18 Eylül 2016 Pazar

Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2






Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve  Türk Dış Politikası, BÖLÜM 2




Örneğin Amerika Mısır’ın İsrail açısından patlamasını istemezdi. 

Zaten patlayan Mısır’ı yönetemedikleri için geçtiğimiz yaz darbeye giden süreçte sessiz kalarak darbeyi örtülü bir şekilde desteklemişlerdir. 
Çünkü daha öngörülebilir bir Mısır vardır. Geçiş dönemi denildiği zaman; öngörülme oranları düşük dönemler olduğu için risk fazladır. 

Bölgede çok boyutlu bir değişim, dönüşüm süreci vardır. Ve bunun yakın kısa vadede patlaması var. Ama gelişmelere bakıldığı zaman bunun iki tane farklı fazlın evresinin olduğunu görüyoruz. İlk dönem özellikle Arap baharı tabirinin yerleşmesinin sebebi de budur. Gelişmelere daha pozitif yaklaşan okumanın hâkimiyetini görmekteyiz. Yani; 2010 yılının sonu 2011 başı 2012 yılına kadar genelde bu bölgesel dönüşüme içerden ve dışarıdan yüklenen anlam pozitiftir. Zaten bahar tabirinin kullanılması da uluslararası literatürde; daha iyiye doğru, bahara doğru gidişi ile ilişkilendirilerek ifade edilen bir tabirdir. Genel de bu sosyal bilimler, Ortadoğu çalışmaları ve literatür açısından bakıldığı zaman; sosyolojide, siyaset biliminde, uluslararası ilişkilerde Ortadoğu da Arap istisnai denilen bir kavram vardır. Bu kavram; bu coğrafyaya demokrasi uğramaz. 
Demokrasi, Ortadoğu ve İslam toplumları için bir numara boldur. Bir şekilde Ortadoğu ve Arap toplumları kendi genetik ve kültürel kodları açısından otoriter bir liderle yönetilmeyi hak ediyor veya bunu istedikleri için bunlar demokrasi gibi bir talep ile öne çıkmadılar ve çıkmazlar gibi hakim okuma vardı. Ona da Arap istisnailiği ya da Ortadoğu istisnailiği denilmektedir. İşte bu 2011 başından itibaren yaşanan gelişme literatürde ilk olarak bu hakim okumayı kırdı. Yani; halklarının bu kadar geniş kitlelerle sokağa dökülmesi, geniş kitlelerle ortaya çıkması Arap istisnailiği veya Ortadoğu istisnailiği tezini kıran önemli bir gelişmedir. Zaten bu Arap baharı tabirini kullanan da ondan esinlendi. Amerika kökenli Martin kullandı. O pozitif okumayı yansıtması bakımından önemliydi. Biz biliyoruz ki özellikle 2012 yılından sonra işlerin bir anlamda sarpa sardığını engellerin zorlukların öne çıktığını görmekteyiz. O açıdan da bazen popüler tartışmalarda Arap baharı güze, kış a dönüştü şeklinde tartışmanın arka planında yatan bu. İşte bu yeni dönemde ikinci faz a baktığımız zaman gördüğümüz şey; bir anda Suriye de bir şekilde devrimin yaşanmamış olması. O dalganın bir şekilde durdurulmuş olması. Devamında Libya’da değişim dönüşüm yaşandı ama ülke istikrara kavuşmadı. Sürekli darbe yapmaya çalışan biri var. Yemen’de sürekli bir çatışma var. Bir tek Tunus’u başarılı örnek olarak gösteriyorlar. Kendi 
başlarına anayasalarını yaptılar. Halen demokratik sistem işliyor. Ama Mısır’da da geçtiğimiz yaz yaşanan darbe sonucu demokrasiden geri savaş var. İşte bu gelişmelerin hepsine bakıldığı zaman Ortadoğu’da demokrasi karşıtı blok bir şekilde frenledi. Bu anlamda bazıları literatürde karşı devrimci, dalga geliyor şeklinde bir açıklama getiriyor. Bütün bunlara bakarak yeniden Ortadoğu’da demokrasi yerleşmeyebilir tezine geri dönenler de var. Asıl ikinci fazı 2012-2013 sonrası Ortadoğu’daki dönüşümün giderek bir güvenlik sorunsalı haline geldiğini görüyoruz. Ve gerçekten de Arap baharının yeni döneminde giderek bölgesel güvenlik ortamının bu gelişmeden, dönüşümden etkilendiğini görmekteyiz. Güvenlik dediğimiz zaman uluslararası ilişkiler de en temel kavramlardan bir tanesidir. Devletlerin amaçlarından birisi de ulusal güvenliği dolayısıyla da vatandaşın güvenliğini sağlamaktır. Zaten devlet dediğimiz aygıtın ortaya çıkma nedenlerine baktığımız zaman; bazı teoriler bireyler doğal halinde yaşarken güvenliklerini sağlamak için devlet denen bir aygıtı oluşturup ona yetki vermişlerdir demektedir. Bunu söylememin nedeni; güvenlik hayati ve temel bir ihtiyaçtır. Gerçek anlamda devlete benzer bir yapı uluslararası bir sistemde yok. Biz uluslararası sistemde güvenlik sorununu bazen uluslararası örgütler kurarak bazen ikili anlaşmalar yaparak çözüyoruz. Uluslararası ilişkilerde farklı teoriler bize devletlerin farklı araçlar kullandığını söylemektedir. 

Realistler; kendi bireyinin kuvvetine güvenmiyor. Kendi başının çaresine bakmasını söylüyor. 
Liberaller; tek başına hareket etmek zorunda değilsin, diğerleri ile iş birliği yapabilirsin demektedir. 

Dünya geneline baktığımız zaman bizim bölgesel düzen diye adlandırdığımız bir kavram vardır. İyi kötü bir düzen vardır. Bu devletin içindeki kadar kurallara dayalı bir düzen olmasa da insanların yaşadığı yerde bir düzen vardır. Evde, mahallede, aile fertleri arasındaki ilişkilerde bir düzen vardır. Bizim uluslararası ilişkilerde kullandığımız bölgesel düzen diye bir kavram vardır. Uluslararası düzenin daha küçük bir versiyonudur. Biz Ortadoğu dediğimiz coğrafyayı, verimli bir bölge olarak kabul edersek o Ortadoğu bölgesinin de oturmuş bir düzeni vardı. En son Arap baharı bölgesel dönüşümü giderek var olan mevcut düzeni zorladığını ve bu mevcut düzeni yıkmaya doğru ilerlediğini görmekteyiz. Arap baharı bölgesel dönüşüm süreci giderek Ortadoğu’da yerleşik olan düzeni sarsma gibi bir noktaya geldi argümanlarını sıkça duymaktayız. Ortadoğu 
da bölgesel düzen diye kastettiğimiz şey; düzenin riskle karşı karşıya kalması ve yıkılma riskinin ortaya çıkması. Bu; en başta Türkiye gibi ülkeler için güvenlik riski anlamına gelmektedir. 
  O sistem ve düzende yer alanlar için giderek güvenlik risklerinin ve sorunlarının artarak devam ettiği anlamına geliyor. 
Ortadoğu’nun bölgesel düzeni nedir yani Ortadoğu’da oyunun kurallar nedir? Kim güçlü kim zayıf kim fazla pay alıyor kiminle dost olabilirsin kiminle dost olmasın? 

Soruları önemlidir. 

   Ortadoğu düzeninde bölgesel düzen dediğimiz zaman 2009/2010 yılında olsaydık oyunun kuralları neydi? Ortadoğu’da kurallar öncelikle sınırlardır. 
Kimin sınırı nerde başlar, kimin sınırı nerde biter? Oyunun kurallarında en önemli şey sınırlardır. Bugün bizim karşımızda olan haritaya baktığımız zaman gördüğümüz yapay sınırlar ortaya çıkmıştır. 

İşte biz bu düzene; Sykes-Picot düzeni diyoruz. 




Sykes-Picot Haritası

Yani; mahallenin sınırlarını çizen dış aktörler o günün koşullarında kendi emperyal, sömürgeci hedeflerini, kaynak paylaşımını, doğal kaynakları dikkate alarak bu sınırları çiziyorlar. 

Sonrasında bir dönem bu sömürgecilik devam etmektedir. Ama 2. Dünya savaşından sonra sömürgeciliğin tasfiyesi vardır. Ortadoğu’da da bu ülkeler bağımsızlıklarını kazanıyorlar. Ama sosyal realite açısından bakıldığı zaman bu ülkeler sorundan kurtulamıyor ve günümüze kadar devam etmekte. Ama cetvelle çizilmiş sınırlar bugüne kadar geçerliliğini sürdürüyor. Bu düzenin oyun kurucuları denildiği zaman dış aktörler karşımıza çıkmaktadır. Dış aktörler; sistemi kurmuş ve uzun süre sür-dürmüşlerdir. Bunlar İngiltere ve Fransa’dır. Ama 2. Dünya savaşından sonra uluslararası ilişkilerdeki yeni realite olan Amerika gerçekliği vardır. Amerika’ya karşı Sovyetler Birliği vardır. Amerika- Sovyetler Birliği işbirliği işin içine girince İngiltere ve Fransa ikinci planda kalmış oluyorlar. İngiltere kendi sömürge sorumluluklarını Amerika’ya devrediyor 
ve soğuk savaş dönemince baktığımız zaman Sovyetler Birliği kısmen çalışsa da asıl belirleyici olan güç Amerika’dır. Soğuk savaş dönemi sonrası bu büyük ölçüde devam etmektir. Orda özellikle 1979 yılında yaşanan İran’daki devrim sonrası 1980’li yıllara girdiğimi zaman artık Amerika Ortadoğu’ya kaçınılmaz olarak girmeye başlamıştır. Ortadoğu’ya girmeden önce bölgeyi uzaktan kontrol ediyor. Ama İran-İslam Devrimi daha sonra Körfez Savaşı sonrasında Amerika Ortadoğu’ya giriyor. Devamında yaşanan İsrail meselesi. 1970’lerin sonlarındaki 
Camp David anlaşması akla geliyor. Bu da önemli bir belgedir. Hatta Ortadoğu da Sykes-Picot ve beraberinde Camp David düzeninin varlığını iddia etsek yanlış olmaz. 

2009 -2010 yılına kadar baktığımız zaman Ortadoğu da böyle bir sistem vardır. Yani; bölgede yaşanan çatışmalar sonucu Amerika olayları bastırmaktadır. Bölgede dışarıdan polislik görevini üstleniyor. Bunu yaparken İsrail’i özellikle koruyup kolluyor. Bölgedeki petrol ve doğal gazın dünyaya pazarlanması için Amerika müdahil oluyor. Amerika’nın iktidar olan rejimleri destekleyen bir sistemi var. 2010/2011 yılı sonrası gelişmelere baktığımız zaman giderek bu düzenin temel unsurlarının sorgulandığını ve bu düzenin çatırdadığını görüyoruz. İşte bu açıdan da Ortadoğu’da özellikle Arap baharının yaşattığı süreç rejimlerin değişmesidir. Amerika daha önce Mısır’daki yönetimle çalışıyordu. Yerine 
Müslüman Kardeşler geldi. Amerika ve İsrail için kolay bir iş değildir. Düzenin parametreleri yeniden tanımlanıyor. Şimdi ona karşı bir karşı hamle yapıldı. Ne olacağı halen belli değil. Mısır, Libya halen kaynıyor. Suriye ve Irak’da kaynıyor. Bugünkü geldiğimiz noktada baktığımız 
zaman bölge kaynıyor. 

Bölgesele değişim dönüşümün temel parametreleri nelerdir? Birinci meydan okuma bölgedeki Sykes-Picot düzeni diye adlandırdığımız o düzenin unsuru olan sınırların sorgulandığını görmekteyiz. Bölgede sınırlar giderek sorgulanmaktadır. Hatta bazılarına göre modası geçtiği için yeni sınırlar gündeme gelebilir yâ da mevcut devletlerin parçalanma riski giderek daha fazla öne çıkıyor. Uluslararası alanda farklı normlar karşımıza çıkmaktadır. Uluslararası hukukun temel
ilkelerinden birisi devletlerin toprak bütünlüğü ilkesidir. Bu ilkenin karşısında ki ilke ise; self-determinasyon ilkesidir. Yani halkların kendi geleceklerini tayin etme hakkı. Giderek bunun sınırların değişmezliği ilkesi önüne geçeceği 
algısı bir okuma yerleşmeye başlıyor. Bu bölgede herkesi etkileyen bir durumdur. Herkes bu durumdan farklı düzeylerde etkilenebilmektedir. 

Her örnekte sınırların değişmesi anlamına gelmeyebilir ama halkların kendi kaderini tayin etme hakkı bazen mevcut sınırlar içerisindeki idari yapıların yeniden tanımlanması şeklinde de olabilmektedir. Yani; federal bir forma geçebilir ya da bölgelere daha fazla yetki verilmesi şeklinde olabilir. Kendi kaderini tayin etme hakkı demek; illaki kendi devleti olacak anlamına gelmemektedir. Bölgesel özerklik de bunun yollarından bir tanesi olabilir. Bakıldığı zaman Suriye’nin parçalanması konusu. Son birkaç ay içerisinde Irak örneği de var. Kuzey Afrika ya baktığımız zaman Libya’nın parçalanması senaryolarını görmekteyiz. Bu gayet reel bir durumu ifade ediyor. Çünkü farklı bölgeler kendi başlarına hareket etme talebi ile öne çıkıyorlar. Ya da ülkelerin içerisindeki alternatif senaryolar bu senaryolara Türkiye de dâhildir. Bunlar ne olabilir? Farklı unsurlar farklı düzeyde özerklik talebi ile karşımıza çıkıyor. Yeni realite budur. Irak da federal bir yapı vardır. Şiiler Sünniler Kürtler bir arada 
olsunlar diye bir federal yapı kurdurlar. 

Bu yapılar gevşek yapılardı. 


Ama bu gevşek yapı bile şu anki geldiğimiz noktada Irak’ı bir arada tutamayacak diye bir yorum söz konusudur. Acaba bir konfederal bir Irak yaparak biraz daha mı genişletsek ya da tamamen mi koparsak hep açık uçlu sorular olarak karşımıza çıkmaktadırlar. İlk ana trend budur. 

Sınırlar sorgulanmaktadır. İkincisi; ulusal otoriteler giderek zayıflayıp, aşınıyor. Egemenlik dediğimiz kavram bu süreçte anlamını yitirmektedir. 

Bir devlet egemendir denince; o devletin sınırları içerisinde nihai otorite olmasıdır. Yani; kuvvet kullanma tekeli ve sınırları içerisinde son sözü 
söyleyebilme yetkisine ve kuvvetine, iktidarına sahip olmasını anlıyoruz. Genelde egemen dediğimiz mekanizma ülkenin başkentinde oturur ülkenin geri kalanını yönetir. Ortadoğu’da gördüğümüz ise; başkentte oturan ülkenin tamamını kontrol edemiyor. Şam’ daki yönetim Suriye’nin tamamını yönetemiyor. Keza Libya, Mısır, Sina Yarımadasında görüyoruz ki; başkentin otoritesinin ve fiili anlamda kontrolünün aşındığını görmekteyiz. Bu önemli bir süreçtir. Bu durumlara paralel üçüncü olarak gördüğümüz şey; ulus altı ya da devlet altı aktörlerin ve kimliklerin öne çıkmasıdır. Genelde Ulus-devlet dediğimiz zaman; o devletin vatandaşlarının tamamını kapsayan bir kimlik olduğunu varsayıyoruz. 

Örneğin; bir Iraklı kimliği, bir İranlı kimliği, Suriyeli, Libyalı kimliği. 

Ama bu süreç de görüyoruz ki artık bir Irak’lı bir Suriye’li kimliğinden ziyade Kürt, Şii, Sünni ya da bir aşirete aitseniz o kimlikler öne çıkıyor. 
Ve artık sizin devletiniz koruyup temsil etmiyor artık devlet altı gruplar koruyor yâ da temsil ediyor. Bu Ortadoğu’da girdiğimiz yeni dönemin en fazla öne çıkan unsurlarından bir tanesidir. Uluslararası ilişkilerde küreselleşmeden bahsediyoruz. Küreselleşmeden kastımız; devletlerin otoritesinin giderek aşınması sonucu yeni aktörlerin ortaya çıkmasıdır. Küreselleşmenin Ortadoğu’da dibine vurmuş olduğunu görüyoruz. Devletler giderek; anlamını kaybetmektedir. Suriye devleti dediğimi zaman sınırlarını kontrol edebiliyor mu? Sınır kapılarının her biri kontrolsuz durumda. Libya’ya gittiğiniz zaman aynı şeylerle karşılaşıyor sunuz. Libya’nın güneyine indiğiniz zaman farklı komşulara ve sınırlarına baktığınız zaman sıkıntıyı görmektesiniz. Orda Libya devletinin kontrolü yok. 

Oradaki yerel devletin hareketlerini kontrol eden bir devlet yoktur. 

Yâ da Libya içerisinde farklı bölgeler aynı şekildedir. Bugün Irak’ta gelinen nokta budur. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz zaman Ortadoğu’da ciddi bir güvenlik açığı vardır. Güvenlik riski ve tehdidi bulunmaktadır. Ve genelde uluslararası ilişkilerde güvenlik sorunu olduğu zaman sorunu çözecek bir mekanizma üretiriz. Yani; Bir Devlette Güvenlik tehdidi varsa Realistlere göre; Maliyeti neyse öder ve çözer. Asker Gönderilir, Ölürsün, Öldürülürsün, Para harcarsın, Silah kullanırsın çözersin. Ama Liberaller; İşbirliği yapılıp, Çatışma çözümü teknikleri uygulayabilir diyor. Çatışma çözümleri; uluslararası örgütler de olabilir. Ortadoğu’da yeni girdiğimiz evrede sorunu daha da derinleştiren olgulardan birisi Ortadoğu da bu türden meydana gelen krizleri çözecek ve bunları yönetecek bunlarla ilgili politika üretecek yerel mekanizmaların olmamasıdır. 

Şimdiye kadar Türkiye’de mezhepler bu kadar önemli değildi yavaş yavaş insanlara bunu empoze ederek Türkiye’de de bir rejim değişikliği mi var? Hepimiz Ortadoğu’da aynı kazanda kaynıyoruz. Bunu hiç kimsenin tek başına kontrol edip yönlendirmesi kolay değildir. Herkes elinden geldiğince bunun etkilerini kontrol etmeye çalışıyor. Kontrol eden tek parça yola devam ederken edemeyen farklı formüller ile yola devam etmektedir. 

Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin geldiği anlam; riskler yüksek. Bunları çözmek için devletler ne yapar? Kendileri gider herkesin kafasını vurur yâ da birlikte hareket eder. Ortadoğu’da tek başta bu sorunu çözecek bir ülke yoktur. Birlikte çözmek için Ortadoğu’daki aktörleri bir araya getiren bir mekanizma da yok. Ortadoğu’da bu tür sorunlar ortaya çıktığı zaman geleneksel olarak ABD vardır. Eski düzende mesela Saddam etrafta yayılmaya çalışırken Amerika engelledi. Şu anki konjüktürde Ortadoğu’daki güvenlik riskleri kaosunu yönetmek için ABD’nin pek istekli olmadığını görüyoruz. ABD dış politikası açısından bakıldığı zaman yaşanan bir tartışma var. Transatlantik diye bir kavram var. Büyük gemiler yavaş yavaş manevra yapıyorlar. Amerika ve Asya’ya kayıyor. Stratejisini Çin ve Asya’ya doğru kaydırıyor. Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya eskisi kadar önem vermek istemediğini açıklıyor. 

Buradaki üslerini kaynaklarını Asya’ya ve Çin’e doğru kaydırmak istiyor. Buna paralel olarak takip ettiği ikinci strateji ise; bölgesel güç olarak adlandırılan; o 
bölgedeki ya da o bölgelerdeki yerel aktörlerle işbirliği yapmak. Yani biz arka planda duralım o bölgelerdeki yerel aktörler bölgesel güçlerle işbirliği yapsın. Bu duruma teknik tabirle; off-shore deniyor. Ya da arkada durarak sorunları yönetmek deniyor. Bunun için; yerel aktörleri destekleyerek sorunları kendilerinin çözmesini istiyorlar. Amerika kısaca bu çizgide. Ortadoğu’daki karmaşayı gidermek için elini taşın altına sokmak istemiyor. Aynı şekilde durumun benzerini Gürcistan’da gördük. Şimdi ise; Ukrayna’da görüyoruz. Genelde söylenen tabir eski dünya Amerika’yı bırakmıyor. Çin yükselen güç olduğu için Amerika oraya yöneliyor. Suriye’ ye girmek istemiyordu ama şimdi başına bir de Irak çıktı. Bizi ilgilendiren kısma gelince de; bölgede ciddi anlamda bir sıkıntı mevcut durumda. Bölgesel dönüşümün yarattığı bir güvenlik boşluğu bulunmaktadır. Bunu yönetecek bölgede bir aktör yok. Bölgede bölgesel aktörler arasında ciddi anlamda bir çıkar çatışması var. Özellikle Suudi Arabistan ve İran’ın birbirlerine karşı yaptıkları önemli. Bu süreçte görüyoruz ki devlet altı kimlikler giderek öne çıkıyor. Devlet altı kimlikler; etnik kimlik olabilir, Kürt ya da Arap olabilir, Türkmen olabilir ya da Şii Sünni ya da Ortadoğu’daki azınlıklar olabilir. Bunlar daha fazla öne çıkmaktadır. Bu durum bize Ortadoğu’daki düzenin ve sınırların yapaylığını hatırlatıyor. Irak devleti kurulurken birden farklı grup yâ da o günün şartlarıyla getirilerek tek bir devletin altına konmuştur. Ama bu 
devletin tek bir sosyal realitesi var mıdır diye sorulmamıştır. Aynı şekilde Suriye ve Libya’yı da görmekteyiz. Bugün geldiğimiz noktada o bölgesel düzenin aşındığını söyleyerek kastettiğimiz şey budur. 
Bölgesel dönüşümün kurulmuşluğundaki yapaylık o haritacılık, mühendisçilik sosyal realite ile örtüşmemektedir. Farklı talepler vardır. Bu talepleri yöneten mevcut sınırlar ile yola devam edilmektedir. Her ülke için geçerlidir. Bu dönüşümün yarattığı ciddi riskler de vardır. 

Son mesele yine bu demokrasi meselesidir. En başta çıkış noktasına gelerek bölgedeki Arap başlangıcının başı demiştik. Bölgesel dönüşümün ilk başlangıcı daha pozitif bir dönemdi. İkinci fazla beraber bu güvenlik risklerinin olduğu negatif bir döneme girmiştir. Ama her halükarda süreci başlatan siyasi, ekonomik, sosyal sebepler halen ortadadır. Yani Arap baharının başında Tunuslular ve Mısırlılar neden sokağa gittiyse ve hatta Suriyeliler neden sokağa gittiyse halen bu sorunlar mevcuttur. Hatta bir adım geri gittik. Suriye’deki yaşananlara bakıldığı zaman; Libya’da geldiğimiz noktaya baktığımız zaman her ne kadar güvenlik boşluğu olarak baksak da ekonomik, siyasi, sosyal ihtiyaçlar bölgede halen mevcuttur. Bölgede bu dönüşümün yaşanması için gerekli konular nelerdir? Bu başlı başına bir konudur. Ama bizi karamsarlığa iten önemli 
sebepler vardır. Bunlar hep iç içe geçmiş durumlardır. Yani ekonomik sorunları çözmek için öncelikle siyasi sorunlar çözülmelidir. Yani ekonomik istikrar olmadan siyasi çözüm; siyasi istikrar olmadan ekonomik çözüm zor görünmekte dir. Mısır örneğinden gidersek; Mısırda bugünkü koşullarda hangi iktidar, hangi parti, hangi form demokrasi ya da diktatörlük kim başa gelirse gelsin Mısır’ın ekonomik sorunlarını kısa vadede çözmesi imkansızdır. 

Ekonomik sorunlar devam ettikçe; ülkede ucuz ekmeğin peşinde koşan vatandaşı varken; ekmek fiyatını bir kuruş arttırdığın zaman vatandaş 
sokağa dökülüyorsa yani oradaki yönetimin sorunları devam edecektir. İktisadi sorun oradadır ve siyasi krizden dolayı giderek derinleşmiştir. 


Turizm azaldı, yatırımcılar kaçtı. Bütün bunlar bir araya geldiğinde bir çıkış yoktur. Siyasi anlamda bir çıkış için ekonomik çıkış gerekli; ekonomik 
çıkış için, yatırım için, turist gelmesi için, kredi alması için siyasi istikrar gereklidir. Bir darbe oldu. Belki iki sene sonra bir halk ayaklanması daha olacaktır. Bu ortamda siz uluslararası toplumdan sermayenizi Mısır’a yatırmazsınız. Siyasi istikrarsızlık ekonomik alanda kalkınmayı da, krediyi de geriye itiyor. Maalesef bu durumlar benim kanaatimce bölgede karamsarlığı arttırmaktadır. Ekonomik sosyal siyasi sorunlar  iç içe geçmiş durumdadır. Düzlüğe gelebileceğimiz bir alan yok. Güvenlik ve istikrarsızlık ve risk sorunu da eklenince bölgede maalesef istikrarsızlık ve karamsarlık yüksek. Bunun çıkışının nasıl olacağını söylemek zordur. 

Tunus tek başına Arap baharının yükünü taşımaktadır. 

İstisnai bir örnektir. 

Diğer örneklerdeki benzer bölünmüşlükleri yok etnik unsurlar vs yok. Vatandaş profili diğerlerine kıyasla daha bütündür. Tunus’un başarılı olması beraberinde diğer örneklerin de başarılı olmasını getirmeyebilir. 

Türkiye’nin bu süreçteki politikası ise; bu dönüşüm sürecini sahiplenip destekle yici bir politika izledi. Şöyle ki; Arap baharı patlamadan öncede 2003 yılı ve daha öncesinde de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yazdıklarına bakacak
olursanız da ya da o zaman ki Dışişleri bakanı Abdullah Gül’ün yaptığı konuşmalara bakılacak olunursa; genel anlamda ve İslam dünyasında bu yakın coğrafyada bir değişim dönüşüm ihtiyacı olduğunu ve bu değişim dönüşüm ihtiyacının ötelenmemesi gerektiğini ve ötelenirse çok daha riskli çok daha sıkıntılı olacağını söylediğini biliyoruz. Yani Türkiye’nin kendi içerisinde değişim dönüşüm vizyonu vardır. İslam dünyasında da böyle bir revizyona ihtiyacı olduğundan bahsetmekteydi. Bunun tedrici bir şekilde olmasını istemekteydi. Aniden devrim yoluyla değil sürece yayılarak daha kontrollü bir şekilde 
reformlarla olması gerektiğini savunuyordu. Bu süreçte dış müdahale olmama sını yani ülkelerin kendi dinamiklikleriyle hareket etmesini savunuyor du. Bir diğer düşüncesi; bunun sivil, etnik, mezhep soruna dönüşmemesini savunuyordu. Bu süreçler başlayınca Tunus da hızlı gelişti. 

Bu noktada Türkiye’nin öne çıktığını söyleyemeyiz. Ama özellikle Mısır’da öne çıkmıştır. Mübarek karşıtı gösteriler Tahrir meydanında devam ederken Başbakan Erdoğan o zaman yaptığı konuşmasında Mübarek’e “görevi terk et” demişti. Bu durum İslam dünyasın’da da ciddi anlamda ses getirmiştir. Mübarek’in gitmesi de bu anlamda Türkiye açısından Arap baharının yarattığı pozitif güven inşası gibi bir fonksiyon gördü. O açıdan Suriye’deki, Libya’daki gelişmelere bakıldığı zaman Türkiye başta bir tereddüt yaşadı, doğrudan öne çıkmadı ama daha sonra muhalefetin desteğine yönelmiştir. Bu iki örnekte gördüğümüz; daha önceden Libya’da, Suriye’de Türkiye’nin belli öncelikleri ve kurduğu ilişkiler vardı. Bu ilişkileri ilk önce koparmak istemese de daha sonra kopararak muhalefet safında ve ona desteği ile hareket etti. Türkiye’nin 
buradaki politikası genelde; Arap dünyasında Ortadoğu dünyasında, İslam dünyasında siyasi bir dönüşüm ihtiyacı var. Ekonomik ve sosyal dönüşüm de aynı şekilde. Bu yaşananlar bizim uzun yıllardır ötelediğimiz dönüşüm için, geri klamışlık sorununun çözümü için acaba bir fırsat olur mu? Onun için bir fırsat görüp bunu destekleme yoluna gitti. 


Bunu sadece Mısır’da Mübarek’e git diyerek değil, TİKA(Türk İş Birliği Kalkınma Ajansı) aracılığıyla da yardım etmektedir. Türkiye dünyaya kalkınma yardımı yapmaktadır. TİKA yılda iki üç milyar dolar yardım yapmaktadır. Su kuyusu açılıyor, hastane v.b yapılıyor. Sadece bunlarla yetinmeyip ayrıca; orada ki bürokratları ülkemize çağırıp eğitim veriyoruz. Türkiye bu sürecin sancılarını azaltacak şekilde bu dönüşüme pozitif katkıda bulunmak için o ülkelere dönük böyle programlar geliştirdi. Ama sorun Türkiye’nin çapını aşan bir sorundur. Türkiye pozitif evrilebilmesi için elinden geleni yapıyor. Ama yapması tek başına zordur. Bu ikinci dönemde ,güvenlik sorunları ön plana çıktığı dönemde, bilindiği üzere Irak ve Suriye’deki dönüşüme yardım etmek değil doğrudan Türkiye nin kendi güvenliğine olacak riskleri bertaraf etme gibi bir sorumluluk da Türkiye’nin önüne çıktı. Son dönem Irak’ta yaşananlar bu durumu net bir şekilde gözler önüne sermiştir. Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik belirli bir vizyonu vardır. 80’li yıllardan başlayıp başlayıp 2000’li yıllarda daha da hızlanan süreçte ekonomik olarak, siyasi olarak ilişkileri de artırmaya çalışmaktadır. Bölgede kriz yaşandıkça Türkiye’nin Ortadoğu’ya doğru açılması stratejisi de bundan etkilenmektedir. Türkiye halen kendi açısından bu dönüşümü pozitif olarak desteklemektedir. Elindeki imkânlar ile mesela Mısır’a beş altı milyon usd yardım yapılmıştır. Türkiye açısından önde olan mesele Irak ve Suriye meselesidir. Bu da güvenlik riskini öne koyduğu içindir. 

Türkiye muhalefete askeri ve siyasi alanda da yardım ediyor. Son yıllarda da Türkmenlere yardım etmektedir. Medyada ki olay budur. Suriye’de sahada onlarca farklı grup var. Dışarıdan bir yardım yapıldığı zaman genelde gündeme gelen IŞİD ve diğer cephelere yardım yapmış gibi yanlış lanse etmek gibi bir durum söz konusu. Suriye’deki diğer meselede; yabancı savaşçılar meselesidir. Örneğin; Fransa’dan çıkıyorsunuz Türkiye’ye tatil için gelip oradan Suriye’ye geçiyorsunuz. 

Orada Savaşıyorsunuz. 

Geri gidiyorsunuz oraya tehdit oluyorsunuz ya da kalıp savaşmaya devam ediyorsunuz. Asıl kafa karışıklığı yabancı savaşçılar konusunda. 

Bu mesele uluslararası alanda da çok sık gündeme gelen bir meseledir. Bu yabancı savaşçılar meselesi kompleks bir meseledir. 

Sorun bu kişi Suriye’den Türkiye’ye geçerken başlamıyor. Fransa’dan yola çıkıyor ve Suriye’ye gitmeyi kafasına koyuyor. 

Fransa’da sınırdan sorunsuz geçip; Türkiye’ye sorunsuz giriyor ve Suriye sınırından geçip aşağıya iniyor. Bu bir zincirdir. Bunun ile mücadele etmenin yolu zincirin her halkasında iş birliği olmasıdır. Bununla ilgili olarak Avrupalılar da uyanamadı, İngiltere’den gidenler var. İlk etap da batılı istihbarat örgütleri kişinin radikal olduğunu biliyor. Suriye’ye o amaçla gittiğini biliyor. Türkiye’ye girerken Türk istihbaratına bunu söylemiyor. Oraya giriyor; geri geliyor ondan sonra Türkiye üzerinden geçtiği için sanki Türkiye’nin üretmiş olduğu sorun gibi gözüküyor. Asıl en büyük sıkıntı 2012’de sonra ilk başta çok fazlaydı Avrupa’dan gelenler. Bu konuda Avrupalı ve Türk istihbarat Avrupa Birliği içerisinde işbirliği ne başladılar. 
Adam ülkeden çıktı. Onu sınırda durdur diyor. Ya da Fransızlar artık ceza getirdi. Mesela; Fransa’dan çıktın Suriye’ye gittin oradan geri geldin bir ceza var. Bir de sahada olanlar var. Sahada çok farklı gruplar var. Ve bu grupların arasında geçirgenlik ler var. Mesela Fransa’dan 

   Suriye’ye savaşmaya gidiyorsun. Önce A grubuna gidiyorsun sonra Z grubuna gidiyorsun. Bunlar neden oluyor? 

Bazen senin komutanın para aldı saf değiştirdi. Bazen sen gittin buradaki adamları yeterince Müslüman görmedin diğer gruba geçtin. Sen gittin adamlar kafa kesiyor dedin diğer gruba gittin. Çeşitli bir çok örnek vardır. Sahada çok geçirgenlik var Kim hangi grupta bilinmiyor. Asıl sorunlardan birisi sahada çalışan grupların parası, silahı bitiyor. Önceden başka grup da çalışırken şimdi başka grup da çalışıyor. O açıdan Türkiye den geçiş yapmış biri IŞİD e katılmış olabilir mi? Muhtemel. Türkiye den geçmiş olan bir silah IŞİD’e gitmiş olabilir. 

Örneğin; Amerikan ordusunun kullandığı bir bıçakla adam kestiler. Sahadaki durum maalesef geçirgen. Oradan yola çıkarak olaya bakacak olursak; geçen Taraf Gazetesi’nin yaptığı bir habere göre; 3000 kişi Türkiye den IŞİD’egitti diye. Bu şekilde Türkiye’den giden her şeyi IŞİD e gidiyor gibi gösterildiği zaman ciddi anlamda kafa karıştırmaktadır. 

Dikkatli olunması gereken bir konudur. Sürekli işlenmesinin nedeni ise; Suriye’deki Kürtler Esad’ın yaptığı şekilde uluslararası alanda IŞİD fundamen tel Kürtleri bastırıyor şeklindeki argümanın enstrümantal değerini keşfettikleri için Türkiye’ye olan siyasi sorunlarında da sürekli kullanıyorlar. Yani IŞİD in Türkiye tarafından desteklendiği tezini onlarda uluslararası alandan da desteklemek tedirler. 

Bu anlamda da Dikkatli olunmasında fayda vardır. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 

ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


****

Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası, BÖLÜM 1




Ortadoğu'da Bölgesel Dönüşüm ve  Türk Dış Politikası, BÖLÜM 1


Doç. Dr. Şaban Kardaş


TAKDİM 

ORSAM olarak kuruluş yılımız olan 2009 yılından itibaren düzenli olarak yaz döneminde bir hafta süren “ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı” düzenlemektedir. Programa, Türkiye’nin farklı illerinden, değişik üniversitelerinden lisans bölümlerinin 3. ve 4. sınıfları, yüksek lisans, doktora öğrencileri ve değişik sektörlerde konu ile ilgili çalışan kişiler katılmaktadır. “ORSAM Ortadoğu Yaz Okulu Programı”, Ortadoğu konulu derslerden oluşan bir seminer şeklinde yürütülmekte olup; dersler ORSAM uzmanları, danışmanları, bürokratlar ve üniversite öğretim üyeleri tarafından verilmektedir. 

2014 yılında ORSAM, SAM, Yurtdışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı ve Kamu Diplomasi Koordinatörlüğü’nün işbirliği ile dört farklı ilde (Ankara, Trabzon, Çanakkale ve Sakarya) yaz okulları düzenlenmiş ve Türkiye’nin birçok farklı üniversitesinde Türk ve Yabancı uyruklu öğrencilerin yoğun ilgisi ile karşılaşılmıştır. 

Daha önce sadece Ankara’da gerçekleştirilen bu program, çok fazla talep olmasına karşın kısıtlı bir öğrenci topluluğuna imkan sunabilmiştir. 
Bu yıl farklı şehirlerde gerçekleştirilen bu program ile Ankara dışında yaşayan ve imkanı olmayan öğrencilerin de bu programa katılımları sağlanmıştır. Bu program ile ülkemizin seçkin üniversitelerinde yetişen ve konusunda uzman olmuş akademisyenler ile öğrenciler arasında öncelikle bir iletişim ağı oluşturulmuş ve onlardan eğitim alma şansına sahip olmuşlardır. 

Türkiye’nin içinde yer aldığı Ortadoğu coğrafyasında meydana gelen değişimler, aktörler, güç dengeleri gibi öğeler Türkiye’nin hem iç hem de dış politikasında büyük etkilere sahiptir. Bu program ile hem Türk hem de burslu yabancı öğrenciler yoğun ve detaylı bir Ortadoğu eğitimine tabi olmuş ve bu program ile Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının iyi anlaşılması, ve Türkiye’nin Ortadoğu vizyonunun ortaya konması sağlanmıştır. ORSAM tarafından hazırlanan elinizdeki çalışma program sürecinde verilen derslerin dökümünü içermektedir. Ortadoğu araştırmacılarının ve bölgeye ilgi duyanların faydalanacağını umduğumuz çalışmayı kamuoyunun ilgisine sunuyoruz. 

Orsam Başkanı 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 
Ortadoğu’da Bölgesel Dönüşüm ve Türk Dış Politikası 
Doç. Dr. Şaban Kardaş 


     Bugün, Ortadoğu’da bölgesel dönüşüm konusundan bahsedeceğiz. 
Ortadoğu’nun son yıllarda öne çıkan bir tema var. Bunun adını Arap baharı olarak adlandırabiliyoruz. Ama aslında genel olarak baktığımızda bunun bir bölgesel dönüşüm süreci olduğunu görmekteyiz. Bu değişim süreci ne anlama gelmektedir? Bunun farklı boyutları nedir? 
Bu konuya verilen tepkiler nelerdir? Bu süreçte Türkiye ve Türkiye’nin dış politikası nedir? 

Ortadoğu’da bölgesel değişim veya dönüşüm dediğimiz zaman genel olarak; siyasal, sosyal ve son dönemde özellikle ekonomik ve de güvenlik alanlarında yaşanmakta olan farklı gelişmeleri anlamaktayız. Bu değişim ve dönüşüm sürecinde öne çıkan temalar ise; demokrasi, İslam – demokrasi ilişkisi, etnik talepler, dini farklılıklar, güvenlik ihtiyacı, ekonomik geri kalmışlık, Müslüman kardeşler, daha somut’a indirgediğimiz zaman Şii - Sünni çatışması, son günlerde de IŞİD’tir. Libya’ya gidildiği zaman bölgesel farklılıklar, Tunus’a gittiğiniz zaman yine çok farklı gelişmeler görülmektedir. Bölgesel değişim dediğimiz zaman daha somut ve soyut bir şekilde ilk akla gelen olaylar, gelişme ve kavramlar bunlardan ibarettir. Bu süreçleri daha geniş bir bağlama oturtmak istediğimiz zaman bunun arkasında ne vardır? Bu bölgesel dönüşüm sürecinin 
temel dinamikleri nelerdir? 

Bunun yansımaları nelerdir? 
Bu durumun Türkiye’ye etkileri nelerdir? 
Bunlardan bahsedeceğiz. 

Bölgesel dönüşümü açıklamak konusunda tek bir yaklaşım bulunmamaktadır. Zaten sosyal bilimlerde baktığımız zaman tek bir yaklaşım yoktur. Bu şu anlama gelir; tek bir anlamda doğruyu kimse bilmiyordur. 

Herkes anladığı, bilebildiği kadarıyla, elindeki veriler ile belirli bir analiz yapıp belirli bir konu da farklı yorum ve analizleri ortaya koyabilir. En iyi şekilde yaptığımız budur. Ama yaptığımız yorumlar hep koşulludur. 
Hiçbir zaman gerçeği yansıtmamaktadır. Bizim Arap Baharı olarak popüler olarak bildiğimiz bölgesel süreci de; bu açıdan çok farklı yorumlara maruz kalan ve bizim zaman zaman uluslararası ilişkiler disiplini içerisindeki tartışmalarda da farklı yorumları görmekte olduğumuz bir konudur. Ama aynı şekilde bu konu gündelik hayatımızı da etkiledi. 

Türkiye’de gündelik olan siyasi tartışmalarda da karşımıza çıkmaktadır. Olayların tarihsel, sosyolojik arka planını unutarak gündelik yansımalarına bakmak, gündelik görünümünden analiz yapmak gerekmektedir. 

Bence Arap Baharı yani bölgesel dönüşüm olgusu da bu şekilde riskin çok fazla olduğu bir konudur. Yani; gündelik yansımalarına bakarak, gündelik olarak televizyondan gördüğümüz bazı görüntüler üzerine veya internetten seyrettiğimiz bazı görüntüler üzerinden ya da sosyal medya da ki bazı yansımalar üzerinden çok çabuk kestirmeden bazı kanaatlere varabileceğimiz bir konudur. Bu konuda dikkatli olarak arka planı akılda tutmak da fayda olduğunu düşünüyorum. Arap Baharı bölgesel dönüşüm dediğimiz zaman bu konunun çıkış noktası ve bu çıkışın arkasındaki bu meselenin altında yatan dinamikler nelerdir? Yani bu konunun diğer çeşitli ülkelerin gündelik yansımalarından daha ziyade arka planın da yatan bölgede bulunan farklı ülkelerde ki yapısal sebepleri nelerdir asıl olarak bunlara bakmakta fayda vardır. Olgusal olarak, somut olaylar açısından baktığımız zaman Arap baharı veya bölgesel dönüşüm süreci dediğimiz zaman aklımıza gelen temel süreç ve dönemler; 2010 yılının sonundan 2011 yılının başından itibaren Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde cereyan eden bir takım olayları anlamaktayız. Ortadoğu’nun farklı ülkelerinde halkların sokağa döküldüğünü biliyoruz. Buna karşılık Ortadoğu’daki ülkelerin verdiği tepkilerin birbirinden farklılaştığını gözlemliyor ve halkın sokağa döküldüğü bu olaylar sonucunda ortaya çıkan etkinin değişik ülkelerde değişik şekilde meydana geldiğini görmekteyiz. Ama özünde vatandaşların sokağa çıkması belirli bir talep ile meydanları doldurması ve bunun neticesinde bazı ülkelerde “rejim değişikliği” diye tanımladığımız şekilde rejimlerin değişmiş olmasıdır. Ama bazen böyle sonuçlar ortaya çıkmamıştır ve hatta bazı ülkelerde çatışma ortamı yaratmıştır. Bu ülkeler; Tunus, Mısır, Yemen, Libya, Bahreyn ve Suriye’dir. Bir şekilde bölgenin önemli ülkelerinin bu süreçten etkilendiğini görmekteyiz. Türkiye 
de bölgenin bir parçası olduğundan Türkiye’yi de katabiliriz. Sadece somut olarak etkilenenler değil köklü bir şekilde baktığımız zaman derinde herkesin bir şekilde etkilendiğini görmekteyiz. Mısır’daki vatandaş Tunus’da yürümüş, Tunus’dakiler için mi yürümektedir? Hayır. Onun da belirli sıkıntıları var ve onun için yürüyor. Suriye’deki vatandaş yine Suriye’nin içerisinde yine kendisinin yaşadığı sorunlar için yürüyor. Ama yine de dönemsel ve konjonktürel olarak bunlar eş zamanlı momentum yaratıyor. Dünya tarihine baktığımız zaman; devrim ve demokratikleşme dalgalanmalarının zaman zaman yaşanmış olduğunu biliyoruz. 

Ülkeler bazında bölgesel dönüşüm dediğimiz zaman öne çıkan bazı örnekler bulunmaktadır. Ama buradaki karşı karşıya kaldığımız sorun sadece bu ülkelerden ibaret değildir. Bu saydığımız ülkelerin dışında kalan somut olarak gösterilerin yaşanmadığı, rejim değişikliğinin yaşanmadığı ülkelerin de kökten yavaş yavaş bu bölgesel değişimden, dönüşümden etkilendiği görülmektedir. Bu nasıl olmaktadır? Bir şekilde sıçrama etkileri, mülteciler dediğimiz bir sorun var. Belki Lübnan’da benzeri bir sorun yaşanmadı. Vatandaş sokağa dökülmedi. Lübnan’da bir rejim değişikliği olmadı. Ama Suriyeli mültecilerin Suriye’ye gitmesi o bölgeyi derinden etkileyebiliyor. Türkiye’de bir milyon civarında Suriyeli mülteci bulunmaktadır. Bu sıçrama etkisidir. Ama onunda ötesinde siyasi kültürde ister istemez bu gelişmelerin bir etki yarattığını görüyoruz. Biz somut olarak kronolojik bakış açısı ile bakarsak; olayları, süreci tetikleyen 
neydi? Tunus’ta üniversite mezunu olan bir gencin 2010 yılının aralık ayı sonunda kendisini yakması sonucu ortaya çıkan gösteriler ve daha sonra sürecin devamında, Tunus’ta uzun yıllar ülkeyi yöneten liderin ayrılması ve seçimlerle gelen yeni yönetimin kurulmasıdır. Rejim değişikliği dediğimiz olgu sürecinde yaşanan gösterilerin en güzel örneğini Tunus’ta görmekteyiz. Gösterilere başka güzel bir örnek, 2010 yılının Ocak ayının içerisinde Mısır’da görülmektedir. Mısır’da Tahrir meydanında günler süren gösteriler sonucunda Hüsnü Mübarek görevden ayrılmıştır. Bir sonraki öne çıkan örnek ise; Libya’dır. Libya’da da benzer bir durum vardır. Uzun yıllardır iktidarda olan bir lider buna karşı 
yine bir ayaklanma fakat Libya’da Kaddafi, gösterileri görünce hemen görevden ayrılmadı. Kuvvete başvurarak ayaklanmayı bastırma yolunu seçti. Buna karşı vatandaşlar da aşiret v.s. diğer networklerin devreye girmesi ile silaha sarıldı. Daha da önemlisi Libya’da bir dış müdahale gerçekleşti. BM’ler Güvenlik Konseyi’nin çıkardığı karara istinaden batılı ülkeler Fransa, İngiltere ve daha sonra NATO’nun devreye girmesiyle Kaddafi hükümeti devrildi. Ve en son kendisi de öldürüldü. Ve Libya da bir rejim değişikliği böylelikle yaşanmış oldu. Diğer öne çıkan örnek olay da; Suriye dir. Bizim yakınımızda olup bizi etkileyen en önemli örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. 2011 Mart ayından itibaren gösterilerin başladığını biliyoruz. Bir süre gösteriler barışçıl içerikteydi. Esat yönetimi gösterilere karşı kısmen siyasi reformları yapma sözü vermiş olsa 
da bunu yerine getirmemiştir. Bunun neticesin de 2011 yılının özellikle güz mevsiminden itibaren göstericilere karşı kullanılan şiddet artmıştır. 
Buna cevaben göstericiler yavaş yavaş silahlanmaya başlamıştır. Suriye ordusundan kopuşlar vardır. Suriye ordusundaki eski askerler Özgür Suriye 
Ordusu’nu kurup silahlı bir direnişe başlamışlardır. 2012/2013/2014 yıllarında bu süreç devam etmektedir. Tabii arada geçen süre de bu lineer şekilde ilerlememektedir. Farklı evrelerden geçmektedir. Muhalefet kendi içerisinde ayrışıyor. Uluslararası toplumun cevabı bu olaya farklı oluyor. 

Ama neticede şunu biliyoruz ki; uluslararası toplum, Libya da olduğu gibi bir müdahale gerçekleştirmiyor. Bunun neticesinde Suriye deki çatışma halen rejim ve muhalifler arasında, muhaliflerin kendi arasında devam etmektedir. Ve ülkede bir sivil savaş dediğimiz durum söz konusudur. 
Başka örnek vermek gerekirse mesela Yemen’de de yine gösteriler var ve uzun süre iktidarda olan bir lider bulunuyor. Bu gösterilere karşı buradaki lider de hemen görevden ayrılmıyor. Orada da geçiş biraz netameli ama bir Suriye veya Libya gibi çatışmaya varmadan bir ara formülle geçiş sağlanıyor. Bu ara formülü geliştiren Suudi Arabistan oluyor. Yemen de halen çatışma riski olmasına rağmen en azından görünürde bir Libya veya Suriye’nin gittiği yola girmiyor. Bahreyn’de ise; yönetimdeki aile Sünni ailedir. Ama ülkede yaşayanların çoğu Şii’dir. Ülkedeki vatandaşlar mevcut sistemden ve düzenden memnun değiller ve onların da bazı değişiklik talepleri bulunmaktadır. Arap baharının başlaması ile 
oradaki halk da sokağa dökülmüştür. Bahreyn’deki yönetim de hemen yönetim den çekilmedi ve gücü sonuna kadar ellerinde tutmak için devam ettiler. 

Bahreyn’de de Suudi Arabistan’ı görmekteyiz. Körfez İşbirliği Konseyi dediğimiz bir oluşum söz konusudur. 

Körfez diye bahsettiğimiz 

Basra Körfezin’deki küçük Arap devletlerinin ve Suudi Arabistan’ın bir araya gelerek oluşturdukları Körfez İşbirliği Konseyi diye bir örgüt bulunmak tadır. Bu örgütün şemsiyesi altında Suudi Arabistan oraya güvenlik kuvvetleri göndererek gösterileri bastırmıştır. Zaman zaman bu gösteriler yeniden patlama noktasında gelse de şu ana kadar Bahreyn görece olarak istikrarlı gibi görünmekte ancak alttan alta vatandaşların talepleri devam etmektedir. Arap Baharı dediğimiz zaman bu bölgesel değişim sürecinde öne çıkan örnekler bunlardır. Bunlar doğrudan olayların yaşandığı; doğrudan vatandaşın sokağa döküldüğü ve bir şekilde siyasi rejimlerin sorgulandığı ve neticesinde ya kısmen bir rejim değişik liği yaşandı ya da bir çatışma ortamının doğduğunun görüldüğü örnekler dir. Ama Ortadoğu ya baktığımız zaman Ortadoğu kavramı yapay bir kavram 
olarak inşa edilmiş bir kavramdır. Ama her ne kadar inşa edilmiş olsa da bu kavram dilimize ve sosyal bilimler literatürüne yerleşmiştir. Biz de bu Ortadoğu kavramını belirli bir coğrafyayı tanımlamak için kullanmakta-yız. Son dönemde yaklaşık 10/15 yıl içerisinde giderek anlam kazanan başka bir kavram daha vardır. Bazen genişletilmiş Ortadoğu kavramını duymaktayız. Buna Afganistan’ dan Kuzey Afrika’yı dahil edecek kadar olan coğrafya da ekleniyor. Ama bazen literatürde çok sık görebileceğiniz İngilizcede “MENA” diye adlandırılan bir kavram var. 

Bu aslında kavramın kısaltılmış şeklidir. MENA’nın açılımı; Middle East North Africa dır. Yani; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesi. Giderek uluslararası 
alandan hem siyasi tartışmalarda hemde sosyal bilimlerdeki akademik tartışmalarda Kuzey Afrika yı ve Ortadoğu yu tek bir sistemmiş gibi ele 
alan bir eylem vardır. Arap Baharı ve Ortadoğu’daki bölgesel dönüşüm sürecinin aslında geniş bir alanı kapladığını görmekteyiz. Sadece dar anlamda Ortadoğu değil Kuzey Afrika’yı da içerecek şekilde MENA ya da genişletilmiş Ortadoğu bölgesinden bahsediyoruz. Bu bölgede bazı örneklerin yukarıda bahsettiğimiz gibi bir şekilde halk gösterileri ile patladığını veya patlama riskini taşıdığını görüyoruz. Ama bölgesel değişim, dönüşüm talebi ve bu bölgesel değişim, dönüşümün etkileri bu saydığımız ülkelerle sınırlı değildir. Bunlar bir anlamda değişim ve dönüşümün en fazla hissedildiği ve öne çıktığı örneklerdir. Ama daha derinlere gidildiği zaman; bu geniş coğrafyada yer alan farklı ülkelerin ister 
istemez bu değişim dalgasından etkilendiklerini ve buna cevaben tepki
verdiklerini görmekteyiz. Bu duruma Türkiye de dâhildir. Türkiye bu sistemin ve coğrafyanın bir parçasıdır. Ortadoğu’da olup bitenler sadece bizi güvenlik açıdan etkilemiyor. Siyasi, ekonomik ve sosyolojik açıdan da etkilemektedir. Biz bu coğrafyanın ve bu sistemin bir parçasıyız. 

Saydığımız örnekler dışındaki ülkelere de bakmak gerekmektedir. 

Bunlar; 

Ürdün, Fas. Bu ülkelerde görülen durum ise; her ne kadar hızlı bir dönüşüm olmasa da kısa vadede bir rejim değişikliği olmasa da ya da vatandaşlar taleplerini çok sert bir biçimde günlerce meydanları işgal ederek, yakıp yıkarak ifade etmeseler de bir şekilde hem bu ülkedeki insanların bir değişim talebi ile öne çıktığını hem de bu ülkelerdeki rejimlerin alttan alta az da olsa belli reformlar yapmak yolunda gittiklerini görüyoruz. Bu aynı şekilde Körfez’de de geçerli bir durumdur. Bugünkü geldiğimiz noktada görüyoruz ki; başta Suudi Arabistan olmak üzere farklı ülkelerin buna direndiğini görüyoruz. Bu sürece direnen bölgesel değişim ve dönüşüm sürecine direnmekle kalmayıp; engellemeye çalışan bir grup ülkeden de bahsedebiliriz. Bu ülkelerin de ister istemez bu süreçten etkilendiği bir vakadır. Ne yapıyorlar? Vatandaşlarına; bunlar biraz daha fazla para vermek durumunda hissediyorlar yâ da vatandaştan aldıkları vergilerin bazılarını almayarak onlara bir maddi rahatlama sağlamak zorunda kalıyorlar. Bazı örneklerde vatandaşlarına bazı siyasi haklar verdiklerini görüyoruz. Bu siyasi haklar; Meclislerin yetkisini arttırarak bu tam anlamda bizim bildiğimiz veya batı da bildiğimiz parlamento anlayışına varmıyor ama danışma meclisi olsa bile yavaş bu tür kurumların bu değişime direnen ülkelerde de çıktığını ve oluştuğunu, rejimlerin bir şekilde vatandaşların taleplerini
gidermek için bazı adımlar atmak zorunda kendilerini hissettiklerini görüyoruz. O açıdan bu Ortadoğu’daki değişim ve dönüşüm dediğimiz zaman sadece Libya, Musul, Mısır, Suriye, Tunus gibi öne çıkan örneklere değil çok öne çıkmayan örneklere bakmakta da fayda vardır. Çünkü bu değişim ve dönüşüm süreci köklü bir süreçtir. 

Bu kadar köklü bir süreç ile karşı karşıya isek bunun temel sebepleri nelerdir? Asıl sormamız gereken soru belki budur. Ne oluyor da bölgede bu kadar sınır olmasına rağmen Kuzey Afrika’dan körfeze kadar farklı ülkelerde insanlar eş zamanlı olarak( bu durum dünya tarihinde çok görülen bir olgu) belli talepleri dile getirerek, hayatlarını öne atarak öne çıkıyorlar? Mısır’daki veya Suriye’deki gösterilere bakılacak olursa 2011 yılı mart-nisan aylarında sokağa çıktığınız gün öldürülme şansınız yüksektir. Böyle kaç gün yaşanabilir ki? Buna rağmen insanlar sokağa çıkıyorsa demek ki onları oraya iten bir sebep var. Bunları anlamak önemli bir konudur. Bu sebepler nelerdir? Hangi sebeplerden ötürü bu kadar uzun süreli ve geniş bir coğrafyada farklı ülkelerde ki halklar sokağa çıkıp belli bir talebi ısrarla ve hayatlarını riske atarak savunuyorlar bu talebi 
dillendiriyorlar, bu kadar köklü, yapısal sebepler ne olabilir? Sebepleri anlamak için bir yelpazeye bakmamız gerekmektedir. Tek bir sebebe bakmamamız lazım. Sebeplerin içinde ekonomi, sosyal realite ve ayrıca siyasi sebepler bulunmakta dır. Bir defa ortaya çıktıktan sonra dalganın diğerlerine aktarılması ilk örneğin başarılı olmasının getirdiği literatürde “yansıma etki” diyebileceğimiz bir kavramı temsil eder. Sürdürülebilirlikte bir faktördürdür. Ama altta yatan her ülkenin kendine özgü koşulları bulunmaktadır. Ama bunların ortak benzeştiği bazı noktalar vardır. O bir yerden diğer yere nasıl sıçrıyor? Çünkü yaşanan sorunun benzeri diğer ülkede de yaşanıyor. Bizim yapısal özellikler diye bahsettiğimiz konu budur. Bunlar nelerdir? Siyasi açıdan baktığınız zaman; bu ülkelerin çoğunda uzun yıllar iktidarda kalan farklı rejimler vardır. Ama özünde uzun yıllar iktidarda ve farklı seslere müsaade etmiyorlar. Bu tek adam, tek aile, tek parti olabilir. Bunlar önemli değildir. Ya da bazı ülkelerde ordunun içinde olduğu bir yapı bulunmaktadır. Bunlar şu anlama gelmektedir; siyasal değişim talepleri farklı görüşleri siyasi süreçte de yansıtan mekanizmalar bu ülkelerde bulunmamak tadır. Siz o ülkeyi yöneten dar elitin bir parçası değil de dışarıdan biri iseniz bu sizin siyasi taleplerinizin sisteme yansımayacağı anlamına gelmektedir. Bu anlamda katılım eksiği vardır. Bu durumunda önde gelen sebeplerinden biri olduğu pek çok uzmanın üzerinde uzlaştığı bir konudur. Burada siyasi anlamda olmayan katılımcı var ve bu uzun yıllar böyle devam etmiştir. Sadece dar bir parti veya dar bir kitle değil pek çok örnekte tek bir kişiye tek bir lidere veya bu liderin etrafındaki aileye indirgenmiştir. Bunun geldiği anlam şudur; jenerasyonlar boyunca tek bir lideri görülmesi ve siyasi yozlaşmışlığın çok somut bir şekilde insanların gözünün önünde durması. 
Bir yanda sıradan insanlar gündelik ekonomik sorunlar ile uğraşırken diğer taraftan ise iktidarda olan kişinin ailesine bakıyorsunuz. Kişiye indirgeyip, düşmanlaştırdığınız zaman o aile erkanının harcamalarına bakıyorsunuz. Bu durum insanlarda uzun vadede ciddi bir tıkanmışlık ve alternatif görememe gibi bir ruh halini yansıtmaktadır. Mısır örneğine baktığımız zaman; Mübarek uzun yıllardır iktidarda olan bir liderdi. 

Kendisi iyice yaşlanmıştı ve yerine oğlunu getirmeye çalışıyordu. Halkın başka bir liderin gelme umudunu bu durumda yok ediyor. Böylece siyasi alanda bir tıkanmışlık; katılımcının olmamasını durumu ortaya çıkıyor. Ayrıca bu durumu ekonomik açıdan da değerlendirdiğimizde bu ülkelerin çoğunun nasıl ülkeler olduğu ortada. 

Arap dünyasına baktığımız zaman Ortadoğu’nun politik ekonomi dediğimiz bir durumu söz konusudur. Bu alanın bize söylediği; siyasi alanın çoğunun kökeninde bazı ekonomik sebepler vardır. Ekonomik ya da farklı şekilde yorumlandığı zaman ekonomik realiteler, ekonomik faktörler farklı siyasi sonuçları doğurmaktadır. Ortadoğu’da ekonomik açıdan bazı ülkelerin zengin olduğunu görüyoruz. Bunlar daha çok doğal kaynaklar ve özellikle de petrol, doğal gaz zengini ülkelerdir. Bazı ülkelerin ise; nispeten fakir olduklarını bazılarının daha da fakir olduğunu görüyoruz. 

Bunların doğal kaynağı yoktur ve bu ülkelerin çoğunun bu süreçten doğrudan etkilendiğini görüyoruz. Gerçekten Ortadoğu’daki ve Kuzey Afrika’daki değişim, dönüş süreci ve bundan etkilenen ülkelere bakıldığı zaman; doğrudan bu krizden etkilenenler nispeten fakir ülkelerdir. Yani; vatandaşın karnı görece olarak doyuyorsa siyasi sorunlar o kadar akut şekilde önümüze çıkmayabiliyor. Yani; petrol zengini ülkelere, Körfez’deki ülkelere baktığımız zaman orada da uzun yıllardır iktidarda olan bir lider veya aile görüyoruz. Oralarda da saltanat var. Suudlarda binlerce prens vardır. Bu prenslerin Fransa daki yazlıkları orada yaşadıkları sürece harcadıkları para Tunusluların yaptığı kadar değildir. 
Ama biz Suudi Arabistan’da benzeri bir etkiyi görmüyoruz. Çünkü o zenginlikle liderlerin, elitlerin nispeten vatandaşın beklentilerini satın alabilmesi gibi bir faktör vardır. Genellikle Arap Baharı’nın yaşandığı somut anlamda doğrudan etkilenen ülkelere baktığımız zaman Ortadoğu politik ekonomi sisteminden daha fakir olan doğal kaynak zengini olmayan ülkelerin birkaç istisnası vardır. Bu ülkelerin başında; Libya vardır. Libya’nın özelliği; Libya da çok bozuk bir gelir dağılımı vardır. Libya da parayı dağıtma noktasında Kaddafi akıllıca davranmıyor du. Bugün bile Libya’da ülkenin doğusu ve batısında ayrılma söz konusu. Libya da ayrıca bölgesel farklılıklar vardır. Petrol bir yerde çıkıyor, ülke başka bir yerden yönetiliyor. Orada çıkan petrol burada harcanıyor. Libya’daki sebepler biraz daha derindir. Ortada siyasi, ekonomik sebepler bulunmaktadır. Özellikle bazı uzmanlar küreselleşmenin etkisinden bahsetmektedir. 

Bu küreselleşme özellikle iktisat alanında uyarlandığında karşımıza neoliberal iktisat politikaları olarak ortaya çıkmaktadır. Yani; devletin ekonomideki rolünün küçültülmesi. Mısır, Tunus gibi ülkelere baktığımız zaman politik ekonomisi nispeten çoğunda hepsinde devletin süspansiyon sistemi var. Fiyatlar özellikle temel yaşam giderleri ya bedava ya da çok ucuza vatandaşa verilmektedir. Zengin bir petrol ülkesi iseniz bu bir sorun değildir. Bu durumu finanse edebilirsiniz.  Ama zengin bir ülke değilseniz bu sizin bütçeniz üzerinde bir yüktür. Mesela; Mısır bunu yapıyor ve bütçe açığında Amerika, Suudi Arabistan gibi ülkeler yardım ediyor. Ürdün vatandaşına ucuza petrol, ekmek, okul temel ihtiyaçlar veriyor. Ürdün’ ün bütçe açığını ise Suudi Arabistan ve Amerika kapatıyor. Sübvansiyona dayalı bir sistem vardır. 2001 yılındaki küresel 
siyasi kriz ama özellikle 2008 deki küresel ekonomik kriz ve bunun da öncesine gittiğimiz zaman uluslararası ilişkilerde neoliberal bir dalga vardır. 

  Devletlere diyor ki; vatandaşa bedava bir şey verme bütçeyi kıs. Yani Memurun maaşını kısın, temel giderlerin fiyatlarını yükseltin, vergiyi artırın. Bu ülkelerde aynı etkiyi yaşıyorlar ve ciddi anlamda devleti küçültme vatandaşa bedava verilenleri azaltma veya fiyatları arttırma gibi bir baskı söz konusu. Uzun yıllar boyunca pek çok uzmana göre bu durum Mısır’da Tunus’da ve hatta farklı ülkelerde mevcuttu. Hatta Libya’da eskiden Kaddafi çok rahat bir şekilde yurt dışına çocukları gönderip ceplerine 10.000 dolar koyabilirken bu zaman için de azalmıştır. 
Bu tür etkilerde önemlidir. Ortalama vatandaşın refahı süreç içinde aşağı doğru gidiyor. Peki, Afrika’da ki aç insan neden ayaklanmıyor? Ama sen böyle giderken beklentilerini 70’li 80’li yıllarda Libya petrol zengini olduğundan bütün dünyada Libyalılar zengin. Ama beklentiler aşağı gittiyse bu durumu sosyolojide; azalan beklentiler her zaman için bir kriz davetçisi şeklinde belirtilmektedir. 

Küreselleşmenin bir diğer yansıması olan iletişim değeri ve sosyal medya vardır. Bu süreçte sosyal medyanın yönü nasıl oldu? İlk aşamada farkındalık yarattı. Mevcut durumunu yaşıtlarınla kıyaslıyorsun senin beklentilerini belirleyen önemli bir sebep haline geliyor. Bu iletişimdir. Sadece internet değil. Gidiş geliş imkânları da bunu gösteriyor. Türkiye’de bile görülüyor. Mesela; uçakla seyahat ne kadar ucuzladı. İnsanlar kendisi gidemiyor ama Fransa da Avrupa da çalışan akrabaları var. İkincisi; olaylar başlayınca örgütlenme noktasında sosyal medyanın çok önemli çarpan etkisi rolü oynadığını gördük. Çok kısa sürede rejimlerin tepki verebilme kabiliyetinin önüne geçer şekilde göstericiler örgütlenebildi. 

Öte yandan yine sosyal medya bunu anlık şekilde dünyaya taşıdı. Bir ülkeden diğer ülkeye sıçramasında önemli rol oynadı. Pek çok uzmana göre Ortadoğu da yaşan son gelişmelerde sosyal medyanın rolü yüksektir. Yine sosyolojik olgu olarak bu süreçte kimlik siyasetinin, kimlik taleplerinin ön plana çıktığını söyleyebilir. Bunlar ne tür kimlikler olduğu önemli değildir. Etnik kimlik olabilir, mezhep kimliği (Şii – Sünni ayrımı), bazılarında Kürt-Arap’tır ya da bazılarında kadındır cinsiyette bir kimlik unsurudur. Ama kimlik temelinin bu süreçte öne çıktığını görüyoruz. 
Bu birinci faktör siyasi süreçle yakından ilgilidir. Farklı kimlik taleplerini mevcut siyasi sistemler kapsayıcı olmadıkları için bunları yansıtamadıkları ölçüde bu farklı kimliklere mensup pek çok kişi giderek sistemden yalıtılmış, dışlanmış bir şekilde öne çıktı ve yaşadığımız bu süreçte farklı kimlik gruplarının olduğunu bilmekteyiz. Mısır’da 2011 yılı başında Tahrir meydanına baktığımız zaman seküler, liberal, Hıristiyan, Müslüman insanlar görüyoruz. Ama Müslüman Kardeşler başlangıçta o kadar fazla yoktu. Müslüman kardeşler oyuna sonradan dâhil oldu. Yine Suriye’deki Tunus’daki gösterilere baktığımız zaman çok fazla farklı kesimlerden insanın sokağa döküldüğünü görüyoruz. Bu gösterileri bu 
sokak hareketlerini başarılı kılan temel sebeplerden birisiydi. Aynı anda birden fazla kesime dayanmaktaydı. Sadece bir kesime dayansaydı bu kadar çabuk sonuç alamazdı diyen pek çok uzman vardır. İşte bölgede yaşanmakta olan bölgedeki değişim dönüşüm sürecini anlamak için yapılması gereken şey; arka plandaki sosyal, ekonomik, siyasi, teknolojik pek çok sebebi bir arada incelemektir. 

Arap baharını veya bölgesel dönüşümü tetikleyen birisi yok mu? Bir senaryo yazıldı o mu oynanıyor? Ya da kendiliğinden ortaya çıkan bir gelişmeme mi? Türkiye’de de çok tartışılan bir konu. Bir senaryo yazıldı ve o senaryo oynanıyor denilmekte. Bana göre doğal bir süreç. Herkes bunu anladığı kadar politika geliştirip yönlendirmeye çalışmaktadır. Bu Türkiye, Amerika, İsrail için de geçerlidir. Yaptığımız bir görüşmede Amerikalılar arkasında siz mi varsınız? diye soruyor Türkler Amerika-lılara siz mi varsınız? diyor. İsrailliler Amerikalılara soruyor. Amerikalılar da Mısır ve Suriye’nin arkasında siz mi varsınız? diyorlar. Kimse bilmiyor. Bu doğal bir gelişme. Ama bunu anlamak anlamlandırmak 
açıklamak ve ona göre yönlendirmek gerekmektedir. 

2.Cİ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK,




****



17 Eylül 2016 Cumartesi

1979 yılı Muhtırası





 1979 yılı Muhtırası



1979 yılı muhtırası

Çare’yi Ordu bulacaktı: Önce muhtıra, Arkasından darbe!


 1979 yılı Muhtırası

Yıl 1979 Aralık ayının son günleri. Türkiye  darbenin arifesi olan bir muhtıra ile karşı karşıyaydı.
İsterseniz,canınız sıkılmazsa, Ogünleri yaşayan birinin kaleminden okumak isterseniz; buyurun, benim “Balans Ayarları/Cumhuriyet Döneminde Askeri Muhtıralar” adlı kitabımdan okuyunuz. (*)

Muhtıra arafesindeki 1979 yılına gidelim.

 Hayat pahalılığının altında ezilen halk yığınları 1979 yılının ilk günü, çektikleri yetmiyormuş gibi “zamlara merhaba” demek zorunda kaldılar…
 Yılın ikinci günü ise, sağ partilerin oklarına hedef olan emekli hava generali İrfan Özaydınlı içişleri bakanlığından istifa etti.Yerine polis eski şeflerinden Orhan Eyüpoğlu getirildi.10 gün sonra da adı ileride bir film yıldızı ile dedikodulara karışacak olan Hasan Fehmi Güneş getirildi. 15 gün içinde üç işleri bakanı gören Türkiye’de anarşi ve terörü önlemenin imkanı varmıydı?
 AP, hükümeti/CHP iktidardadır/ devirmek için “Kahramanmaraş olaylarını” gerekçe göstererek gensoru önergesi verdi fakat meclis bu gensoruyu sanki böyle bir olay olmamış gibi vurdum duymazlıkla reddetti.
 Terör, enflasyon ve istikrarsızlık ile boğuşan hiçbir hükümet başarılı olamıyordu… Adeta zoraki ayakta durabiliyordu !...

 Bu üç sorun Türk insanının kaderi olmuştu: yıllarca terör ve anarşi ile iç içe olacak ve alışacaktı…

 Eskiden “ Üç kutup ” diye adlandırılan, değişik görüşteki militanlar arasında çıkan çatışma olarak görülen terör; zamanla devletin güvenlik güçlerini hedef seçerken; bununla yetinmedi: giderek hedef tesbiti yapılmadan halk yığınlarının üzerine de yöneldi. Bu terör örgütlerinin “bireysel terör” den, “kitlesel terör” stratejisine dönüşümüydü? Kurtarılmış mahallelerin yerini, kurtarılmış kentler aldı. Özelikle MHP, CHP ve AP’li siyasileri hedef alan öldürme olayları tepelerden, il ve ilçe bazındaki parti yöneticilerine inmeye başladı: Akpazar’ın CHP’li belediye başkanı Fikri Üstündağ, MHP Manisa il başkanı eczacı Cemil Çöllü, İstanbul’un eski polis şeflerinden Ilgaz Aykutlu, Adıyaman MHP il başkanı, Kars AP il başkanı,Uşak MHP il başkanı, Adana emniyet müdürü Cevat Yurdakul, Siyasal Bilgiler Fakültesi dekanı Ümit Doğanay, gazetecilerden Abdi İpekçi ve İlhan E.Darendelioğlu, prof.C.O. Tütengil teröre kurban gittiler.. .İdeolojik bazlarda sivri uç olmayan, bilakis denge adamı olarak kabul edilen Abdi İpekçi’nin öldürülmesi Türkiyede fırtınalar kopardı. Sol kesim adres olarak MHP ve ülkücüleri gösterdi. İpekçi’nin katili olarak yakalanan M.Ali Ağca “İpekçiyi düzeni savunduğu için öldürdüm.” diyordu. Sol basın tarafından,Ağca’nın ülkücü kesim ile ilişkileri sergileniyordu… Bu tür cinayetler sağ ve sol partiler ile derneklerin, örgütler’in “öc alma” duygularını alevlendiriyor; bir cinayetin ardından hemen misilleme yapılıyor, daha çok kan dökülüyordu… Gazeteler adeta tiraj raporu verir gibi terör raporu yayınlıyorlardı… Güneydoğu bölgesinde sol örgütlerin yanı sıra “apo’cular/ daha sonra PKK’lı diye anılacak” bir terör örgütü de cinayetleriyle varlığını duyurmaya başladı. Bunların hedef kitlesi daha çok güvenlik güçleri elemanlarıydı. Türkiye’nin doğusunda ve güneydoğusunda “bağımsız bir kürdistan” savaşımı için “kürt milliyetçiliği” tez’i ile ortaya çıkmışlardı. Apo’cuların lideri Abdullah Öcalan/Apo’nun; eski bir Mit mensubunun damadı olduğu, devlet tarafından burs ile okutulmuş eski  solcu görüşlü bir öğrenci olduğu ortaya çıkıyordu.

 Bazı il ve ilçelerde karanlığının basmasıyla birlikte sokaklar boşalıyor ve insanlar tanımadıklarına evlerinin kapılarını açmıyorlardı.

 Ermeni terör örgütü ASALA’da temsilciliklerimize karşı eylemlerini sürdürüyor, elçilik mensuplarını öldürmeye devam ediyorlardı…

 Ticaret dünyamız bitkisel hayata girmişti: akaryakıt yokluğu yıllar öncesini hatırlatırcasına karne ile verilmeye başlanmıştı. Çiftçiler traktörleri ile şehirlerarası yolları kesiyor, şehirlerarası ulaşımlar da mazot ve benzin yokluğundan yapılamıyordu “Ezeli ve Ebedi düşman” diye adlandırılan Yunanlılardan bile petrol istenmiş; “yok!” cevabı alınmıştı. İlaç ve gerekli malzeme yokluğundan hastaneler ameliyat yapamıyorlardı… İlaç, yağ, petrol, ampul ve yedek parçalar karaborsaya düşmüştü… Gazeteler; havalanlarında pist lambasının ampulü bulunamadığı için uçakların Yeşilköy ve diğer havalanlarına iniş-kalkış yapmadığını yazıyorlardı !...

 Ecevit’in bir günde bağımsız yaparak hükümet kurduğu bakanlardan altısı hükümete bir uyarı mektubu vererek “hükümetin aşırı uçlara aman vermemesini ve teröre acil çözümler getirmesini” istediler. Sanki kendileri başka bir hükümetin üyesiymiş veya muhalefet partisi temsilcileriymiş gibi!...

 Gelen fırtınayı ürkerek seyreden cumhurbaşkanı Fahri Korutürkkendisine güven duyulmadığı inancını hissettiği”ni belirterek güvenoylaması istedi. Korutürk’ün bu talebi bir hassasiyetten mi kaynaklanıyordu, yoksa ayak sesleri duyulan bir darbeye muhatap olacak bir cumhurbaşkanı olmak mı istemiyormuydu ? İkisi de olabilir: AP lideriDemirel’in “Çankaya/ cumhurbaşkanını kastediyor/ tarafsızlığını yitirmiştir.” Sözü, biraz da askerleri tanıma  deneyi ve içgüdüyle bu davranış içine girmiş olabilir…
 Cumhurbaşkanı Korutürk istifa etmedi ama hükümette çatırdılar başladı: önce bir “uçkur” meselesinden dolayı içişleri bakanı H.Fehmi Güneş, 16 Ekim de de başbakan Ecevit istifa ettiler.

 Tahtaravallinin öteki ucu havaya kalkarken Demirel’in fötör’ü yekseliyordu. Diğer uçta oturan Ecevit’in altındaki koltuk da yere yapıştı: başbakanlık  Demirel’e verildi

 Demirel, MSP ve MHP’nin dışarıdan desteğini alarak 12 Kasım günü hükümetini kurdu.


 ***

 Terör örgütleri yeni bir alan daha keşfetmişlerdi: sömürü düzeninin kasası olarak kabul ettikleri bankaları soymaya başladılar: Öyle ya, bankaları; kan emen kapitalistler soyacağına/ daha o zamanlar banka sahipleri bankalarını soymaya başlamamışlardı/, bu düzene karşı olan sol örgütlerdevrim için soymalıydı… Adam kaçırmalar, öldürmeler ve bombalamalar alabildiğine hızlandı… Ege bölgesinin birçok yerinde başlayan orman yangınları da organize bir hareketin damgasını taşıyordu; Eylül ayı geldiğinde; tamı tamına 120 yerde orman yangını çıkmıştı. Ekim ayında da Kuşadasında 600 dekarlık orman kül oldu. Bu arada Atatürk’ün yat olarak kullandığı Savarona okul gemisiİzmirde Tariş iplik fabrikasıda bu yangınlardan nasiplerini aldılar. Hatay’da bir ailenin sekiz ferdi üzerlerine benzin dökülerek yakıldılar; bunların fotğrafları gazetelerde yayınlandığında, cinnet geçiren bir toplumun ürünleri hüzünle seyrediliyordu…
 Kim tarafından mı ?
 Türkiyede yaşayan herkes tarafından!
 Yönetilenler,yönetenler ve askerler tarafından!
   Yılın son günleri geldiğinde Kahramanmaraş olaylarının yıldönümü dolayısıyla TÖB-DER/Solcu Öğretmenlerin kurduğu dernek/ tarafından yurdun her tarafında başlatılan protesto gösterileri ve öğretmen direnişleri yüzünden birçok okullarda derslere girilmiyor, DİSK’in de destek vermesiyle fabrikalar da da kısa bir süreli işi durdurma eylemleri başlatıldı. Öğretmen ve işçi eylemlerine/ gerçi bu iki kesim de sol tandanslıydı/  sol örgütler de katılınca; eylemciler ile güvenlik güçleri arasında meydan savaşları oluyordu… Ankara ve İstanbul’da /askerlere göre / iç savaşın provaları yapılıyordu… İzmir, Bursa, Antalya , Adana… tüm kentler kaynıyordu… Antakya’da fırınlar açılmadığından halk fırınların kapılarını kırarak kendi ekmeklerini kendileri pişirmeye başlamıştı!
 21 Aralık günü Brüksel’den dönen Genelkurmay Başkanı orgeneralKenan Evren, siyasılerin ve gazetecilerin gözlerinden uzakta, 1 nci ordu komutanlığı karargahında ki bir toplantıya /ayağının tozuyla/ başkanlık etti. Toplantıya kuvvet komutanları,ordu komutanları ve Harb okulu komutanı katıldılar. Evren paşa “tepedeki askerlerin” ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu: “yaşanılan bu ortamdan Türkiye’yi nasıl kurtarabiliriz ? ” sorusuna cevap arıyordu…
 Herkes fikrini söyledi:genel düşünce; “…bu safhada 27 Mayıs gibi bir müdahalenin doğru olmayacağı, parlemento’nun, siyasi partilerin ve diğer bütün anayasal kuruluşların birlik ve beraberlik içinde olmaları ve terörün önlenmesi hususunda her kuruluşun üzerine düşen görevi yerine getirmesi için bir uyarıda bulunulmasının uygun olacağı üzerinde hemen hemen fikir birliğine varıldı



MUHTIRA / MEKTUP HAZIRLANIYOR…


Ankaraya dönen Evren paşa , 24 aralık günü bu kez de kuvvet komutanları, jandarma ve donanma komutanlarını çağırdı: genelkurmayda yapılan toplantıda durum yeniden gözden geçirilerek, hazırlanacak mektup/ muhtıra üzerinde çalışma için start verildi.
 26 Aralık günü de genelkurmay ikinci başkanının da katıldığı bir toplantı daha yapıldı: bu toplantıda hazırlanan mektup/muhtıra müsveddesi üzerinde görüşler alındı. Genelkurmay Başkanı Evren, “mektubun muhatabının mevcut veya muayyen/ belirli bilinen/ partilerin veya kuruluşların olmaması, bütün siyasi partilere, anayasal kuruluşlara hitap etmesi” (7) üzerinde hassasiyet gösteriyordu. Paşa’ya göre “…aşağı yukarı bir aydan fazla bir zamandır iktidarda olan hükümeti sorumlu tutmak elbette mümkün değildi.”
 Son toplantıda muhtıranın/ mektubun radyodan okunmasının da doğru olmayacağını uygun gördüler. Muhatap olarak da Cumhurbaşkanı Korutürk’e verilmesi üzerinde mutabık/ düşünce birliği/ kalındı.
 27 Aralık 1979 sabahı Evren paşa’nın başkanlığında toplanan komutanlar hazırlanan uyarı mektubunu/ muhtırayı imzaladılar. Birbirlerine “hayırlı, uğurlu olsun!” dedikten sonra, herkes rahatladı. Kenan paşamuhtıracı/ mektupçu arkadaşlarına dönerek “bu mektubun bir yarar sağlayacağı inincında değilim Göreceksiniz, hiçbirşey değişmeyecektir. Ama biz bu görevimizi de yerine getirelim ki ileride tarih bizi bu yönden tenkit etmesin!” dedi.  
 Kenan paşa’nın bu sözleri, işin muhtıra ile sınırlı kalmayacağı, arkasından bir darbe’nin/ ihtilalin geleceği fikri’nin kafasına yerleştiği düşüncesini öne çıkarıyor. Kısacası, Paşa kararını vermişti bile.
 Mektubun/muhtıranın Perşembe günleri yapılan “mutad görüşme” çerçevesinde verilmesinin uygun olacağı kabul edildiğinden 27 Aralık Perşembe günü saat 17.00 de Genelkurmay Başkanı Evren elindeki iki mektupla Çankaya köşküne çıktı. Muhtıracılardan başka kimse, genelkurmay başkanının mektubu götürdüğünden haberdar değildi. Kamuoyu bu görüşmenin; cumhurbaşkanı ile yapılan olağan görüşme/mutad görüşme olduğunu sanıyordu.
 Peki, Milli İstihbarat Teşkilatı/ MİT’in bu mektup’dan haberi varmıydı? Belki vardı, belki yoktu; bağlı bulunduğu başbakanına bilgi vermedikten sonra ne fark ederdi ki ?
 İstihbarat birimleri Mit, polis istihbarat, hiçbiri ihtilal veya muhtıra girişimini bugüne kadar başbakana veyahut siyasi iradeye haber vermemiştiki; bugün de haber versinler.
 Verseydi; gidişat değişirmiydi ?
 Demokrat Parti döneminde verilmişti de ne olmuştu? Değişen bir şey olmadığı gibi, bunu ihbar edenin de burnundan fitil fitil getirmişlerdi.
 Demirel’e göre ise “çok şey değişir” miş !...
 Siyasi irade, ordunun ihtilal yapacağına bir türlü inanamamıştı: ta ki, düdük çalınıp, parlamento tatil edilinceye kadar!
 Asker kökenli olmasına rağmen Cumhurbaşkanı Korutürk’ün de muhtıra eline verilinceye kadar, hazırlanışından haberi olamamıştı !

 ***

 Genelkurmay Başkanı Kenan Evren, Cumhurbaşkanı’nın karşısındaki koltuğa saygılı vaziyette oturdu. Nezaket konuşmalarından, hal hatır sormadan sonra; Cumhurbaşkanı Korutürk “Yurtdışı gezisindeydiniz… yurt içinde de geziyorsunuz, izlenimleriniz nedir ?” diye sorunca, Evren paşa’nın beklediği fırsat doğmuştu: fırsatı kaçırmadı; “sayın cumhurbaşkanım, geçtiğimiz haftalar içinde yurtiçi gezilerimde, ordu komutanlığına kadar her kademedeki subaylarla konuştum: durumdan, ne kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok! Yaptığımız görüşmeleri hülasa ederek bir mektup kaleme aldık. Size vermeyi uygun bulduk!” diyerek getirdiği mektubu cumhurbaşkanı’na verdi. Verirken de “bu mektubu vermek için çok düşündüğümüzü Türkiyenin ikidebir böyle durumlarla karşılaşmasını hiç arzu etmediğimizi, ancak yurt sathında yaptığım gezilerde, denetlemelerde silahlı kuvvetlerin komuta kademesindekilerin çok rahatsız olduklarını, hatta derhal yönetime el konulmasını düşünenlerinde bulunduğunu, silahlı kuvvetlerdeki subayların da büyük çoğunluğunun tedirgenlik içinde bulunduğunu bildiğimden büyük garnizonlardaki denetlemelerimden veya plan tatbikatlarından sonra subaylara hitab ederek, onlara Türkiyenin içinde bulunduğu durumdan kurtulması için her türlü çaba’nın sarf edildiğini, kendilerinin eğitimleriyle meşgul olmalarını, birlik ve beraberliklerini kaybetmemelerini söylediğimi, çeşitli mektuplar aldığımızı, hatta bunlardan birçoğunun hakaretamiz bir lisanla yazıldığını, 27 Mayıs gibi alttan gelecek bir hareketten çekindiğimizi, Milli Güvenlik Kurulu’nda çekinmeden düşüncelerimizi ve alınması gereken tedbirleri acı acı dile getirdiğimizi, bu mektubu vermeseydik vazifemizi yapmamış olacağımızı, o takdirde daha kötü durumlarla karşılaşmamızın mukadder olduğunu söyledim.” diye anlatıyor o günüEvren paşa ! (
 Sonra ilave eder “ Bu mektubun doğrudan doğruya radyodan okunmasını da düşündük, fakat zat-ı alinize vermeyi daha uygun bulduk. O’nun için size takdim ediyorum.”

 Cumhurbaşkanı şaşkındır, biraz da gayrimemnun!

 İyi ki bana getirdiniz. Eğer radyodan okumuş olsaydınız, ben bu makamı bırakır, giderdim.” dedi. Burukluğunu da belirtmeden geri kalmadı.
 Mektubu okuduktan sonra, takriben bir saat’a yakın baş başa konuştular: neler konuştuklarını bilinmiyor. Kenan Evren’de anılarında bir şeyler yazmamış. Görüşme sonunda Evren paşa kalkarken, Cumhurbaşkanı Korutürk “yarın başbakan ile ana muhalefet partisinin genel başkanını çağırıp görüşeceğim. Kendilerine bu mektubu vereceğim. Zaten yarın saat 11.00 de başbakan mutad haftalık görüşmeye gelecek. Öğlenden sonra da Ecevit’i çağıracağım. Diyalog kurmalarını isteyeceğim.” diyerek mektubun akibeti hakkında da güvence vermek lüzumunu hissetti.
 Genelkurmay başkanı Evren de “esasen bizim düşündüğümüz bu iki partinin / AP ve CHP kastediliyor/ bir araya gelerek koalisyon kurmalarıdır. Diğer bütün koalisyonlar denendi. Hiç birisinden bir netice çıkmadı. Şimdiki hükümetin dışarıdan sağlanacak destekle büyük işler başarmasının mümkün olmadığını, Erbakan’a hiçbir zaman güvenilmeyeceğini, en büyük bu iki partinin bir araya gelemesini bütün aklı başında olanların arzuladığını başka türlü çıkış yolu görmediğimizi, İtalyadaki terör olaylarında sağdaki iktidar partisiyle komünist partinin terörü önleme konusunda işbirliği yaptığını, bizde de pekala, buna benzer bir işbirliğinin yapılabileceğini ifade ettim” diyor, Kenan paşa yine kendi yazdıklarında. “Büyük bir yükten kurtulmuştum. Bu mektubun bir yarar sağlamayacağı ve işlerin düzeleceği inancında değildim. Bu inancımı her zaman kuvvet kumandanı arkadaşlarıma da ifade ettim. Onlar da düşünceme katılırlardı. Zira meclisteki partiler o hale gelmişlerdi ki, en mantıki ve anlaşma sağlanabilecek konularda bile anlaşamayan bu partilerin şimdi bu mektupla anlaşmaları elbette mümkün değildi. Fakat yine de içimde bir ümit yok değildi. Olur ya bir müdahale korkusu ile belki anlaşabilirler diye düşünüyor” du.
 Sayın Cumhurbaşkanım” diye başlıyordu mektup ve 27.12.1979 tarihini taşıyordu, mektubun geri kalan kısmını okumaya başladı cumhurbaşkanı:“ Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliği nin temini için; anarşi ve terör ve bölücülüğe karşı parlementer demokratik rejim içerisinde Anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görülmektedir.
 Milli Güvenlik Kurulu’nun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülmediği yüksek malumlarıdır.
 Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutanı seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde, suretle bir sonuca ulaşmak için gerekli tedbirlerin müştereken tesbiti ile Tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi.

 Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zat-ı alilerine sunuyorum.
 Gereğini yüksek takdirlerine arzederim.


 Saygılarımla
 Kenan evren
 Orgeneral
 Genel Kurmay Başkanı

 Bu mektuba iliştirilmiş “Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşü” nü aksettiren bir ikinci mektup daha vardı: ikinci mektup ise şöyleydi; “Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için, Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu Anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahraman Maraş olaylarının yıldönümünde, henüz ilk ve orta öğretim çağındaki evlatlarımızın örtülü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir.
 Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak, istiklal marşımızın yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır.
 İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurulması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşun biribirine düşman kamplara ayrılmasına neden olmaktadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri, ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı gruplara tavizler veren ve kısır çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarını sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir.
 Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İşte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar.
 Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin yüce meclisimizde en kısa zamanda kararlaştırılması içinde hayati bir önem taşımaktadır.
 Diğer yandan meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konularını müzakere için bugüne kadar gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir.
 Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ilkeler etrafında toplanmanın, iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apacık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar siyasi partilerimiz’in de görevleri arasındadır.
 Türk Silahlı Kuvvetleri iç hizmet yasası ve kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin, biran önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.



 Kenan Evren                          Nurettin Ersin                              Bülent Ulusu
 Orgeneral                               Orgeneral                                    Oramiral
 Genelkurmay Bşk.                 Kara Kuvvetleri K.                      Deniz Kuvvetleri K.



 Tahsin Şahinkaya                                                    Sedat Celasun
 Orgeneral                                                                 Orgeneral
 Hava Kuvvetleri K                                                    Jandarma Genel K. “


 Cumhurbaşkanı Korutürk mektubu okuduktan sonra “maksatlarını” öğrenmek istedi:

 “ Peki ne yapmayı düşünüyorsunuz ?”

 Kenan paşa düşünmeden cevap verdi: hazırlıklıydı, ama cumhurbaşkanını da ürkütmeden yanlarına almalıydı.
 “ Eğer bunlar doğru yol’u bulamaz iseler, Meclisi feshetmek ve başka bir yolu denemek gerekebilir. Bizim bu uyarıyı yapmaktan başka çaremiz yok! ” Son toplantıdaki ve emekli komutanların verdikleri havayı da yanıstamıyı, söylediklerini güçlendirici bir kanıtı olarak anlatmayı uygun gördü: “… MGK’nın eskileri yumruğunu vurma önerisinde bulundular, Ancak, ben anayasa dışına çıkmam, dedim” diyor.

 Cumhurbaşkanına “demokrat” gözükmeye çalışan Kenan Evren ilk önce kendisi masaya yumruğu vuracak ve düdüğü çaldırtacak, demokrasiyi kesintiye uğratacaktı.

 Peki olayların sorumlusu kimdi ? Asker mi ? Yoksa bu koşulları yaratanlar mı ? Ya da tepkilerini dedikodu kültüründen öteye ta+5ya0ayan   bir toplum mu ?



..