servis edilmeye başlar. İktidarın halktaki itibarının düştüğünü en iyi “Başkent Bürokrasisi” hisseder ve derhal tavır alır.
İllerdeki bürokrasi de, Ankara Bürokrasisini takip eder.
-Çözülmeyi ve güç kaybetmeyi gören iktidar Milletvekilleri arasında huzursuzluk başlar. Genel Başkan sayesinde milletvekili olanlar bile, kapı aralarında konuşmaya-eleştiriye başlarlar. Bundan sonraki adım, milletvekillerinin kendilerine yeni yer aramaları ve bunun için vaziyet almalarıdır.
-En vahimi ise, ülkeyi yönetenlerde “korku” bir paranoya haline gelir. Sokağa ve kalabalıklar karşına çıkmak, onlar için işkence haline gelir. Bu korku onların zulmünü arttırır, gidişlerini çabuklaştırır.
Bu noktadan sonra, ne yapsanız eski konumunuza gelemezsiniz. Geçmiş olsun!
Adam çok ağır hasta imiş ha gitti, ha gidecek. Karısı son bir ümitle, kasabaya yeni gelen doktoru çağırmış. Doktor adamı iyice muayene etmiş. Çantasını toplarken kadın, doktora sormuş;
“Doktor Bey, Bey’ime ne pişireyim? Yemeklerden hangisi dokunur, hangisi dokunmaz?”
Doktor, bir hastaya bir de karısına bakmış ve; “Hanım, ne isterse ver, ne yerse yesin, çünkü bu baş, bu yastıktan kalkmaz artık!…”
Sen, kendi halkından “Vekâleten” aldığın iktidar gücünü, kendi gücün zannedip, milletine polis copu-biber gazı-sopa-tekme olarak karşı kullanır, 4 vatandaşının ölümüne, 12 kişinin gözünü kaybetmesine, binlerce insanın yaralanmasına sebep olursan, üstüne üstlük sürekli yalan söylersen, millet seninle aranızdaki gönül bağını kopartır. O bağ bir kere koptu mu, mümkünü yok kimse tekrar bağlayamaz. Bu saatten sonra ne yaparsan yap, senin başın yastıktan kalkmaz.
Artık gitme zamanıdır.
Geldiğin gibi demokratik yolla gitmek, milletin kararıyla gitmek, gidişlerin en hayırlısıdır. Milletin kararına rağmen ayak direr ve “ben sultanım-ben halifeyim-bensiz olmaz-benim uçaklarım - benim binlerce korumam-benim servetim” dersen, Milletin başına bir de tedavi masrafı çıkartırsın ki, bence hiç gereği yok. Zorla güzellik olur mu a cancağızım?
Sağlık ve başarı dileklerimle
RİFAT SERDAROĞLU 
22 Haziran 2013

SOYUNU SATAN SOYSUZLAR,





SOYUNU SATAN SOYSUZLAR,


Rıfat Serdaroğlu


26 Haziran 2012 yılında, yani yaklaşık 4 yıl önce "Soyunu Satanlar" adlı bir yazı yazıp, AKP yöneticilerini uyarmıştım. Bademlerin kibirleri o kadar büyüktü ki, hiç dikkate almadılar. O yazıda gerçek bir olayı anlatmıştım;
"Fatih Sultan Mehmet, bir gün tebdili kıyafet edip halkın arasına karışır.
Kuş Çarşısına gider. Kekliklerin fiyatları arasındaki fark dikkatini çeker ve sorar;
Sultan: Bu kekliklerin bir 2 altın, diğeri 40 altın! Bu fark neden?
Satıcı: 2 altın olan normal keklik. 40 altın olan keklikte öyle bir ses var ki, o ötmeye başladığı zaman, çevrede ne kadar keklik varsa, onu dinlemek için yanına gelir. Avcılar da yorulmadan, gelen keklikleri avlarlar!
Fatih Sultan Mehmet, 40 altın ödeyip o kekliği almış ve elleriyle başını koparıp atmış! Satıcı şaşkınlık içinde; Ne yaptın be adam? Hem kekliği öldürdün, hem paran boşa gitti!
Sultan; O keklik soyunu satıyordu. Onu öldürdüm ama ona inanacak keklikleri kurtarmış oldum.
Hiç unutma, soyunu satan soysuzlar, herkesi satar…
Son 14 yılda öyle hainler, öyle çapsız zavallılar, soyunu bile satmaktan utanmayan öyle reziller gördük ki, Türk Milletinin bile ayarı bozuldu…
Ülkeyi yönetenler 14 yılda kendi soylarını, inançlarını, insanlarını, komşularını o kadar gaddarca sattılar ki, herkes çıldırma noktasına geldi.
  • Adam, ben "Hizmet Hareketiyim" dedi, 50-60 Milyar Dolarlık servetin üstüne oturdu. Milletini sattı, gitti CIA'nın kucağına oturdu. Yetinmedi, CIA elemanları ve Yargı-Polisteki adamları marifetiyle, kendi milli ordusunu hançerledi. Terörle mücadele eden kahramanlara tuzak kurup, hileyle onları zindana atıp, sattı!
  • Adam, PKK denen Marksist-Leninist Narko-Terör örgütünü kurdu. Ekmeğini yediği, suyunu içtiği vatanını sattı. Türkiye'ye düşman olan ülkelerin istihbarat örgütlerinin maaşlı elemanı oldu, soydaşlarını sattı. 55 bin insanın kimini öldürerek, kimini sakat bırakarak hayatlarını kararttı, insanlığını, inancını sattı.
  • Adam, "Ben Müslüman'ım, Dürüstüm, Namusluyum" dedi, kendi devletini sattı. O kadar aç gözlü idi ki, yüklü devlet ihalelerinin tamamından avanta aldı, dürüstlüğünü sattı. Kendi çocuklarını hırsızlık işine bulaştırdı, ailesini sattı.
Gitti Türklerin düşmanı olan Papa'nın önüne çöktü, milletini sattı.
On binlerce Müslüman kadına kıza tecavüz eden yabancı askerler için dualar etti, tüm Müslümanları sattı.
Değerli Okurlar;
Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aralarında dil-duygu-ülkü-tarih-kültür ve çıkar birliği içinde olan topluluklara ne denirdi? MİLLET değil mi?
Bademler, Dilimizi unutturmak için her oyunu yaptılar. Dil birliğimiz kaldı mı?
Duygu- Ülkü- Kültür birliği içinde olsak, her gün gelen onlarca şehidimize, ölen insanlarımıza duyarsız kalabilir miydik?
Tarih birliğimiz olsa, Badem İktidarı gibi cahiller örgütü, Cumhuriyet tarihimizi ve kurucularını yerden yere vurabilir miydi?
Türkiye'de Anayasa yürürlüktedir diyebilir misiniz?
Türkiye Cumhuriyeti bir Hukuk Devletidir, diyebilir misiniz?
Türkiye'de çağdaş ve lâik bir eğitim sistemi var diyebilir misiniz?
Türkiye, komşularıyla güzel ilişki içindedir, diyebilir misiniz?
Türkiye'de halkın çıkarlarını koruyan muhalefet partileri vardır, diyebilir misiniz?
Bademlerin Türk Devletine-Türk Milletine- Türk Tarihine yaptıkları en büyük kötülük, bizim değerlerimizle oynamaları ve bozmalarıdır.
Elbette bu yıkımı durdurup millet olma vasfımızı tekrar kazanacağız.
Kazanmasına kazanacağız da, bir daha adam seçerken çok iyi düşünmeliyiz ve şu Çerkez Atasözünü hiç unutmamalıyız;
" ÖKÜZ TAHTA ÇIKARSA, ÖKÜZ SULTAN OLMAZ. OLSA OLSA, SARAY AHIR OLUR…''

Sağlık ve başarı dileklerimle 25 Şubat 2016


..

ARAPLARIN OSMANLIYA İHANETİ


ARAPLARIN OSMANLIYA İHANETİ


Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Ordusunun karşılaştığı ihanet, “sinir bozucu” bir acıyı içerir. Bir yandan ileri teknoloji ile donatılmış İngiliz Ordusuy’la savaşılırken, öte yandan bu Ordu’yla bağlantılı Arap çetelerinin saldırılarıyla uğraşıldı. Olanaksızlıklar ve karşılaşılan vahşet, her türlü öngörünün üzerindeydi. Ayrıcalıklı haklarla yüzyıllarca Osmanlı Devleti’nin uyruğu olarak yaşayan Araplar, açıklanması güç bir acımasızlıkla Türk Ordusu’nun “dindaşı olan” subay ve erlerine saldırıyor ve ele geçirdiklerinin tümünü öldürüyordu. Şevket Süreyya Aydemir’in tanımıyla;“Arap çölleri Anadolu gençliğinin mezarı”  haline gelmişti.


Birinci Dünya Savaşı’nda Araplar


Türk Ordusu, 1914’de başlayan Birinci Dünya Savaşı’nda, Çanakkale’den Hicaz’a (Arabistan’ın Batısı), Kafkasya’dan Basra’ya dek geniş bir coğrafyada çok ağır bir savaşa girişti. Yetersiz bütçe ve donanımla girilen ve yükünü Anadolu’daki 12 milyonluk Türk nüfusun yüklendiği bu savaşta, dünyanın en büyük askeri güçleri olan İngiltere, Fransa ve Rusya’yla savaştı.
Teknolojiden çok; insan gücüne, inanca, direnme gücüne ve savaşkanlığa dayanılarak sürdürülen bu büyük savaşta, kimsenin ummadığı bir direnç gösterildi, genel bir yenilgiye uğranılmadı. Tam tersi, Çanakkale’de İngilizler ve bağlaşıkları yenildi, Bağdat’ı almaya kalkan İngiliz Ordusu Kutü’l-Amare’de teslim alındı.

Ermeni Ve Arap İhaneti

1.Dünya Savaşı’nın dört yıllık ağır ve kanlı savaş süresince Türk Ordusu, emperyalist kışkırtmaya dayalı iki ihanet hareketiyle arkadan vuruldu. Ermeni ve Arap örgütleri, düşmanla anlaşarak Türkler’e karşı silahlı savaşım yürüttüler ve önemli düzeyde can ve mal yitiklerine neden oldular. Yüzlerce yıl Türk yönetimi altında özel ayrıcalıklarla yaşayan insanların, özellikle de aynı dine sahip Araplar’ın girişimleri, tarihsel olduğu kadar insan ilişkileri açısından da kabul edilemez nitelikteydi.
Arap örgütlerinin çalışmaları; İngiliz ve Fransız haberedinme (istihbarat) birimlerinin yönlendirdiği, “Arapçılığı işleyen ideolojik yaymacaya” dayanıyordu. “Türk Ordusu içinde dinsel kışkırtma”, “Arapları çatışmaya çağrırma ve “yalan haber yayma”; bu yaymacanın temel konularıydı.

İhanet Örgütleri

Oldukça iyi örgütlenmişlerdi ve donanımlıydılar. Örgütlenme ve donanımı sağlayanlar, İngiliz ve Fransızlardı. Bu gerçeği ortaya koyan ve artık yayınlanmış olan çok sayıda bilgi ve belge bulunmaktadır. Belli merkezlerde hazırlanan ve İngiliz desteğiyle dağıtılan bildirilerde, “İngiltere ve müttefiklerinin savaşa, Araplara karşı değil, onları Türk despotların baskısından kurtarmak için girdiği” yazılıyor ve Arap halkı “müttefik güçleri desteklemeye çağrılıyordu”.  1
Cemiyet es-Suriye el Arabiye adlı örgüt, Mısır’lı Aziz Ali tarafından kurulmuştu. Aziz Ali,orduyu isyana teşvik suçlamasıyla tutuklanıp İstanbul’da yargılanan ve idama mahkum edilmişti. Ancak, İngilizler’in istemi üzerine; Enver Paşa’nın önerisi, Padişah V.Mehmet’in kararıyla serbest bırakılan İngiliz yanlısı bir Mısırlı’ydı.2
Kurduğu örgüt, Birinci Dünya Savaşı’ndan 1,5 ay önce, 11 Haziran 1914’de yayımladığı bildiride şunları söylüyordu: “Türk düşmanlığının anlamını şimdi daha iyi anlamaya başlıyoruz. Bunu geçmişte anlamış olan bir Arap şairi ‘ağaran saçlarımda, Türk düşmanlığı ile Ebu Cesel kini yer tuttu’ demişti. Evet, Türk devletinin bize olan düşmanlığı, ‘Ebu Cesel’ hayvanının yavrusuna beslediği düşmanlık gibidir. ‘Ebu Cesel yavrularını nasıl yerse Türk Devleti de çocuklarını öyle yer... Ey! Damarlarında yurdunu seven gençlik kanı akanlar, biz her ilde birbiri ardınca üç Türk valisi öldürsek, ülkemize atanacak valiler, artık her zaman isteklerimizi yerine getirecektir... Ey ahali, güçlü çeteler oluşturunuz, zalim Türk Devleti’nin adamlarından, ülkemizde kimi bulursanız öldürünüz”. 3
Arap İhtilali Cemiyeti adlı bir başka örgüt, savaş sürerken 1916’da dağıttığı bildirilerle, Arap halkını Türk Ordusuna karşı ayaklanmaya çağırıyor ve Ermenilerin yaptığı kırımları savunarak, onların yaptıklarının örnek alınmasını istiyordu. Bildiri şöyleydi; “Ey kahtan (ezilen y. n.)çocukları! Kendi ülkenizde, insafsız zalimlere (Türkler’e y.n.) köle oldunuz. Arap öldürmeyi ve Arabın malını gasp etmeyi din kabul edenlerin elinde oyuncak olduğunuzu hala anlamıyorsunuz. Siz onların gözünde ‘yünü alınır sütü içilir, eti yenir’ bir sürüsünüz. Size göre sayıları çok az olduğu halde, Ermeniler bağımsız bir yönetime kavuştular, artık özgürler... Türkler, artık onların önünde saygıyla eğiliyor... Ey Araplar, kalkınız ve kılıçlarınızı kınından çıkarınız. Kendinize, ırkınıza, dilinize düşmanlık gösterenleri, sizi aşağılayanları ülkenizden temizleyiniz. Ey Müslüman Araplar, eğer bu zalim hükümeti (Osmanlı Hükümeti y.n.) İslam hükümeti zannediyorsanız çok aldanıyorsunuz. Tarihteki şerefinizi yeniden kazanmak için, Arap hukukunun silinmesine neden olan kurnaz tilkilerin (Türkler’in y.n.) merkezi yönetiminden kurtulmak ve merkez dışı Arap devletleri kurmamız gerekiyor”. 4

Orduyu Arkadan Hançerlemek

1916 yılında; Suriye, Sina-Filistin ve Hicaz’da görev yapan Osmanlı Seyyar Ordusu’nun (Kuvva-i Seferiye ), 700 bin askeri ve 368 bin tüfeği vardı. Yoğun çarpışmaların olduğu Suriye (173 bin kişi ) ve Filistin-Sina (100 bin kişi) cephelerinden ayrı olarak 35 bin kişi 2000 kilometrelik Mekke demir yolunu korumak için ayrılmıştı.
Medine’yi koruyan 8 bin askerlik gücün “savunmayı kendi olanaklarıyla yapmasına” karar verilmişti. 1917’de demir yolunu savunan birliklerin büyük bölümü ile Medine savunmasına katılan Türk askerlerinin tümü, şehit oldu. Cemal Paşa, kendi karargahının koruması dahil olmak üzere, güçleri bir araya toplamaya çalıştığında, tüm Lübnan’da elinde yalnızca bir piyade taburu kalmıştı, o da 800 kişiydi. 5

Çölde Akan Türk Kanı

İngilizler, Kızıldeniz kıyısındaki Elvecih’i, Arap ayaklanmacılarının üssü yapmıştı. Lawrenceadlı gizmenin (ajanın) örgütlediği, para ve silahla beslenen Arap çeteleri; sürekli olarak, demiryolu boyunca dağılmış olan Türk birliklerine saldırıyordu. Demiryolunun tahrip edilmesi ya da kum fırtınalarıyla örtülmesi nedeniyle ulaşım sürekli kesiliyor, çok geniş bir alana yayılmış olan Türk birlikleri yardım alamadığı için; açlık, hastalık ya da çatışmalar içinde yok olup gidiyordu.
Medine’yi savunan Türk birliği hiçbir yardım almadan, bu kutsal kenti tam iki yıl savunmuş, burada eşine az rastlanır bir insanlık dramı yaşanmıştı. Tek ulaşım aracı olan develer kesilip yenmiş, o da tükenince çöl çekirgeleriyle beslenilmeye çalışılmıştı. 6
Savaştan sonra, Medine-Medayin Salih arasındaki demiryolunda görev yapan J.E.Dayton adlı bir İngiliz mühendisi, anılarında şunları yazacaktır: “ Sıcaklık gün ortasında 65 dereceyi buluyor ve ortalıkta büyük akrep ve örümcekler dolaşıyor... Yol boyunca Türk müstahkem mevkileri vardı. Çoğunda çok sayıda mezar ve açıkta kalmış iskeletler bulunuyordu. Bunlar, öyle anlaşılıyor ki ikmal yüklü Şam treninin bu karakollara ulaşamaması nedeniyle açlıktan ölmüşlerdi”. 7

Fahri Paşa Ve Mekke Direnişi

Mekke Şerifi Hüseyin, 10 Haziran 1916’da ayaklandı ve İngiliz desteğiyle Mekke’ninbağımsızlığını ilan etti; Lawrence’in yol göstericiliğinde Hicaz ve Güney Suriye’deki Osmanlı birliklerine baskınlar düzenledi. Mekke’yi ele geçirdiğinde, hastanedeki yaralı ve hastalara dek tüm Türk askerlerini öldürttü.
Medine’de Fahri Paşa komutasındaki küçük kuvvet, direnişini Peygamber’in kabrini korumak için, savaşı bitiren silah bırakışmasından sonra da sürdürdü. Bu direniş, yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nın değil, belki de tüm zamanların en acılı savunmasıydı. Fahri Paşa karşılaştığı vahşet ve ihanetten o denli etkilenir ki, bir gün subaylarını yanına alır ve Hz.Muhammet’in kabrine gider. Türk bayrağına sarınır, namazını kılar, dualarını okur ve sonra şöyle haykırır: “Kalk, kalk yâ Muhammet!... Allah’ın Resulü kalk ve sana inanan, senin için burada savaşanlara görün! Allah’ın yardımını onlara ulaştır...” 8
Fahri Paşa’yı bu denli etkileyen olayları yaratan Mekke Şerifi Hüseyin, Peygamber sülalesinden geldiğine inanılan bir soya sahipti. Bunlar Osmanlı Devleti’ne vergi vermez, askere gitmezlerdi. İstanbul, her yıl bunlara önemli miktarda altın gönderir; bu altınlar, değerli padişah armağanlarıyla birlikte, en şerefli görev sayılarak Surra Alayı tarafından, gösterişli törenlerleŞeriflere ulaştırılırdı. Şerifler, aldıklarının karşılığı olarak, Surra emini aracılığıyla padişaha “hayır dualarını” gönderirlerdi. Şerif ailesinden birçok kişi, İstanbul’da Ayan üyesi olarak ancak Ayan’a uğramadan aylıklarını alırlardı. Hepsinin Boğaziçi’nde muhteşem yalıları, köşkleri vardı. İngilizlerle anlaşıp Türklere bu denli ölçüsüz şiddet uygulayan Şerif Hüseyin’in, Osmanlı katında böyle bir ayrıcalığı vardı. 9

Altın Savaşları

İstanbul’dan Arabistan’a altın gönderme işi, tüm yoksunluğa karşın savaş sırasında da aksamadan sürdürüldü. “Enver Paşa ile Cemal Paşa arasında en sıkıntılı yazışmalar” altın yetiştirme üzerine oluyordu. 10
Almanya’dan alınan altınlar Şerif’e aktarılıyor, Almanlar da bu altınları Osmanlı Devletine borç yazıyordu. Üstelik Şerif Hüseyin İngilizler’den de altın alıyordu. Açıklanan İngiliz belgeleri, Arap ayaklanmasında ne kadar altın kullanıldığını açıklamaktadır. Bu tür işlerle görevli Sir Ronald Storrs“Arap ayaklanmasının İngiliz vergi mükelleflerine maliyetinin toplam 11 milyon sterlin”olduğunu belirterek şunları söyler: “Benim verdiğim ilk miktardan ayrı olarak, Şerif Hüseyin 8 Ağustos’tan sonra, her ay 125 bin sterlin aldı. Bunun toplamı 1 milyon sterlinden biraz daha azdı. Geriye kalan 10 milyonluk miktar, askeri harekatlar ve İngiltere’den getirilen malzemelerin sonucudur”. 11
Şerif Hüseyin’in, Türkler ve İngilizler’den ayrı olarak Fransızlar’dan da altın aldığı, Fransız belgelerinde görülmektedir. Yarbay Edouard Bremond, yanına Cezayir, Tunus, Fransız Batı Afrikası’ndan getirttiği “seçkin bir Müslüman heyeti” alarak 20 Eylül 1916’da Cidde’ye gitmiş ve burada Şerif Hüseyin’e, 1 milyon 250 bin altın frank vermişti. Bunu, kısa bir süre sonra küçük bir Fransız askeri gücünün; makinalı silahlar, sahra topları ve tüfekler getirmesi izlemişti. 12
Türkler’in dağıttığı altın miktarı konusunda, Enver Paşa’nın 10 Ekim 1916’da tuttuğu şu kayıt bir fikir vermektedir: “Halil Paşa, Güney’deki aşiretler için 50 bin altın istiyor, 2. ve 6. Ordu’nun ihtiyacı için bana ayda 200 bin altın gerekiyor. Ancak, maliyeye verilmekte olan 250 bin altından Maliye Nazırı bana bir şey vermiyor. Çünkü o da, gerek Mekke Şerifi’nin, gerek diğer emirler ile elde tutulması kesinlikle şart olan diğer Arap şeyhleri için altın para ödemeye mecburdur. Rica ederim, Hindenburg Cenaplarına yazınız. Savaşın sürdürülmesine bizce çok etkisi olacak bir miktar altın parayı mutlaka temin buyursunlar”. 13

Altın: Arap’a Var Orduya Yok

Arabistan’a bu denli yoğun altın akışı varken, Kafkasya Cephesini tutan 3.Ordu’ya bütün savaş boyunca bir tek altın lira bile gönderilmemiş 14, koskoca ordu açlık ve donanımsızlık nedeniyle onbinlerce ölü vermişti.15
 1917 yılında Mekke Şerifi’ne altın ve armağan götüren kurulun başkanı (surra emini) olan Yüksek Yargıç Hüseyin Kamil Ertur, anılarında şunları yazacaktır: “Osmanlı Devleti her yıl Araplara binlerce altın gönderiyordu. Hazinesi tamtakır olduğu, kendi askerine savaş alanlarında bir lokma yiyecek veremediği, düşmana atacak kurşun sağlayamadığı ve çıplak ayaklarına giydirecek bir çift çarık bulamadığı günlerde bile, Galata bankerlerinden borç alarak Araplara altın gönderiliyordu... Ne var ki, Arabın gözü doymuyordu; bizim verebildiğimizden daha çoğunu ‘Müslüman düşmanı’ İngilizler verebiliyordu. Hem bizden hem onlardan para almanın daha kârlı olduğunu görüyor ve ona göre davranıyordu”. 16
Türk askeri çoğu çöl olan cephelerde sıradışı yoksunluklar, açlık, donanımsızlık ve ağır bir Arap ihaneti altında savaşıyordu. Bir Türk subayı, cephe koşullarını şöyle anlatıyordu: “Erlerin giysileri, yamanamayacak durumda, yırtık pırtık paçavralar haline gelmiştir. Ayağa giyilen çizme, potin ve yemeniler parça parçadır ve askerin tümünde bunlar da yoktur. Çıplak ayaklara mahmuz(çizme ve potinin arkasına takılan ve atları dürtüp hızlandıran demir parça y.n.) takıyoruz... Geçen gün Araplar tarafından soyularak tümüyle çıplak hale getirilen altı subayla dörtyüz kadar er geldi. Tümen, bunların hiç olmazsa avret yerlerinin (insanın görülmesi ayıp olan yerleri y.n.) örtülmesi için çaba harcadı... Elimizdeki bitkin eratla herhalde mağlup olacağız, sonuçta hepimiz, Araplar tarafından çırılçıplak soyulup rezil olacağız...” 17

DİPNOTLAR

1             “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ayrılıkçı Arap Örgütleri” Arba Yay., 2.Basım 1993, sf.132
2             a.g.e. sf.32–33
3             a.g.e. sf.35–36
4             a.g.e. sf.37–39
5             a.g.e. sf.268 ve 272
6             “Bedevi Lawrens, Arap Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., İst. 1993, sf.75
7             a.g.e. sf.221
8             “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit., 1978, sf.271
9             a.g.e. sf.263
10         a.g.e. sf.264
11  “Orientations” Sir Ronald Storrs, sf.153, No.2; ak. Z.N.Zeine “Türk-Arap İlişkileri ve Arap Milliyetçiliğinin Doğuşu” Gelenek Yay., 2003, sf.114
12        “Le Hedjaz dans la guerre mondiale” Eduard Bremond (Paris 1931) sf.48-53, 64-67, 348-49; ak. a.g.e. sf.114
13       “Enver Paşa” Şevket Süreyya Aydemir, 3.Cilt, Remzi Kit. 1978, sf.288
14        a.g.e. sf.288
15        “Bir Yedek Subayın Anıları” Faik Tonguç, T.İş.Ban. Yay., 2.Bas. 2001, sf.127
16       “Tamu Yelleri” Esat K.Ertürk, TTK Basımevi 1994, sf.117-118
17       “Bedevi, Lawrens, Arap, Türk” Orhan Koloğlu, Arba Yay., 1993, sf.126–127
http://kuramsalaktarim.blogspot.com.tr/2016/02/araplarin-osmanliya-ihaneti.html
..

24 Şubat 2016 Çarşamba

TEŞKİLAT-I MAHSUSA..,




TEŞKİLAT-I  MAHSUSA..,
























Teşkilat-ı Mahsusa


Teşkilât-ı Mahsusa, İttihat ve Terakki Cemiyeti bünyesinde Enver Paşa'ya bağlı olarak kurulan gizli teşkilattır. İttihat ve Terakki'nin Türkçü ve İslamcı siyasi görüşleri doğrultusunda, yurt içi ve yurt dışında, karşı-istihbarat, propaganda, örgütlenme, suikast eylemlerinde bulunmuştur. Çeşitli tanık ifadelerine göre 1911'den itibaren etkin olmuş, 5 Ağustos 1914'te Harbiye Nezaretine bağlı resmi bir örgüte dönüştürülmüştür. 8 Ekim 1918'de İttihat ve Terakki hükümetinin iktidardan ayrılması ile birlikte Teşkilat-ı Mahsusa da resmen tasfiye edilmiştir.

Teşkilat-ı Mahsusa'nın Trablusgarp'ta İtalyanlara, Batı Trakya'da Bulgar ve Yunanlılara, Mısır ve Irak'ta İngilizlere karşı direniş örgütleme çalışmaları kısmen belgelenmiştir. Buna karşılık 1915 Ermeni Tehciri'nde Teşkilat-ı Mahsusa'nın oynadığı rol, sıklıkla dile getirildiği halde, ayrıntılarıyla ortaya konabilmiş değildir. Teşkilat-ı Mahsusa hakkında tek köklü araştırmanın yazarı olan Philipp Stoddard'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa Ermeni tehcirinde hiç bir rol oynamamıştır. Guenter Lewy Stoddard'la 2001 senesinde görüştüğünü ve Stoddard'ın hala aynı sonucu savunduğunu bildiriyor.[1]

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu'da oluşturulan Kuvay-ı Milliye ve Müdafaa-i Hukuk gruplarının önde gelen liderlerinin hemen hepsi Teşkilat-ı Mahsusa üyesi olduğu bilinen kişilerdir. Buna rağmen Teşkilat-ı Mahsusa ile Milli Mücadele arasındaki örgütsel ilişki yeterince incelenmemiştir.Teşkilatın kurucusu Enver Paşa'dır. Başında ise Hüsamettin bey bulunmaktaydı.
Bilgi Kaynakları

Teşkilat-ı Mahsusa'ya ilişkin tek akademik çalışma, Dr. Philip Stoddard'ın 1963 tarihli doktora tezidir. [2] Teşkilat ileri gelenlerinden Eşref Kuşçubaşı (Kuşçubaşı Eşref) ve Hüsamettin Ertürk'ün anıları yayımlanmıştır. Rauf Orbay'ın anılarında da İran-Afganistan operasyonları hakkında biraz bilgi bulunur. Galip Vardar, İttihat ve Terakki İçinde Dönenler (1960), yanlı olmakla birlikte değerli bir bilgi kaynağıdır. Hamza Erkan, Bir Avuç Kahraman (1946), Süleyman Askeri'nin Irak macerasına ilişkin geniş bilgi verir.

Teşkilat-ı Mahsusa arşivi elde değildir; 1918'de İttihat ve Terakki liderleri yurt dışına gitmeden önce imha edildiği ileri sürülür. Mütareke döneminde İstanbul'da yapılan Divan-ı Harb-i Örfi mahkemelerinde teşkilata ilişkin birçok iddia dile getirilmiş ve tanıklar dinlenmiştir. Divan-ı Harp tutanaklarının bir kısmı Taner Akçam tarafından yayımlanmıştır.[3]

Amaç ve Örgütlenme

Örgütün bir dönem başkanı olan Hüsamettin (Ertürk) Teşkilat-ı Mahsusa'nın kuruluş amacını şöyle tanımlar:

"Bu teşkilatın gayesi, bir taraftan bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, bu suretle Panislamizm'e vasıl olmaktır. Diğer taraftan da Türk ırkını siyasi bir birlik içinde bulundurmak, bu bakımdan da Pantürkizm'i hakikat sahasına sokmaktır. Enver paşa'nın bir yandan Emiri Efendi'nin İttihat ve Terakki programındaki panislamizminden, diğer taraftan da Ziya Gökalp'in pantürkizminden ilham aldığı muhakkaktır." [4]

Bu örgütün gizli kurucularından biri ismi hep gizli kalmış ve soyu koruma altına alınmıştır. soy ismi ve yaşadığı yer değiştirilmiştir. Soyundan gelen erkek çocukları gizli olarak eğitilerek şuanda bilinen MİT teşkilatına ya alınmış yada bu teşkilat tarafında korunmuştur. CIA'nın ulaşabildiği tek bilgi Sakarya'da Sapanca bölgesine yerleşmiş olduklarıdır. Teşkilat-ı Mahsusa'nın kurucusu olan bu kişinin kimliğinin gizlenmesi kafalarda hep soru işareti yaratsa da milli mücadelenin ve bağımsızlığın kazanılmasında nasıl bir rol üslendiklerini açıkça göstermektedir.

Philip Stoddard'a göre,

"Teşkilatın iki para kaynağı vardı: Harbiye Nezareti'nin gizli bütçesinden verilen ödenekler ve Almanya'dan yapılan altın aktarımı. Alman altınları, Alman Askeri Misyonu tarafından düzenli olarak İstanbul'a getiriliyordu. Kaynakların tümünden Teşkilat'ın eline geçen toplam miktar 4 milyon altın civarındaydı." [5]

Stoddard'a göre Birinci Dünya Savaşı sırasında (1916'da) Teşkilat'ın kadrosu 30.000 kişiye ulaşmıştı.[6]
Etkinlikler

Teşkilat'ın adı, ilk kez 1911'de İtalyanların Trablusgarp ve Bingazi'ye (Libya) asker çıkarması üzerine duyuldu. Osmanlı Devleti savaşa doğrudan katılmama kararı aldığı için, bu ülkedeki direniş Teşkilat'ı Mahsusa tarafından yönetildi. Daha sonra Türk siyasetinde önemli roller oynayacak olan birçok kişi, örneğin Mustafa Kemal, Rauf (Orbay), Fethi (Okyar), Nuri (Cönker) bu dönemde Teşkilat ajanı olarak Libya'da bulundular. Ancak Libya direnişi başarısızlıkla sona erdi. Osmanlı Devleti Libya'da zaten sözde kalan haklarını kaybettiği gibi, savaş tazminatı olarak 12 Ada'yı İtalya'ya vermek zorunda kaldı.

Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin Basra'yı ele geçirmesi üzerine, Teşkilat liderlerinden Süleyman Askeri, Kürt ve Arap aşiretlerinden derlenmiş bir çeteyle İngilizlere karşı vur-kaç saldırıları düzenledi; Abadan'daki petrol tesislerini yaktı. Buna tepki olarak harekete geçen İngilizler, 12-14 Nisan 1915'te Türk ordusunu Şuaybe'de ağır bir yenilgiye uğrattılar. Süleyman Askeri intihar etti.

29 Nisan 1916'da Von der Goltz Paşa Komutasındaki Osmanlı 6. Ordusu'nun İngiliz birliklerini Kut'ül Amara'da yenilgiye uğratıp esir almalarından sonra, Nuri Paşa ve Rauf Bey yönetiminde bir Teşkilat-ı Mahsusa birliği savaşta tarafsız olan İran ve Afganistan'a girerek burada yerli kuvvetlerden oluşturacağı birliklerle İngilizleri arkadan vurmayı denedi. Mareşal Liman von Sanders'e göre bu macera, Irak'taki Türk yenilgisinin nedenlerinden biri oldu.[7]

Ermeni Tehciri'nde Teşkilat-ı Mahsusa

Ermeni soykırımı iddialarını savunan tarihçilere göre, bu gizli teşkilat iddia edilen soykırımı gerçekleştirmede kullanılan örgütmüş. İddialara göre, Talât Paşa hükümetinden sonra yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa teşkilatın tüm belgelerini yok etme emri vermiş. Teşkilat-ı Mahsusa'nın iddia edilen soykırımı gerçekleştirmiş olan örgüt olduğu iddiası, Andonyan belgeleri ve 1919/1920 İstanbul savaş mahkemeleri yanında, soykırım tezini ispatta kullanılan başlıca iddialardan biri. Guenter Lewy'nin verdiği bilgilere göre, Teşkilat-ı Mahsusa hakkındaki iddiaların belgelerde doğrudan dayanağı yok ancak bu iddialar, bu belgeleri okuduğunu belirtenlerin kuşkulu varsayımlarına dayanmaktadır. Lewy, soykırım tezinin savunucularından olan Vahakn Dadrian'ın, orijinal kaynakların imkân vermeyeceği varsayımlarda bulunduğunu bildiriyor.[8]

Stoddart'a göre, Teşkilat-ı Mahsusa, Ermenilerin sınır dışı edilmesinde herhangi bir rol oynamamıştır. [9]

Teşkilat'ın Kadrosu

14 Kasım - 23 Kasım 2005 tarihleri arasında Yeni Şafak gazetesinde Abdullah Muradoğlu tarafından Teşkilât-ı Mahsusa hakkında 10 bölümlük bir yazı dizisi yayınlanmıştır. Bu yazı dizisine göre Teşkilât-ı Mahsusa'da görev yapmış ünlü kişilerden bazıları şunlardır:

Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa, Binbaşı Süleyman Askeri, Mehmet Akif Ersoy, Eşref Kuşçubaşı, Teğmen Yakup Cemil, Dr. Bahattin Şakir, Mithat Şükrü Bleda, Ohrili Eyüb Sabri, Fuat Balkan, Teğmen Hilmi Musallimi, Said Nursi, İsmail Canbulat, Piyade Subayı Rasuhi Bey, Filibeli Hilmi Bey, Şerif Burgiba, Arabistan'da İbn ür-Reşit, Nuri ve Halil Paşalar, Ali Fethi Okyar, Hacı Selim Sami, " Kel Ali " lakaplı Ali Çetinkaya, ilk tayyareci şehitlerden Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Ahmet Fuat Bulca, Nuri Conker, Rauf Orbay.

Kaynaklar

[1] Guenter Lewy The Armenian Massacres in Ottoman Turkey: A Disputed Genocide (Osmanlı Türkiyesinde Ermeni Katliamları: Tartışmalı bir soykırım), Salt Lake City 2005, sayfa 291
[2] Philip H. Stoddard, The Ottoman Government and the Arabs, 1911 to 1918: A Study of the Teskilat-i Mahsusa, Princeton University, 1963 (yayınlanmamış doktora tezi). Türkçesi: Teşkilât-ı Mahsusa, Arba Yay., 1993.
[3] Taner Akçam Armenien und der Völkermord - Die Istanbuler Prozesse und die türkische Nationalbewegung, Hamburg 2004.
[4] Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1957, sf. 115-116.
[5] Philip Stoddard, Teşkilat-ı Mahsusa, Arba Yay., s. 53.
[6] A.g.e. s. 52.
[7] Liman von Sanders, Türkiye'de Beş Sene, Yeditepe Yay. 2006, s. 164-169 ve 194 vd.
[8] Guenter Lewy Ermeni Soykırımına Yeniden Bir Bakış
[9] Philip H. Stoddard’ın önsözü. Eşref Kuşçubaşı, The Turkish Battle of Khaybar (Hayber Savaşı) Philip H. Stoddard and H. Basri Danışman, (İstanbul: Arba Yayınları, 1999), ss. 21-32

http://gizliilimler.tr.gg/Te%26%23351%3Bkilat_%26%23305%3B-Mahsusa.htm


.