24 Ekim 2016 Pazartesi

LİBYA'DA.., DÜNYA DA.., NASIL ALDATILDI?


LİBYA'DA..,  DÜNYA DA..,  NASIL ALDATILDI?

  Enis Akdağ 
  10/06/13 Pzt 

 Libya’daki Kaddafi rejiminin bütün dünyanın gözü önünde oldubittiye getirilerek devrilmesi ve kendisinin linç edilerek yaşamına son verilmesinin yankıları devam ediyor. Devam edecek gibi de görünüyor. 
Bu tartışmalar içerisinde “Kaddafi neden devrildi?” sorusuna aranan cevap neredeyse ortak tek kanaat olarak Libya’nın petrolü olduğu şeklinde. Ancak daha önce söylediğimiz üzere Rango’nun suyu takip ettiği gibi parayı takip ettiyseniz çok daha önemli bir şey bulacaksınız. Bunun için de Google Alert’inizi “Libya Central Bank” yani Libya Merkez Bankası olarak kurmanız yeterli. Hatta aynı kurguyu “Syria Central Bank” ve “ Iran Central Bank ” gibi hedefteki ülkeler üzerinde kurarsanız önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak olayları daha iyi anlamanızı sağlayacaktır.
Arapların yalancı baharı diyerek daha önce de sorguladığımız süreçte batılıların olaylara nasıl müdahil olduğunu analiz etmiştik. Libya olaylarında bunun şansa bırakılmadığı ve isyancıların “ Bypass ” edilerek işin tamamlanmasının bizzat NATO ve BM kuvvetlerince gerçekleştirildiğini biliyoruz. Soros gibi finansörlerin isyancılara yaptığı eğitim, finansman, lojistik ve silah yardımlarının en üst düzeyde gerçekleştirildiğini daha önce ifade etmiştik.
 Libya’da petrolden daha önemli olan şey ne?
Batılı ülkelerin bu denli hırsla işe sarılmalarının ana nedeninin petrol olduğuna inanılmakta. Ancak borca dayalı para sistemi (BDPS) dediğimiz küresel finans sisteminin çöküşünü ve uluslararası bankacıların krizden çıkış arayışlarını takip edenler olarak böyle düşünmüyoruz.
Dünya’da Merkez Bankacılığı temelli uluslararası bankacılığın egemen olmadığı 7 önemli ülke vardı. Bunlar Afganistan, Irak, İran, Kuzey Kore, Sudan, Küba ve Libya. Afganistan ve Irak gitti. En son Libya da gitti denilebilir ki yazının asıl konusu ve düşüncemize göre Kaddafi rejiminin süratle halledilmesinin sebebi de budur. 8 ay süratli, çünkü yazımızda anlatıldığı üzere Kaddafi gibi birisinin rejiminin içeriden yıkılması belki imkânsız olmasa bile çok zordu.Yeniden ifade edersek Libya olaylarının arkasında petrolden çok daha önemli şeyler vardı. Neden daha önce yapılmayıp bu işin aceleyle gerçekleştirildiğini izah edebilecek bir şey olmalı. Bunların en başında Saddam’ın devrildiği günlerden önce yapmaya çalıştıkları akla geliyor.
O günlerde Saddam petrol satarken diğer ülkelerden ABD doları yerine Avro istemişti. Sonraki süreci hatırlıyorsunuz. Irak işgalinde ilk yağmalanan Irak Merkez Bankası olmuştu. ABD daha sonra bilgisayar donanımlarına ve tefrişatına varıncaya kadar Irak Merkez Bankasını yeniden kurmuştu. Gelişen süreçler neticesi Irak’ın yeni hali malum. Artık küresel bankacılık sistemine eklemlenmiş durumda.Kaddafi ise daha ileri gidip tüm Afrika’da altın dinar temelli yeni bir ortak para birimine geçme planını uygulamaya kalkıştı. Onun yaptığı ABD dolarının ömrünün sayılı olduğunun sıkça söylendiği şu dönemde affedilemeyecek bir hataydı.Bahsettiğimiz gruptan Ellen Brown başta olmak üzere para sistemiyle ilgilenen pek çok yazar çarpıcı tespitlerde bulundular. Biz de attığımız twitlerde okurların parayı takip etmelerini söyledik.
Tespitlerden en ilginci Libya’daki isyancı grupların daha isyanların başladığı ilk günlerde henüz hükümet olmamalarına rağmen Merkez Bankası kurmaya fırsat bulmalarıydı. Bunu Robert Wenzel “Economic Policy” dergisinde şöyle ifade etmekteydi.Daha hareketin ilk haftalarında isyancı bir grup tarafından Merkez Bankasının kurulduğunu ilk defa duydum. Bu, karşımızda sıradan bir isyancı grubunun değil de çok karmaşık ve organize önemli etkiler olduğunun kanıtıdır.”
Wenzel’e göre bu, isyancı muhalifleri Guinness rekorlar kitabına sokacak kadar önemli bir şeydi. Hakikaten dünyanın neresinde görülmüş isyancı bir hareketin Merkez Bankası kurduğu? Libya gibi bir ülkede hele Merkez Bankası yaklaşımının diğer ülkelerden farklı olduğu ve para basmanın devletçe yapıldığı Libya gibi bir yerde bu isyancılar “know-how”ı nasıl elde etmişlerdi?
Diğer önemli tespit ise Yeni Amerikan gazetesindeki Alex Newman’a ait.
“İsyancılar geçen hafta yayımladıkları bir açıklamayla 19 Mart'ta düzenledikleri bir toplantının sonuçlarını bildirdiler. Alelade oldukları zannedilen bu devrimciler diğer şeyler arasında Bingazi Merkez Bankasının kurulduğunu, bu bankanın para politikaları kapsamında yetkili parasal otorite olarak belirlendiğini ve Libya Merkez bankasına bir valinin atanarak bu süre içerisinde geçici bir merkezin Bingazi’de olacağını anons ettiler.
 Newman yazısında CNBC kıdemli editörü John Carney’in sormuş olduğu şu soruyu hatırlatmakta:
"Devrimci bir grubun siyasi güç kavgasının ilk başlarında bir Merkez Bankasını kurması görülmüş bir hadise midir? Bu kesinlikle çağımızda merkez bankacılarının nasıl olağanüstü bir güç haline geldiklerinin göstergesidir.”
Diğer bir anormallik ise Libya’ya karşı silah kullanmak için yapılan resmi gerekçeyi içermektedir. Gerekçe insan hakları ihlalleri üzerine ancak kanıtlar çelişkilerle doludur. Hatta Fox News internet sitesinde 28 Şubat tarihinde yayınlanan bir makaleye göre:
“Birleşmiş Milletler, protesçuları sindirmeye çalışan Libya lideri Muammer el-Kaddafi’yi kınamak üzere hararetli çalışmalar sürdürürken, Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları konseyi Libya'nın insan hakları sicili için övgü dolu geniş bir raporu kabul ediyor.
Bu rapor, Libya’ya insan haklarının "öncelik" haline gelmesini ve "anayasal" çerçevede iyileştirilmesini ve eğitim fırsatlarının geliştirilmesini tavsiye etmektedir. İran, Venezüella, Kuzey Kore, Suudi Arabistan ve aynı zamanda Kanada da dâhil olmak üzere bir çok ülke, vatandaşlarına tanınan yasal korumalar için Libya’ya olumlu notlar verirken şimdi aynı vatandaşlar rejime karşı kanlı şekilde mücadele ediyorlar.”
Brown’a göre de, Kaddafi'nin kişisel suçları hakkında ne söylenebilirse söylensin, Libya halkının gelişen bir toplum olduğu görünmekte. Örnek olarak da Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya sağlık profesyonellerinden oluşan bir heyetin, Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ve Başbakan Vladimir Putin’e yazdıkları bir itirazda Libya hayatı ile tanışmalarının ardından, sadece birkaç ulusun böylesine konfor hayatı içinde yaşadığı kanısına vardıklarını ifade etmeleri.
Libyalılar ücretsiz tedavi hakkına sahipler ve hastaneleri dünyanın en iyi tıbbi ekipmanını sağlıyorlar. Libya'da eğitim ücretsizdir ve yetenekli gençler devlet burslusu olarak yurtdışında eğitim imkânına sahiptirler. Evlenirken genç çiftler 60.000 Libya dinarı (yaklaşık olarak 50.000 dolar) mali yardım alabilirler. 
İnsanlara faizsiz devlet kredileri verilmekte olup pratikte süre kısıtlaması yoktur bu kredilerin. Hükümet sübvansiyonları nedeniyle otomobillerin fiyatı, Avrupa'dan çok daha düşük olup, her aile için uygun fiyatlıdır. Benzinin litresi ve ekmek bir kuruştur ve tarımla uğraşanlar için vergi maliyeti yoktur. Libya halkı sakin ve huzurludurlar, içmeye meyilli değildirler ve çok dindarlardır.”
Onlar, uluslararası toplumun rejime karşı mücadele ile ilgili yanlış bilgilendirilmiş olduğunu ileri sürerek. "Söyleyin bize, böyle bir rejimi kim istemez ki? " diyorlar.
Bu sadece bir propagandadan ibaret olsa bile, inkâr edilemeyen gerçek şudur: Libya hükümetinin en azından pek çok popüler başarısı bulunmaktadır.
Kaddafi, NATO uçaklarının isyanlar sırasında bombaladığı Büyük İnsan yapımı Nehir (Great Man-Made River) projesi ile insanlık tarihinin en pahalı ve en büyük sulama projesini gerçekleştirerek çöle su getirdi, tam 33 milyar ABD doları harcayarak. Su Libya’da petrolden bile fazla hayati önem taşımaktadır. Bu proje Libyalılara göre dünyanın sekizinci harikası olarak adlandırılmaktadır.
Sadece Türkiye’nin oradaki yatırımlarının bile 25 milyar ABD doları olduğunu düşününüz. Bütün bunlara rağmen ülkenin yurt dışı borcu olmamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Parayı borç olarak almıyor devlet gerektiğinde üretiyordu. Zaten Libya’daki enflasyon grafiğine baktığımızda klasik ekonomik modellerle örtüşmediği hemen anlaşılıyor. 
Büyük İnsan Yapımı Nehrin nüfusun %70’inin içme ve sulama ihtiyacını karşıladığını bunu gerçekleştirmek için suyun Libya’nın güneyindeki dev yer altı su havzası sisteminden 4000 kilometre boyunca pompalandığını biliyoruz. Bu da projenin büyüklüğünü göstermektedir. En azından önemli bir şey yapılmış demektir.
Libya üzerine yapılan saldırıların tek nedeninin petrol olduğu suçlamasına gelince Brown bunu sorunlu buluyor ki buna katılmamak elde değil.
Zira Libya tüm dünyada üretilen petrolün sadece %2 civarında olan kısmını üretiyor. Libya petrolü piyasadan yok olsa bile Suudi Arabistan tek başına bu miktarı yedekleyecek miktara sahip.
Ellen soruyor: “Eğer her şey petrol içinse neden Merkez Bankası’nda acele edildi?”
Diğer 2007 kaynaklı nette dolaşan bir bilgi ise ABD Generali Wesley Clark ile yapılan “Democracy Now” mülakatı. Clark mülakatta, 11 Eylül 2001’den 10 gün sonra kendisine Irak ile savaşa girileceğinin söylendiğini ifade ediyor. Clark şaşırarak nedenini sorduğunda “Bilmiyorum. Tahminime göre başka ne yapacaklarını bilmiyorlar.” Cevabını alıyor. Daha sonra aynı generalin kendisine 5 yılda 7 ülkeyi almayı planladıklarını söylüyor. Beş yılda alınacak bu 7 ülke: Irak, Suriye, Lübnan, Libya, Somali, Sudan ve Iran.
Ellen, bu ülkelerin ortak özelliğinin Merkez Bankalarının Bankası denilen BIS (Bank for International Settlements) altında listelenen 56 üye arasında yer almamaları olduğunu belirtiyor. Üye olmadıklarından İsviçre merkezli BIS tarafından para piyasalarını kontrol imkânı bulunmuyor.
Bu ülkelerin en önemli diğer özelliği Ellen’in gözünden kaçmış olmalı ama bizce çok önemli: Bu listedeki ülkelerin hepsi aynı zamanda İsrail’in sıfır güven sorunu için halledilmesi gerekenler. Nasıl olsa borç yoluyla köleleştirilen bir ülke nasıl olsa yerinden kıpırdayamaz.
Bu grubun içinde en aykırı ve karşı çıkanlar Libya ile Irak. Her ikisi de böylece halledilmiş oldu.
Examiner.com’da yazan Kenneth Schortgen ABD’nin Libya’ya saldırısının arkasındaki gerçek niyetin Libya Merkez Bankasını ele geçirmek olduğunu yazmakta. Aynı yazar şunları ilave etmekte: "ABD Saddam Hüseyin’i devirmek için Irak’a girmeden 6 ay önce bu petrol ülkesi petrol satarken dolar yerine avro kullanmak için adım attı. Bu bütün dünyayı küresel rezerv para birimi olarak domine eden dolar için tehdit anlamına gelmekteydi.”
Rusya’daki “Libya’nın bombalanması - ABD dolarını reddetmesi nedeniyle cezalandırılan Kaddafi” başlıklı bir makalede benzer görüşler dile getirilmekte. Kaddafi’nin cesur bir adım attığını ve dolar ile avroyu reddederek Arap ve Afrika ülkelerine yeni para birimi olarak altın dinar hareketini başlattığını ifade eden yazıda devamla Kaddafi’nin birleşik bir Afrika Kıtası içinde 200 milyon insanın kullanacağı ortak bir para birimi oluşturmayı önerdiği belirtilmekte.
Kaddafi’nin fikir babası olduğu tek Afrika para birimi, tek askeri güç ve tek pasaport fikri pek çok Arap ve Afrika ülkesi tarafından kabul edildi. Tek karşı çıkan ise Güney Afrika Cumhuriyeti ve Arap Devletler Ligi başkanı idi. Bu çalışmaya ABD ve Avrupa Birliği tarafından şiddetle karşı çıkıldı. Hatta Fransa Devlet Başkanı Nicolas Sarkozy Libya’yı küresel finans sisteminin güvenliğine karşı bir tehdit olarak değerlendirdi.
Kaddafi aldırış etmedi, Birleşik Afrika’nın ve ortak para biriminin kurulması çalışmalarına devam etti. Bu bizi Libya Merkez Bankası bilmecesinin çözülmesine itmektedir. Market Oracle altında yazdığı “KÜRESEL HEDEF: Libya Merkez Bankası %100 Devlete Ait” başlıklı makalesinde Eric Encina gözlemlerini şöyle paylaşmakta: “Batılı politikacılar ve medya mensuplarının nadiren dile getirdikleri bir gerçeklik var: Libya Merkez Bankası %100 devlete aittir. Şu anda Libya kendi parası olan Libya Dinar’ını bünyesindeki merkez bankası imkânlarını kullanarak basmaktadır. Libya’nın kendi kaynaklarıyla ekonomik kaderini tayin edebilen bağımsız bir ülke olduğu gerçeğine çok az kişi karşı çıkabilir.
Libya’yla iş yapmak durumunda kalan küresel bankacılık kartelleri için en büyük sıkıntı Libya Merkez Bankasına ve onun parasına başvurma zorunluluğudur. Libya Merkez Bankasını kırma konusunda sıfır güce sahiptirler. Bu yüzden Libya Merkez Bankası’nın yıkılmasını Obama, Cameron ve Sarkozy’nin konuşmalarında bulamazsınız. Fakat emin olun Libya’nın diğer uluslar gibi bankacılık potasında eritilmesi küresel elitlerin en baştaki gündem maddesidir. Libya’nın sadece petrolü yok. Uluslararası Para Fonu/IMF’ye göre Libya Merkez Bankası kasalarında 144 ton altını var. Bu kadar varlıkla kim BIS ve IMF’yi ve onların kurallarını dinler?”
Burada Türkiye’yle hızlı bir karşılaştırmada yarar var. Libya nüfusu 6,5 milyon ve kasasında fiziksel olarak tuttuğu 144 ton altını var. Türkiye’nin nüfusu 75 milyon olup daha az miktarda  yani 116 ton altını var. Daha önemlisi, bizdeki altınların belli miktarının ABD’de tutulduğu söyleniyor (ne kadarının Türkiye’de tutulduğunu açıkçası öğrenemedim).
Ellen Brown burada BIS kurallarını ve onların yerel ekonomilere etkilerini mercek altına almış.
 “BIS sitesindeki bir makale merkez bankaları yönetim ağı içindeki merkez bankalarının tek veya ana amacının “fiyat istikrarını korumak” olduğunu belirtiyor. Bu nedenle politik kaygılardan uzak tutulmasını sağlamak için merkez bankalarının devletten bağımsız olması koşulunu getirmektedir. Fiyat istikrarı insanların ağır borçlar altında ezilse bile ilgili para arzının sağlanması anlamına gelmektedir. Merkez Bankalarının devletin yararına ne direk ne de kredi olarak para basmak suretiyle para arzının genişletilmesine izin verilmemektedir.”
2002 yılında “Asia Times Online” altında Henry Liu’nun “Ulusal bankalara karşı BIS” başlıklı bir makalede şöyle demektedir:
 “BIS düzenlemelerinin sadece tek bir amacı vardır. O da özel bankacılık sisteminin güçlendirilmesi. Bu, ulusal ekonomilerin yok olması pahasına olsa bile. BIS, IMF’nin ulusal para rejimlerine yaptığını ulusal bankacılık sistemlerine yapar. Finansal küreselleşme altında ulusal ekonomiler artık kendi milli çıkarlarına hizmet edemez.”
 Burada devletin olan eski Libya Merkez Bankası ile diğer merkez bankalarının temel amacını karşılaştırdığımızda Libya Merkez Bankasının para istikrarını diğer merkez bankalarının ise fiyat istikrarını öncelikli amaç olarak ele aldığını biliyoruz. İkisi arasındaki fark ayrı bir yazı konusudur.
 Liu şöyle devam ediyor.
Devlet para teorisini uygulamak suretiyle herhangi bir hükümet tüm dâhili gelişimini ve tam istihdamını herhangi bir enflasyon olmadan kendi parasıyla sağlayabilir. Devlet para teorisi paranın özel bankalar yerine devletler tarafından basılması demektir.
 Liu, devletin kendi merkez bankasından faizsiz para ödünç almasının enflasyonist olacağı varsayılırken bunun yabancı para veya IMF’den faizle borç alındığında neden enflasyonist sayılmadığını haklı olarak şöyle sorgulamaktadır: “Aslında tüm bankalar özel olsun devlete ait olsun ödünç vermek suretiyle para yaratırlar. Yeni paranın çoğu banka kredisi olarak üretilir. Bunu devletin kendi merkez bankasından gerçekleştirirseniz tümüyle faizsizdir. Faizin ortadan kalkmasının kamu projelerinde maliyetin ortalama %50 düşürüldüğünü göstermektedir. Bu Libya’da devlet altında çalışan merkez bankası sistemidir.
Libya’nın devlete ait Merkez Bankası ulusal parayı basar ve devlet amaçları doğrultusunda kullanır. Bu, Libya’nın bedava eğitim ve sağlık hizmetlerini, her evlenen çifte faizsiz/uzun vadeli 60 bin Libya Dinar’ını (yaklaşık 50 bin dolar) nasıl sağladığını açıklamaktadır.
Ayrıca Libya’lıların sekizinci dünya harikası diye isimlendirdikleri 33 milyar dolarlık Büyük İnsan Yapımı Nehir projesinin nasıl inşa edilebildiğini de izah etmektedir.
Şimdi soralım: Libya’nın işgal edilmesinin asıl nedeni petrol mü yoksa merkez bankası/bankacılık sistemi midir? Hatta su diyenler de olabilir. Elbette petrolün veya suyun Libya için önemi inkâr edilemez. Ancak bahsettiğimiz nedenlerden ve delillerden dolayı Merkez Bankası çok daha fazla ağır basmaktadır. Aslında borca dayalı bankacılık sistemi yoluyla para, petrol ve suyun üçü ve hatta daha fazlası kontrol altına alınmış olacaktır.
Libya, devletin kendi parasını basmasıyla eğer enerji sorunu yoksa neler yapılabileceğini bütün dünyaya göstermiş oldu. Çoğu ülkenin petrolü yok. Ancak bu ülkeler devletin kendi merkez bankasından sağladıkları faizsiz borca dayalı olmayan para ile alt yapı maliyetlerini yarıya indirerek yeni geliştirilen teknolojiler sayesinde enerji bağımlılığından kurtulabilirler.
Enerji bağımsızlığı devletleri uluslararası bankacıların borç tuzağından kurtaracaktır. Mevcut durumda enerjiye olan bağımlılık ve borçlanmalar nedeniyle de üretim iç pazarlardan dışarıya doğru (ihracata) kaymış durumdadır. Ülkemizin ve benzer durumdaki pek çok ülkenin en büyük ithalat kalemi olan enerji konusu ancak bu şekilde çözülecektir.
Belki hatırlayacaksınız geçenlerde İngiliz Başbakanı David Cameron ve Fransa Devlet başkanı Nicolas Sarkozy sessiz sedasız Libya’ya gitmişti. Orada bulundukları sürede yaptıkları en önemli şey yeni Libya Merkez Bankası’nın talimatname ve yönergelerinin hazırlanmasıyla ilgili işler ve İngilizlerin taslak olarak hazırladığı belirtilen BM çözümünde yeni Libya Merkez Bankasının yetkilendirilmesi hususu.
Söylediklerimizin doğruluğunu zaman ve ortaya çıkan gerçekler gösterecektir. Unutmayın Kaddafi’nin devrettiği neredeyse sıfır dış borca sahip, devlete ait olan Merkez Bankası kasasında 144 ton altını bulunan, eğitim/sağlık gibi hizmetlerin bedava olduğu,  kredilerin faizsiz verildiği bir Libya idi. Çok beklemenize de gerek yok. Gerçeklerin eninde sonunda zeytinyağı gibi su yüzüne çıkma gibi bir alışkanlıkları vardır.
 Libya Merkez Bankası’nın BIS’e üye olması, IMF gibi kurumlardan alınacak dış borçlar, milli petrol endüstrisinin özelleştirilmesi, eğitim ve sağlık hizmetlerinin eskisi gibi bedava olup olmaması gibi pek çok parametreyi izleyiniz.
 Aslında şimdiden ilk sonuçları görülmeye başladı. Daha düne kadar kendi parasını faizsiz basarak Libya hükümetinin onca yatırımlarını, parasız eğitim ve sağlık hizmetlerini gerçekleştirmesini sağlayan 100% devlete ait Libya Merkez Bankası kendi Libya Dinarını basmak için Mısır Merkez Bankasından yardım talep etmiş ama Mısır Merkez Bankası kabul etmemiş.
 Ne demiştik! Parayı izleyin yeter. Tıpkı Rango’nun yaptığı gibi. O sizi olayların kaynağına götürüp gerçekleri anlamanıza yardım edecektir…
 Not: Arap Baharı başta olmak üzere tüm bu olaylara bütüncül bakabilmek için “Global Finans Krizi, Ortadoğu’daki gelişmeler ve Türkiye’miz için fırsatlar” konulu konferansı tavsiye ediyoruz.
 Saygılarımla,


..

ENVER PAŞA'YA SUNULAN ÖNEMLİ BİR RAPOR VE BUNUN IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME




ENVER PAŞA'YA SUNULAN ÖNEMLİ BİR RAPOR VE BUNUN IŞIĞINDA BİR DEĞERLENDİRME,



Dr. Vahdet KELEŞYILMAZ,












ENVER PAŞA

I. Dünya Savaşı'nda meydana gelen ilginç faaliyetlerden biri de esir alınan askerlerin kendilerini cepheye sevk eden güçler aleyhine bilinçlendirilip
yönlendirilmeleri için yapılan çalışmalardır. Bu faaliyetlerin hem İtilaf Devletleri ve hem de İttifak Devletleri tarafından yapıldığına dair belgeler vardır. Bu yolda Osmanlı Devleti'nin de içinde bulunduğu grup tarafından yapılan faaliyetlere ışık tutan bir rapor, Halim SabW Bey tarafından Enver Paşa'ya sunulmuştur.

Harbiye Nezareti tarafından Almanya ve Avusturya'daki Müslüman esirleri ziyaret edip vaz u nasihatte bulunmak üzere görevlendirilen Halim Sabit,
İstanbul'daki Alman elçiliğinin kılavuz olarak yanına verdiği Arapça ve Fransızca bilir bir Alman konsolos ile birlikte Berlin'e ulaşmıştır". 

Bu konsolosun refakatiyle burada görmesi gerekenleri ziyaret eden Halim Sabit'in gözlemleri ve buna dayalı değerlendirmeleri son derece önemlidir.

O'nun belirttiğine göre, ziyaret ettiği dairelerin temsilcileri olan kişiler sorunun Türkiye tarafından dikkate alınmasından memnun görünüp Müslüman esirlere konuk gözüyle baktıklarını söylemişlerdir. Burada ilginç olan bir nokta da Müslüman esirlerin aydınlatılmasına başlamak ve hatta bütün Şark işleriyle
uğraşıp özellikle Müslüman kavimleri Almanlara tanıtmak ve İslam aleminde birlik ve uyanış sağlanmasına doğru yürümek üzere bir idarenin kurulmuş
olduğunun Halim Sabit'e haber verilmesidir. Kılavuzunun refakatiyle "Şark /daresi" olarak anılan bu kurumu ziyaret eden Halim Sabit, bu idarenin" ibtida
öte ve berü Şark işleriyle meşgul Baran Oppenheim denilen zengin bir bankerin marifetiyle" kurulmuş olduğunu belirtmektedir. Şüphesiz Halim Sabit'in
hakkında kendisine söylenenleri naklettiği Şark Idaresi; pek çok örnekleriyle bilindiği üzere emperyalizmin keşif kolu olan oryantalistıerin istihdam ve
işbirliğiyle yürütülen, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde benzerleri olan kurumlardan farklı değildir. Bu idare başlıca şu şubelerden oluşuyordu:

1. Şimal Müslümanları Şubesi
2. Kafkas Müslümanları Şubesi
3. Arap Müslümanları Şubesi
4. Hind Şubesi
5. Türk Şubesi
6. Fars Şubesi

Bu şubelerin hepsinde ilgili kavimlerin dilleriyle konuşan ve yazan katipler de vardı. Ancak Halim Sabit'e göre, bunlar güzel seçilmediklerinden istenilen
hizmeti göremiyorlardı. Bu şubeler tarafından Şimal Türkçesiyle, Farsça, Arapça, Hindce, Rusça gibi dillerde "El Cihad" adıyla gayri mevkut gazeteler yayınlanıyor du3
    Bu gazetelere konulacak makaleler önce Almanca olarak yazılıp sonra çeşitli Müslüman lisanlarına çevriliyordu. Gerek yazanlardaki eksiklikten gerekse çevirideki yetersizlikten dolayı esirler tarafından okunacak nesnelerin anlaşılmaz bir hale geldiğini, bu gazetelerin taş baskı olmasının da okunaksızlığı artırdığı nı ve bu ciheti yetkililere söylediğini belirten Halim Sabit; Almanların isteği üzerine, orada bulunduğu sürece Şimal Türkçesiyle " Cihad, Hicret, Vahdet-i Milliye, Hicretin Tarikleri" ve sair hususlara ilişkin yirmi üç makale yazmıştır. Böylece Şimal Türkçesiyle çıkan El Cihad, diğer katkılarla birlikte makaleleri bakımından az çok yoluna girmiştir.

Halim Sabit/in katiplerin yetersiz olduklarına ilişkin görüşü, oryantalist kafasıyla Almanca yazılıp daha sonra kendisinin ana dili olan Şimal Türkçesine çevrilerek yayınlanmış olan yazıların gerek söylem ve gerekse dil ve anlatım bakımından eğretiliğiyle ilgili olsa gerektir. Çünkü böyle bir yargıya varabilmenin tek yolu evvelce belirttiği şekilde yazılmış olan makaleleri incelemektir. Aksi takdirde böyle bir yargıya varabilmesi mümkün olamazdı.

Bu nedenle O/nun tercümanların yetersizliği konusundaki eleştirel görüşünü Şimal Türkçesine çeviri yapanlarla sınırlamak ihtiyatlı ve yerinde bir
değerlendirme olur. Çünkü yazılanları gözden geçirmek için Hindce, Farsça değil de kendi ana dilinde yapılan yayını incelemiş olması hem aklın hem de
ifadelerinin bir gereğidir 4. O/nun yazanlardaki eksiklikle ilgili ifadesi ise kendi formasyonuna uygun ve El Cihad adına yaraşan bir içerik ve söylemi varışından
önceki neşriyata yansımayışının bir ipucu olarak değerlendirilebilir. Gazeteleri okunaksızlaştıran taş baskı ise teknik nedenlerden kaynaklanmıştır. Çünkü Berlin/de (o dönemde kullanılan) Türkçe harfler ile dizgi yapacak kişiler bulunmadığı ve Avusturya/dan temin edilenlerden işi sürdüreni de iyi olmadığı için başka çare kalmamıştır. Bu nedenle Almanlar dizgi yapmak üzere Türkiye/den birkaç genç mürettip istemişlerdir.

Alman Hariciye Nezareti/ne bağlı Şark işleriyle uğraşan dışişleri görevlileri ve meşhur oryantalistlerin bir danışma kurulu etkinliği çerçevesinde gerektikçe bir araya geldiklerini ve bunların hemen hepsinin "Islam Politikası" izleyen kişilerden oluştuğunu yaptığı görüşmelere dayanarak belirten Halim Sabit'in; "burada bizimkilerden bazıları olsa gerek Türkiye/deki milli cereyanları Islam Politikası/na muhalif gibi göstermişler ve hatta ikna eder gibi olmuşlardır" demesi ve bu konuyu idarenin müdürü Sabinker ve idare azasından meşhur oryantalist Hartman ile uzun uzadıya konuştuğunu, Türk milliyet perverlerince
lslam Politikası/nın neden ibaret olacağını açıkladığını ve onların da "bu cihetin içtimalarında dahi refikleriyle müzakere edileceğini" söylediklerini belirtmesi
-dönemin koşullarını, Jöntürk karşıtı propagandaların içerik ve söylemini iyi 
4. Hind Uhuvvet-i İslam Cemiyeti kurucusu olan Muhammed Abdülcebbar Hayri, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Umur-ı Şarkiye Müdürü Ali Başhamba'nın isteği üzerine Berlin'e yapmış olduğu son seyahate ilişkin olarak 26 Haziran 1331 (9 Temmuz 19] 

5) tarihinde İstanbul'da sunduğu raporda "The Orienta] Büreau in Berlin publishes newspapers for the prisonmen. Newspapers ealled Allehad are published for The  Arabs and The Tartars. But for The Indians no A] Jehad ... only a paper Hindustan." ifadesiyle Şark Jdaresi tarafından Hindlilere yönelik olarak, Araplar ve Tatarlar  için olduğu gibi El Cihad adıyla değil de Hindustan adıyla neşriyat yapılmasını eleştirmiştir. Bu en azından o anda Hindliler için yapılan yayının EI Cihad adıyla olmadığına işaret etmekle bizim ihtiyatlı yaklaşımımızın yerindeliğini desteklemektedir.

Bilmeyenleri şaşırtabilecek ancak varlığına şüphe ölmayan- önemli bir sorunu ortaya koymaktadır. Hatta Almanlann, bu konuda makaleler yazılacak olursa
çeviri yoluyla Alman gazetelerinde yayınlattınlacağını bildirmeleri de sorunun büyüklüğünü kanıtlar. Halim Sabit'in beyanıyla muhataplan "İslam Mecmuası"nın bu gibi işlerle meşgulolduğunu anladıklanndan bu dergideki makaleleri Almancaya tercüme ettirerek yayınlayacaklannı söylemişlerdir.
Türkiye'deki milli cereyanlarla Jslam Politikası'nın nasıl bağdaştınlacağını Almanlara anlatmak -Katolik Avusturya, Ortodoks Bulgaristan ve Protestan
Almanya ile Türkiye'nin bir arada olduğunu vurgulayan Cihad-ı Ekber karşıtı propaganda yapılırken- Almanlann İslamcılığını(!) Müslüman esirlere
anlatmaktan daha zor olmasa gerekti. Fakat sorunlann değinilenlerden ibaret olduğu söylenemezdi. çünkü Halim Sabit'in Türklük, Alman kamuoyu ve Şark
Jdaresi ile ilgili bilgi, görüş ve değerlendirmeleri görevinin önünde başka sorunlar da olduğunu göstermektedir:

"Almanya'da ve bilhassa Şark işleri ile meşgulolanlar arasında Türkleri tanımak arzusu pek kuvvetlidir. Fakat Almanların şimdiye kadar Türkler hakkında 
ve Türkler arasındaki ilmı ve milli cereyanlar hakkında malOmatları pek azdır. Türkleri; Faslı, Mısırlı, Cezayirli Müslümanlarla aynı seviye-i içtimaiyede addedenleri de yok değildir. 
Işte bu cihetten Almanya efkar-ı umumiyesi tenvire muhtaçtır. Aynı zamanda bu maksat kolaylıkla da hasıl olabilir. Türkler tarafından yazılan her türlü makale için Alman gazetelerinde yer bulunacağını Şark Idaresi vaad ediyor.

Bu Şark Idaresi'nin savaş zamanlarına mahsus olmayıp daimi olacağı da söyleniyor. Bu idare doğrudan doğruya Ittihad-ı Islamcıdır. Ye bu maksada göre teşkil edilmiştir. 
Bu ciheti açıktan açığa söylüyorlar. Fakat bunu, bu işi kendi elleriyle kendi kuvvetleriyle yapmak istemiyorlar. Bundaki maksatları hakkıyla anlaşılamıyor. 
Olabilir ki Almanlar Şarkta ıngilizlerin yerine kaim olmak istiyorlar. Onun için o idarenin faaliyetinden haberdar olan hükOmetimiz için faydalı olsa gerek.5"

Belki de Halim Sabit'in karşılaştığı sorunlann en büyüğü, Almanya'daki Türk asıllı esirlerle yüz yüze görüşememiş olmasıdır. Bunun nedeni ise, bu dönemi inceleyenlerin cepheler dışındaki ölüm sebepleri arasında çok sık rastlaya bilecekleri, kolay bulaşan ve hızlı yayılan ölümcül bir hastalıktır:
"Asıl sebeb-i azimetimiz olan üsera ile temas meselesine gelince ... Bu vazife tamamıyla ve arzu ettiğimiz vechile ifa olunamadı. Rus ordusunda lekeli humma
bulunduğundan Islam esirleri de bundan kurtulamamışlardır. Müslümanlar Rus esirlerinden tefrik edilmiş iseler de yine bu hastalık aralarından çıkmamış ve muhtelif  fasılalar ile aralarında hastalıklar vukua gelmiştir. Işte bunun için Türk esirleri de karantina altına alınmışlardır.

  Ben Berlin'e erişmeden bir iki hafta mukaddem karantina kaldınlmış ise de birkaç gün sonra tekrar yedi neferde birden hastalık alaimi görülmesiyle tekrar altı haftalık bir karantina yazma lüzum görülmüştür. İşte bizim Berlin'e yürüdumuz şu tarihe tesadüf etti. Bundan dolayı Şimal Müslüman esirleriyle görüşmek kabil olmadı. 
Söyleyecek sözleri ancak makale suretinde yazarak El Cihad ceridesine yerdim.6"

Bununla birlikte Cezayirli, Tunuslu ve sair Müslüman esirler arasında bulaşıcı hastalık bulunmadığından Berlin yakınında Wünsdorf denilen yerde
muntazam barakalarda bulunan binlerce Arap askeri ziyaret edebilen Halim Sabit, gördükleri ve duydukları karşısında hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü
esir Arapların az çok ileri gelenlerinde iyiden iyiye Fransız dostu bulunduğunu ve bunların okuyup yazmaktan mahrum pek çok ümmileri Fransız askeri
hizmetine sevk ettiklerini söyleyen Halim Sabit, bu askerler hakkında savaşa katılmadan evvel veyahut her nasılsa sonradan fena telkinlere maruz kalmış
olacaklar ki, Türkler hakkındaki fikirleri de pek iyi değil beyanını tanık olduğu bir diyalogla desteklemektedir. Bu konuşma Arapça bilen bir Alman subayı ile
Esir askerlerin alay beylerinden orta yaşlı bir Arap arasında cereyan etmiştir:

_ Peki Fransızlara yardımı siyaseten lüzumlu buldunuz, acaba Hazret-i Halifeye yardım etmek de dinen mecburi değil miydi?

_ Evet Hazret-i Halifeye yardım etmeli idik. Fakat bu mümkün olamadı. Jöntürklerin dinsiz halleri buna mani oldu. Ahali Jöntürk hükümetine ınanmıyor.

Bu sözleri sarf eden alay beyinin de içinde bulunduğu beylerin barındıkları dairenin dolaplarına bakan Halim Sabit'in gördüğü, açılıp da okunmamış El
Cihad gazetesi nüshaları ve açık saçık resimler olmuştur. Alman subayı, bu kitap ve resimlerin savaşa girmeden evvel Fransız kumandan tarafından anılan
beylere hediye edilmiş olduğunu söyleyince " görülüyor ki, Fransızlar bizim Arap kardeşlerimizi pek ince damarlarından yakalamış, onları hissiyat - şehvet perestaneleri vasıtasıyla dalalete sevk etmeyi düşünmüşlerdir? " kanısına varan Halim Sabit, diğer taraftan her türlü yolla iki kardeşin arasına nifak sokulduğu görüşünü de belirtmiştir. Alınanların bu Arap esirlerle ilgilenmekle görevlendir- dikleri kişiler ise, " meslek ve meşrepleri " Halim Sabit tarafından tam
olarak anlaşılamayan, Beyrut Sultanisi Fransızca muallimi Muhammed Salih ile Beyrut Polis Mektebi muallimlerinden Muhammed Sadık'tır

Avusturya'da ise Osmanlı Elçisi Hüseyin Hilmi Paşa ve Ataşemiliter Binbaşı Sadık Bey'le görüşerek Almanya'dakinin benzeri uygulamaların burada da yapılabilmesi için girişimde bulunulmasını dileyerek olur alınırsa bunun İstanbul'a bildirilmesini istirham eden Halim Sabit raporunda şu görüşlerini de dile getirmiştir:

"...Her halde Avusturyalıların da kendiliklerinden ve gerek Almanların ricasıyla İslam esirlere karşı olan muameleleri iyiliğe doğru gidiyor demektir. Hele Avusturya'daki  İslam esirleri de bir yere toplanırsa kendileriyle temas da kolaylaşmış olur. Fakat rehber olmak, doğru yolu göstermek için başlarında daimi olarak birer zatın bulunması  lazımdır. 
Hatta mümkün ise ya İstanbul'da yahut doğrudan doğruya Avusturya'nın kendisinde Şimal Türkçesiyle risaleler neşredilirse elbette faydalı olurdu. 
Ye bu risalelerden Almanya'daki esirlere de gönderilirdi. Şimal Türk esirlerinin yarısından ziyadesi okuyup yazdıkları gibi kalan tarafı da gazetelerdeki makaleleri  dinleyip anlayabilecek seviyededirler. Bu esirler ile temasta bulunan Alman memurları da bu ciheti anlamışlardır. Almanya'da on bin, Avusturya'da dokuz bin kadar Şimal Türk bulunmaktadır. Bu miktar temadiye artıyor da. Şu hale göre bunların gözlerini açıp fikirlerini tenvir edecek risaleler neşri  faydalı olur ümidindeyim."

Halim Sabit Bey'in İstanbul'a döndükten sonra 21 Mayıs 1331 (3 Haziran 1915) tarihinde9 sunduğu bu rapor, Türk ve diğer Müslüman esirlerin yer aldıkları kamplarda o ana kadar yapılan ve ileride yapılması tasarlanan faaliyetler kadar karşılaşılan ve ileride de karşılaşılabilecek güçlüklere ve bunların nedenlerine, ayrıca Almanların İslamcılığı ve bundan muratları konusuna ışık tutmaktadır. Raporda dikkat çeken önemli bir konu da din ve milliyetin ne kadar ve nasıl bağdaştınlabileceği sorununun varlığı ve düşman propagandasını yürütenlerin "Cihad-ı Ekber" ilanına mukabil "Jöntürklerin dinsizliği" söylemini geliştirdik -leridir. Bu söylemin anlık ve ayrık bir tespit olmayıp genel bir nitelik taşıdığı, Jöntürk karşıtı propagandalarda Panislamist söylemin  etkisini kırmak için çok ustaca bir yol izlenerek Padişah-Halifeyi hedef almayan, İttihatçıların Almanların aleti olduğunu vurgulayan bir yol izlendiği bilinmektedir.
Halim Sabit Bey Türkiye'deki milli cereyanların Panislamizme halel getirmeyeceğini Almanlara açıklamak için muhtemelen eklektik bir yaklaşımı
tercih ederek oldukça da yorulmuş olmalıdır. Çünkü tersine bir yaklaşımın o günkü koşullarda Türkler açısından hiç de yararlı olmayacağı açıktır. 

Bu nedenle Halim Sabit ve İttihatçıların İttihad-ı İslamı ısrarla vurgularnaları pratikte Osmanlı Devleti'nin bütünlüğü ve düşmanlarının çöküşünü gerektirecek,
bir söylem olmasındandır. Ancak burada asıl dikkat edilmesi gereken bir nokta da bu konunun Almanlar tarafından açılması ve önemsenmesidir. Bunun
nedenini "The Holy War, Made in Germany (Alman malı Cihad)" vurgusuyla devam eden karşı propagandanın daha da etkili olmasını önlemek amacına
bağlamak mümkündür. Ayrıca Almanların Türkiye'deki milli cereyanlann kuvvetlenmesinden bekleyecekleri bir şeyolmadığı da açıktır. Hatta savaşın
sonlarına doğru Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bir bölge olan Kafkasya'daki Türk ilerleyişini kendi emperyal çıkarlan açısından kaygıyla karşıladıkları
bellidir. Panislamizm, sömürgelerinde yaşayan Müslüman halkın çokluğundan dolayı İngiltere açısından savaştan önceki çeyrek asırda üzerinde önemle
durulan bir tehlike olmuştur. Belki de bu nedenle Panislamist propagandanın etkilerini olabilecek en az zararla atlatmalan açısından Ingiliz Intelijensiyası'nın
karşı propaganda ve eylemleri başarılı olmuş ve hatta Mekke Emiri Şerif Hüseyin'in isyan etmesini sağlayarak baskın çıkmıştır. 1. Dünya Savaşı
sonrasında yediği darbelerle Osmanlı Devleti tarihe kanşırken öz yurdunu Milli Mücadele ile kurtaran Türk ulusu için Osmanlı yapısıyla birlikte Panislamizm
de tarihe karışmıştır:

Atatürk, aklın ve gerçegın ışığıyla ulusal birlik için ulusal kimlik ve ulusal kültür yolunu çizmiştir. O'nun vurguladığı ulusal kimlik;Türkiye'nin geleceğini kurmaya yönelik, dine saygılı fakat dine dayalı devlet düzenini, din ve mezhep ayrımcılığı nı reddeden, tarihin ve yaşanılan coğrafyanın getirdikleriyle barışık ve Türk ulusunu yakınlarıyla birlikte büyük ve geniş bir aile olarak gören, kendisini ayrı saymayanı ayırmayan, yurttaşlık bilincini geliştirmeye çalışan, akılcı ve gerçekçi bir milliyetçiliktir. Bu milliyetçiliğin abideleştiği an ise Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün onuncu yıl nutkunu bitirirken tüm kalbiyle " Ne Mutlu Türküm Diyene! " dediği zamandır.

Kaynakça;
1. Halim Sabit Şibay (1883- i946), aslen Kazan'lıdır. i8 yaşında İstanbul'a gelmiştir. 1910 yılında Darülfünun İlahiyat Şubesi'nden mezun olmuştur.
12 Şubat 1914- 30 Ekim 1918 tarihleri arasında İttihat ve Terakki'nin malı desteğiyle, daha çok modemist-İslamcı ve Türkçü-İslamcı şeklinde nitelendirilen Islam Mecmuası'nı çıkarmıştır. Bu dergide yayınlamış olduğu makalelerinde dinle milliyet arasında bir aynm yapmayı Türk milletinin tarihi ve  kültürel gerçekleri açısından yanlış bulmuş ve bunun tartışılmasını bile gereksiz görmüştür. Uzun dini tahsili sayesinde, İslamiyet ve özellikle İslam tarihi ve fıkhı  üzerine derin vukuf kazanan, II. Meşrutiyetten sonraki yıllarda hutbelerin Türkçe okunmasını ilk teklif edenler arasında yer alan Halim Sabit'in çeşitli yazılarında dini sorunlann meşihata, hukuki ve ilmi olanlann da Adliye ve Maarif nezaretlerine bırakılmasını istemesi modernist-İslamcı olarak  tanınmasına ve muhafazakar-İslamcı çevreler tarafından bazen ağır bir biçimde eleştirilmesine yol açmıştır. 
Bkz. Ali B1RINCI-TOba ÇAVDAR,"Halim Sabit Şibay", TDV İslam Ansiklopedisi, C. iS, İstanbul, 1997, s.336-337.
2. ATASE Arşivi, K:1846, 0:83, F:1. (Bundan sonra arşivadı verilmeyecektir. K: Klasör, D: Dosya, F: Fihrist anlamında kullanılmıştır.)
3. K: 1846, D:83, El/ı.
4. Hind Uhuvvet-i İslam Cemiyeti kurucusu olan Muhammed Abdülcebbar Hayri, Teşkilat-ı Mahsusa'nın Umur-ı Şarkiye Müdürü Ali Başhamba'nın isteği üzerine Berlin'e  yapmış olduğu son seyahate ilişkin olarak 26 Haziran 1331 (9 Temmuz 19] 5) tarihinde İstanbul'da sunduğu raporda "The Orienta] Büreau in Berlin publishes  newspapers for the prisonmen.
Newspapers ealled Allehad are published for The Arabs and The Tartars. But for The Indians no A] Jehad ... only a paper Hindustan." ifadesiyle Şark Jdaresi tarafından  Hindlilere yönelik olarak, Araplar ve Tatarlar için olduğu gibi El Cihad adıyla değil de Hindustan adıyla neşriyat yapılmasını eleştirmiştir. Bu en azından o anda Hindliler için yapılan  yayının EI Cihad adıyla olmadığına işaret etmekle bizim ihtiyatlı yaklaşımımızın yerindeliğini desteklemektedir. (K:35, D: ı403, F: ı117)
5. K:1846, D:83, F:I/2.
6. K: i846, D:83, F: 113.
7. K: 1846, D:83, F: 1/4.
8. K:1846, D:83, F:l/S.
9. K:1846, D:83, F:l/6.


****

23 Ekim 2016 Pazar

Erdoğan Neden Abdülhamid Olamaz?




Erdoğan Neden Abdülhamid Olamaz?


Fatma Sibel Yüksek/ Açık İstihbarat

Tarih:28/08/2013 
Türü:İç Politika 



Abdülhamid olmak için, Olanı dağıtmak değil, dağılmakta olan vatanı bir arada tutmak gerekir;
Abdülhamid olmak için, Önüne gelenin elini öpmek değil, daha 8 yaşındayken babası Abdülmecid'in İngiliz sefirinin elini öpmesi isteğine karşı koymak gerekir..

Sen böyle bir Abdülhamid ol, biz Zindanlarında seve seve yatalım...
***************************
Recep Tayyip Erdoğan'ın,iktidarının son dönemlerinde kendisine bir "padişah" edası vermeye çalışması toplumun gözünden kaçmıyor.
Bakanları "Vezirleri" , bürokrasiyi "Mabeyini" gibi görmek; bir talimatıyla toplumun şekilleneceğini zannetmek..Öfke, belâgat ve celâdetin etkili bir yönetim tarzı olduğuna inanmak;
işi giderek adına vakfıyeler, ibadethaneler,mâbetler yaptırmaya kadar götürme girişimleri, böyle bir yönelimin açık örnekleri olarak dikkat çekiyor.
Özel hayatında ve yakın çevresi ile ilişkilerinde daha ne tür davranışlar sergilediğini ise bilmiyoruz. Gelen haberler ve kulaktan kulağa yayılan şayialar, iyi- kötü demokrasi görmüş bir toplumu irkiltecek nitelikte.
Böyle bir kişilik eğilimi, heveslisine "Padişahlık" efekti kazandırır mı bilemiyoruz. Bildiğimiz, bu tuhaf davranışın şu anda kendisine tapınanlarda korku, tapınmayanlarda ise mizah duygusu yarattığı. İnsan, mizah dergilerine ne kadar sık konu olursa, padişahlık hayalinin o kadar suya düşmesi kaçınılmazdır..
Tayyip Erdoğan'a padişahlık şehveti nasıl zerkedildi?
Tarih okuduğunu ve kendisini oradaki şahsiyetlerle bütünleştirdiğini sanmıyoruz; daha doğrusu tarih filan okumadığını iyi biliyoruz. Ancak belli ki arka planda, Tayyip Bey'in padişahlık düşlerini besleyen,diri tutan etkiler var.
Bu etkilerden birisinin, kendisine vâdedilmiş olan "İslam âlemi liderliği" olduğu tahmin edilebilir. Büyük Ortadoğu Projesi, Tayyip Bey'in zannettiği gibi hakikât olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti vilayetlerden ve 'hinterland' dan müteşekkil federe bir Osmanlı mülkü; kendisi de hem bu mülkün hem de İslam aleminin sözüm ona yegâne lideri olacaktı!
Oysa Büyük Ortadoğu Projesi, ortadoğuyu paylaşma planının adıydı, sadece bir araçtı. "İslam alemi liderliği" gibi yaftalar ise bu plana tuzlukla koşanlara verilmiş içi boş rüşvetten başka bir şey değildi.
Tayyip Bey eğer tarih okusaydı, Osmanlı padişahlarının halifelik makamınını düvel-i muazama'nın planları içinde ve desteğiyle değil, aksine düvel-i muazzama'ya rağmen edindiklerini, dahası "düvel-i muazzama"nın bizzat Osmanlı'nın kendisi olduğunu bilirdi.
Halifelik, İmparatorluğun yıkılma döneminde bile II. Abdülhamid tarafından Batılı devletlere karşı güçlü bir koz olarak cansiperâne elde tutuldu. Osmanlı hazinesi tamtakırken, açlık çeken İstanbul halkı boş tencere ve tavalarla Yıldız Sarayı önünde nümayiş yaparken, Arap vilayetlerine yatırım yapmanın sebebi buydu.
Bu tarihi gerçeklerden habersiz olan Erdoğan, şimdi hayallerinin yıkılmasının öfkesini nereden çıkaracağını bilemiyor. Kendisine "İslam alemi liderliği" vâdedenlere karşı yürüttüğü yel değirmeni savaşınıı, kamuoyuna "Büyük devletlere kafa tutan, onurlu lider" diye yutturmaya çalışıyor.
Tekrar göze girme fırsatı çıktığında ise- Suriye'ye müdahale ihtimalinin belirmesi gibi- kafa tutan lider tiplemesini anında terkedip, "Biz de varız" diyerek koşturuyor.
Tayyip Erdoğan tarih okumuyor ama belli ki tarihi yanlış okuyan birileri, bu muhteris bünyeden epeyce post çıkarmak istiyor.
Mısır ve Suriye üzerinden kendisine "halifelik" rüyası gördürüyorlar. Zihninin arkasında bir "imparatorluk toprağı" illüzyonu yaratıp, davayı bu kadar aşırılıkla sahiplenmesini sağlıyorlar.
Oysa tekrar söyleyelim ki Sultan Abdülhamid halifelik makamını, bu postu Mekke'ye aldırmak isteyen İngilizlere karşı dahiyane siyasi taktiklerle ayakta tutmuştu. Balkan yenilgisinden sonra İmparatorluğun merkezini Arap vilayetlerine kaydırmak istemiş, bu yolda halifeliği de, İslam kültürünü de, cemaat ve tarikatları da, dini eğitimi de devletin bekası için bir araç olarak kullanmıştı.
Dolayısıyla, Tayyip Erdoğan'ın ipleri batı istihbaratlarının elinde olan halifelik rüyası ile Osmanlı padişahlarının gerçek halifeliği arasında hiç bir tarihi, siyasi, ahlaki bağlantı yoktur.
Buraya şuradan gelmiştik: Birileri, tarih bilgisi olmayan fakat imparatorluk hırsları olan Tayyip Erdoğan'ın egosu üzerinden emperyal planlarını yıllarca yürüttü. Tayyip Bey'in arıza yaptığı tek nokta, kendisine verilen sözlerin tutulmayacağını hissettiği noktadır.
Bunu hissettiğinde tehditkâr bir havaya bürünüyor, esip gürlemeye; Türklerin, Kürtlerin ve İslam aleminin kudretli lideri pozları kesmeye başlıyor.
Peki kendisine bu misyonları ve düşleri aşılayanlar,bu numaralardan etkileniyorlar mı? Asla!
Şimdi de Türkiye'nin AB ile bağları tarihte hiç olmadığı kadar kopmuşken, Arap coğrafyası bu derece karışmışken, Tayyip Bey'in tanımadığı, okumadığı, siyasetine vakıf olmadığı bir Abdülhamid karakterine, -daha doğrusu Abdülhamid karikatürüne- bürünmeye çalıştığını görüyoruz.
Güya Mısır vilayetini savunuyor...Güya Suriye vilayetinin başına musallat olan zalim şeyhe savaş açarak buradaki tebasını kolluyor, güya "Ey Birleşmiş Milletler" diyerek düvel-i muazzama'ya kafa tutuyor!
Düvel-i muazzama, Suriye'ye müdahale kararı alınca da, daha dün "Ortadoğunun kanını ve petrolünü içtiler" dediğine bakmadan, heyecanla "Biz de varız!" diye atılıyor..
Birileri belli ki, Rumeli eyaletlerini birer birer kaybeden Osmanlı'nın yüzünü Arap coğrafyasına dönmek zorunda kaldığı tarihi dönemlerle; Avrupa Birliği ile ipleri koparan Tayyip Bey idaresinin umudu Mısır'a ve Ortadoğu'da çıkacak bir karışıklıktan post kapmaya bağlamasını mukayese edip, "tarihin tekerrürü" olarak göstermeye çalışıyor..
Ortaya gerçek bir Abdülhamid çıkamayacağı için de tarih sahnesine karikatürünü sürüyorlar..
Tayyip Erdoğan'ı sözümona "Abdülhamidleştirme" planı alttan alta sinsi bir biçimde örülüyor. Tarihimizin en zeki, en stratejik ve taktiksel düşünen, en kurt ve de en tartışmalı imparatoruna hiç olmadık bir vücutta yeniden hayat verilmek isteniyor...
Bunun kamuoyununun gözünden kaçan küçük işaretleri var. Örneğin, Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan, geçen gün "27 Ağustos1908 yılı bugun Abdulhamid Han'ın çılgın projesi, Hicaz Demiryolu hizmete girdi. Hızlı demiryolu da bizlere nasip olur inşaallah" şeklinde bir tweet attı. (Türkiye Cumhuriyet Başbakanlığı Özel Kalem Müdürü'nün tweetlerini genellikle Arapça attığına dikkat çekelim)
Bu tweet'e takipçilerinden "Devletin hasta adam olmadığı imajı vermesi açısından da çok önemlidir..Hicaz demiryolu hızlı tren hattı, kutsal topraklara anadoluyu bir daha kopmamalı üzere birbirine bağlarşeklinde mukabelede bulunanlar oldu...
Hicaz demiryolu, bu yazının kapsamını çok aşacak bir konudur ancak, Kalem-i Mahsusa'nın tweet'i akıllardan geçen "çılgın projeleri" göstermesi bakımından ilginçtir.
Şimdilik şunu söyleyelim; Hicaz demiryolu inşa etmek kim, siz kim? Sultan Hamid, Hicaz demiryolunu inşa ederken, Basra'dan Hindistan'a kadar olan bir hat üzerinde imparatorluğun egemenliğini korumaya çalışıyordu, hem de devletin en güçsüz düştüğü şartlarda! Daha da önemlisi, bunu imparatorluğun kendi toprakları üzerinde, halifelik postuna sığınarak ve de İngilizlere karşı yapıyordu..
Siz Washington'dan izin alacaksınız da, NATO'dan onay çıkacak da, Bağdat'taki ABD'li garnizon kumandanı başınıza çuval geçirmeyecek de..Hicaz Demiryolu inşâ edeceksiniz öyle mi?
Burnunuzun dibinde işgal edilen Irak'a terörist kovalamak için bile giremediniz; şimdi de Barzani'nin özel izniyle giriş çıkış yapıyorsunuz..Kaldı ki size binlerce kilometre demiryolu inşâ ettirecekler, öyle mi?
Tayyip Bey'i "Abdülhamidleştirme" projesi kapsamında, ileride heybeden çıkarılabilecek bir diğer turp da Ayasofya'nın ibadete açılması, daha doğrusu ortalığa böyle bir tehdidin savrulması olabilir.
Bunu da nereden anladık? Hatırlayın, Gezi Parkı olaylarının ilk günlerinde, Tayyip Bey yaptığı mitinglerden birinde, kalabalıktan "Ayasofya cami olsun" diye seslenilmesi üzerine, "Merak etmeyin o da olacak" demişti..
Yapabileceğinden değil, böyle bir konu üzerinde spekülasyon yaparak siyasi prim elde edecek. Ayasofya, cami yapılacaktı da 11 yıl niye beklendi?
İşin kötüsü, böyle tehlikeli ve kafa karıştırıcı gündem maddeleri karşısında Atatürkçü, laik,solcu vs. kesimin tuzağa düşme riski yüksektir. Ayasofya'nın cami yapılması veya Hızlı Hicaz Demiryolu salvosuna, eldeki ilk "ilerici" ezberlerle tepki gösterilecek, Erdoğan "gericilikle" suçlanacak, "Araplara hizmet ediyor" klişesi altında ekmeğine yağ sürülecektir.
Oysa gerçek Kemalistlerin, "Yapmazsan namertsin" demesi ve seccadeyi alıp Tayyip Bey ve avanesinden önce Ayasofya'da namaza dikilmesi lazımdır..
Emperyalist devletlere rağmen, Hicaz Demiryolu inşa edecek olan da Kemalistler tarafından alnından öpülmelidir..
Ama yapamaz, yapmaz; kimse merak etmesin. Sadece ortalığa hafif esanslı kokular yayıp, bundan siyasi rant elde etmeye çalışıyor..
Bu konuların daha çok su kaldıracağı kesin.
Muhteşem Yüzyıl dizisinin terzileri, Tayyip Bey'e evde ayna karşısında giymesi için istedikleri kadar Abdülhamid kıyafeti dikebilirler..
Abdülhamid olmak için, verilen her hediyeyi yutmak değil kimisini kabul etmeyecek, kimisini de devletin envanterine kaydettirecek bir ahlâka sahip olmak gerekir;
Abdülhamid olmak için, şehzadelerin gemicik sahibi olmaması, büyük şirketlere ortak yapılmaması, damatların medya şirketlerinin başına getirilmemesi gerekir;
Abdülhamid olmak için az konuşmak, saygınlığını korumak; çene düşmesi hastalığına tutulmamak gerekir;
Yılda 120 kez dış devletlere yüz sürme hevesine kapılmamak, yerinde oturmayı bilmek gerekir;
Abdülhamid olmak için İslamı da, halifeliği de, Arapça eğitimi de "amaç" değil, devletin bekası için "araç" olarak görmek gerekir.
Abdülhamid olmak için yedi cihanla satranç oynayacak zekâya, kılıç gibi taktik ve stratejiye, mangal gibi kompleksizliğe sahip olmak gerekir...
Ve de en önemlisi, Abdülhamid olmak için düvel-i muazzama'nın ortadoğu bayisi değil, tam tersine düvel-i muazzama'ya rağmen ayakta durabilen devlet adamı olmak gerekir.
Sen böyle bir Abdülhamid ol, biz zindanlarında seve seve yatalım...
Fatma Sibel Yüksek-
www.acikistihbarat.com
twitter.com/fasibel


..

LOZAN ANTLAŞMASI MUHTEŞEM BİR TÜRKLÜK ZAFERİDİR.

LOZAN ANTLAŞMASI MUHTEŞEM BİR TÜRKLÜK ZAFERİDİR.



DR.TAHİR TAMER KUMKALE, 

29 EYLÜL 2016

LOZAN ANTLAŞMASINI HEZİMET GİBİ GÖSTERMEYE KİMSENİN HAKKI YOKTUR..

images









Lozan Antlaşması, Türk milleti aleyhine asırlardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastin yıkılışını ifade eden bir vesikadır. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (1927-NUTUK)
Günümüzde, Türk milletine esareti layık gören ve topraklarını parçalamayı hedef alan Sevr Antlaşmasını yeniden gündeme koyarak Lozan’ı ortadan kaldırmaya çalışan küresel mimarların sinsi planları doğrultusundaki çabalar devam etmektedir.

Kendini Yeni Osmanlıcı olarak kabul edip Türkiye Cumhuriyetine saldırmayı alışkanlık haline getiren kişi ve gruplar saldırılarına Cumhuriyetin tapu senedi olan Lozan Barış Antlaşmasından başlarlar.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tapusu ve yapı harcı olan Lozan Barış Antlaşmasının 93 ncü şeref yıl dönümünü kutlamayı 15 Temmuz darbe teşebbüsünün sıcak günleri arasında tamamen unuttuk…
Lozan Antlaşması, fiilen 23 Nisan 1920’de kurulan Türkiye Cumhuriyetinin dünya devletleri tarafından resmen kabul edildiği tarihi belgedir. Ve bu belge geçen yüzyıl içinde imzalanan barış antlaşmaları içinde değişmeden günümüze kadar devam eden tek uluslararası yazılı uzlaşmadır.
Lozan Antlaşması; Türk milletinin emperyalizme karşı canı ve kanı pahasına kazandığı muhteşem kurtuluş mücadelesi sonunda elde ettiği evrensel bir sonuç belgesidir ve işgal altındaki diğer diğer dünya devletleri için muhteşem bir örnektir.
Antlaşmanın ön sözünde, devletlerin istiklal ve hakimiyetine saygı gösterilmesi ilkesi yer almaktadır. Bu ilke, Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı’nın galipleri ile eşit şartlar altında Lozan’da siyasi bir mücadeleye giriştiğini gösteren temel hükümdür ve Türkiye’nin istiklal ve hakimiyetinin tanındığını ifade eder.
LOZAN Antlaşması’nın en önemli işlevlerinden birisi de SEVR Antlaşması ile getirilmek istenen sömürge düzenini ortadan kaldırmasıdır. SEVR Antlaşması’nın 231-268 inci maddeleri Osmanlı’nın nasıl esir edilip her alanda nasıl sömürüleceği hususundaki “Mâli ve İktisâdi” çok ağır yaptırım hükümlerini içermektedir. Bu maddelerin aynen kabul ettirilmesi amacıyla Lozan’da çok şiddetli tartışmalar olmuş ve Türk heyetine baskı yapılmıştır. İsmet Paşa direnmiş ve bunları asla kabul etmemiştir. Günümüzde Lozan’da kabul edilen maddeleri eksik bulan gafil beyinler; bu iki antlaşmanın mâli hükümlerini karşılaştırdıkları zaman Lozan’ın kendisini sömürge gibi gören o zamanın süper güçlerine karşı kazanılan gerçek bir zafer olduğunu göreceklerdir.
O zamanın sömürgeci güçlerinin bu şartları kabul ederken akıllarından geçenler ve kendi aralarına anlaştıkları hususlar aynen şöyle idi;
” Evet Türkler askeri ve siyasi büyük bir zafer kazanmışlardır. Fakat şimdi iktisâden sıfır durumundadırlar. Bütün güçlerini harcamışlardır. Ekonomi alanında her şeye sıfırdan başlayacaklardır. EMEK, SERMAYE, BİLGİ, KREDİ, İNSANGÜCÜ, YOL, OKUL ve ÖĞRETMENİ yoktur. TECRÜBESİ de yoktur. Bu yokları, kendiliğinden var etmesi ise fiziken mümkün değildir. Bırakalım Türkler hür ve özgür olsunlar. Ama biz onları daima ekonomik açıdan sömürmeye devam edeceğiz. Çünkü ihtiyaç duyacağı herşey bizde. Her alanda bize muhtaçlar ”
Ama o devletler Mustafa Kemal gerçeğini asla görememişlerdir.
Lozan Antlaşması; Ortadoğu’da sürekli barış sağlayarak dünya barışına da hizmet etmiştir. Türkiye, Lozan ile uluslararası alanda hukuki ve siyasi yönden değerini kabul ettirerek uluslararası toplumun itibarlı ve barışçı üyesi olmuştur.
Lozan’daki kazanımların temelinde istiklal mücadelesinin, dökülen kanların ve emsalsiz bir azmin bulunduğu gerçeği unutulmamalı, Lozan’dan vereceğimiz tavizlerin ülkemiz için karanlık günlerin başlaması anlamına geldiği bilinmelidir. Ayrıca Lozan’ı korumak için daima güçlü bir orduya ihtiyacımız olduğu gerçeği de gözardı edilmemelidir.
“Lozan’ın zafer değil, aslında bir hezimet olduğu” hususunu medyada sıkça dile getirilmesinin ardındaki asıl düşünce, Sevr Antlaşmasının bölünmemizi öngören maddelerini geri getirmektir.
Küresel mihrakların içimizdeki paralı uşakları tarafından Lozan’ın temelini teşkil eden “Tam bağımsız üniter bir Türk devleti” yapısı bozulmaya çalışılmakta ve bağımsız bir Kürt devleti ile federal bir sisteme geçiş aşamasına gelindiği dile getirilmektedir. Oysa tarihi gerçekler gösteriyor ki, Anadolu Türk beylikleri arasındaki mücadelenin bitirilerek Osmanlı egemenliği altında Anadolu’da Türk birliğinin tesisi tam 300 yıl sürmüştür.
Gerçek Türk tarihi hakkında yeterince bilgilendirilmemiş Türk halkı kontrol altına alınmış yandaş medyanın kendisine sunduğu yalan-yanlış bilgiler yüzünden adeta bir akıl tutulması ile karşı karşıyadır.
TC’nin bölünmeye asla tahammülü yoktur. Anadolu topraklarında üniter yapı içinde merkezi hükumet tarafından yönetilmek coğrafyanın zorunlu kıldığı bir gerçektir. Bölge üzerindeki emperyalist küresel güçlerin çıkarlarına karşı ancak böyle güçlü bir devlet yapısı içinde karşı konulabilir. İşte bu yüzden Anayasa ile devletimizin yapısı üniter olarak tesis edilmiştir. Bugün dış güçler el birliği ile Anadolunun üniter yapısını dağıtmaya çalışırken, bizim millet olarak temel hedefimiz bu büyük üniter gücü her ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek olmalıdır.
Küresel güçler, 4 Haziran 2003’de TBMM’de kabul edilen Uluslararası İkiz Yasalar’a rağmen Türkiye’nin bölünme ve parçalanmasının önündeki en büyük hukuki engel olan Lozan Antlaşmasını geçersiz kılmak var güçleri ile saldırmaktadır. Küresel hegemonya bölgemizde hızla genişlemektedir.
Atatürk’ten sonra teslimiyetçi ve küresel güçlerin çizdiği esasları olduğu gibi uygulamaktan başka bir varlık gösteremeyen ülkemizin dış politika anlayışında köklü düzenlemelere ihtiyaç vardır. Dünyanın merkezindeki coğrafi konumu ile Türkiye çok yönlü dış politikalar izleyebilecek bir özelliğe sahiptir. Türkiye’nin konumu ve sahip olduğu milli güç potansiyeli bu coğrafyada kendisine dış politika açısından önemli seçenekler sunmaktadır. Çünkü Türkiye; Asya, Avrupa, Akdeniz, Karadeniz, Balkan, Kafkasya, Ortadoğu, NATO ve bir İslam ülkesidir. Ayrıca Türk Cumhuriyetleri arasında yer alan bir Türk Ülkesidir.
Türkiye; bu çok yönlü, çok taraflı seçenekleri dolayısıyla bölgesinde güç dengelerini sağlayabilecek stratejik bölge hakimiyeti için aktif rol üstlenebilecek kadar güçlüdür. Türkiyeyi yönetenler bu büyük gücün farkında olmak ve dünyanın yeniden yapılandırılmasında Türkiye’nin ağırlığını her platformda hissettirmek zorundadırlar.

Kurtuluş Savaşı ile kazandığımız uluslararası siyasi haklarımızı belgeleyen Lozan Belgesi; ülkemiz üzerindeki gizli emelleri bulunan küresel
güçlerin önündeki en önemli engeldir. Milletçe bu tarihi belgeye sımsıkı sarıldığımız takdirde tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatılacaktır.