28 Mart 2016 Pazartesi

Kenan Evren'i Nasıl Bilirim veya Nasıl Bilmem?



Kenan Evren'i Nasıl Bilirim veya Nasıl Bilmem? 


Ali Tartanoğlu 
17.05.2015    


Biz “ Az gelişmiş ülkelerin orduları, dış düşmana karşı ülkeyi korumaktan çok ülkenin yoksullarının ensesinde boza pişirerek varsıllarını korur” diye biliriz.

80’li yıllarda bir İran’lı ve bir Yunan tanıdık sormuştu: “800 bin kişilik orduyu, Yunanistan’a karşı besliyorsanız çok büyük; Rusya’ya, İran’a karşı besliyorsanız yetmez. Niye 800 bin kişilik ordu?.. Kime karşı?..”

1971 ve 1980 Askeri darbeleri ülke sınırlarını düşman saldırısına karşı korumaktan, kendi kanunlarında belirtildiği üzere “cumhuriyeti korumak ve kollamak”tan ziyade adıyla sanıyla ülke varsıllarını yoksullarına karşı korumanın en açık örnekleridir.

General, Polis, Belediye zabıta memuru… Devlet adına Üniforma giydirilen adam demokrat olmaz, olamaz. Onlar vurur, kırar, döver, söver, öldürür. Çünkü bunun için yetiştirilirler, bu yönde eğitilirler.

Demokrat olması gereken, sivildir.

12 Eylül 1980’in dünya ve Türkiye koşullarında, az gelişmiş bir üçüncü dünya ülkesi olan Türkiye’de fevkalade bilinçle “emir komuta zinciri” içinde, rütbesiz ere kadar ordunun bütününü pisliğe bulaştırarak darbe yapan Kenan Evren ve dört arkadaşının, demokrat olmamasında, zalim, kanlı faşist olmasında; iç ve dış sermayenin çıkarlarını kollamak amacıyla emeği ve solu biçmesinin anlaşılmayacak yanı yok. Türk-İslam sentezini icat etmelerini, üniversiteyi budamalarını, yargıyı hadım etmelerini, Atatürk’ün resmi mirası Türk Dil ve Tarih Kurumlarını biçmelerini dahi anlamak mümkün.

Amerika’nın, darbeyi öğrenince “our boys did it” diye sırıtmasını da anlayabiliriz. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in “bugüne kadar işçiler gülmüştü, bundan sonra biz güleceğiz” demesi de, bütün saçmalığına rağmen, izah edilebilir.

Kenan Evren ve 12 Eylül zihniyetinin, o tarihten bu yana, PKK’yı doğuran ana rahmi olduğu defalarca yinelenen Diyarbakır Cezaevi vahşetini de…

Bu ülkenin yüzde 92’si Evren anayasasına “evet” demiş. Bu oran o kadar yüksek ki, o gün “hayır” diyen çok küçük azınlığın mensupları bile, bugün “ben hayır demiştim” diye bir tartışmaya girmekten kaçınıyor, inandırıcı olmaz endişesiyle. Bugünkü fevkalade demokratların kaçı 1982 anayasasına “evet” demişti acaba? Mesela Recep Tayyip Erdoğan… Abdullah Gül, Bülent Arınç, Cemil Çiçek, hele Burhan Kuzu… “Hayır…” mı demişlerdi?.. Seçime beş kala olmasaydı Evren’in cenazesine yine gitmezler miydi? 1982 Anayasasına “hayır” diyen yüzde 8’in içindeki Kürtçülerin oranı acaba neydi?

O gün darbeyi kemali ciddiyet ve memnuniyetle alkışlayan TÜSİAD’ın ve sair sermayenin bugün aynı kemali ciddiyet ve iştiyakla darbe karşıtı ve demokrat kesilmesi… Hele hele Erdoğan’ı demokrat, AKP’yi demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayması… Kuşkusuz TÜSİAD ve sair sermayeye, Recep Erdoğan’ı demokrat, AKP’yi demokrasinin vazgeçilmez unsuru sayan bilumum liberalleri, eski solcuları ve saireyi de dahil etmeli…

Aynı şekilde… O gün darbeyi “our boys did it” diye sevinçle karşılayan Amerika… Onun, Türkiye’nin Avrupa Konseyi üyeliğini askıya almak dışında tık çıkarmayan Avrupa uzantısı, tıpkı Sivas-Madımak, Kahramanmaraş, Çorum demedikleri gibi Mamak, Metris, Maltepe zaten demezler ama, asla “Diyarbakır Cezaevi ne demek oluyor Kenan!..” da dememiş malum emperyalist Batı…

Bunlar da izah edilebilir. Bugün hepsi Kürt, Apo, PKK hayranı, yaranı kesilmiş durumda. Yetmiyor, dün solcu kesiyor diye Ordu’yu, Kenan Evren’i alkışlıyorlardı; bugün, 2012’ye kadar, Ordu’nun vesayetini ortadan kaldırıyor, hele Kürt açılımı yapıyor diye AKP’yi, Recep Erdoğan’ı, “Allahınfatihi” Gülen’i alkışladılar. Oysa HDP de ve PKK da solcu sayılıyor…

İğrenç bir riyakarlık. Yine de, bunlar bile izah edilebilir.

Ama öyle derin siyasi analizler, diplomasi, vb.den anlamayan sokaktaki adam bakışıyla, izah edilemeyecek pek çok nokta da var.

Kenan Evren, son derece abartılı bir şiddetle solun, sendikaların, işçinin üzerine gitti. Diyarbakır cezaevi vahşetini yarattı. Eh sağ ve sermaye adına darbe yapmış Amerikancı generaldir, ne yapsa yeridir.

Ama bakın aynı Kenan Evren, darbeden 27 yıl sonra, 2007 Şubat, Mart’ında gazetelere ne diyor, kabaca, özetle: “Türkiye’nin eyalet sistemine geçmesi gerekir… 8 eyalete bölünebilir; Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Erzurum, Diyarbakır, Eskişehir, Trabzon… Bu düşüncem yeni değil. Daha 1980'li yılların başında bunları düşündüm. Çünkü Ankara'dan 81 ile hákim olmak zor. Uykularım kaçıyordu. Bölge idare mahkemelerini kurarken bu zihniyetle hareket ettik. Türkiye'yi birtakım bölgelere böldük. Yetkileri oraya devrettik. … Birçok ülkede bu var. Almanya, Amerika da böyle yönetiliyor. Pakistan da… Yönetim zorlaşınca ülkeler eyaletlere bölünüyor. Türkiye de mutlaka buraya gelecek diyorum. Yoksa huzur bulmamız mümkün değil. Şimdi bakıyorum, ortada vatan kurtaran aslanlar geziyor. Tutturmuşlar bir karış toprak vermeyiz diye. Toprak niye gitsin? Bunlar dünyaya ayak uyduramayan insanlar. Huzur bulmak istiyorsak cesur adımlar atmalıyız. Özal bunu Güneydoğu'da bir yerde söylemişti. Onun annesi Kürt'tü. Şimdi ben söylüyorum. Birilerinin söylemesi lazım… Geldiğim yaş ve yaptığım işler bana bu cesareti veriyor. İşte ben de çıkıp söylüyorum. Yüzde 10 barajı yüzünden birçok parti seçime giremiyor. Kürtler de giremiyor. Biz o barajı Kürtler girmesin diye koymadık. Koalisyonlar çıkmasın, istikrar olsun diye koyduk. Kürtler bizim vatandaşımız. Marmaris'te Kürtler buraya gelmesin diyorlar. Ben de, ’Onları çalışmak için siz çağırdınız, bırakın çalışsınlar. 10-20 sene sonra onlar buranın insanları olurlar' diyorum. DTP, Meclis'e girmeli. Bu ortamı yumuşatır. Meclis'e komünist olan da, sağcı olan da, İslamcı olan da giriyor. Bu da gelsin girsin. Meclis'e gidemeyecekse neden parti kuruluyor? (...) Diyorlar ki 'Kürtler bağımsızlığını ilan eder…” Edemez! Aynı haklar tanınırsa niye ayrılmaya kalksınlar? Kürtlere kardeş muamelesi yapmalıyız. (...) Kaç senesi var bilmiyorum ama Türkiye ileride eyalet sistemine geçebilir. Biz isteğimiz kadar 'hayır' diyelim, Kuzey Irak'ta bir Kürt devleti zaten kuruldu.”

Evet!.. Döne döne Diyarbakır Cezaevi cehennemini, dolayısıyle PKK’yı yarattığı 35 yıldır tekrarlanan Kenan Evren’in sözleridir bunlar da!.. Ve bu sözlerin Recep Erdoğan’ın, Demirtaş’ın, Öcalan’ın, Karayılan’ın, Bayık’ın açıkça, Kılıçdaroğlu’nun çekinerek, yarım ağızla söylediklerinden ne farkı var?

Bu nasıl açıklanır? Kenan Evren’i nasıl bilelim?.. “Efendim insanlar zaman içinde düşüncelerini değiştirebilir. Değişmeyen tek şey değişimdir” zevzekliğiyle mi geçiştirivereceğiz?!..

Ayrıca, sendikacısıyla, sendikasıyla, üniversitesiyle, profesörüyle, genciyle, gençliğiyle, yazarı, çizeri aydınıyla solun tamamını biçen ama bir tek Abdullah Öcalan’a, nedense(!). gücü yetmeyen(!), 84’e kadar öğrencilikle ilişkisini, verdiği devlet bursunu kesmeyen, 12 Eylül’e beş kala, darbenin yaklaştığını öğreniverebilen(!) Öcalan’ın elini kolunu sallaya sallaya Suriye’ye geçip, tel örgülerin öte yanında Suriye Muhaberatı tarafından karşılanmasını seyreden de, aynı Kenan Evren vitrinli dış ve işbirlikçi iç yapıdır. Denizler asılırken, Erdal Eren yaşı büyütülerek asılırken, iç ve dış sermayenin ihtiyacı olan “istikrar” uğruna huşu içinde, el pençe divan onaylayan Batılı ağabeyler, sıra Abdullah Öcalan’a gelince, Cemaatçi olan ve olmayan İslamcı faşist yapıya gelince birden bire demokrat-çı, insanhakları-cı falan filan kesilivermiştir.  

Aynı Ordu, 12 Mart’ın Mamak askeri hapishanesindeki devrimcilere de, görevli bir “subay” mensubunun ağzından,

“-Atatürk’ünüz sağ olsaydı o da burada olurdu” diyebilmiştir.

Adamın, Atatürk’ün ordusu bildiğimiz Ordunun bir mensubu olması bir yana, Atatürk onların değil, solcu devrimcilerin Atatürk’üdür 1971 koşullarında.

Gerek 12 Mart, gerek 12 Eylül, gerek Tağmaç, Türün, Ünlütürk vb., gerekse 12 Eylül beşlisi, iç ve dış sermayenin, MESS’in, TÜSİAD’ın, IMF’nin, Dünya Bankası’nın istediği ama Demirel’in seçimlerin yapılabiliyor, parlamentonun açık olduğu iyi kötü demokratik koşullarda yapamadığını, onların yerine yine devletin silahıyla yapıvermişler, emeği ve solu ezivermişlerdir o kadar!.. 

Amerika’yı, Avrupa’yı, Batı’yı, Batı emperyalizmini, IMF’yi, çok uluslu şirketleri, onların içerideki uzantısı MESS’i, TÜSİAD’ı anlamak mümkündür. Ama Kenan Evren’deki bu muazzam değişimi, hatta dönüşümü, yani metamorfozu anlamak mümkün değil.

Ya da onu çok iyi anlayıp, soruyu “Batı emperyalizmini, MESS’i, TÜSİAD’ı, az gelişmiş ülke aydınını nasıl bilirdiniz” diye değiştirmek gerek.

Ali Tartanoğlu
17.05.2015

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/kenan-evreni-nasil-bilirim-veya-nasil-bilmem-ali-tartanoglu/1913


..

Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi?




Türkçe mi Büyük İngilizce mi... Yoksa Sait Faik mi? 



Ali Tartanoğlu
21.12.2015 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Bir kere bunu en başa yazalım. İngilizce daha ziyade ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 21.12.2015 11:54    2622 kez okundu.
Yıllar önce Sevgili Orkun Levent Boya*, İngilizceye çevirmem ricasıyla bir metin göndermişti. 

Sait Faik denilen muhteşem serserinin muhteşem bir öykücüğü: "Sinagrit Baba"… Edebiyat lezzeti… Türkçe tadı… Fikir ziyafeti… Ne ararsan var. Hem de ağzı var dili yok bir balıkçığın şahsında… 

Bir de insan soyundan hak edenler için, “balık hafızalı” diye iter kakarız garibim balıkçıkları. Sait Faik’in eline, kalemine düşünce bir sinagrit bile bir düşünür olabiliyor oysa… Adamın adam olamadığı yerde ve zamanda, “ses bayrağım” Türkçem ve Sait Faik, bir balığı Mevlana da yapar, Yunus da yapar, Durkheim da yapar, Marx da yapar…

Orkun Levent diyordu ki, “bizim Sait Faik’imizin Çehov’dan fazlası var eksiği yok. Ama çorbacılar, makarnacılar, Alamanlar, İngilizler, Çin-i Maçinliler tanımıyor… Tanıtalım. Çevirelim onun öykülerini öteki dillere, en başta da İngilizceye. Okusun keratalar…”

Güzel de… Türkçe, hele Sait Faik, İngilizceye nasıl çevrilir?

Çevrilir… Ama bu çevirmenler biz olamayız. Ya Türkçeyi iyi bilen, Türkiye’de 20 yıl 30 yaşamış bir Amerikalı yahut İngiliz çevirecek; yahut da Amerika’da, İngiltere’de 20 yıl 30 yıl yaşamış, halk İngilizcesini, sokak İngilizcesini çok iyi bilen bir Türk çevirecek.   

Bu da yetmez, bu Türk’ün orada, (o Amerikalının burada) ot gibi yaşamamış olması gerek. Edebiyatla, yazıyla çiziyle aşinalığı, ünsiyeti olacak. Bu da yetmez aralarında yaşadığı Amerikalılarla, İngilizlerle, tıpkı bizim Sait Faik’in Ada’nın, Kumkapı’nın balıkçılarıyla olduğu gibi sohbet etmişliği, gaz tenekelerinden masalar üzerinde, yerde kumun üstünde, sandalın bir köşesinde en ucuzundan viski, şarap, rom içmişliği, balığa çıkmışlığı, yani adam gibi dostluğu olacak… 

Olmazsa yine çevrilir. Ama o artık Sait Faik değildir. Çünkü Sait Faik’in balıkçısı, arkadaşı Nikoli’ye: 

“- Vay anasını be Niko…” diyor. 

Bunu bu haliyle İngilizceye çeviremezsiniz. Sait Faik’i nasıl üç gulhuval bir elham okuyup İngiliz yapamazsanız (Hoş… günümüzde üç gulhuval bir elham okumadan Amerikanlaşmış dehşetengiz başvezirler var ise de Sait Faik bu taifeden değildir…), bu sözleri de İngilizleştiremezsiniz. Bu sözler dönemez, döneklik yapamaz. 

Peki ne yapacaksınız?  

Amerikan, İngiliz balıkçılarıyla dostluk İngilizcesi burada gerekli... Amerikalı veya İngiliz balıkçının da vardır bir “vay anasını be”si. İşte onu koyacaksınız buraya… Olduğu gibi…  

Bir küçük anımsama… Adamın baya adam, televizyonun baya televizyon olduğu, tek kanallı siyah beyaz televizyon yılları… Baretta Baretta diye bir dizi var. Bir polisiye… Filmin bir yerinde, filmin kahramanı arkadaşıyla bir konuda tartışmakta... Senin dediğin, benim dediğim derken: 

“- Var mısın iddiaya?..” diyor bizimki. 

“- Varım. Nesine?” diyor karşısındaki. Bizimkinin cevabı: 

“- Bi’ otuz beşliğine…” 

Çok açık; filmin İngilizce özgün metninde “otuz beşlik” diye bir terim bulunması mümkün değil. Orada olsa olsa, mesela “bi’ galon şarabına” vardır; yahut “bir şişe viskisine” vardır, falan filan… Ama çevirmen öyle muhteşem bir ustalık yapmış ki… Sanırsınız bizim Sait Faik veya Orhan Kemal yazmış… Çooook hoşuma gitmişti. 

Bendeniz, ilk çevirim olan, Michel Parenti’nin Amerikan pisliklerini anlattığı Kirli Gerçekler adlı kitabında bir bölüm başlığıyla karşılaşmıştım: “Pin Stripted Suited Fascism..” 

Birebir çevirecek olsam “İğne Batırılmış Elbiseli Faşizm” filan demem lazım ki, çeviri alemine de veda edeyim. Birebir çeviri manyaklığında direnen hem de İş Yayıncılık gibi yayınevleri var, ama en azından kendi çeviri anlayışım, ilkelerim açısından bu olacak iş değil. 

Bölüm başlığı… Öncesinden ilham almak, kopya çekmek mümkün değil. 

Başlığı bıraktım. Bölümü sonuna kadar çevirdim. Elçiliklerdeki tanıdıklarla istişare ettim. Bir sürü sözlük karıştırdım. Derinden derine anlamı hissediyorum, ama cuk oturacak karşılığı bulamıyorum. Sözlüğün birinde “prova” filan gibi bir şeyler gördüm. Hani, kumaş toptancısından kumaş alıp diktirdiğimiz kadim terzilerin provaları vardı ya… Üç kez provaya giderdik, ancak ondan sonra, neredeyse bir ayda teslim edilirdi elbise… 

Bölümü de zaten çevirdik ya... Parenti diyor ki: Amerikan siyasi rejimi, sistemi aslında düpedüz faşizmdir. Ama dışarıdan bakınca siz onu anlayamazsınız. Üzerinde açıkça faşizmin elbisesi yoktur. Lakin kendi uygun gördüğü, mesela kendine demokrat diyor ya, demokrat elbisesi de yoktur. Demokrat elbisesi bile hala, henüz prova halindedir, mesela kolları yoktur henüz. Diğer kısımları da teyellidir, toplu iğnelerle tutturulmuştur, eğretidir. 

Bölümün başlığını “Tebdil-i Kıyafet Faşizm” koyabildik. Dördüncü Murat’ı da anımsattığımızı düşünerek… Dördüncü Murat Padişahımız Efendimiz de, malumunuz, kendisi küp gibi içtiği halde içki yasağı koydurmuş, bunu bizzat kendisi teftiş eden, bu uğurda kelleler vurduran ceberut bir zat-ı muhteremdi. Bal gibi faşist idi, ama fevkalade masum(!), insancıl(!), iyi niyetli(!) bir muradı vardı. 

Çeviri, naçiz kanaatimizce bu!.. 

Ancak… Baretta Baretta’nın çevirmeninin de, benim de yaptığımız, çok iyi bildiğimiz kendi ana dilimize çevirmek. Karşı tarafın ne dediğini hissetmemiz dahi yeter. Yaptığı işe, burada çeviriye, dile, gerçekten saygı duyan bir “adam”sanız, ne yapar eder, karınca deliğinde olsa dahi, o ifadenin Türkçedeki karşılığını bulursunuz. Bu karşılığı aramak bile, ne kadar yorucu olursa olsun büyük bir keyiftir.  

Aman dikkat!.. Bu yapılanın adı, her şeye rağmen “Türkçeye çeviri” değildir. Türkçeleştirmek bile yetmiyor. Belki yeniden yaratmak, yeniden yazmak…  

Andre Malroux’nun İklimler'ini, Atilla İlhan’ın çevirisinden okudunuz mu bilmem. 

Evet, kelimenin tam anlamıyla “yeniden” yazmış. Hatta bir yerlerdeki, “yabancı dil eğitimi, yabancı dille eğitim” konulu bir yazımızda demiştik ki: “Malraux bizim kadar Türkçe bilseydi de Atilla İlhan’ın ‘İklimler’ini okusaydı, “Ulan helal olsun. Benim ‘L'ESPOIR’dan çok daha güzel olmuş. İyi ki bizim Fransız ahalisi seni okumuyor…’ derdi herhalde…” 

Evet, bizim yaptığımız, buraya kadarıyla, iyi bildiğimiz kendi dilimize çevirmek. 

Oysa Orkun benden, kendi dilim Türkçeden, İngilizceye çeviri istiyordu. Hem de Sait Faik’i… 

Ben İngilizceyi, çok iyi Türkçeye çevirecek kadar bilirim. Çünkü övünmek gibi olmasın Türkçeyi iyi bilirim. “Canım o da marifet mi?!... Elbette iyi bileceksin!..” demeyin. Bütün İngilizler Shakespeare’dir sanıyorsanız çook yanılırsınız. Bütün Türkler de Sait Faik değildir. Turgut Özal gibi, Tansu Çiller gibi Türkler, Türklerin “kahir ekseriyetini” oluşturur!

Ben İngilizceyi, Oxford’larda okuyarak, Amerika’da, İngiltere’de yirmi yıl kalarak öğrenmedim. Türkiye’de Türk okullarında öğrendim. 60 yıl önce kurulmuş 6 Maarif Kolej’inden birinde… Zamane Anadolu Liselerinde değil. Kırk yıldır da çeviriyle haşır neşirim. Ama ben, Amerikalı balıkçının nasıl “ananıııı…” dediğini bilmem!.. Kolejde bize öğretilen İngilizce, sokak İngilizcesi, külhanbeyi İngilizcesi, emekçi İngilizcesi değil, bir bakıma kibar salon İngilizcesi, değilse bile küçük burjuva iyi aile çocuğu İngilizcesi idi çünkü.


EDEBİYAT DİLİ OLARAK İNGİLİZCE

Çok daha önemli bir nokta… 

Yazının başlığı: “Türkçe mi büyük, İngilizce mi?” Sorunun cevabından önce: 

Bir kere Türkçe ve İngilizce son derece farklı dil gruplarına mensup. İngilizce Hint-Avrupa dili, Türkçe Ural-Altay dili… Sözcük yapıları da, cümle yapıları da, mantıkları da, matematikleri de birbirinden çok farklı…

Benim dilimde eşyaların veya hayvanların dişi zamiri yoktur. Veya dişi ön eki, son eki yoktur. Arapçadan İngilizceye kadar Hint-Avrupa dillerinde ise ülkelerin bile dişisi erkeği olduğu gibi, eşyanın sahibine göre dişilik erkeklik durumu vardır. Arapçada çoğul ekleri bile değişir. “-at” çoğul ekidir. Kalem Arapçadır. Ama “kalemat” derseniz “kalemler” olmaz; “kalemiyyun” demeniz gerekir. Son derece anlamsız, sözüm ona kısaltmalar, birleştirmeler vardır. İtalyancada “de” ve “la” ekleri birleştirilmiş; ama “dela” diye değil, “della” diye… Ama her zaman della olmuyor. Bazen “delle” oluyor mesela. Niye? Bir genel kural var mı? Yok. Dili de, öğreneni de boş yere yoruyor… 

Bu durum söz konusu dillerin, en azından bendenize göre, zenginliği anlamına filan gelmez. Öğrenilmez değil, öğrenilir. Ama anlamsız bir karmaşıklıktır, dile lüzumsuz bir yüktür. 

Öte yandan… İngilizce Batı dillerinin en hamı, en magandasıdır. Tembel bir dildir. Zengin mengin de değildir.

Biz, kitabi, kuralına uygun İngilizce öğreniriz, ana dili İngilizce olmayan, farklı bir ülkenin insanları olarak. Oysa özellikle Amerika’daki veya daha az da olsa İngiltere’deki hele günlük İngilizce inceliksiz, düzensiz bir dildir. Amerika’daki İngilizce ise tam bir lümpen, serseri, külhan, bıçkın İngilizcesidir. 

Amerikalı, “how are you (nasılsın)” ile “what are you doing (ne yapıyorsun)”u harmanlayıp “how are you doing” der çıkar işin içinden. Ankara’daki bir ortaokulda İngilizce dersinde “How are you doing” diyen çocuk ise ömrü billah sınıf geçemez. [Bana bu sözü, yirmi yıl önce Anadolu Ajansı Temsilcisi olarak bulunduğum Bağdat’ta, sık sık görüştüğümüz Amerikan UPI (United Pres International) haber ajansının Amman muhabiri söylerdi. Ben de her defasında irkilirdim.] 

Elbette Mark Twain  Tom Amcanın Kulübesi'ni veya Jack London  Demir Ökçe'yi, Ernest Hemingway Çanlar Kimin İçin Çalıyor'u bu hırpani İngilizceyle yazmamıştır. Amerika’nın adam gibi yazarları, edebiyatçıları üzerinde Amerikan’ın kıyafet değiştirmiş faşist kapitalizminin ciddi baskıları olmuştur; itip kakması, ilgisizliği olmuştur; sahip çıkmamıştır kendi edebiyatçılarına Amerikan sistemi. Orkun Levent’in dediği gibi Hemingway en iyi eserlerini kendi ülkesi Amerika’nın dışında yazmıştır.

Ama böyle bir baskı, itip kakma, sahip çıkmama olmasaydı da o dilden, bundan daha fazlası çıkmazdı. Öyle yetenekli, kıvrak, incelikli, derin edebiyata elverişli bir dil değildir İngilizce. Kabahat Mark Twain’in, Ernest Hemingway’in, Jack London’un değildir yani. 

Tolstoy, Hugo, Cervantes, Lorca, Dante, Eco, Nazım Hikmet çapında yazarı, kuvvetle muhtemeldir ki bu nedenle yoktur Amerika’nın. London, Steinbeck, Twain vb. de ne yazık ki, biraz rejimlerinin özel ilgisizliği nedeniyle, biraz da dillerinin azizliğine uğradıkları için Tolstoy, Hugo, Mayakovski, Molliere, Kazancakis, Istrati, Hamsun vb. ağırlığında görünmez bizlere… 

Yani İngilizce, edebiyata çok uygun bir dil değildir. Daha ziyade şirket, ticaret, senet sepet, ithalat, ihracat, kavga, silah, sömürü, para dilidir. Bu İngilizcenin nasıl olup da bir Shakespeare çıkarabildiğine şaşırmakta hiç tereddüdünüz olmasın. 

Türkçenin ise… 

Bir Sait Faik’i bir Çehov’dur. Orhan Kemal’i bir Maksim Gorki’dir, Yaşar Kemal’i bir Hugo veya Tolstoy’dur, Dostoyevski’dir. Haldun Taner’i, Orhan Asena’sı birer Shakespeare’dir. Nazım Hikmet’i yeganedir. 

Ama bunları, yukarıda sözü edilen olağanüstü dil güçlükleri, farklılıkları ve tabi siyasi nedenlerle bütün dünya tanımaz. Tanınanları da zaten biz çevirmedik. Eserleri yabancı dillere çevrilen Türk edebiyatçılarının, benim bildiğim kadarıyla hiçbirini Türk çevirmenler çevirmemiştir. 

Doğrusu da budur. Hiçbir Rus yazarını Türkçeye Rus çevirmenler çevirmemiştir. Alman, Fransız, İtalyan, Japon, Arap, İranlı, hatta Yunan, Hint, İspanyol, Amerikan, İngiliz edebiyatçının eserini de, mensup oldukları ülkelerin, kendi yurttaşı olan çevirmenleri değil Türk çevirmenler çevirmiştir Türkçeye. 

Bir kere bu ülkelerin yazarlarının, çevirmenlerinin, yayınevlerinin, hatta hükümetlerinin “aman bizim yazarlarımız yeterince tanınmıyor. Kendimiz yabancı dillere çevirelim de okunsunlar, tanınsınlar” diye bir kompleksleri yoktur. Çünkü edebiyat, sadece bir edebiyat, sanat, estetik hadisesi değildir. Sosyal, siyasi, ekonomik boyutları da vardır.

Biz Fransız edebiyatına, Fransız, İngiliz filozoflarına niye bu kadar aşinayız?

Osmanlı’nın son dönemi… Koca imparatorluk yıkılıyor. Son bir ümit bir yerlere sarılmaya çalışıyor. Öte yandan Avrupa kaynıyor. Fransız İhtilali, sanayi devrimi, aydınlanma devrimi… Rusya bir dünya devleti olarak belirmeye başlamış. Arkasından 1917 devrimi… Yine bir dünya devi olarak SSCB’nin ortaya çıkması… Daha sonra Amerika… ABD ancak bir emperyalist dünya gücü olarak belirginleştikçe edebiyatı, sanatı da şu veya bu ölçüde dikkat çekmiş. İngiltere’nin, Amerika’nın, Fransa’nın ekonomik, siyasi, ekonomik, askeri güçleri ve yayılmacılıkları kültürlerinin, sanatlarının yayılmasını sağlamış. İngiltere ve Amerika’nınki İngilizcenin azizliğiyle çok daha az elbette… 

Osmanlı’da en başta dil güçlüğü ve farklılığı var. Sonra doğru düzgün edebiyatı yok divan şiiri dışında… Dahası, Osmanlı ne kadar dünya gücü olursa olsun, bugünkü anlamda emperyalist bir güç değil, olmamış. Divan şiiri çok kendine özgü… Bir Fuzuli’nin, bir Nedim’in Fransa’da tanınması neredeyse imkansız? Batı’nın tanıdığı Türk edebiyatçılar, bütün dil, kültür farklılıklarına, güçlüklerine rağmen, Cumhuriyet’in ürünü. Bizim edebiyatımızın dünya ile ünsiyetinin geçmişi doksan yıl dersek hiç abartma olmaz. 

Niye? Türkiye ve onun Atatürk’ü, Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyeti, sonraki gelişmeleri olumlu veya olumsuz, şu veya bu şekilde dikkat çekmiş. Kimlik, kişilik, siyaset, iktisat, içtimaiyat da edebiyatı belirler. Edebiyat doğada kendiliğinden yetişen ot değil. 

Bilmem çok mu abartmış olurum: 

Bu memleketin başbakanının Moda İskele Restoran’da kendine bağlı belediye tarafından getirilen içki yasağını, (nasıl oluyorsa?!..) “bana da içki içmem konusunda mahalle baskısı var” diye sözüm ona büyük(!) bir belagatle savunması ile Amerikan Hariciye Nazırı kadının “Türkiye, bizim Ortadoğu’daki dublörümüzdür” diyebilmesinin çakıştığı bir ortamın Türkiye’sinde ne Orkunt Levent Boya’nın ne de hatta Kültür Bakanlığının Türk edebiyatçıları çevirme, bu yolla onları tanıtma çabalarının bir kıymeti harbiyesi olamaz. 

Orhan Pamuk’u bendeniz, Orkun Levent veya Kültür Bakanlığı mı çevirdi de Nobel aldı?.. Kaldı ki kanaatimizce ödülü zaten Pamuk’a değil çevirmene vermek gerekirdi!
  

TÜRK YAZARLARINI NASIL ÇEVİR(t)ECEĞİZ?

Yapılacak şey Türk yazarlarını, bizzat bizim yabancı dillere çevirmemiz değil. Olamaz. Bunun dağıtımı var, tanıtımı var ayrıca… Yaşar Kemal kırk yıldır çevriliyordu, adı sürekli Nobel için anılıyordu, niye ödül alamadı? Aziz Nesin’e, Nazım Hikmet’e bütün dünya hayrandı, niye Nobel verilmedi? 

Sorun, Nobel, ödül değil denecekse bu doğrudur; öyleyse bırakalım su aka aka yolunu bulsun. Yabancılar, kendileri merak etsin, keşfetsin, çevirsin. Yıllardır, hatta on yıllardır Türkiye’de yaşayan, dolayısıyla çok iyi Türkçe öğrenmiş, edebiyata, yazıya aşina bir sürü yabancı var. Yoksa, Türkiye’nin siyasi, ekonomik, askeri bir büyük güç olmasını bekleyeceğiz.

Ya da “Türkler Kosova ve Sırpsındığı savaşında 149 bin 546 milyon Sırp kesmiştir” diyecek bir romancı bulalım kendimize! O saat çevrilir, o saat Nobel alır valla… 

Bizde bu siyaset ve siyasal iktidar anlayışı, Batı’da bu para olduktan sonra…

* Karşın Edebiyat dergisinin de sahibi, genel yayın yönetmeni ve her şeyi olan, edebiyat sevdalısı, edebiyat hizmetkarı sevgili Orkunt Levent Boya kardeşimizi maalesef kısa bir süre önce kaybettiğimizi öğrendim, ortak dostumuz değerli Serdar Şahinkaya'dan. Daha gerçekten çok gençti. Son derece üzüldüm.
Karanlık bir mezara değil, güneşe gömülenlerdendi o da... 

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/turkce-mi-buyuk-ingilizce-mi-yoksa-sait-faik-mi-ali-tartanoglu/2042





Nobel'de Batı'nın Sinirini Bozan ne?



Nobel'de Batı'nın Sinirini Bozan ne? 


Ali Tartanoğlu 


Bu tutumun temelinde, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, toplum ya da edebiyat sorunlarında bir tavır benimseyen yazar, bence ancak kendi imkanlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sarte, 1964 Nobeli’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum. 12.12.2015 21:03    539 kez okundu.
2015 Nobel Edebiyat ödülünü aslında bildiğimiz gazeteci olan veya edebiyatla bildiğimiz bir ilişkisi olmayan Beyaz Rus Svetlana Alexievitch’e verildiğini öğrenince eskiler geldi aklıma. Orhan Pamuk’un kulaklarını da çınlatmak istedim.

“2010 Nobel Barış Ödül töreni tehlikede...

Nedeni, ödülü teslim alacak kimse olmaması. Zira Ödüle layık görülen Çinli muhalif politikacı Liu Xiaobo hapiste... Eşi Liu Xia da polis gözetiminde ev hapsinde... Yani sahibi dışında yalnız aile fertlerine verilen ödülü alacak kimse yok.

İnsan hakları savunucusu ve yazar Liu Xiaobo geçen ay demokrasi yanlısı yazılarıyla Nobel Barış ödülüne layık görülmüştü. Ancak Barış Ödülünü kazandığı ilan edildiğinde, o Çin Halk Cumhuriyeti hapishanesinde demokrasi savaşının bedelini ödüyordu. Çin’in tek parti sistemine karşı, demokrasi yanlısı yazıları nedeniyle 2009’da 11 yıllık hapis cezasına çarptırılmıştı. Ödülün açıkladığı günden itibaren de eşi Liu Xia ev hapsine mahkum edilmişti. Cezasının tamamlanmasına daha 10 yıl var.

Bu durum da 2010 töreninin iptalini gündeme getirdi. Norveç Nobel Komitesi Başkanı Jaglan, ödülü teslim alacak kimse olmadığından törenin iptal edilebileceğini söyledi:

‘Oslo'ya gelmeleri mümkün değil gibi. Bu yüzden ödülü hiç kimse alamayacak. Ama Liu Xiaobo yazılarıyla aramızda olacak. Çok güzel metinleri var. Tören boyunca biri yazılarını okuyacak.’

Çin, diğer ülkelere de Nobel Barış ödülünü boykot etme çağrısı yaptı. Rusya, Küba, Kazakistan, Fas ve Irak törene katılmayacaklarını resmen açıkladı, ancak neden belirtilmedi.  1936 yılında Nobel Barış ödülünün sahibi Alman gazeteci Carl von Ossietzky de törene katılamamış, Nazi Almanya’sını terk etmesine izin verilmemişti.”


SARTRE ve NOBEL

2010 Nobel EDEBİYAT ödülü Peru’lu yazar Mario Vargas Llosa’ya verilmiş.

Liu Xiaobo ise Nobel BARIŞ ödülünü kazanmış, ama alamıyor; biz EDEBİYAT ödülünden söz edeceğiz. Galiba sonuç pek değişmiyor. Hatta, Nobel’in iktisat ödülleri için de benzer bir yorum yapmak pek ala mümkün.

Bu Alfred Nobel denilen adama ne demeli bilmem. Kendi günahının kefaretini, zavallı yazarcıklara ödetmeye kalkıp onların başını derde sokmasına mı kızacağız; koyduğu ödülü alanları mı tartışacağız… Ne yapmalı?..

Bu konuda, bir yandan sosyalizmi öğrendiğimiz, öte yandan edebiyatla tutkuyla seviştiğimiz gençlik yıllarımızın dev ismi Jean Paul Satre bize çok kolay yardım edecek.

1940’ta düşünce, eylem ve ilişkileri nedeniyle Naziler’e tutsak düşen Sartre, Nazi toplama kampına atılmış, esaretten kurtulunca da faşizme karşı Fransız direniş hareketine katılmış.

Sartre için anti-faşist direnişle, sanatsal üretim birbirine karşı şeyler olmak bir yana, birbirinin ayrılmaz parçası. Çünkü Sartre için düşünce ve davranış birliği aydın olmanın temel şartı.

Gençlik yıllarımızın çağdaş anıtlarından biri olmasının en önemli gerekçesi, sosyalist olması kadar, hatta bundan çok daha öte, günümüzde eksikliği çok can yakıcı bir şekilde hissedilen ve aydın olmanın amentüsü olması gereken söz konusu tutarlılığı, dürüstlüğü ve ilkeliliği… Onunla aynı yıllarda yaşamakta olmak, bu nedenle için için hissettiğimiz bir böbürlenme gerekçesi idi.

Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde, Marksizm’in, “çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku” olduğunu söyleyen Jean Paul Sartre, bir aydın olarak yaşamı boyunca çok özel bir konumda durmuş, hem savunduğu hem de yaşadığı bu aydın tavrı her zaman tartışmalara yol açmış, ona aydınlar arasında farklı bir yer kazandırmış. Çünkü Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız olmuş, hem de zamanının bütün sorunları konusunda sıkı bir sadakat gerektiren politik tavrı, tereddüde ya da tutarsızlığa yer bırakmadan aktif olarak sergileyebilmiş.

Sartre’ın 1964 yılında Les Mots (Sözcükler) adlı yapıtıyla değer görüldüğü Nobel edebiyat ödülünü reddetmesi de belleklere kazınmış. Bu red, onun dünya görüşüne bağlılığının olduğu kadar son derece sağlam kişiliğinin de çok somut bir göstergesi. Nedenlerini İsveç gazetelerine gönderdiği “Neden Reddettim” başlıklı mektubunda şöyle izah ediyor.

“…

Ödülü reddediş sebeplerim, İsveç akademisiyle ya da Nobel ödülüyle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, Akademiye yazdığım mektupta da belirttim. Orada iki çeşit sebep üzerinde durdum; şahsi olanlar ve objektif sebepler.

Şahsi sebeplerim şunlar: Red, o an içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmi payelere her zaman uzak durdum. Harpten sonra 1945'te, Legion D’honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu halde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, College de France üyeliğini de kabul etmedim.

Bu tutumun temelinde, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, toplum ya da edebiyat sorunlarında bir tavır benimseyen yazar, bence ancak kendi imkanlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sarte, 1964 Nobeli’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum.

Bu çeşit bir ödül kabul eden yazar, onu bu şerefe layık gören kurumu veya müesseseyi de yük altına sokmuş olmaktadır. Venezuella çetecileri için duyduğum yakınlık, şimdi sadece beni bağlar; oysa Nobel ödüle kazanmış Jean Paul Sartre, Venezuella’daki ayaklanmayı desteklediği zaman, kendisiyle birlikte, bir müessese olarak Nobel’i de peşinden sürüklemiş olur.

Demek ki yazar, şimdi benim için söz konusu olduğu gibi, en şerefli bir şekil altında bile kurumlaştırılmayı reddetmek durumundadır.

Bu hüküm ve tutum sadece kendimle ilgilidir; yoksa daha önce ödül almış olanlara karşı en küçük bir eleştiri ima etmiyorum. Kaldı ki, onlardan, tanışma mutluluğuna erdiğim pek çoğu hakkında derin takdir ve hayranlık duyguları beslemekteyim.

Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim:

Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum; bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim; ama bu karşılaşma, işe kurumları karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır, diyorum.

Bu iki kültürün çatışmasını ben, kendi varlığımda olanca derinliğiyle duydum, duyuyorum: ben, bu çelişkilerden oluşmuşum. Gönlüm inkar edilmez şekilde sosyalizmden, yaygın deyimiyle doğu bloğundan yanadır; ama ben bir burjuva ailede doğmuş, burjuva kültürüyle beslenmişim. Bu durum, iki kültürü bağdaştırmak isteyenlerin hepsiyle işbirliği yapmamı kolaylaştırıyor. Buna rağmen, ben daha iyinin, yani sosyalizmin kazanmasından yanayım.

Varlıklarına bir diyeceğim olmasa da, yüksek kültür heyetlerince dağıtılan payelerden hiçbirini, yalnız Batı’dan değil Doğu’dan da gelse kabul edemeyişim bu yüzdendir. Gönlüm bütün olarak sosyalizmden yanadır, dedim; ama bu demek değildir ki, biri çıksa da bana, böyle bir şey söz konusu değil, ama mesela Lenin Ödülünü vermek istese onu kabul ederdim. Hayır, onu da kabul etmezdim, edemezdim.

Biliyorum, Nobel’in ilk ve temel niteliği Batı bloğuna has bir edebiyat ödülü olmak değildir; ama ne yönde uygulanmışsa o olmuştur; ayrıca İsveç akademisi üyelerinin kararına bağlı olmayan hadiselerle de pekala karşılaşılabilir.

Nitekim Nobel, günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak görünmektedir.

Mesela, güney Amerika şairlerinin en büyüklerinden biri olan Neruda ödüle değer bulunmamıştır. Herkesten fazla layık olduğu halde Louis Aragon ciddi olarak hiç düşünülmemiştir. Ödülün Şolohov’dan önce Pasternak’a verilmesi ve Sovyetlerden seçilmiş bu tek eserin de, kendi ülkesinde yasaklanmış ve ancak basılabilmiş bir kitap olması da esef edilecek bir durumdur.

Oysa karşı yönde bir davranış pekala dengeyi sağlayabilirdi. Cezayir savaşı günlerinde, ‘121'ler beyannamesi’ni imzaladığımız sırada verilseydi, Nobel’i sevinçle kabul ederdim, zira o zaman bu ödül sadece bana değil, uğrunda savaştığımız hürriyete de şeref kazandıracaktı. Ama bu olmadı ve ben, savaş bittikten sonra ödüle layık görüldüm.

İsveç Akademisinin gerekçesinde hürriyetten söz ediliyor. Çeşitli yorumlara açık bir kavramdır bu… Batı’da oldukça genel bir anlamı vardır.

Bana gelince… Ben, bir çift daha pabucu olmak ve doyasıya yiyecek bulmak haklarında ve imkanlarında gerçekleşen, daha elle tutulur bir hürriyet anlayışına sahibim.

Ödülü geri çevirmeyi, kabul etmekten daha az tehlikeli buluyorum. Kabul etmekle, ‘bağımsızlıktan taviz verme’ diyebileceğim bir sonucu da benimsemiş olurdum.

Figaro Litteraire’ın yazısında okuduğuma göre ‘tartışma götürür politik geçmişim üzerinde durulmayacak’mış. Bu yazı akademinin görüşünü aksettirmez, biliyorum; ama bazı sağcı çevrelerde ödülü kabulümün nasıl yorumlanacağını göstermektedir. Geçmişte arkadaşlarımla bazı yanılmalarımız olduğunu kabul ederim; ama bu ‘tartışma götürür politik geçmiş’ benim için her zaman saygıdeğerdir.

Bununla Nobel’in bir ‘burjuva’ ödülü olduğunu söylemek istemiyorum, ama pek iyi bildiğim çevrelerin kaçınılmaz burjuva yorumları işte bu yönde olacaktır, diyorum.

Bitirmeden, para meselesine de değinmek isterim: Seçimine çok büyük bir para ödülü de eklemekle Akademi, seçtiğinin omuzlarını çökertecek bir yük daha ilave etmiş olmaktadır. Bu, hadisenin beni ayrıca rahatsız eden yanı oldu. Şimdi, ya ödülü kabul ederek aldığınız parayla önemli saydığımız kurumları veya hareketleri destekleyeceksiniz, ki kendi hesabıma hep, Londra’daki Apartheid’ı düşündüm.

Ya da genel prensipleriniz adına ödülü reddederek, desteğe ihtiyacı olan bir hareketi bundan yoksun bırakacaksınız.

Ne var ki bence bu, sahte bir sorundur. 250.000 kuronu geri çeviriyorum, çünkü Doğu’da olsun, Batı’da olsun kurumlaştırılmak istemiyorum.

Bu açıklamayı İsveç halkına sevgilerimi ileterek bitirmek isterim.
 Jean Paul Sartre”

 Nobel ödülleri, özellikle de Edebiyat ödülleri, Sartre’ın dediği gibi “…günümüzde Batı bloğu yazarlarına ya da Doğu’da başkaldıranlara verilen bir ödül olarak” görünmektedir.

Şöyle söyleyelim: “Batılı”, hele kapitalizme, sınıf farklarına, sınıf çelişkilerine itiraz etmeyen, eserlerinde sınıf farklarını, çelişkilerini, çatışmalarını işlemeyen bir yazarsanız, zaten anadan doğma, doğal Nobel adayısınız. Tek sorununuz, çok sayıdaki rakibinizi geride bırakmak…

Ama Batılı olmak yetmez. Neruda gibi, Aragon gibi hem Batılı hem kapitalizme, sınıf farklarına, çelişkilerine, çatışmalarına karşı iseniz, Sartre’ın da işaret ettiği gibi aforoz edilirsiniz; anadan doğma değil ama sonradan “Nobel mahrumu” olursunuz.

Yok Doğulu iseniz, zaten “anadan doğma Nobel adayı” değilsiniz. Hem doğulu hem Nobel adayı olmanız, hele Nobel almanız için, yani bir bakıma sonradan asalet unvanı kazanmanız içinse, 

1) ülkenizin rejimi kapitalizmse sizin onu alkışlamanız da yetmez; çünkü hem kapitalizmi alkışlayan kem de doğma büyüme Batılı bir sürü rakibiniz vardır; onlar zaten kendi aralarında müthiş bir çekişme halindendir; yani kapitalizme bağlı da olsanız, bir Doğulu olarak şansınız çok azdır. 

2) Bir doğulu olarak bunca Batılı rakibi aşmanızın yolu, kapitalizmi alkışlamanın ötesinde, kapitalist veya değil, ülkenizin rejimi Batı’nın onaylamadığı bir rejimse, sizin buna karşı çıkmanızdır.

Nedir Batı’nın onaylamadığı, Batı’nın sinirini bozan rejim, düzen, sistem?

Elbette en başta sosyalizm…

Sonra, sosyalist olmasa bile antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, ülkesinin ve halkının çıkarlarını ön planda tutan yönetimler…

Bunlara karşı yazılar kitaplar kaleme alıyorsanız, hele bir de bu yüzden, 2010 Nobel Barış Ödülü sahibi Çinli yazar gibi hapse girmişseniz, 2006 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Türk yazar gibi hapis talebiyle yargılanmışsanız, bütün rakiplerinizi alt etme şansınız fevkalade yüksektir.

Soljenitsin ve Pesternak birinci şıkka, 2006 ödülü sahibi Türk ve 2010 ödülü verilen (ve fakat yukarıda aktarıldığı üzere ülkesinin rejimine muhalefeti nedeniyle hapiste olduğu ve yurt dışına çıkamadığı için ödülünü alamayacak olan) Çinli yazar ikinci şıkka örnektir.

Ülkesi Fransa’nın Cezayir’i işgal ettiği yıllarda Paris sokaklarında işgal aleyhtarı bildiri dağıtan, ülkesi Alman faşizminin işgaline uğradığı zaman direnişçi Partizanlara katılıp Almanlara tutsak düşen Sartre, Nobel’e aday gösterildiği 1960’lı yıllarda da, aynı anti-faşist direnişe önderlik eden ve o sırada Fransa’nın başında bulunan General Charles de Gaulle hükümetine muhalefet etmektedir. Çok kuvvetle muhtemeldir ki Nobel ödülüne bu muhalefeti nedeniyle layık görülmüştür. Çünkü de Gaulle yönetimi, Fransa’nın da mensubu olduğu Batı’yı ve onun kapitalizmini rahatsız edecek ölçüde ulusalcı bir politika izlemektedir. De Gaulle, Fransa’yı NATO’dan çıkarmıştır örneğin.

Sartre’ın muhalefeti ise daha ziyade iç politika nedenlerinden kaynaklanmaktadır.

De Gaulle yanlıları, Sartre’ın bu muhalefetinden son derece rahatsızdır. Kendi başlarına Sartre iler başa çıkamayacaklarını anlayınca bir heyet oluşturarak bizzat de Gaulle ile görüşürler. Ona “sen Fransa demeksin. Sartre Fransa’ya muhalefet ediyor” diyerek, Sartre’ı tutuklattırmasını isterler. De Gaulle’ün cevabı,

“- Hayır. Ben değil Sartre’dır Fransa. Tutuklamam onu” olur.

De Gaulle, Sartre’ın neden Nobel’e layık görüldüğünü, O’nun neden bu çok prestijli ödülü reddettiğini en az Sartre kadar bilmektedir. De Gaulle, Sartre’ın nasıl Partizanlara katılıp Alman faşizmine karşı mücadele ettiğini, nasıl tutsak düştüğünü de, neden Cezayir işgaline karşı çıktığını da çok iyi bilmektedir.

De Gaulle, bir de, Sartre’ın kalem, kelam ve kafa gücünü çok iyi bilmektedir.

Sartre’ın kendisine muhalefetinin, bu nedenle çok önemi yoktur. Bu nedenle de Fransa, yandaşlarının dediği gibi kendisi, yani General de Gaulle değil, asıl Sartre’dır.

Çinli muhalif yazardan hareketle geldik buralara. Ama bu yazının meramını okuyucu anlamış olmalı. Bırakınız okurları, edebiyat sevenleri, bu siyasi atraksiyonlara soyunan hangi Türk siyasetçinin aklından, uğruna yasaları kafa göz yarma pahasına değiştirdikleri Nobelli Türk yazarı için, “Türkiye’dir…” demek geçmiştir?

Ali Tartanoğlu
Gerçekedebiyat.com

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/nobelde-batinin-sinirini-bozan-ne-ali-tartanoglu/2036

Sular Akmaz Tersin Tersin



Sular Akmaz Tersin Tersin 



Ali Tartanoğlu 
29.08.2012 


Zor Zanaat özlem işçiliği / Yalnız gecelerde 
Zor zanaat özlem işçiliği / Yalnız gecelerde kendini çoğaltmak 

İri ayaklı koca koca, gece gece gözlü geniiiiş değirmen kalçalı
ölüm rengi kara çarşafının altındasıcak, fıkır fıkır gövdesi
yürüyüşünün rüzgârıyla ucu gönlüm gibi ardınca sürünüp giden...

Tek başına Temmuz'da bile soğuk yataklar
bin dertle yoğrulu horantalı evler
düşman sıcağından üşümüş odalar ve
“bir yalnız gece daha...” hüznüyle
Yıllarda üniformalaşacak kara giysilerle
Güçlü omuzlarında şehidinin ağıtlı töreni
yaşam sevdalısı Bağdatlı kadın
özlem, sana da sabahsız bir gece

Zor zanaat özlem işçiliği
Yalnız gecelerde kendini çoğaltmak
kalabalıkta yalnızlıkla kucaklaşarak ısınmayı bilmek
hem de baş verip giz vermeden ele güne karşı
Elleri tetiğe daima hazır
kendi yüreğinin sıcaklığını bile donduran
savaş ağaları heeeeyyyy!
Daha mı kolay sanırsınız özlemek savaşmaktan!?..
Çöl sıcağında buz gibi yüreklerle
kan ırmaklarından sınır çizdirmek tarihe
kolay!..
Ama bilmezsiniz,
sıcak-yürek, özlemle savaşmayı
Özlemi ustası bilir
bir sen, Bağdatlı kadın, bir ben
Hele, ya beni de al, ya sen de gel diyen
hele ne alabilen ne gidebilen…

Ver elini gece gece gözlü,
değirmen değirmen kalçalı
özlem ustası, çile bilgesi Bağdatlı kadın
Yeter, selam taşıyıcılara, telefonlara tellere,
kanlara, silahlara, muhannete muhtaçlıklara
salıverelim öpüşlerini sevdiğinin tabur adresine
Bulamazsak, göz yaşlarımız yıkasın kanlı kumları yeşersin dikenli teller, kanlar gül açsın namlular
güldal olsun dikensiz
Kuma karışmışsa da sevdiğin,
ağlama Bağdatlı kadın
Koy başını göğsüme,
tut elimi,
kokla bulutları
Bak nasıl gül kokuyor hava

Gülü bazen kan sular,
kan bazen gül kokar
Sen, yaşam üretensin,
sıkışırsan gül kokusu bile doğurursun!
onu da topa tutamazlar ya!
sen top sesindeki gül kokususun

Ali Tartanoğlu

http://www.gercekedebiyat.com/haber-detay/sular-akmaz-tersin-tersin-ali-tartanoglu/288

NEVRUZ MİLLİ BAYRAMIMIZDIR







NEVRUZ MİLLİ BAYRAMIMIZDIR


TÜRK OCAKLARINDAN NEVRUZ KUTLAMASI (İHA/ERZURUM-İHA)
TÜRK OCAKLARINDAN NEVRUZ KUTLAMASI (İHA/ERZURUM-İHA)





















Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine mahsus adetleri, kendine göre milli hususiyetleri vardır. Hiçbir millet aynen diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet ne taklit ettiği milletin aynı olabilir, ne de kendi milliyeti içinde kalabilir. Atatürk (1923)
————————————————————-


TÜRK DÜNYASININ NEVRUZ BAYRAMI ASLA PKK’YA DEVREDİLEMEZ…


Her sene olduğu bu sene de, binlerce yıldan günümüze taşıdığımız 21 Mart Nevruz kutlamaları için halkımız coşku yerine büyük tedirginlik yaşadı.
Bilindiği gibi PKK terör örgütünün sahiplendiği Nevruz, günü sanki bütün Türk dünyasının değil de sadece Kürt Türklerine ait bir bayram gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Bu en güzel güne yani 21 Mart Nevruz Bayramına yaklaştıkça ülkemizin Güneydoğu ve Doğusunda bağımsız bir Kürdistan kurma heveslilerinin sesleri eskisinden daha fazla yükselmeğe başlıyor. Yöneticilerimiz ve özellikle emniyet güçleri bütün Türkiye çapında halkımızı dikkatli olmaya vuku muhtemel anarşi ve terör olaylarına karşı tedbir almaları için uyarmaya başlıyorlar.
Peki, bu nasıl bayram? Bu yapılanlar doğru mu?
On iki bin yıldır Türk Milletinin Ergenekon Bayramı olan bu mutlu günde anarşi ve terör yaratmak ve bunu barış ve demokrasi olarak göstermek isteyenlerin mantıki gerekçeleri yoktur. Baharın gelişinin kutlandığı bu güzel günü terörle birlikte göstermeğe kimsenin hakkı yoktur. Bu günü terör örgütünün gövde gösterisi yaptığı bir nevi düzene başkaldırı gibi kabul etmenin hiç kimseye ve hiçbir zümreye en küçük bir yararı olamaz..
Milletlerin milli karakterleri, yani onların ayrı bir millet olduğunu belirleyen değişmez vasıfları en az bin yılda oluşur ve millileşir. Her millet ayrı birikimlere sahip olduğundan milletlerin oluşturduğu devletlerde milletleriyle ayni bilgi birikimine sahip olurlar.
Diğer toplumlarla ve değişik kültürlerle bir arada yaşamak zorunda kalındığında bazı milli değerler kayıplara uğrayabilir. Burada maddi değerlerin yitirilmesi veya değişik şekiller alması pek önemli değildir. Fakat önemli olan milletlerin sahip oldukları manevi değerlerini muhafaza etmeleridir. Çünkü manevi değerler korunabildiği takdirde kaybedilen maddi unsurlar kolayca geri alınabilir.
Türk milli kültürünü yozlaştırmak ve yok etmek, binlerce yıldır değişmeden günümüze taşıdığımız milli kültür değerlerimiz üzerinde şüphe yaratmak, milli tarih konularında uydurma yayınlar ile halkın kafasını karıştırmak Türklük düşmanlarının yaygın olarak kullandığı yöntemlerdir. Bayramların insanlar arasında saygı-sevgi ve dayanışmayı sağlayan özelliğine rağmen beyinleri satın alınmış bölücü çevrelerce NEVRUZ BAYRAMI kanlı gösterilerle kutlanmaya çalışılmaktadır. Hâlbuki küresel mihraklarca ülkemizde yaratılmak istenen suni bir topluma mal edilmeye çalışılan Nevruz Bayramı; binlerce yıldır Türk dünyasında bütün Türk toplulukları tarafından uygulanan bir büyük kültür gösterisidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında resmi bayram niteliğinde olup, çok görkemli törenlerle kutlanan, miladi takvimin kabulünü müteakip resmi bayram olmaktan çıkartılan, fakat sadece Türkiye’de değil, tüm Türk dünyasında coşku ile kutlanan NEVRUZ hakkında halkın bilgilenmesi gerekmektedir.
21 Martta kutladığımız Nevruz kelimesi halk arasında, YILBAŞI=YENİGÜN= GÜNDÖNÜMÜ anlamında kullanılmaktadır. Nevruz; gece ile gündüzün eşit olduğu gündür. Nevruz; ayni zamanda baharın başladığı gündür.

Nevruz; Orta Asya Türk Devletlerinde, İran’da, Rusya’da, Bosna’da, Sancak’ta, Kosova’da Anadolu’da Kıbrıs’ta ve Türklerin küçük gruplar halinde yaşadığı bütün ülkelerde; “Ergenekon Bayramı”, ” Bozkurt Bayramı”, “Tabiat Bayramı”, “İlkbahar ve Köylü Bayramı” olarak kutlanılmaktadır. Her yerde büyük bir hazırlık ve neşe içinde, fakat değişik gelenekler halinde kutlanan NEVRUZ, soğuk ve karamsar günlerden ılık, güneşli ve bereketli günlere, yani bahara geçişi müjdeleyen, demirden dağı eriterek Ergenekon’dan hürriyete ve güzel günlere çıkışın simgelendiği Türk milli bayramıdır.

Çeşitli Türk boylarında Nevruz şu isimlerle anılmaktadır; NEVRUZ, NEVROZ, NAYRUZ, NEYRÜZ, NAYRIZ, SULTAN NEVROZ, NAVROZ, NEVRÛZ-İ SULTANÎ, SULTAN NAVRUZ, NAVRUZ, NAURUS, NOVRÜZ, NOURUZ, MART BOZUMU, MART DOKUZU.

Eğer biz devlet olarak milli kültür değerlerimize sahip çıkmadığımız ve bu değerlerin bütün milletçe kullanılmasına imkân vermediğimiz sürece çeşitli çıkar çevreleri ve bu çevrelere kendini yakın gören siyasi gruplar bu değerlere sahip çıkmaktadır. Ergenekon Bayramı Nevruz’da bunlardan biridir. Biz bu oyunlara alet olmamalıyız. Nevruz’a devletçe ve milletçe topyekûn sahip çıkmalı, bu milli günü bölücü terör örgütü mensuplarının tekeline bırakmamalıyız.
Bilelim ki, küreselleşen dünyada ise milli değerlere yer yoktur. Küresel mimarlar kitle iletişim araçlarındaki hâkimiyetlerinden yararlanarak milli kültür değerlerini önce yozlaştırmak, sonra bozmak ve bu şekilde milleti bu bozuk değerlerden soğutarak kimliklerinden uzaklaştırmak yolunda ciddi çalışmalar yapmaktadırlar. Bu oyunları iyi bilmeli ve değerlerimize dört elle sarılmalıyız.

NEVRUZ, bütün yok etme çabalarına rağmen binlerce yıl öteden günümüze taşınmış ve yaşatılmaktadır. Nerede bir Türk varsa her 21 Mart geldiğinde orada NEVRUZ vardır. Bugün vardır. Yarın da olacaktır.

SONSÖZ:

Türk’ün Ergenekon Bayramı Nevruz’un Anadolu Kürt toplumu tarafından sahiplenilmesi ve çoşku ile kutlanması, onların Türklük çınarının en güçlü dallarından bir olduğunun ispatıdır. Nevruz kavramı; Kürtleri Türklük camiasının dışında gösterme çabalarına vurulan en büyük darbedir.

Türk Milletinin Ergenekon Bayramı’nı – 
Gündönümü’nü – 
Yenigün’lerini Candan Kutlarım.