4 Haziran 2016 Cumartesi

KIBRIS GAZİSİ P.KD.ÜSTEĞMEN VECDET ERTEK GÜRPINAR’I İYİ TANIYORMUSUNUZ?



KIBRIS GAZİSİ P.KD.ÜSTEĞMEN VECDET ERTEK GÜRPINAR’I İYİ TANIYORMUSUNUZ?


08 NİSAN 

——————————-
Türk milleti ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları çelikten yapılmış heykellerdir; onların ne olduklarını anlamak için onlarla savaş meydanlarında boy ölçüşmek lazımdır. -Gazi Mustafa Kemâl Atatürk- (1937)
——————————-





Ben iyi tanıyorum. Ve sizinde tanımanızı istiyorum.

Bugün iyi tanıdığım devre arkadaşım, dostum ve kardeşim E. Kurmay Albay Vecdet Ertek Gürpınar’ın ancak 70 yaşında geldiğinde kaleme alabildiği “ KIBRIS VE BARIŞ HAREKATI” başlıklı kitabının tanıtımını yapacağım.

Aslında gerek Ertek kardeşimin ve gerekse yazdığı bu muhteşem eserin özel bir tanıtıma hiç ihtiyacı yok. Çünkü iyiler kendi reklamlarını en iyi şekilde kendileri yaparlar. Benim burada yaptığım iyilerin iyiliklerini tekrarlamaktan öteye gidemez.

Vecdet Ertek Gürpınar; büyük titizlikle meydana getirdiği “KIBRIS ve BARIŞ HAREKÂTI” kitabını benim gibi tüm devre arkadaşlarına ismen imzalayarak gönderdi. Bu çok güzel bir jesttir ve 66’lı devre arkadaşlarına verdiği değerin emsalsiz bir göstergesidir. Bugüne kadar 30 kitap yazan biri olarak böyle bir davranışta bulunmak benim hiç aklıma gelmemişti. Bu yüzden bu nazik ve duyarlı tutumu için kendisini candan kutluyorum.

Kitabın muhtevasını tek cümle ile özetlemek gerekirse; benim üç kitapta ve 1500 sayfada tanıtmaya çalıştığım Türk Subayı ve Mehmetçiği tüm çıplaklığı ile, yani iyi ve kötü yönleri ile bir tarihi roman formatında başarıyla okuyucuya sunmuştur. İddia ediyorum ki askerlik yapan her Türk erkeği bu kitapta kendisinin anlatıldığına şahit olacaktır.

Uzun yıllar içinde oluşan kitap okuma alışkanlığım nedeni ile en ağır eserleri dahi 3-4 gün içinde bitirirken bu defa öyle olmamıştır. Sindire sindire tam 15 günde okudum. Her satırda durup geriye döndüm. Yapılan doğru değerlendirmelerin özellikle genç subaylarımız için adeta bir nevi kısa kurs niteliği taşıdığını gördüm.
Eğer yetkim ve imkanım olsa idi. Bu kitabı Harbokulu son sınıf öğrencilerine parasız dağıtırdım. Zorla okutup onları bu kitaptan imtihan eder ve ne öğrendiklerini sorgulardım. Eminim ki, sonunda bir subayın nasıl olması gerektiği hususunda kafalarında önemli kıvılcımların çakılmasını gerçekleştirirdim.
Ama bütün bu dediklerim sadece düşüncede kalmaya mahkumdur. Küresel istatistiklere göre genellikle okumayan, okumayı sevmeyen, okumadan fikir sahibi olarak çok ciddi beyanlarda bulunabilen bir milletiz. Oysa yüce kitabımız Kuran’ın ilk emri OKU’dur. Çok iyi biliyorum ki pek çok devre arkadaşım Vecdet Ertek Gürpınar kardeşimin üşenmeden ve büyük masraflarla ismen imzalayarak gönderdiği kitabı kapağını dahi açmadan bir yerlere kaldırmıştır.
Bu ne yazık ki milletimizin doğal hastalığıdır. Evet biz okumayı sevmiyoruz. Bu dünyaca bilinen bir gerçektir. Türkiye’de basımı ve dağıtımı yapılan kitaplardan 10.000 kişiye yılda 1 kitap düşerken, Japonya’da 1 kişiye 23 kitap düşmektedir. Bu oran AB ve ABD’de ortalama 20 civarındadır. O milletler boş zamanlarını okuyarak, Türkler ise kahvelerde oyun oynayarak geçirirler. İşte bu yüzden batılı ülkelerin gazetelerinin tamamına yakını yazılı çıkarken, bizimkiler tam sayfa renkli resimli olarak çıkarlar..

Bu kitap vitrinleri süsleyen rengarenk boyalı kapakları içinde adeta al beni diye haykıran kitaplardan değil. Çok basit ve sade bir dizaynı var. Fakat bu kitap, muhtevası ile gerçek Türk askeri ve özellikle Türk subayının kim olduğunu anlatan bir askeri edebiyat şaheseridir. Türk milletinin kendini ve gücünü tanımasında büyük katkısı olabilecek bu kitabı her Türkün mutlaka okumasını istiyorum. Milletçe yaşanan zor günlerimizde kim olduğumuzun ve neler yapabileceğimizin hatırlanması için her zaman elimizin altında bulunması gereken bir eser olarak görüyorum.

Kıbrıs ve Kıbrıslılar benim için yabancı değil. 1975’te üniformalı asker ve 2003’te üniformasız siyasetçi olarak bulundum. Küresel güçlerin çekim merkezindeki bu küçük adadaki izlenimlerimi iki kitapta toplayarak okuyucuların hizmetine sundum.

Yarbay rütbesi ile Tekirdağ’da 190. P.A. 1 Tb. K. olarak görev yaparken Ertek Yarbay 8 inci Tümenin Kurmay Başkanı idi. Bir yıl sonra kendisinden Tümen Kurmay Başkanlığını teslim aldım. Ailecek yakın dostluğumuz burada oluştu. Bundan önce de sınıf arkadaşım P.Kd.Ütğm. Vecdet Ertek Gürpınar’ı ilk defa Kıbrıs’ta Lefkoşe-Gaziler Hudut Bölük Komutanı olarak görmüş ve yakından tanımıştım. Lefkoşe-Larnaka yolunu kontrol eden ve Akıncılar Köyüne giden yolun üzerinde olan Gaziler Hudut Bölüğünün sınırları içindeki Çadır tepede benim 105 mm. Topçu bataryamın İleri Gözetleyici Timi vardı. Dolayısı ile çok sık bir arada olma imkanına sahiptim.
1975 Ocak ayında gördüğüm son derece gelişmiş ve çok şirin bir köy olarak hafızamda yer etmiş olan Gaziler Köyüne 2003’te Kıbrıs Adalet Partisi’nin seçim çalışmaları için Akıncılara giderken uğradım. Bu defa köyün haritadan tamamen silinerek harabekent haline geldiğini görerek kahrolduğumu hatırlıyorum.
Ertek Albayın kitabında enfes kalemi ve akıcı üslubu ile ortaya koyduğu gerçekler beni kırk yıl öncesine ve sıcak savaşın soğuk ve acımasız girdabı içine sürükledi. Anlatım bir savaş romanı tadındaydı. Ama anlatılanlar roman değildi. Olayları yaratanlar da roman kahramanı değildi. Ve olayların geçtiği yerlerde rastgele seçilmemişti. Elimden bırakamadığım bu eserde kişiler ve yerler tamamen gerçekti olaylar birebir yaşanmıştı ve biz onları tanıyorduk…
Bazen üzüldüm, bazen müthiş gururlandım. 

Bazen duygulandım. 
Bazen de kızdım. 

Ama anlatılanların gerçek olduğunu hiç unutmadım.

Vecdet Ertek Gürpınar, üsteğmen rütbesi ile Kıbrıs Barış Harekatına fiilen cephe hattında katılan subaylarımızdan sadece biridir. 21 Temmuz 1974 tarihinde helikopterlere Kıbrıs’a indikten sonra bir yılı aşkın bir süre savaş alanında kalmıştır. Birinci harekata silah takımı ile, ikinci harekata kendi bölüğü ile fiilen ön saflarda iştirak etmiştir. Geri kalan süre içinde de Asıl Muharebe Hattı üzerinde cephe bölük komutanı olarak görev yapmıştır. Bu süre zarfında emri altındaki askerlerinden tek kişi dahi şehit olmamış ve yaralanmamıştır. Yani yetenekli bir subayın aldığı ciddi taktik ve teknik tedbirlere birlik personelinin savaşta dahi korunabileceğini göstermiştir. Ama bu müstesna subayımız yıllar sonra kağıt üzerinde yapılan değerlendirmeler sonucu dağıtılan Kıbrıs madalyalarından hiçbiri ile taltif edilmemiştir.

Savaşta madalya dağıtımı savaşanların moral ve motivasyonu için çok önemli bir faktördür. Madalya savaştan sonra değil, savaş esnasında ve muharebe alanında verilirse birlik üzerinde müthiş etki yapar ve birlik personelini motive eder. Bu husus maalesef Kıbrıs Barış harekatı için düşünülmemiş ve asıl kahramanlar dururken geri plandaki idari bazı personele madalya dağıtıldığı şikayetleri hiç bitmemiştir.

Ben bu konuda savaştaki Osmanlı Ordusunun tüm subaylara cephede ismen dağıtılan kuşe parlak kağıda basılmış Askeri Mecmua’sının 1915 yılı sayısında, Sina Yarımadasındaki bir mevzi çukurunda Başkomutan Enver Paşanın mevzideki subaylara çömelerek madalya taktığını gösteren resmini hatırlıyorum. Ve bu harekata katılan dedem Tahir Yüzbaşının özel hatıratı içinde gördüğüm bu resim askerlik hayatım boyunca aklımdan hiç çıkmamıştır. Ceza gibi mükafat ta asla geciktirilmeden uygulanmalıdır. Böyle yapılmaz ise özelliği kalmaz.
Sonuçta; değerli silah arkadaşımız E. Kurmay Albay Vecdet Ertek Gürpınar, geçte olsa kendisine düşen önemli bir görevi tamamlamış ve bilgi birikimi ile engin tecrübelerini milletimizin değerlendirmesine sunmuştur.
Kendisini kutluyorum. Çok güzel ve akıcı kaleminden Türk ordusu ve Türk milletinin yararlanabileceği daha nice eserler çıkacağına inanıyorum.
Kıbrıs Barış harekatına katılan diğer bütün arkadaşlarımın yaşadıkları savaş tecrübelerini yazarak kamuoyu ile paylaşmasının tarihi bir görev olduğunu özellikle vurguluyorum.



https://kumkale.wordpress.com/2016/04/08/kibris-gazisi-p-kd-ustegmen-vecdet-ertek-gurpinari-iyi-taniyormusunuz/


..

3 Haziran 2016 Cuma

SÖMÜRGECİ DEVLETLERİN KANLI MİRASI - SYKES - PİCOT ANTLAŞMASI




SÖMÜRGECİ DEVLETLERİN KANLI MİRASI - SYKES - PİCOT ANTLAŞMASI


Sömürgecilerin Kanlı Mirası - Sykes-Picot Anlaşması

CETVELLE BÖLÜNEN ORTADOĞU VE ARAP DEVLETLERİ BUGÜN NE DURUMA GELDİ.?



İSLAM ÜLKELERİ BİRİBİRLERİYLE SAVAŞ & İÇSAVAŞ HALİNDELER..

Masadaki Osmanlı İmparatorluğu haritasının üzerinde, Akdeniz kıyısındaki Akka’ya koyduğu parmağını kuzeye doğru, ta Kerkük’e kadar sürükledi:

“Buradan E noktasından, Akka’dan; K noktasına, Kerkük’e kadar bir çizgi çekmek istiyorum.”

İşte Ortadoğu’da bugün de devam eden bir çok sorunun ve çatışmanın temellerini oluşturacak gizli anlaşmaya giden yol, 36 yaşındaki İngiliz politikacı ve diplomat Sir Mark Sykes’ın bu sözleriyle başlamış oldu.


http://appsaljazeera.com/interactive/sp100/

MASABAŞINDA SÖMÜRGE PAYLAŞIMI

Tarihçi James Barr’ın ‘Kumda bir hat’ (A line in the sand) adlı kitabında anlattığına göre, tarih 16 Aralık 1915’di. Kendisini Ortadoğu uzmanı olarak pazarlamış ama bu konudaki bilgisi şüpheli Sykes, İngiltere savaş kabinesine Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılması gerektiği konusundaki görüşlerini anlatıyordu:



“Bu hattın güneyi bizim denetimimizde olmalı. Kuzeyini Fransızlara bırakabiliriz. Fransa ile bu konuda mümkün olduğu kadar çabuk anlaşıp, Suriye konusunda da kesin bir anlaşmaya varmalıyız.”

Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağının tartışıldığı bu toplantıdan iki yıl sonra, Filistin’de bir İsrail Devleti kurulması için ilk adımları atan zamanın Deniz Kuvvetleri Amirali Arthur Balfour, Sykes’ın önerisi karşısında kuşkuluydu:

“Mısır’ın 90-100 mil doğusundaki toprakları önemsiyoruz ama siz bize daha da doğuya çöle ve çok az ekilebilir toprağı olan bir alana doğru gitmemizi öneriyorsunuz. Bu bizim Mısır’daki pozisyonumuzu güçlendirmek yerine zayıflatır.”

Tartışmaları dinleyen dönemin İngiltere Başbakanı Henry Asquith toplantıya noktayı koydu:

“Fransızlarla diplomatik bir anlaşma yapmalıyız.”



İngiltere’nin çıkarları

İngiltere, kazanacağına emin olduğu Birinci Dünya Savaşı sonrasında Ortadoğu’yu kendi çıkarları doğrultusunda nasıl şekillendireceğini belirlemek üzere ilgili bakanlıkların temsilcilerinden oluşan bir komite kurmuştu. 
Bu komitede Savaş Bakanlığı’nın danışmanı da Skyes’dı. 

Komitenin hazırladığı rapora göre, İngiltere’nin önündeki seçenekler şunlardı:

• Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletlerince ilhakı;
• Osmanlı Devleti’nin topraklarının etki alanı olarak paylaşılması;             Osmanlı Devleti’ni olduğu gibi bırakmak ama hükümetini tabii kılmak;
• Osmanlı’yı yarı özerk bölgelere ayırıp, yerinden yönetimlerini sağlamak. 

Düşünülen yarı özerk bölgeler de şunlardı; Suriye, Filistin, 
Ermenistan, Anadolu, Mezapotamya.

Komite, Bakanlar Kurulu’na bu seçeneği tavsiye etmeye karar verdi.

İngiltere’nin derdi, Mısır ve Süveyş Kanalı’nı, ayrıca Hindistan’a giden yolları korumaktı. O dönemde yeni yeni keşfedilmeye başlanan ama 
var olup olmadığından emin olunmayan Irak’taki petrol yatakları da gözardı edilmiyordu. Komite’nin önerdiği çözüme göre, İngiltere Akdeniz’den Basra Körfezine kadar olan bölgeyi etkisi altına alacaktı.

Sykes, bir arkadaşına şunları yazıyordu;

“Türkiye diye bir şey artık var olmamalı. İzmir, Yunanlıların olacaktır. Adana İtalyan, Güney Toroslar ve Kuzey Suriye Fransız, Filistin, Mezopotamya İngiliz ve geri kalan İstanbul dâhil Rus.”

Fransa’nın çıkarları



Ancak bir sorun vardı, Suriye’yi isteyen Fransa’yı bu plana ikna etmek.

İngiltere ve Fransa, Birinci Dünya Savaşına müttefik olarak girmiş olsa da Osmanlı topraklarının nasıl paylaşılacağı konusunda birbirlerine güvenmiyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de Afrika için anlaşmazlığa düştükleri olmuştu.

Akdeniz’in doğusunda ticari, politik ve dini ilişkiler kurmuş olan Paris hükümeti içinse, Suriye ve Filistin, Ortadoğu’nun Fransası’ydı. 

Fransızlar, bu tezlerini desteklemek için bu bölgede Haçlı Seferleri sırasında Latin Krallıkları kurduklarını bile hatırlatıyor ve bölge halkının Fransa yönetimi altında yaşamayı istediğini öne sürüyordu. Onlara göre Şam, olası bir Arap İslâm Devleti’nin merkeziydi ve böyle bir merkezin rakip İngilizlerin denetimine girmesi kabul edilemezdi.

Fransızlar, İngiltere’nin Ortadoğu emellerini de imparatorluklarını genişletmek arzusu olarak algılıyordu.

Cihad korkusu

İngiltere’nin başka bir derdi de Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girerken ‘cihad’ ilan etmiş olmasıydı. İngilizler, özellikle o dönemdeki Hindistan’dan topladıkları Müslüman askerlerinin cihad çağrısına uyacağından endişeliydi. Hem bu olasılığın etkisini azaltmak, hem de o dönemde yeni yeni ortaya çıkan diğer doğal kaynakların yönetimini ele geçirmek üzere Arap Krallığı vaat ederek ayaklandırmayı umdukları Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile görüşmelere başlamıştı. Fransızlar, bu görüşmeleri fark ettiklerinde öfkelerini gizlemediler.

Gizli Sykes-Picot anlaşmasına giden görüşmelerin ilk turu denilebilecek görüşmeler, işte bu ortamda 23 Kasım 1915’te Londra’da gerçekleşti.

Fransızların üstün bir kültürü olduğuna inanan ve Doğu Akdeniz’in Fransız mandası altında olması gerektiğini savunan Koloni Partisi üyesi, Osmanlı Devleti ile ülkesi savaşa girinceye kadar Fransa’nın Beyrut’taki Konsolosu George Picot, bu toplantıda müttefiklerinin Şerif Hüseyin’e verdiği sözleri şu sözlerle eleştiriyordu:

“Araplara büyük bir devlet sözü vermek, onların gözüne kum atmak gibi bir şey. Böyle bir devlet hiç bir zaman olamaz. Çok fazla sayıdaki Arap kabilelerinden bir bütün oluşturamazsınız.”

Fransa’nın taktiği

Fransızların karşı olduğu şey, İngiltere denetimindeki büyük bir Arap Devleti’ydi. Yoksa onların planı da bölgede Arap ülkeleri kurmaya dayanıyordu ama kukla Arap ülkeleri. Zira Fransa, Suriye’yi doğrudan denetimi altına almanın maliyetli olacağını hesaplıyordu. 
Picot, doğrudan Fransız hakimiyetini sadece Akdeniz kıyılarında ve genişletilmiş bir Lübnan’da istiyordu. Onun müzakere taktiği şuydu; 
Fransa, Suriye’nin tamamı için doğrudan yönetimde ısrar edecek ama bu isteğini müzakerelerde daraltarak taviz vermiş gibi görünecekti.

Musul meselesi

Picot’nun bir hedefi de Fransız etki alanını Musul’a kadar uzatmaktı. İngilizler de bu konuda diretiyormuş gibi yapıyorlardı zira Musul’u Fransızlara bırakarak, müttefikleri olmalarına rağmen güvenmedikleri Rusya ile aralarında Fransızların tampon olmasını istiyorlardı.

Filistin meselesi

Sykes ve Picot’un anlaşamadığı başka bir nokta da Filistin’di. Her ikisi de Filistin’i istiyordu. İngilizler ayrıca Mısır’ı koruyacak bir donanma yerleştirmek için İskenderun Limanı’nı da talep ediyordu.

Kırmızı-Mavi-Kahverengi uzlaşma

Uzun pazarlıklar sonucunda İngiltere ve Fransa uzlaşmaya vardı. Osmanlı Devleti’nin bugünkü Ortadoğu’daki toprakları kırmızı, mavi ve kahverengi bölgelere boyanmıştı.

İngilizler, İskenderun’dan vazgeçme karşılığında Akka ile Hayfa limanlarını alıyordu. Bu bölge dışındaki Filistin toprakları kahverengiydi, yani uluslararası yönetime bırakılacak, kaderine sonra karar verilecekti.

Bağdat ve Basra kırmızıydı, yani İngilizlere bırakılıyordu. Fransa büyük Lübnan’ı, Adana ve çevresini alıyordu artık mavi renkliydi. 
Bu bölgelerde İngiltere ve Fransa doğrudan ya da dolaylı yönetimler kuracaktı. Ayrıca İngilizler, Kerkük’ten Gazze’ye kadar bir alanı da etki alanı olarak belirlemişti. Fransızların etki alanıysa Musul, Halep ve Şam üçgeninde olacaktı. Bu etki alanlarında Arap Devletleri kurulacaktı.

Ortadoğu halklarının ne istediğini tamamıyla gözardı eden ve sömürgeleştiren bu gizli anlaşmanın uygulanmasının koşulunu İngiltere ve Fransa şöyle belirledi: Arap isyanından sonra.

Ancak çok geçmeden İngilizler, Musul’u Fransızlara, Filistin’i uluslararası yönetime bıraktıklarına pişman oldular. Savaş sırasında her iki durumu da değiştirecek hamleler yaptılar.

İngiliz ve Fransızların Filistin oyunu




Sykes ve Picot bu gizli anlaşmayı onay için Rusya’ya götürdüler. İngilizler gibi, Fransızlar da Filistin anlaşmasından memnun değildi. 

İngilizlere fazla ödün verildiğini düşünen Ruslar, Fransızlarla başka bir gizli anlaşma yapmışlardı, Filistin’i uluslararası yönetime değil, Fransa’ya bırakmak üzerineydi bu anlaşma. Fransızların ve İngilizlerin birbirinden habersiz Filistin hesapları, her ikisini de o dönemde yavaş yavaş güçlenmeye başlayan Siyonist hareketle işbirliğini götürdü ve bugünkü Filistin meselesinin temelleri de o dönemde atılmaya başlandı. Arap halklarının isteklerini iyice gözardı ediyordu bu durum.

Ruslar devrede

Ruslar, pek beğenmedikleri bu anlaşmayı, yine de kendi çıkarlarını geliştirerek onaylamayı tercih ettiler. Ruslar adına müzakereleri dönemin Dışişleri Bakanı Sergei Sazanov yaptı. O yüzden anlaşmaya Sykes-Picot-Sazanov anlaşması da deniliyor. 

Ruslar, kendilerine bırakılan İstanbul ve Boğazları yeterli görmeyip, Trabzon, Erzurum ve Van’ı da istedi. İngiltere ve Fransa da kabul etti.

Ancak anlaşmanın üzerinden çok zaman geçmeden Rusya’da devrim oldu. Bolşevikler, Rus Dışişleri Bakanlığındaki belgeleri yayınlamaya başladı. Böylece Sykes-Picot anlaşmasıyla ilgili yazışmalar da anlaşma daha uygulamaya tam olarak girmeden ortaya çıkmış oldu.
Osmanlı Devleti’nin o dönemdeki yöneticilerinden Cemal Paşa, 4 Aralık 1917’de Beyrut’ta Sykes-Picot anlaşmasının farkında olarak bir konuşma yaptı:

“İngilizlerin gerçek amacı artık biliniyor. Şimdi Şerif Hüseyin, kendisinin neden olduğu bu aşağılamaya katlanıp, İslâm’ın Halifesi’nin önerdiği onuru, İngilizlere köle bir devlete değiştirecek mi?”

Hicaz’da çoktan bir ayaklanma başlatmış olan Şerif Hüseyin, İngiltere ile ittifaka devam etme kararı aldı. Ancak savaş bittiğinde elinde kalan hayallerinin çok gerisindeydi. İngiltere ve Fransa, Suriye için bir dönem anlaşmazlık yaşasa da, Ortadoğu Skyes-Picot temelinde şekillendi. Sonrasındaki gelişmelerle Skyes-Picot kağıt üzerinde yazıldığı şekliyle uygulanmadı ama bugünkü Ortadoğu’ya şekil veren ilk yazılı belge olarak tarihe geçti.

http://appsaljazeera.com/interactive/sp100/al-jazeera-t%C3%BCrk---masaba%C5%9F%C4%B1nda-s%C3%B6m%C3%BCrge-payla%C5%9F%C4%B1m%C4%B1.html

Sykes kimdir?




Birinci Dünya Savaşı boyunca İngiliz Savaş Bakanlığı’nın üst düzey bürokratları arasında yer alan Sir Mark Sykes, zengin bir ailenin 1879 doğumlu tek çocuğuydu.

Yedi yaşındayken, babasıyla birlikte Doğu’ya yaptığı seyahat bütün hayatını etkiledi. Türkçe ve Arapça bildiği izlenimini yaratmayı seviyordu ama her iki dili de bilmiyordu. 25 yaşına gelmeden yazdığı kitaplardan biri, “Halife’nin son mirası: Türk İmparatorluğu’nun kısa tarihi”, sık sık gezdiği Osmanlı coğrafyasına nasıl baktığını da gösteriyordu. Çocukluğundan beri dolaştığı bu topraklarda değişime ve ilerlemeye karşıydı. Örneğin bu kitapta Osmanlı İmparatorluğu’nun yapmaya başladığı demiryollarına, kültürel değişim yarattığı için karşı 
çıkıyordu.

İstanbul’daki elçilikte dört yıl çalışan Sykes 1911’de Avam Kamarasına seçilmiş, Birinci Dünya Savaşı başlayınca 1914’te Churchill’e yazdığı bir mektupta Osmanlı’ya karşı çalışabileceğini, halkı ayaklandırabileceğini yazmıştı:

“Yerel eğilimler ve olanaklar konusunda tüm bildiklerimin emrinizde olacağını söylersem beni kendi çıkarlarını gözeten biri olarak görmeyeceğinizi umarım.”

Hemen olmasa da nihayet istediği gibi bir iş bulan Sykes, İngiltere’nin Ortadoğu politikasının biçimlendirildiği ve Arap ayaklanmasını destekleyen Arap Bürosu’nun da kurulmasına ön ayak oldu.

1916’da imzaladığı ve Ortadoğu’yu şekillendiren Sykes-Picot anlaşmasında Fransızlara fazla ödün verdiğini sonradan düşünse de, yine de bu anlaşmanın uygulanmasının daha detaylı bir biçimde ele alındığı 1919 Paris Konferası’na da diplomat olarak katıldı. Ancak imzaladığı anlaşmanın Ortadoğu’yu bugün de süren anlaşmazlıklara nasıl sürüklediğini görmeden o yıllarda dünyayı saran İspanyol gribi yüzünden 39 yaşında 1919’da öldü.

2007’de kuş gribi tekrar dünyayı tehdit etmeye başlayınca, bilimsel araştırmalar da kullanılmak üzere mezarının açılmasına karar verildi. Sykes öldüğünde kurşun bir tabuta konmuştu, cesedinde H1N1 virüsünün DNA’sının bulanabileceği, böylece virüsün gelişiminin izlenebileceği düşünülüyordu. Ancak, tabutu zaman içinde çökmüş ve Sykes’ın cesedi de çürümüştü.

Picot kimdir?

François Georges Picot, aileden sömürgeciydi. Babası Fransız Afrikası Komitesi kurucusu, kardeşiyse Fransız Asyası Komitesi saymanıydı. 

1870 doğumlu Picot, Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra bir süre avukatlık yapmış fakat kariyer değiştirmeye karar vererek Dışişleri Bakanlığı’na girmişti. Hararetli bir biçimde Fransız Suriyesi fikrini savunuyordu. Koloni Partisi üyesiydi.

Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Beyrut’ta konsolos olarak çalışıyordu. O dönemde bağımsızlık yolunda Fransa’nın yardımını isteyen Arap aydınlarıyla iletişime geçmişti. Savaşın başlayacağını anlayınca, Yunan hükümetinden temin ettiği silah ve cephanenin Lübnan Hristiyanlarının eline geçmesini sağlamıştı. Fransa ve Osmanlı İmparatorluğu birbirlerine savaş ilân edince Beyrut’u terk etmesi gerekmiş ama Arap aydınları ile bağımsızlık üzerine yazışmalarını konsolosluk binasında bırakmıştı. Yazıştığı Arap aydınlarının kimliği böylece ortaya çıktı, önemli bir kısmı da idam edildi.

Fransa’nın Suriye ve Filistin’deki Yüksek Komiserliği’ni 1917-1919 yılları arasında yapan Picot, daha sonra Bulgaristan ve Arjantin’de büyükelçilik yaptı.

Hazırlayan;
..............................

Ayşe Karabat

Tasarım - Uygulama
..............................

Bora Yıldırım
Sevda Öztürk

Kaynaklar
..............................

"Arapların gözünden 1. Dünya Savaşı" Belgeseli, Al Jazeera
 "Barışa son veren barış", David Fromkin
 "A line in the sand", James Barr
 "The Arabs: A History", Eugene Rogan

http://appsaljazeera.com/interactive/sp100/al-jazeera-t%C3%BCrk---sykes-ve-picot-kimdir.html


****

1 Haziran 2016 Çarşamba

TÜRKİYENİN İSLAMCI BİR CUMHURBAŞKANI OLACAK MI. ?



TÜRKİYENİN İSLAMCI BİR CUMHURBAŞKANI OLACAK MI. ?


by Michael Rubin
AEI Middle East Outlook
February 2, 2007

Seçim kampanyaları resmi olarak henüz başlamamışken, Türkiye'de seçim sezonu hareketlilik kazanmaya başladı. 
Bu baharda Meclis, 16 Mayıs 2007'de yedi yıllık görev süresi sona erecek olan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in yerine cumhurbaşkanlığı görevini devralacak olan yeni cumhurbaşkanını seçecek. 4 Kasım 2007'de veya daha öncesinde ise Türk Milleti yeni parlamentosunu seçecek. Genel seçimlerin ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aynı yıla denk gelmesi bu yıl haricinde ilk olarak 1973 ve 1950 yıllarında gerçekleşmiş. Fakat bu yılın seçim sonuçları , son yarım asırdır gerçekleşmiş olan tüm seçimlerden farklı olarak, Türkiye'nin geleceğini de etkileyecektir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'ni kazanacak olursa ve de kendi partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) de Meclis'teki çoğunluğunu devam ettirecek olursa, İslamcılar tüm resmi kurumları kontrol altına alacak, laikliği ortadan kaldıracak ve devletle toplumu yeniden tanımlayacaklardır.

Erdoğan'ın Çankaya'ya (Türkiye'nin Beyaz Sarayı) çıkması durumunda, Türk Milleti İslamcı bir Cumhurbaşkanı ve Suudi tarzı türban ile örtünen bir 'first lady' ile tanışacaktır. Bu ihtimal, laikliğin ve Türk Anayasası'nın bekçisi olarak görülen Türk Askeri'nin buna müdahale edeceği spekülasyonlarını artırdı. Örnek verecek olursak, 2006 yılının Aralık ayında Newsweek dergisinde « The Coming Coup D'Etat « başlığı altında bir makale yayımlanmış, bu makalede bu yıl Türkiye'de yönetimin askerin eline geçeceği ihtimalinin yüzde 50 olduğu öngörmülştü. [1]


Türk Laikliğinin geleceği ile ilgili endişeler teminat altına alınırken, askeri müdahaleden hiç söz edilmiyordu. Türkiye’de artık askeri darbe olmayacaktır. Erdoğan kişisel ihtirasları ve ideolojilerinin peşi sıra anayasal bir kriz oluşturmak konusunda teşvik ediliyor olabilir ancak Türkiye’deki Sivil Kuruluşlar bu meydan okumaya karşı göğüs gerebilecek kadar güçlüdür. Türk demokrasisinin karşısındaki asıl tehdit Türk Askeri’nin müdahalesinden ziyade,
İslam tehdidini hafifseyen ve istikrar arayan Amerikalı Diplomatlar’ın tecrübesiz müdahaleleri olacaktır. 

AKP’nin İslamcı Kökleri 

Amerikalı ya da Avrupalı bürokratlar AKP yönetimindeki Türkiye’nin geleceğinden neden kaygı duymalıdırlar? AKP özündeki İslamcı tabelayı afişe etmiyor ve kendini muhafazakar ya da merkez-sağ parti olarak tarif ediyor. Köklerine inildiğinde ise dinci oldukları görülüyor. Erdoğan, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı iken 21 kasım 1994’te « Çok şükür Rabbim’e ki Şeriat’a (İslam Kanunu) hizmet ediyorum. » demiş ve kendini daha sonra « İstanbul’un İmamı » ilan etmişti. [2] 

AKP, 1993 yılında Necmettin Erbakan önderliğinde kurulan ve İslamcı bir parti olan Refah Partisi kökeninden gelmektedir. 28 haziran 1996 tarihinde Erbakan Türkiye’nin ilk İslamcı Başbakan’ı olmuştur. Ancak; Meclis’teki 550 koltuğun sadece 158’i kendi partisine ait olduğundan ideolojisini uygulayabilmesi belli sınırlarla kısıtlı kalmıştır. Ancak bunu daha da ileri götürmeye çalışmıştır. Libya ile İran’a ve de dini okullara verdiği destekten rahatsızlık duyan askerin baskısı sonucunda, Erbakan daha bir yılı dolmamışken istifa etti ve Refah Partisi bundan sonra da bir daha iktidara gelemedi. 16 Ocak 1998 tarihinde Anayasa Mahkemesi partiyi siyasi faaliyette bulunmaktan men etti; hemen ardından da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce bunu onaylayan bir karar çıktı. [3] 


İçlerinde Erdoğan’ın da bulunduğu Refah Partisi üyeleri Fazilet partisi altında yeniden bir araya geldiler. Bir çoğu görevlerinde kaldı ancak Erdoğan hukuki baskıların sonucunda Belediye Başkanlığı görevinden istifa etmek zorunda kaldı. 21 Nisan 1998 tarihinde Diyarbakır’da, Devlet Güvenlik Mahkemesi, 5 Aralık 1997 tarihinde yapılmış olan bir toplantıda din düşmalığı yönünde insanları provoke ettiği suçlaması ile, Erdoğan’ı 10 ay hapis cezasına mahkum etti. Temyize gitmesinin ardından dört ayı hapishanede geçirdi. 

Fazilet’in gidişatı Refah’tan iyi olmadı. Üzerine kurulu olan platformları ve gerçekleştirdikleri faaliyetler Anayasa’ya aykırıydı. 22 Haziran 2001 tarihinde Anayasa Mahkemesi, antilaik faaliyetlerinden dolayı partiyi siyasi faaliyet göstermekten men etti. Partinin üyeleri iki kola ayrıldılar: 20 temmuz 2001 tarihinde Erbakan Saadet Partisi’ni kurdu. Amacı; politika çemberinde savaşmaya hazır öte yandan kendi kamusal programını da anlamaya çalışmayacak koyu İslamcılar’a bir nevi kapı açmaktı. Erdoğan ise Refah ve Fazilet’ten gelecek olanlara daha esnek bir zemin sunmak amacıyla 14 Ağustos 2001 tarihinde AKP’yi kurdu. 

Akıllıca bir hamle yaptı. Türk Milleti; çoğunluğunun görüş açısı Refah ya da Fazilet Partisi’nin dini çizgisi ile kesişmemesine rağmen, ortadaki partilerin rüşvet skandallarından sonra bir alternatif arayışına girdi. Erdoğan’ın hitabet sanatı etkileyiciydi. AKP 3 Kasım 2002 tarihinde Parlamento’da çoğunluğu sağladı. Türk halkı tabandaki ekonomik sıkıntılara karşın, Parlamento’ya 
girebilmek için gerekli olan % 10 barajını aşmalarına izin vermeyerek beş partiyi cezalandırdı. AKP oyların % 34.3’ünü ve Türkiye’nin en eski siyasi partisi olan ve bir önceki parlamentoda bulunmayan merkez-sol partisi Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) de oyların % 19.4’ünü alarak Parlamento’da yerlerini aldı. Diğer partilerden hiç biri % 10 barajını geçemediği için Parlamento’ya giremediler. AKP Parlamento’daki koltuk sayısının üçte ikisini ele geçirdi. Bu sayı Cumhurbaşkanlığı ’ nın veto kararlarının önüne geçmeye yeterli olacak sayıdaydı. Aynı zamanda Türkiye’nin çoğulcu demokrasiye geçmesinden bu yana Meclis’teki en büyük siyasi blok olma özelliğini de taşıdı. [4] 

Erdoğan başlarda partisinin başarısını paylaşamadı. 1998 yılındaki mahkumiyeti onu Meclis’teki sandalyesine oturmasına izin vermedi. En yakın yardımcısı olan Abdullah Gül’ü Başbakanlığa getirdi. AKP süpergücünü hem milletvekili seçilme 
kanunun düzeltmek hem de akabinde Cumhurbaşkanlığı’ndan gelebilecek olan bir vetoyu bozma amaçlı kullanacaktı. Bu şekilde Erdoğan ilginç bir şekilde 1997 yılında yaptığı konuşmadan dolayı hapis cezası aldığı ilden yani Siirt’ten, 9 Mart 
2003 tarihinde seçim yoluyla Meclis’e girebilme hakkını elde etti. Seçimi zaferle sonuçlandırdı ve 5 gün sonrasında başbakan oldu. 

AKP Türk Ekonomisinin Geleceğini İpotek Etti mi? 

AKP’nin uzun süren bir balayı dönemi oldu. AKP’nin göreve başlamasından önceki beş yıllık süreçte Türk Lirası, Dolar karşısında değer kaybederek 1 A.B.D. Doları 200.000’ TLden 1.7 Milyon Türk Lirası’na yükselmişken, Erdoğan yönetimi altında para birimi istikrar kazandı ve hatta biraz da değer kazandı. Bu istikrar Hükümet’in Türk Lirası’nın yeniden basılmasını ve para biriminden altı sıfır atılmasını sağlarken, hiper enflasyonla çevrili bir ülkenin ekonomik psikolojisi düzeltildi. AKP Türkiye nüfusunun %25’inin ideolojik taraftarları olduğunu iddia ediyor ama 28 Mart 2004 tarihinde gerçekleşen yerel seçimlerde oyların % 42’sini aldığını biliyoruz. [5] Türkiye’nin beş büyük ilinden dördünün yerel yönetimi – İstanbul, Ankara, Konya ve Bursa – şu anda AKP’li Belediye Başkanların elinde. 

AKP’nin mali idaresi görünenden daha kötü durumda olabilir. Ses getirecek reformlardan ve uzun vadeli politikalardan ziyade, Erdoğan yönetimi daha çok kısa vadede hokkabazlık yapmayı tercih ediyor. Türk işadamları endişe içerisinde. [6] AKP’nin ekonomi yönetiminin altında iki problem yatmaktadır: borç ve İslami sermayenin akışının şeffaf olmaması. 


İslami yatırımlarla AKP’nin yükselişi eş zamanlı gerçekleşti. 7 Kasım 2005 tarihinde Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen, Birleşik Arap Emirlikleri Kralı Sheikh Khalifa bin Zayid al-Nuhayyan’ın Türk firmalarına 100 milyar Dolar yatırım yapabileceğini deklare etti. 9 Ekim 2006 tarihinde, Ankara’daki Suudi Büyükelçi Muhammad al-Hussaini Suudi Arabistan ile 
Türkiye arasındaki ticaretin gelecek yıllarda ikiye hatta üçe katlanabileceğini söyledi. [8] 

Yatırım bir ülke için karlıdır ve sıcak bakılmalıdır. Problem, Türk eleştirmenlerin Yeşil Sermaye dedikleri şeydir yani İslami yatırımın puslu oluşudur. Türk politikacılar, gazeteciler hatta banka yetkilileri sermaye akışı ile ilgili bilgi vermektedirler. Bu akış gayrı resmi ekonomi içerisinde; partilerin kasalarının sübvanse edilmesi, yasal olmayan yollardan kişilerin kullanımlarına paralar aktarılması ve belki de politik ittifaklar arasında sirküle oluyor. Bu bulanıklık—bu paranın AKP yönetimi ile bağlantılı olduğu gerçeği şu soruları akıllara getiriyor: Türkiye’deki yatırımlar, AKP’nin ülkeyi batı yöneliminden Islami alana çekmek için göstereceği çabalara mı dayalıdır? 

Yasadışı Para Akışı mı? 

Paranın tümü ekonomiye yasal yollarla girmez. Devlet Planlama Teşkilatı eski müsteşarlarından İlhan Kesici’ye göre, paranın çoğu bavullarla gelir ve kanunun dışında kalır. [9] AKP yönetimi altında gayrı resmi ekonomi katlanarak büyüme göstermiştir. Erdoğan’ın idaresindeki ilk yıl ödemeler dengesindeki net açık 118 milyon Dolar’dan 4.9 Milyar Dolar’a çıkmıştır. AKP seçimlere yaklaştıkça açıklaması yapılamayan para akışı yeniden rekor seviyelere yükselmiştir. [10] AKP’nin bunu, dış sermayeyi kendine popülarite kazanmak ve seçimlerden önce olabilecek bir ekonomik bunalımın önüne geçebilmek maksadıyla yapıyor 
olduğu ihtimalini güçlüdür. Türkiye içerisinde dolaşan Yeşil Sermaye 13 Milyar Dolarla [11] Estonya, Bosna, Bahreyn, Ürdün ve Azerbaycan’ın yıllık gayrı-safi milli hasılaların üzerindedir. 


AKP yetkilileri Yeşil Sermaye’ye olan katılımlarına dair spekülasyonları görmezden geliyor. İktidarları döneminde, ödemeler dengesindeki devamlılık gösteren net açığın üçte ikisinin yurtdışındaki yerleşik Türk işçilerinden kaynaklanan özel havalelerden geldiği yönündeki fikre karşı çıkıyorlar. Bu açıklama yetersizdir. 1998 yılında, Türk işçilerinden ülkeye giriş yapan para 5 Milyar Dolar’a ulaşmıştır; ne var ki çok bilinen bir holdingin batması ve ardınan da yasal haciz gelmesi üzerine bu rakam 2004 yılında 1 Milyar Dolar’ın altına düşmüştür. [13] 

Merkez Bankası istatistiklerine göre, bu koca buz dağının sadece küçük bir habercisi olabilir; çünkü AKP’nin verilere müdahale etmiş olması da bir olasılıktır. Örneğin turizm gelirlerinin toplamına bakalım. Ankara, istatistiklerini ziyaretçi çıkış sayısını baz alarak belirler. Kesici; belirli bir amaca yönelik yapılmış olan bir istatistiklendirmede turizm gelirlerinde 2 Milyar Dolarlık bir abartı olabileceğine inanıyor; aksi durumda rakamlardaki net hatanın çok daha büyük olabileceğine işaret ediyor. [14] 

Üst düzey yetkililer Yeşil Sermaye akışını profesyonel bir şekilde koruyorlar. Gül, 1983 ile 1991 yılları arasında Suudi Arabistan, Cidde’de İslami kalkınma Bankası’nda uzman olarak çalıştı. Hatalara karşı hoşgörüsü yoktur. AKP’nin iktidara gelmesinden hemen önce Devlet’in İslamcı girişimler üzerinde araştırma yapmasını eleştirmişti. [15] Diğer AKP danışmanları ise İslami 
sermayenin içerisindedirler. Korkut Özal örneğin, Suudi Arabistan kökenli Faysal Finans kadar, belki de Türkiye’nin en büyük İslamcı bankası olan, Al-baraka Türk’ün en büyük Türk hissedarıdır. AKP Turizm Eski Bakanı Erkan Mumcu, 15 Şubat 2005 tarihinde Anavatan Partisi Başkanlığı için AKP’den ayrıldı. 

2006 yılında AKP’yi Merkez Bankası işlemlerine kanuna aykırı bir şekilde müdahale ettiği yönünde suçlamada bulundu.[16] 

Erdoğan, Islamcı bankacıları ekonomideki kilit poziyonlara getirdi. Al-Baraka ve Eski Finans’ın yönetim kurulu üyeliğini yapmış olan Kemal Unakıtan’ı Maliye Bakanı olarak atamanın yanısıra Al-Baraka yöneticilerinden en az yedi kişiyi, yetkilerini laik kökenli bankacılar ve işadamlarına rahat verdirmemek için kullanan Tasarruf Mevduatı ve Sigorta Fonu’nda (TMSF) yine kilit pozisyonlara getirmiştir. Bu atananlardan bir tanesi, Ahmet Ertürk, Malatya’da yasadışı, sol karşıtı bir komando kampında imamdı. [17] 2006 Mart ayında Erdoğan başka bir İslamcı’yı Merkez Bankası’nın başına getirmek isterken, mali politikayı işlemez hale getirmiş ve Cumhurbaşkanlığı’nca veto yemiştir. [18] 

Fazla borçlanma Yeşil Sermaye akışını beraberinde getirmiştir. Mesela Türkiye’nin cari açığı 2005 yılının ilk yarısında; 2004 yılının ilk yarısına kıyasla % 38.3 lük bir artışla 13.7 Milyar Dolarla rekor bir seviyeye ulaşmıştır. Sanayi ve Ticaret Bakanı Ali Coşkun bu açık ile ilgili yurtiçindeki kaygıları görmezden gelirken, [19] finansal endüstri analistleri daha az iyimser. [20] 
2006 yılında Türkiye’nin cari açığı aynı yıl için % 50’nin üzerinde rekor bir artışla 34.8 Milyar Dolar’a çıkmıştır. [21] CHP Lideri Deniz Baykal AKP’nin iktidara geçtiğinin ilk üç yılında Devlet’in borcunun, Türkiye’nin 1970 ile 2000 yılları arasındaki toplam borcunu geçmiş olduğunu ve eğer özel sektor borçları buna eklenecek olursa bunun Türkiye’ye 200 Milyar Dolar’a mal olacağını söylemiştir. [22] Eğer bu, yeşil sermaye için olmasaydı Türkiye herkesin işine sonverildiği 2001 krizi boyutunda bir develüasyonla karşılaşabilirdi. 

Eğitim ve Hukukun İslamlaştırılması 

Erdoğan Refah dönemindeki görüşlerinin değiştiğini söylediğinde [23] taktikleri kafasında tasarladıklarından daha fazla değişti. AKP’nin süpergücünü kurum, kuruluş ve mekanizmaların kalbi olan Türk laikliğini bertaraf ederek kullanmıştır. 

Yaptıkları ile söyledikleri genellikle tutarsızdır. Mesela Türkiye’nin elit kesiminin hayali olan Avrupa Birliği’ni destekledi [24] fakat sadece Türk Anayasası’nın bekçisi olan askerin rolünü hafifletmek amacı ile Brüksel’in talep ettiği reformları kanunlaştırdı. 


Erdoğan Islamcı sosyal gündemi için ataklarda bulunduğu zamanlarda, Avrupa’nın etkisine karşı daha az hoşgörülü. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin devlet okullarında türbanı yasaklayan kararı onamasının ardından “Din alanı ile ilgisi olmayanların böyle bir karar alması ..... İslam bilimcilere danışmadan.” [25] diye serzenişte bulundu. 2006 yılının Mayıs ayında Avrupa Birliği Başmüzakerecisi, resmi yetkililere evraklardan birinde Türk eğitim sistemi için laik kelimesi ile refere edilmesi üzerine laik kelimesinin evrak üzerinden çıkarılmasını istemişti. [26] 

Eğitim konusu çok sıcak bir meseledir. Geleneksel olarak, Türk öğrencilerinin orta öğretimlerinde üç seçenekleri vardır: İmam Hatip denilen dini okullara devam edebilir ve ruhban sınıfa dahil olabilir, meslek liselerine devam edip bir meslek edinebilir ya da laik liselerde eğitimlerini tamamlayıp bir üniversitede eğitimlerine devam edip mezun olduklarında da devlet veya özel sektörde çalışabilirler. Erdoğan sistemi değiştirdi: İmam Hatip liselerini düz liselerle aynı dereceye getirdi. Böylece İmam Hatip lisesi mezunları da üniversiteye girebilecek ve hiç bir şekilde batı dünyasının temel bilgilerini almadan hükümette çeşitli görevlerde çalışabileceklerdi. [27] 

Eskiden Türkiye ilave olarak Kuran okullarını açtığında – Öğrencilerin kamu okullarında öğretilenin yanında İslam dini ile ilgili bilgilerini artırdıkları okullar — amaç genç çocukları Suudi kökenli düşüncelerin etkilerinden uzak tutabilmekti. AKP çoğunluklu Parlamento sadece yaş ve katılım saatleri ile ilgili sınırlamaları kaldırmakla kalmamış, aynı zamanda konu ile ilgili cezaları da kaldırdı. [28] Türk gazetelerinden biri yasadışı Kuran kurslarının açık açık yerel gazetelerdeki ilanları ortaya çıkarmıştır. [29] Bugün Türkiye’deki Kuran kurslarının sayısı 1995 yılındakinin on katıdır yani 60.000’i aşmaktadır. [30] 

Erdoğan, sistemi başka şekillerde yok etmeye çalışmıştır. Üniversite rektörelerinden oluşan Yüksek Öğrenim Kurumu’nun, Türkiye üniversitelerini politik islama kapılarını açması yönündeki girişimlerini reddetmesinin ardından, Türk polisi iki kez buna karşı olanların arasında en başta olan kişiyi yani Van Yüzüncüyıl Üniversitesi rektörünü sahte dayanaklarla tutukladı. 
Mahkeme her iki davada da kendisini suçsuz buldu. Ardından,Türk Cumhurbaşkanı’nın reddi üzerine AKP çoğunluklu Parlamento 15 yeni üniversite kurulması yönünde kanun tasarısı sundu. Bu şekilde Erdoğan yeni rektörler atayabilecekti. [31] 

Türk laikliğine aynı derecedeki başka bir tehdit yine Erdoğan’ın hukuk sistemine müdahalesiydi. Aynen Amerikan Başkanı 
Franklin Delano Roosvelt’in bir keresinde Anayasa Mahkemesi’ne atama yetkilerini artırarak müdahale etmek istemesi gibi başbakan da 
aynısını gerçekleştirmek istedi. Erdoğan’ın ısrarı ve bir çok Türk Liberal’in karşı çıkmasına rağmen AKP devlette çalışan bilim ve ilim 
adamlarının emeklilik yaşını düşüren, kanun tasarısını kanunlaştırdı. Böylece Başbakan teoride 9.000 hakimden 4.000’inin yerine yenilerini 
atayabilecekti. [32] 

AKP’nin bilinçli olarak hukukun üzerine geldiği bir gerçek. Mayıs 2005’te Meclis Başkanı Arınç hakimlerin kendi yasamalarını baltalamaya devam etmeleri halinde, AKP’nin Anayasa Mahkemesi’ni yürürlükten kaldırabileceği konusunda uyarıda bulundu. [33] Bir yıl sonra Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok, AKP’yi hukuka müdahale etme uğraşlarından dolayı çıkıştı. [34] 
Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi’nin Hükümet’e karşı alınmış olan kararların uygulamasına karşı çıkması, hukukun üstünlüğünü ne derece görmezden geldiğinin altını çiziyor. [35] 

Geçmiş yıllarda AKP Batı karşıtı konuları gündemine almada çok daha cesur tavırlar ortaya koyuyordu. AKP yönetimindeki belediyeler İslam’ın emirleri ile paralellik gösterecek şekilde alkolü yasaklamaya başladılar. [36] Sağlık Bakanlığı, çalışanlarının dini görüşleri ile ilgili araştırmalar başlattılar, [37] ve Türk Hava Yolları, personeli hakkında Kuran ile ilgili görüşlerini araştırmaya başladı. [38] 


AKP Neden Rüşvet Meselelerinin İçerisinde 

Rüşvet olayları 2004 Martı’ndaki en tepe noktalarından bu yana AKP’nin desteğini kaybetmesine sebep oldu. Amerika’da orta kademe çalışanlar dahi mal beyanında bulunmak durumundadır. Lider politikacılar genellikle vergi beyannamelerini kamuya açık bir şekilde ifşa ederler. Türkiye’de başbakanlar da aynı şekilde yapıyor bunu ancak Erdoğan, malvarlığının kendine ait olduğunu ve bunun halkı ilgilendirmediğini söylerek ilk başta bunu reddetti. [39] 

Erdoğan sonunda direnmekten vazgeçti ve mal beyanının ardından kendisinin bir multimilyarder olduğunu gösterdi. Bu tabi ki yanıtlanmamış daha başka soruları doğurdu. Mahkeme evrakları başbakanlığından önceki malvarlığını 330.000 $ olarak gösteriyor. Malvarlığının kaynağını açıklamadı. Muhasebe hesapları ise sorunlu. Mal beyanı ne kalemlerin detaylarını veriyordu ne de başkalarının adına olan menkul ve gayrı menkullarleri ve hediye edilenleri içeriyordu. [40] Örneğin, akıllara takılan sorulardan bir tanesi Erdoğan’ın Ankara’daki ve İstanbul’daki milyon dolarlık villaları ile ilgili olanıdır. 

İkincisi yani İstanbul’daki villa, zenginliği Erdoğan’ın kariyeri ile doğru orantılı olarak büyüyen kardeşi tarafından verilmiştir. İki kardeşin ilginç bir ticari diyaloğu var. Başbakanlığından önce, Erdoğan şirketlerdeki hisselerini kardeşinin yönetimine verdi. Bu tip hisseler Erdoğan’ın malvarlığında görünmüyor ancak Erdoğan bunlardan kar sağlıyor. Erdoğan mevkiisini bırakırken menfaatlerini bırakamamış. Üç büyük şirkette ana hissedar olarak kaldı. Bu şirketler ise Faysal Finans’ı satın alan ve Refah Hükümeti zamanında bunlarla sıkı bağları olan gıda devi Ülker Firması ile iş yapan veya dağıtım işlerini gerçekleştiren şirketlerdir. Ülker Erdoğan ile birlikte iyice zenginleşti. Basında destek bulan bir çalkantı hisselerinin dağılımını bildirmesi konusunda Erdoğan’ı zorladı. 


Geçenlerde, iş ortaklarının oğlunun Harvard Üniversitesi eğitim harcını yatırmalarına sesini çıkarmadı. Moskova’ya yaptığı resmi bir ziyarette eşi, 10.000 $’ın üzerinde değeri olan bir gerdanlığı özel hediye olarak kabul etti ama olayın basında ses bulmasının ardından hemen hediyeyi geri verdi. Her iki olayda da Erdoğan’ın kendi iş ve çıkarlarını politika ile birleştirmesi kazancı 
ile ilgili çelişkilerin doğmasına sebep oluyor. Erdoğan görev süresi bitene dek dokunulmazlığın kaldırılmamasını destekliyor ama görevi sona erdiğinde kendisini oldukça yoğun bir mahkeme gündemi bekliyor olabilir: Belediye Başkanlığı süresince ve müteakibindeki mali yolsuzluk, rüşvet ve AKP’nin yasa dışı para kaynaklarından dolayı bir düzineden fazla mahkeme dosyası ile karşı karşıya kalabilecektir. 

AKP’nin yoluzluk sorununun ötesinde Erdoğan vardır. İddialar, parlamentodaki dokunulmazlığını vergi kaçakçlılığı suçlamalarından feragat etmek için kullanan ve bu tip mali suçlamalar için af çıkartan ilk bakan olan Maliye Bakanı Kemal Unakıtanı da içerisine alıyor. [42] Bu hokkabazca davranışı bir nevi insanları suça teşvik etmiştir. 15 Şubat 2006 tarihinde Türkiye Parlamentosu, İstanbul’daki bir gemi ihalesine fesat karıştırdığı ve bankacılık kanununu ihlal ettiği iddiaları ile Unakıtan için gensoru önergesi verdi. Bunun dışında izinsiz bir şekilde İstanbul’un lüks bir semtinde lüks bir villa inşaa etmesinden dolayı ayrı bir dava ile karşı karşıya kaldı. Erdoğan, Unakıtan’ı gensorudan kurtarmak için AKP vekilleri arasında bir dayanışma kurdu. AKP de buna uydu ve Unakıtan üç gensorudan da kurtuldu. Bu olay AKP’nin imajını yolsuzluğa karşı olan bir parti olmaktan çıkarıp yolsuzluğu görmezden gelen bir parti haline getirdi. 

Parti içerisinde çatlak sesler duyulmaya başlandı. AKP’nin Marmara Bölgesi’nin batısında bir il olan Balıkesir milletvekili Turhan Çömez Unakıtan’a kendisini istifaya çağıran beş sayfalık bir mektup gönderdi. Mektubu AKP’nin kendi içerisinde görevlerini suistimal ve kötüye kullanmaları üzerine detaylandırmıştı. Mektubu AKP’nin içerisindeki diğer uygunsuzluk ve görev suistimallerini içerecek şekilde özenle hazırlanmıştı. [43] Örneklerinden bir tanesinde maliye bakanının 
mısır ithalatındaki vergilerin, kendi oğluna ait olan şirketin 4.400 ton mısır ithal ettiği süre içerisinde indirildiğini belirtti. 

Unakıtan’ın oğlu, hükümetin kuş gribi paniğinin sonucunda çiftçilerin tavuklarını telef etmesinin hemen ardından bir dizi pastörize yumurta ürünleri piyasaya sürdü. Bu tesadüf ile ilgili sorular yöneltildiğinde Maliye Bakanı alaycı bir şekilde, “Ne istiyorsunuz? Açlıktan Ölseler miydi?” dedi. [44] 

AKP’nin yolsuzlukları Amerikalı seçmenlerden çok Türk seçmenleri ilgilendiriyorsa da AKP’nin bu yakışıksız davranışları Amerikan Ulusal Güvenliği’ni de etkiledi. Erdoğan’ın başdanışmanı Cüneyd Zapsu, Amerikan Hazinesi ve Birleşmiş Milletlerce El Kaide Finansörü olarak tanınan Suudi işadamı 
Yasin El-Kadı’ya para bağışında bulunmuştur. [45] Bu bağışları başlarda inkar eden Zapsu – ve bunu tekrar etmesi konusunda tehdit edilmiş olsa bile- [46]—Mali suçlar masası araştırmaları dosyası basına sızmış ve Zapsu’nun 1997 yılında El-Kadı’ya 60.000 $ bağışta bulunduğu ortaya çıkmıştır. İki yıl sonrasında annesi 250.000 $ bağışta bulunmuştur. [47] 

11 Eylül’deki terror saldırısının ardından Erdoğan Hükümeti’nin selefleri El-Kadı’nın varlıklarını dondurmuşlardır. Ne var ki, Başbakan’a danışmanı olarak hizmet veren iş ortağı ile birlikte El-Kadı bunu usulen temyiz etmiştir. Erdoğan da bu temyizi bir televizyon röportajında onayladı, El-Kadı’ya kefil oldu ve kendisini hayırsever biri olarak tanıttı. [48] Başbakan’ın El- Kadı’yı şahsi olarak tanıdığını söylemesi önemli bir soruyu gündeme getirdi: Zapsu iş ortağını Başbakan’a nasıl tanıttı ve gerçekten öyle olduysa neden? Devamında gelen yargı müdahaleleri Erdoğan’ı El-Kadı’ nın tüm mal varlığınını dondurmaya zorladı. [49] Zapsu tarafından seçilen şüpheli şirket istisnadan ziyade kaide olmuştur: 27 Mart 2006 tarihinde Erdoğan Arap Birliği Zirvesi için Hartum’a seyahatte bulundu. 


Erdoğan, orada bulunduğu sürede Sudanlı bir Finansçı olan Fatih al-Hassanein ile yiyeceği resmi akşam yemeği yerine, El- Kadı ve silah kaçakçıları ile görüşmeyi tercih etti. [50] Erdoğan halen bu görüşmenin amacını açıklamış değildir. 

Ellerin açılıp kağıtların görüleceği gün yaklaşıyor 

Laiklik karşıtı saldırılar ve rüşvet, AKP’nin popülaritesini düşürdü. 2006 yılının ilk altı ayında AKP’yi destekleyenlerin oranı % 43’ten% 30’a düştü. [51] Eylül 2006 tarihli bir sonar oylaması AKP’nin sadece % 25.5 oyu olduğunu gösterdi. Bu; adaylar arasındaki en yüksek oy oranı olabilir ancak partiyi 2002 yılındaki zafere taşıyan merkeziyetçi desteğini kaybetti. Peki bu merkeziyetçiler nereye gittiler? Aynı araştırma CHP’nin % 20.05 oy oranına sahip olduğunu öngörmesi AKP’nin güç kaybettiğinin de göstergesidir. İki parti %10 barajını aştı: % 13.1 ile DYP olarak da bilinen Doğru Yol Partisi ve % 12.2 ile Milliyetçi Hareket Partisi. Dolayısıyla AKP birinci gelse bile en azından Parlamento’daki bloğunun yarısını kaybeti. DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar AKP’nin çekirdeğinin zarar göreceğini düşünüyor. Şimdilerde dinci muhafazakarlara kur yapıyor. 

Erdoğan akıllı bir politikacı. Cumhurbaşkanı olmak istiyor [52] ama ne direkt bir seçimle ne de [53] yeni parlamentonun onu seçmeyeceğinin farkında. Cumhurbaşkanı olma yönündeki hareketleri tutkudan daha öte bir şekilde motive edildi. AKP Erdoğan’a sadık kaldığı sürece bugün parti içerisinde çatlak sesler yükselecektir. Abdullah Gül, Grodon Brown’ın Tony Blair’a karşı oynadığı rolün aynısını oynuyor, sahneye çıkmayı bekliyor. İkilinin arasında dönen dolaplar parti içindeki takipçilerine kadar uzanacak sertlikte. Erdoğan’ın kendi partisine güvenip bir beş yıl daha desteklerini alıp alamayacağı şüpheli. 

Erdoğan’ın motivasyonları şahsi olmaktan ziyade partizanca. Hükümetten vazgeçtiği anda aylarca sürecek mahkeme günleri ve büyük olasılıkla da uzun sürecek bir hapis cezası ile karşılacakatır. Müttefikleri ve ortakları mali durumları inceden inceye gözden geçirilecektir. Bir sonraki hükümet belgeler görmek isteyebilir ve araştırmalar neticesinde Pandora’nın kutusu açılabilir. 

Bu durum, Erdoğan’ın geri adım atmaması halinde darbe söylentilerine yol açacak tutarsızlık riski ötesinde bir krize yol açacaktır. Erdoğan’ın malum dini görüşleri çerçevesinde, Türkler’in çoğu onu Cumhurbaşkanlığı’na yükselirken görmekten nefret ediyor. Bu, sadece türban veya diğer sembolizmler üzerinde bir mücadele değil. Türk Cumhurbaşkanı’nın gücü vardır. Sadece yeni hükümeti hangi parti lider(ler)inin oluşturacağına karar vermeyecek- AKP’yi herhangi bir koalisyonda öne çıkarmayı sağlayacak bakış açısına sahip bir Cumhurbaşkanı Erdoğan- aynı zamanda atama yetkisi de olacaktır. Müsteşarları ve genel müdürleri bürokratların arasından seçebilecek ve Parlamento tarafından iletilecek olan diğer atamaları da onaylayabilecektir. Hükümet’i denetleyen organ olan Sayıştay’ın yeni Sayıştay Başkanı’nı onaylayabilecektir. 

Cumhurbaşkanı aynı zamanda Yüksek Öğrenim Kurumu üyelerini seçer, Anayasa Mahkemesi hakimlerinin dörtte birini tayin eder, başsavcıyı atar, resmi olarak Yüksek Askeri Şura komutanını resmi onaylar. 

Cumhurbaşkanı gücü ile, Sezer’in Cumhurbaşkanı olarak, AKP’nin atamalarından 3.000’in üzerinde bir rakamı veto ettiği gerçeğinin altını çizmek gerekir. [54] Etmemiş olsaydı Erdoğan Türkiye’yi çoktan değiştirmişti. Boşlukları gözden geçiren emekli bir Türk Diplomat, geniş bir Parlamento bloğu tarafından desteklenen bir Cumhurbaşkanı gücünü atama yetkisini kullanabilir; teorik olarak sadece 19 ayda sistemi kökten değiştirebilir dedi. [55] 

Buna ilaveten, Cumhurbaşkanı yasamayı bir kez veto edebilir ve Parlamento bu yasamayı kendisine tekrar gönderdiğinde, bunu – Sezer’in yüzlerce defa yaptığı bir şekilde -- karar verilmesi için Anayasa Mahkemesi’ne yönlendirebilir. Bu tarz yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirlerinden ayrılması AKP’nin işini bozar. İslamcı bir avukat, 17 Mayıs 2007 tarihinde, AKP’nin islami örtünmeye 
dair yasasının mahkemece reddedilmesine sinirlenerek Yargıtay’a baskın yapmış ve hakimlerden birine ateş açarak ölümüne sebep olduğunda tansiyonlar bir anda yükselmişti. Erdoğan, vefat eden hakimin cenaze törenine katılmadı. 


Asker Müdahale Edecek mi? 

Türk askeri, çok partili sisteme geçildiğinden bu yana 1960 ve 1980’de askeri darbe gerçekleştirmiş, ve 1971 ve 1997 senelerinde de Hükümetler’i istifaya zorlamıştır. Yeni bir olası askeri müdahaleye dair spekülasyonlar bulunmakla birlikte, bunun olabilmesi için geçerli bir mazeret bulunmamaktadır. 

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı için askeri bir müdahale gerçekleştirilmeyecektir. Asker, Türk laikliğini tehdit eden durumun karşısında yalnız değil. Bir çok kuruluş, sistemi olduğundan çok uzak bir noktaya getirerek risk aldığı 
konusunda Başbakan’a bildiride bulundu. Örneğin 23 Ağustos 2005 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu (MGK) faaliyetlerinin anayasa dışı olduğu için riske edildiği konusunda AKP’yi uyardı [56] MGK esasında askeri bir kurul iken şimdi başkanı ve çoğunluğu sivillerden oluşuyor. 

Sezer, Erdoğan’ı en azından iki kez hukukun sınırlarının dışına çıkmaması konusunda uyardı. [57] Asker de bu uyarının altını çizdi. 2 Ekim 2006’da, Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Akademide yaptığı konuşmada, asker adaylarını büyüyen Radikal İslam konusunda uyardı ve “Buna karşı her tür önlem alınacaktır.” dedi. [58] Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün altmışdokuzuncu yılı anma töreninde de aynı uyarıları tekrarladı. [59] 

Erdoğan uyarıları kulak ardı ederse ne olur? Caddelerde tanklar dolaşmayacak; bundan ziyade politik ve yasal davalar çoğunlukta olacak. Erdoğan’ın karşı karşıya kaldığı rüşvet ithamları Cumhurbaşkanlığı’na yükselmesini engelleyebilir. 
Rüşvet dosyaları AKP içerisindeki çelişkilerini daha kötü bir hale getirecek ve Cumhurbaşkanlığı’na uygunluğu konusunda yasal soruları gündeme taşıyacaktır. Bir örnek var: Anavatan Partisi eski Başkanı Mesut Yılmaz 2000 senesinde Cumhurbaşkanı olmayı çok arzuladı. Zamanlamasında bir sorun olmadığı halde, yandaşlarından birinin içinde bulunduğu mali krize, uygun olmayan bir şekilde müdahalede bulunduğu iddiaları adaylıktan vazgeçmesine sebep oldu. 

CHP Erdoğan’a, Cumhurbaşkanlığı için uzlaştırıcı bir aday sunmayı önerdi. Başbakan buna yanaşmazsa ki öyle görünüyor; CHP Lideri Baykal Erdoğan’ın adaylığını konu olmaktan çıkarmak için partisinin 153 vekili ile birlikte toplu istifada bulunacaklardır. 
Parlamento her istifayı onaylamak durumundadır. Bu Anayasal bir krizi hızlandıracak, AKP ya kabul etmeyi reddedecek ya da meclisin günlük işleyişi için yeterli meclis çoğunluğunu sağlamaya çalışacaktır. Parlamento’nun tüm istifaları onaylamak zorunda olması nedeniyle AKP’nin istifaları kabul etmemesi durumunda günlük işler için gerekli çoğunluk açısından anayasal bir krize temel teşkil edebilecektir. Bu şartlar altında, karşı karşıya kalacağı sivil baskı – ve bunun ciddi boyutlarda sokaklara taşınması tehdidi- Erdoğan’ı erken seçime gitmeye zorlayabilir. 

Böyle bir yolu seçmek Baykal için tereddüt verici çünkü CHP milletvekilleri bu yolu tercih etmek istemeyebilir. 
Gerçekte, kararlı bir liderlik ruhu CHP’yi popülarite açısından ön plana çıkartıp Baykal’ı gelecekte Cumhurbaşkanlığı’na aday bir pozisyona taşıyabileceği halde resmi yan gelir kalemleri de cezbedici. 

Erdoğan’ın inadı krizi daha ciddi boyutlara getirecek olursa iki olası senaryo ortaya çıkabilecektir: Birincisi; AKP’nin popülaritesi kan kaybeder; aynen önceden Erdoğan’ın yaptığı gibi Gül, Tüzmen veya AKP’nin diğer bir öne çıkmış kişisi yeni bir parti grubu oluşturabilir. Çok kısa bir sürede en az yüz milletvekilinden oluşan bir blok meydana getirebilir ve belki de başbakanlığa oyanayabilirler. İkinci olarak; süregelen politik açmaz, partiyi Refah ya da Fazilet’te olduğu gibi yasal bir sürecin içerisine sürükleyebilir. 

AKP’nin Türk Seçim Kanunu’na aykırı hareket ettiği konusunda bir soru işareti bulunmamaktadır. 2005 yılının haziran ayında Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok, AKP içtüzüğünde Türk Kanunu’na aykırı olan sekiz madde belirtti. Kendi siyasi parti çatısı altında Erdoğan’ın bir diktatöre yakın olan yönetimini eleştirdi. [60] 

Buna ilaveten AKP Siyasi partiler Yasası’nı da çiğnemektedir. Bu yasa Siyasi partileri, Atatürk’ün temel reformlarını, Türkiye’nin laik kimliğini değiştirmeye çalışmaktan veya halk arasında dini sömürü aracı olarak kullanmaktan meneder. [61] Burada, hem Erdoğan’ın hem de Arınç’ın yapmış olduğu konuşmalar, AKP’nin fesihi için gerekli zemini hazırlamıştır. [62] Bu zemin erken seçim sürecini hızlandırabilecektir. 

Waşington Ne yapmalıdır? 

Türkler, siyasi yelpaze içerisinde yaklaşan krizi daha uzaktayken farkedebiliyorlar. Bu bozuk Parlamento Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’nı onaylacak olursa, sokaklarda gösteriler ve şiddet içerikli protestolar olacaktır. Türkiye’de yetkililer AKP’nin laikliğe olan saldırıları konusunda endişe taşımaktadırlar. 

Bu tip senaryolar Waşington için ne anlama gelmektedir? Türk demokrasisi anlaşılmaz bir hal alır ancak sistem işler. Türkiye laik bir devlettir ve Erdoğan’ın hedeflerine karşı, karşı harekette bulunacaktır. Amerikalı yetkililer sabırlı olmalı ve AKP, Başbakanı ya da hedefleri ile ilgili destekte bulunmamalıdır. Bütün diplomatlar istikrarı sever. Amerika’nın çıkarları, herhangi bir siyasi liderden ziyade Türkiye’nin güçlü bir demokrasi ve laik sisteminde kök bulmalıdır. Waşington Türk laikliğinin otoritesini baltalamamalı veya karşı karşıya kaldığı tehlikeleri hafifsememelidir. 

Burada, buna rağmen Dışişleri Bakanlığı’nın gidişatı yanlış. Sezer ve Büyükanıt Erdoğan’a uyarılarda bulunduktan sonra Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi Ross Wilson, laikliğin ortadan kaldırılması ile ilgili endişeleri unutarak sözlerinin arasında Başbakan’ı savunmuş ve kendini bir anda bu tartışmanın içinde bulmuştur. [63] Dürüst olmak gerekirse, Wilson üstlerinin yaklaşımını yansıtıyor. 14 Aralık 2005 tarihinde Erdoğan yasal ve eğitim sistemlerinin içerisini boşaltmak istediğinde, Dışişleri Bakanlığı Avrupa ve Avrasya İşleri Müsteşarı Daniel Fried AKP’yi “Bir çeşit Hristiyan Demokrat Partisi’nin Müslüman versiyonu” şeklinde tarif etti. [64] Ama değil. Erdoğan’ın şakayla karışık bir şekilde söylediği gibi “Demokrasi tramvay gibidir. Varmak istediğiniz noktaya gelene kadar devam edersiniz ve sonra tramvaydan inersiniz.” [65] Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaştıkça Erdoğan da varmak istediği noktaya yaklaşıyor. Olası bir Anayasal kriz karşısında esnek bir demokrasi işleyecektir. 
Waşington; kısa vadede istikrarsızlık demek olsa bile, bu demokrasinin yolunda devam etmesine izin vermelidir. 


Michael Rubin (mrubin@aei.org) AEI’de kadrolu araştırmacıdır. AEI araş ırmacı asistanları Jeffrey Azarva ve editor asistanı Nicole Passan Bu Orta-Doğu’ya Genel Bakış isimli yazının düzenlenmesinde ve ortaya çıkmasında Bay Michael Rubin’le birlikte çalışmışlardır. 

 http://www.meforum.org/1671/turkiyenin-islamci-bir-cumhurbaskani-olacak-mi

***