26 Mayıs 2017 Cuma

11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 2



Küreselleşme ile ekonomik verileri ilişkilendirenler haksız sayılmamalıdır;   çünkü küreselleşmenin politik, kültürel, sosyal, demografik, çevresel ve askeri 
etkilerinin yanısıra çok sayıda ekonomik yansıması da mevcuttur. Ancak sözkonusu olan ABD savunma stratejisi olduğunda, konunun güvenlik boyutu ön plana çıkmaktadır. Nitekim küreselleşmenin uluslar arası güvenlik üzerindeki etkileri, ABD savunma stratejisinde; Avrasya’dan, Avrasya’nın güney ve doğu bölgelerine, Kuzey Afrika’ya, Ortadoğu’ya, Kuzeydoğu Asya ve Okyanusya’ya doğru genişleyen bir perspektifi odak almayı, daha sofistike silahları ve asimetrik operasyonları gözönünde bulundurmayı esas tutan bir yapılanmayı beraberinde getirmiştir (Flanagan ve diğerleri, 2001). 

Güç savaşlarında hakimiyeti elde bulundurmaya yönelik yeniden yapılandırma çalışmalarının, kuşkusuz, ABD’ye bir maliyeti de olmalıydı. Buna mukabil, savunma uzmanlarının, bütçe yükünü minimum düzeye çekme çalışmaları sonuç vermeye başlamıştı. Nitekim bütçe göstergeleri de bu durumu doğrular 
nitelikteydi (Şekil-2). Pentagon’un sorunlarının büyük miktardaki paralarla çözülemeyeceğini düşünenler, tehdit oranlarında azalma olmasına karşın, muharebe ihtiyaçlarının önemli ölçülerde artmasına dikkatleri çekerek, problemin çözümünü “kaynak yönetimi” gibi daha başka noktalarda arama uğraşı içindeydiler (Conetta & Knight, 2000). 1997-2001 yılları arasındaki ABD savunma bütçesinin incelendiği bir çalışmada ise, savunma bütçesinin, zirve noktaya ulaştığı Soğuk Savaş yıllarından itibaren bir düşüş sergilediği görülmekteydi (Corbin & Levitsky, 2003). 



Şekil-2: ABD Askeri Harcamaları, 1945-2008 (Corbin & Levitsky, 2003) 

ABD askeri gücünde 1945’ten bu yana dört önemli “azaltma” politikası4 yaşandığını belirten Ullman (1995), 2 nci Dünya Savaşı’nın ardından Truman 
yönetiminin büyük oranlarda askeri gücü tasfiye etmesinin, sözkonusu politikaların ilk ayağını oluşturduğunu belirtmektedir. Daha sonra Eisenhower 
yönetiminin 1953 yılından başlamak üzere savunma harcamalarında önemli kesintilere gitmesi, 1969 yılında Güneydoğu Asya krizinin ve 1989 yılında da 
Soğuk Savaş’ın sona ermesi; Ullman’ın sözünü ettiği “azaltma” politikalarının yapıtaşlarını oluşturmaktadır. Nitekim John F. Kennedy’nin, 1961’de Beyaz Saray’a girdiğinde Savunma Bakanı’na verdiği ilk talimatlardan biri, ülkenin savunulması için neye gereksinim duyulduğunun belirlenmesi ve bunun mümkün olan en düşük maliyetle yapılması olmuştur (Kugler, 2001:109). 

11 Eylül olaylarından 12 yıl önce, yani 1989’da, Berlin Duvarı’nın yıkılması ile, savunma planlama ve stratejilerini şekillendiren tehdit ve tehlikelerin de azaldığı inancı, sadece ABD’de değil, dünya genelinde savunma harcamalarının ciddi boyutlarda (üçte bir oranında) kısılmasını sağlamıştır. ABD’nin eski ve potansiyel “düşman”larının5 savunma harcamalarında da, 1985-2001 yılları arasında yüzde 72’ye varan azalmalar görülmüştür. Buna rağmen ABD savunma 
harcamalarındaki düşüş oranı sadece yüzde 17 düzeyinde kalmıştır (Conetta, 2003). 1985-2001 yılları arasındaki verilere bakıldığında şöyle bir tablo 
ile karşılaşılmaktadır: 


4 1950-2000 yılları arasında, ABD Savunma Bakanlığı insangücü ihtiyacındaki değişim veri ve yüzdeleri için EK-B’ye bakınız. 



Tablo-2: ABD Savunma Harcamaları Trendi (Kugler, 2001) 

Mali alandaki “daraltma” politikası, kendisini, denizaşırı askeri varlıkta da hissettirmekteydi. Vietnam Savaşı’na sahne olan 1966-1971 yılları arasında yüzde 35’lere varan denizaşırı askeri varlık oranı, takip eden yıllarda gözle görülür ölçüde düşüş göstermektedir (Şekil-3). Düşüş trendinin, Birinci Körfez Savaşı’nın patlak verdiği 1990-1991 yıllarında sekteye uğradığı dikkat çekmektedir.6 



Şekil-3: ABD Denizaşırı Askeri Varlık Yüzdeleri 

19 Mayıs 1997 tarihinde Pentagon, 21 nci yüzyıla yönelik bir stratejik taslak (Quadrennial Defense Review -QDR) yayınlamıştı. Taslak; birçok askeri üssün 
kapatılmasını, planlı uçuşların sayısının azaltılmasını ve aktif görevdeki birliklerin sayısında da 60 bine yakın indirime gidilmesini öngörmekteydi. 

RAND analistleri, belgeyi, Pentagon’un stratejik düşüncelerinde önemli değişimlerin yaşanmaya başladığının göstergesi olarak değerlendirdi. 

RAND Ulusal Savunma Araştırma Enstitüsü’nün stratejik planlamacılarından, aynı zamanda Carter ve Reagan dönemlerinde de Savunma Bakanlığı’nda görev 
yapmış olan Paul K. Davis sözkonusu değişime vurgu yapmaktadır: 

“Muhtemeldir ki tarihçiler 1997 QDR’yi, Amerikan savunma sisteminin yeni dönemin gerçekleriyle yüzleşmeye başladığı bir dönüm noktası olarak 
hatırlayacaklardır. Yine de herşey, yeni stratejinin sert program kararlarıyla desteklenip desteklenmeyeceğine bağlıdır.” (Escaping the Box, 1997) 

Bazı savunma stratejistlerine göre, dünyadaki belirsizlik, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle daha da artmıştır ve bu durum, savunma alanında etkili bir planlama yı gerektirmektedir. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların da belli olması, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörül memiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememişti. Soğuk Savaş’ın ardından gelmesi umulan istikrar dönemi, bölgesel kriz ve çatışmaların gölgesinde kaldı. 

Çok geçmeden, Doğu-Batı çekişmesinin sona ermesinin, barış ve istikrar demek olmadığı anlaşıldı. Kore’den Güneydoğu Asya’ya, Hindistan’dan Güneybatı 
Asya’ya, Ortadoğu’dan Afrika’ya, “güvensizlik” var olmaya devam etti. Bu defa istikrarsızlığın kökleri daha derinlerdeydi ve karmaşıktı: kabilecilik, sınır 
anlaşmazlıkları, zayıf veya kanunsuz yönetimler ve dinsel fanatizm (Gompert ve diğerleri, 2004:3). Aslında tüm bunlardan daha tehlikeli bir sorun, gelişmiş 
ülkelerin müdahale etmemekten yana tavır koymalarıyla, gittikçe daha kronik hale gelmekteydi. Az gelişmiş ülkelerin payına, dünya “refah pastası”ndan düşen dilimin boyutu giderek küçülmekteydi. 

Sanayileşmiş ülkeler, dünya nüfusunun sadece yüzde 28’ine sahipti; ancak zenginliğin yüzde 70’ini ellerinde bulunduruyorlardı (Flanagan ve diğerleri, 2001:9). 
Açlık ve yoksulluğun hüküm sürdüğü bölgelerde gelişen ve serpilen “terörizm” dalgasının, yakın bir gelecekte hangi kıyıları dövmeye başlayacağını kimse 
kestiremiyordu. 

1990’lı yılların başından itibaren köklü bir değişim geçiren terörizmin bu yeni “kimliği”, 1990’lı yıllar boyunca çoğu kimse tarafından fark edilemedi. Bu nedenle terörizm algılamaları ve terörizme dönük politikalar, terörizmin doğduğu 30 yıl öncesininkilerle neredeyse aynı kaldı. 1990’lı yıllarda terörist olayların sayısında bir düşüş gözlenmesine rağmen, olaylarda ölen insanların oranı genel olarak yükselmişti. Yani teröristler daha az aktif olmalarına karşın, daha ölümcüldüler (Hoffman, 2002). Dünyanın küreselleşmesine karşılık terörizm de küreselleşiyor ve terörist eylemler, dünyaya yön veren politikaları etkileme / yönlendirme amacı ile hedef sahalarını genişletiyorlardı. Kuşkusuz bu “asimetrik tehdit”in alacağı boyutu önceden kestirebilenler de vardı. Danzig (1999:14), “ABD’nin en büyük güvenlik riskleri”ni tanımladığı kitabında, “üç büyük tehlike”yi açıklıyor7 ve bunlar arasında “travmatik saldırılar”a dikkat çekiyordu: 

“(...) Tıpkı fizikte olduğu gibi savaşta da aynı kural geçerlidir: Her hareket, karşıt bir tepki doğurur. Her güç, zayıf yönünü ortaya çıkaracak farklı bir alanın 
araştırılmasına davetiye çıkarır. 

Eğer biz, klasik savaş alanlarında yenilmez olarak algılanıyorsak, düşmanlarımız bizi klasik olmayan şekillerle yenmeye çalışacaklardır. (...)” 

Değişen tehdit algoritmaları, pek çok ülkede olduğu gibi ABD’de de savunma anlayışının sorgulanması sonucunu doğurdu. “Açık sınırları ve açık toplum 
niteliği ile teröristler için kolay hedef teşkil eden” (Rumsfeld, 2004b) ABD’de savunma stratejilerinin sorgulanması, esasen, Soğuk Savaş yıllarına 
dayanmaktadır. Stratejik vizyon eksikliğinden ve uzun dönemli planlamaların yapıl(a)mayışından yakınan uzmanlar, o dönemde bunu bir zayıflık olarak 
nitelendirmekteydiler (Smith ve diğerleri, 1987). Stratejik planlamaya atfedilen önemin arka planında “geleceğin tasarlanması” yatmaktaydı. 
Nitekim bu önemi, dönemin ABD başkanı Eisenhower da 1958 yılında yaptığı bir konuşmada vurgulamıştı: 

“Hiçbir askeri görev; bizi ulusal hedeflerimize ulaştıracak olan kuvvet yapılarında ve silah sistemlerinde devrim yaratabilecek stratejik planlar geliştirmekten 
daha önemli değildir.” (Lovelace, 1995) 

Ochmanek ve Hosmer (1997), stratejinin, temel milli hedefler belirlemekle başladığını ve sözkonusu ABD olduğunda, bu hedeflerin Cumhuriyet’in kuruluşundan beri değişmediğinin söylenebileceğini ifade etmektedirler. Yazarlara göre tehditler, tehlikeler, fırsatlar gibi uluslar arası çevre koşullarının incelenmesi ve ABD kuvvetlerinin hazırlıklı olması gereken görevlerin tespiti gibi aşamalar; sözkonusu hedeflerin tanımlanmasının ardından gelmelidir. 

5 Bu ülkeler Sovyetler Birliği ile Varşova Paktı’nın diğer üyeleri, Çin, Kuzey Kore, Kuzey Vietnam, İran, Irak, Suriye, Libya ve Küba’dır. 

6 “Active Duty Military Personnel Strengths by Regional Area and by Country”, produced by the Statistical Analysis Division of the Directorate for Information 
Operations and Reports, US Department of Defense(DoD). Ayrıntılı bilgi için adresine bakılabilir. 

7 Yazar bu tehlikeleri, “büyük bir askeri düşmana karşı yenilenmiş rekabet, travmatik saldırılar ve destek kaybı” olarak sıralamaktadır. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1


11 EYLÜL SONRASI A.B.D SAVUNMA PLANLAMA  VE STRATEJİLERİNDE YAŞANAN DEĞİŞİMLER BÖLÜM 1 



Yunus ÖZTÜRK 
© 2005 
GİRİŞ 


Takvim yaprakları 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde, çoğu kimse, dünyanın yeni bir dönemeç eşiğinde olduğunun farkında değildi. Ajanslara ve haber merkezlerine, 
“New York saat dilimine göre 8:45’te, Boston Massachusetts’tan kalkan ve kaçırılmış olan 11 sefer sayılı Amerikan Havayolları uçağı, Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey kulesine çarparak büyük bir delik açtı ve binada yangın çıktı.” şeklinde düşen “son dakika” haberi, aslında, uluslararası sistemde hemen hemen herşeyin yeniden tanımlanacağı farklı bir döneme girildiğinin işaretçisiydi. 

Başkan Bush’un, “erken” sayılabilecek bir zamanlamayla, yaşanan olayı “açık bir terörist saldırı” olarak nitelendirmesinin ardından, gözler, Amerika Birleşik 
Devletleri (ABD)’nin “sorunlu” olarak adlandırdığı bölgelere çevrildi. Hazar Havzası ve Ortadoğu’ya beklenen müdahaleler gelmekte gecikmedi; Afganistan ve Irak’a yönelik “özgürleştirme” operasyonları birbiri ardına geldi. Kimilerince “haklı ve gerekli” bulunan bu operasyonlar, kimilerince de “ölçüsüz ve aşırı” tepkiler olarak nitelendirilerek kıyasıya eleştirildi. Süregelen tartışmalar, çoğu kimse için, değerler ve fikirlerin yeni bir tablosunu yapma ve birçok konuda yeniden düşünme fırsatı anlamına gelmekteydi. 

Geliştirilen düşünce sistematikleri, haklı olarak, Soğuk Savaş yıllarını da kapsamaktaydı. Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisiydi. Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve hegemon gücü olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin de çökmesiyle birlikte, dünyadaki politik dengeler altüst oluyordu. 1989 Aralık ayında ABD ve Sovyetler Birliği devlet başkanlarının, Malta buluşmasında Soğuk Savaş’ı sona erdiren açıklamalarından sonra ABD’nin uluslararası sistemde hegemon rolünü sürdürmesinin önünde bir engel kalmadığı açıklamaları sıklıkla dile getirilmişti. 1989-1993 yılları arasında görev yapan, dönemin ABD Başkanı George Bush, “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı ve sonraları “çelişkisiz ve uyum içindelik” nitelikleri ile tanıtılan yeni bir dönemin “müjde”sini vermekteydi. Sözkonusu dönem, Francis Fukuyama ve Samuel P. Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da sahne olmaktaydı. Fukuyama’ya göre “yeni dünya düzeni”nde çelişkilerin ortadan kalkması, “tarihin sonu” anlamına geliyordu. 

Huntington ise makalesinde, küreselleşen ve zenginleşen dünyayı, “medeniyetler çatışması”nın (clash of civilizations) beklediğini düşünüyordu. Ona göre 
içine girilen yeni tarihsel dönem aslında medeniyetlerin savaştığı bir dönem olacaktı.1 


SSCB’nin çökmesiyle, ABD ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi olarak “tek kutuplu” hale gelen dünyada hakimiyet mücadelesi verirken, küresel güçler 
arasındaki “hegemonya savaşı” bazen örtülü, bazen açık olarak yaşanmaya başladı. 
Dengeler değişmekteydi; ve bu durum, kuşkusuz, “silahlanma ve savaş” demekti. 
Öyle ki, bu önü alınamaz tırmanış, soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüzyüze bulunan ülkeler ile, George Orwell’in “1984” adlı eserini anımsatan 
tarzda cereyan etmekteydi. 

Küreselleşme projelerinin hız kazanmaya başladığı bir dönemde yaşananlar, korkuları daha çok derinleştirmekle kalmadı; hızla “dengesiz küreselleşme”ye doğru sapan rotanın düzeltilmesi gerekliliğini de tartışmaya açtı. ABD eski başkanlarından Bill Clinton, “yeni dünya düzeninin nimetlerinden büyük ölçüde sanayileşmiş ülkelerin faydalandığını” söyleyerek tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı. Tüm bunlar olurken, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle yeni “bahane ve taktikler”2 bulma yarışında öne çıkan ABD, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından gelen Panama işgalinin “bahane ve taktikleri”ni hatırlatan politikalar geliştirmekte kararlı olduğunu birinci ağızdan duyurmaktaydı: 

Huntington’un sözkonusu makalesinin tümüne 
adresinden ulaşılabilir. 

2 Noam Chomsky, 8 Aralık 2001 tarihinde Tufts Üniversitesi’nde verdiği, “11 Eylül’ün Ardından: Barışa, Adalete ve Güvenliğe Giden Yollar” başlıklı konferansta, Soğuk Savaş sonrası dönemin temel karakterinin “revize edilmiş bahaneler ve taktikler” olduğunu belirtmektedir. 




“(...) Bu yalnız Amerika'nın savaşı değildir. Tehlikede olan sadece Amerika'nın özgürlüğü değildir. Bu, dünyanın savaşıdır. Bu, medeniyetin savaşıdır. Bu savaş 
ilerleme ve plüralizme, hoşgörü ve özgürlüğe inananların savaşıdır. (...) Yöntem daha belli değildir ama sonuç kesindir. Özgürlük ve korku, adalet ve şiddet 
her zaman savaşmıştır ve şunu biliyoruz ki, Tanrı bunların arasında tarafsız değildir." 

Başkan, yöntemin henüz belli olmadığını vurgulasa da, hem yöntem hem de hedefler konusunda önceden varılmış bir mutabakatın var olduğu kendisini hemen hissettirecekti. Savunmaya ayrılan bütçe olağandışı bir şekilde artırıldı, planlar revize edildi, orduda “dönüşüm” çalışmalarına hız verildi. Öyle ki bu “dönüşüm” çalışmalarına, “ABD’yi daha güvenli bir ülke haline getirme”de kilit rol biçildi. Zira, Soğuk Savaş yıllarında ulus devletlere karşı yürütülecek “büyük” savaşlar üzerine inşa edilen savunma anlayışı, yeni dönemde yerini, karmaşık ve çok çeşitli çatışmalarla “baş edebilecek” bir askeri yeteneğe sahip olma anlayışına bırakmak zorundaydı. Esas itibariyle, Savunma Bakanlığı’nın yeniden yapılanma ve dönüşüm hedefleri, 11 Eylül olaylarından sadece günler önce tamamlanan “Dört Yıllık Savunma İncelemesi (QDR)”nde ayrıntılı olarak yer almaktaydı. Sözkonusu belgede, öncelikli hedefin ABD vatanını ve vatandaşlarını “asimetrik tehditler”e karşı savunmak olduğu belirtiliyordu (Rumsfeld, 2004b) 

Tüm bunlar olurken Birleşmiş Milletler (BM) 28 Eylül 2001 tarihinde aldığı 1373 sayılı karar ile, “olası” operasyonlara “meşru müdafaa” niteliği vererek yeşil ışık 
yaktı. Kuzey Atlantik İttifakı (NATO), meşhur 5 nci maddesini yürürlüğe koymakta gecikmedi ve “tarafların, Kuzey Amerika'da veya Avrupa'da içlerinden bir veya daha çoğuna yöneltilecek silahlı bir saldırının hepsine yöneltilmiş bir saldırı olarak değerlendirileceği ve eğer böyle bir saldırı olursa (...) silahlı kuvvet kullanımı da dahil olmak üzere gerekli görülen eylemlerde bulunarak saldırıya uğrayan taraf ya da taraflara yardımcı olacakları konusunda anlaşmış 
oldukları”nı ilan etti. 

Tarihindeki en büyük terör olayını yaşayan ABD, “misilleme olarak” Afganistan'daki hedefleri 7 Ekim 2001'de bombalamaya başladı. 63 gün süren, 13 Kasım 2001 tarihinde Kabil’in alınmasıyla sona eren ve amacı “terör yuvalarını ortadan kaldırmak” olarak belirlenen operasyona “Sonsuz Özgürlük” adı verilmesi de, aykırı sesleri susturamadı. Ardından gelen Irak müdahalesi, kamuoyuna, “Irak’a demokrasi” sloganı ile sunuldu; ne var ki bu müdahale, ABD’nin, bozulan dengeleri kendi lehine çevirmekte ne denli kararlı olduğunun bir göstergesi olarak kabul görmekteydi. Kararlılığın göstergesi olarak, savunma harcamalarına ayırdığı payı hatırı sayılır ölçülerde ve “keskin” bir şekilde artıran ABD, silahlanma yarışını “uzay”a taşımayı da içeren radikal hamleler yapmaya başladı. 

Uluslar arası sistemde beklenilenin aksine, ABD’nin “etki sahası” önünde engellerin yükselmeye başladığı bir dönemde meydana gelen 11 Eylül saldırıları, 
kuşkusuz, oluşan engelleri aşması adına ABD’ye, kullanabileceği bir “fırsat” da yaratmıştır. Denilebilir ki, 1990-2000 yılları arası dönemde, sınırlarını 
belirlemekte zorlanılan uluslar arası sistemin gözden geçirilerek yeniden “dizayn edilebilmesi” için bir arayış içine girilmiştir. Bu dönemin nasıl bir yapılanmaya 
yol açacağı ise bölgesel ve uluslararası düzeydeki gelişmelerin şekli ve ittifakların alacakları tutumlarla doğrudan ilişkili olacaktır. 

“Dünyaya hükmetme” iddiasındaki bir “süper gücün” savunma planlama ve stratejilerini inceleme iddiasındaki bir çalışmanın, tarihi perspektiften bağımsız olarak gerçekleştirilebileceğini düşünmek elbette olanaksızdır. Geleceğe dönük projelerin ardındaki düşüncelerin izini sürerek stratejilerin kökenine inmeye çalışmak, çoğu zaman, gelişen olayları doğru bir şekilde anlamlandırabilmenin tek yoludur. ABD’nin bugününü ve geleceğini tartışmadan önce, temel stratejisinin ne olduğunun tespiti bu nedenle önemlidir. 1899 yılında dönemin ABD başkanı Theodor Roosevelt’in Temsilciler Meclisi’nde yaptığı konuşma, ABD’nin 20 nci yüzyıldaki (ve aslında aynı zamanda sonraki yüzyıldaki) temel stratejisini ortaya koyar niteliktedir: 

“(...) Size rahat bir hayatın değil, mücadelelerle dolu bir hayatın gereklerini söylüyorum. 20 nci yüzyıl önümüze, pek çok ulusun kaderini belirleyecek muazzam bir ufuk açıyor. Yerimizde oturursak, sert mücadelelerden uzak durursak bizden daha cesur ve daha güçlü olanlar bizi geçeceklerdir.” 

Bu araştırmamızda biz, 11 Eylül saldırıları sonrasında ABD savunma planlama ve stratejilerinde ne gibi değişimler yaşandığını inceledik. Bilindiği üzere 11 
Eylül saldırılarının olağanüstülüğü ve yarattığı şaşkınlığın yanı sıra uluslar arası ilişkiler alanında yol açtığı belirsizlikler, bu alanda hızla gelişen bir literatürün 
oluşmasına sebep olmuştur. Bu yönüyle, araştırmamızda kaynakça yönünden sıkıntı yaşamadığımızı itiraf etmeliyiz. Literatürün bol olması, elbette, daha seçici olma, birkaç kaynaktan doğrulatma gibi hassasiyetleri de beraberinde getirmektedir. 

Biz istatistiki bilgiler için mümkün olduğunca resmi kaynaklara başvurmaya çalışarak, sözünü ettiğimiz hassasiyetleri kısmen karşılamaya gayret ettik. 
Her ne kadar yorum içeren ifadelerden özenle kaçınmaya çalışsak da, tanıklık ettiğimiz olayların zihnimizdeki yansımaları, araştırmamızı kaleme alırken yer 
yer su yüzüne çıkmayı başardı. 

YAKLAŞAN FIRTINA 

Strategic Forum dergisinin Temmuz 2001 tarihli sayısında “21 nci Yüzyılın Ordusu: Yakın Geçmişten Dersler” başlıklı bir makale kaleme alan emekli general Anthony C. Zinni, ABD ordusunun “geleneksel olmayan” tehditlere karşı hazırlıklı olup olmadığının sorgulanması gerektiğini söylüyor ve ekliyordu: 

“Geleceği kimse tahmin edemez; ancak gelişen tehditler karşısında bazı yargılarda bulunmamız mümkündür. Bunlardan [bu tehditlerden] bir kısmı, geçen yüzyıldan hazırlıklı olduklarımız olmayacaktır ve tamamı, yeni dünya düzenini tehdit edecektir. Ordu, sözkonusu tehdit ve tehlikeleri karşılayabilecek 
dönüşümü gerçekleştirmelidir.” (2001) 

Küreselleşmenin hız kazanmaya başlamasıyla sınırlarını “açık” hale getiren ABD’nin yüzyüze kaldığı tehditler, henüz, Zinni’nin öngördüğü şekliyle “yeni dünya düzeni”ne meydan okur hale gelmeye başlamamıştı. “Terör”, “terörizm”, “terörist” gibi kavramlar, dünya uluslarının gündeminde ağırlıklı olarak yer almıyordu. 
Soğuk Savaş yıllarının etkisindeki düşünce sistematikleri de, “asimetrik” tehdit değerlendirmesine yönelik fikir yürütmelerde bulunamayacak derecede 
öngörüden yoksundu. Başta ABD olmak üzere, başat konumdaki bazı ülkelerin, küresel rekabet ve çıkar savaşlarının ulaşacağı boyutu önceden kestirdiklerinden olsa gerek, savunma doktrin ve stratejilerinde önemli değişimlere gitmeye başladığı tarih, 1993’tü. O tarihten bugüne dünya, gelir dağılımındaki dengesizlik dışında, büyük ölçüde değişime uğradı. Küreselleşmenin “getiri”si olarak görülen bu dengesizlik, kimilerine göre, ileriki yıllarda dünyanın başını fazlasıyla ağrıtacak olan terörizmi besleyen en “bereketli” kaynaktı; kurutulmadığı sürece küresel barış sadece hayal olarak kalacaktı. Ancak bu o kadar da kolay değildi. 

2000 yılında yapılan bir araştırmanın bulgularına göre, demokratik yönetim tarzını benimsemiş ülkelerde Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 17 bin dolar iken, bu rakam, Orta Afrika, Güney Asya gibi diğer bazı ülkelerde, 3 bin 400 dolara kadar düşmekteydi (The Military Balance, 2000). 



Şekil-1: Parçalı Dünya Ekonomisi (The Military Balance, 2000) 

20 nci yüzyılın en büyük ekonomik operasyonu olarak bilinen 1973 petrol krizi, o yıllarda, ABD aleyhine gelişen süreci tersine çevirmesi ve Avrupa’nın arka 
planda kalma rolünü sürdürmesi sonuçlarını doğurmuş ve en büyük “ekonomik operasyon” olarak tarihe geçmişti. Ekonomik göstergeler ile “süper güç”lük sıfatı arasındaki “doğru orantı”, bugün, belki de her zamankinden daha fazla hissedilmektedir. Yapılan son bir araştırmaya göre 3 Avrupa Birliği (AB), 15 üyeli iken, ABD’nin milli gelirinin 831 milyar dolar altında kalmaktaydı; ancak 2004 yılında, üye olarak kabul ettiği 10 Doğu Avrupa ülkesi ile birlikte ABD’yi 116 milyar dolar geride bırakarak dünyanın en büyük ekonomik gücü haline gelmiştir (Tablo-1). 

3 Cumhuriyet , 18 Aralık 2004. 





Tablo-1: Toplam Milli Gelir’de İlk Beş Ülke 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

18 Mayıs 2017 Perşembe

Trump - Erdoğan görüşmesi,


Trump - Erdoğan görüşmesi


ABD Başkanı Donald Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, Beyaz Saray’da ilk kez bir araya geldi. 
Kritik görüşme öncesi Trump, Erdoğan’ı kapıda karşıladı. 
İkili görüşme öncesi birlikte basın mensuplarına poz verdi. 
Ardından birlikte görüşen Trump ve Erdoğan, görüşme sonrası basın mensuplarına açıklamalarda bulundu.
Basın toplantısında Trump’ın öne çıkan açıklamaları şu şekilde oldu:

– Türkiye ve ABD, on yıllardır büyük müttefikler. 

Soğuk Savaş’ta Türkiye, Sovyetler Birliği’nin genişlemesini engelledi. Türkiye’nin Kore Savaşı boyunca gösterdikleri büyük cesaret hala hafızalarımızda.

– Kore´deki savaştaki cesaretleri, bizim askerlerimizin unutmadığı şeylerdendir. McCarty, Türk askerlerinin şerefini ve cesaretini takdir etmişti ve dünyanın 
en iyi askerlerden olduğunu söylemişti.

–  Türkiye´yi terör örgütü ile olan mücadelede destekliyoruz. Türkiye´nin liderliğinden de mutluyuz ve Türkiye´nin çabalarını 
da memnuniyetle karşılıyoruz.

– Türk halkı son yıllarda korkunç terör saldırılarına maruz kaldı. Biz de bu saldırılara karşı Türkiye’ye destek olduk ve başsağlığı 
dileklerimizi ilettik. IŞİD ve PKK terör örgütlerine karşı Türkiye’ye destek veriyoruz.

– Türkiye ile ilişkimizi hiç kimse yenemeyecektir.

– Türkiye’nin Suriye’deki çabalarına destek veriyoruz. Suriye’de şiddetin azaltılması için çabalıyoruz.

– Erdoğan ile ticareti geliştirmek için görüştük. İki ülke arasındaki ilişkileri bu yönde geliştirebiliriz.

– Silah siparişi vermiştik ve bunun gelmesini bekliyoruz.

ERDOĞAN’IN AÇIKLAMALARI

– Öncelikle ABD Başkanı Sayın Trump’a ve ekibine şahsım ve heyetime gösterdikleri ilgiden dolayı teşekkür ediyorum. 
Bir kez daha huzurlarınızda, Sayın Trump’ı seçimlerde elde ettiği başarıdan dolayı tebrik ediyorum. 

Az önce ikili bir görüşme gerçekleştirdik. Köklü geçmişe dayanan ve stratejik ortaklıkları ele aldık.

– Türkiye ile ABD arasındaki bağlar demokratik ve müşterek bağlar arasında gerçekleşmiştir. Aramızdaki ilişkileri güçlü tutmamız, küresel barış için önemlidir. 
Bölgemizin içinden geçtiği bu çalkantılı dönemde iki ülkenin göstereceği işbirliği her zamankinden daha önemlidir.

– Esasen, ABD, BM ve NATO gibi kilit kurumlar ile yakın ilişkiler içerisindeyiz. Önümüzdeki süreçte bu platformlar başta olmak üzere diyaloğu artırmanın 
çabasındayız. Doğrusu ben bu ziyaretimizi tarihi bir dönüm noktası teşkil edeceğine inanıyorum.– Gerek ikili görüşmemiz, gerek heyetler arası görüşmemizin geleceğimize yönelik daha büyük kazanımlar sağlayacağına inanıyorum. 

DEAŞ başta olmak üzere bölgemizdeki tüm terör örgütlerine müşterek bir tavır koymamız çok önemlidir. Ortak geleceğimizi tehdit eden terör örgütlerine 
karşı ayrım yapmamakta kararlıyız. Bölgemizin geleceğinde terör örgütlerine yer yok. Özellikle YPG-PYD terör örgütlerinin muhatap alınması, uluslararası 
mutabakata uygun değildir. Suriye, Irak, Yemen’deki durumu kaosa çevirmek istenler elbet kaybedecektir.

– Gülen ile beklentilerimizi açıkça ifade ettik.

– Bilhassa Suriye rejiminin kimyasal saldırısı sonrası takınılan tutumu son derece yerinde buluyoruz.

Kaynak: Trump - Erdoğan görüşmesinden kritik PYD açıklaması 

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/trump-erdogan-gorusmesinden-kritik-pyd-aciklamasi-163683h.htm

***

AMERİKA DA DEMOKRASİ.



  AMERİKA DA DEMOKRASİ.





Amerika’da bulunduğum esnada, dikkatimi çeken yeni meselelerden hiçbiri, beni, şartların eşitliği kadar şaşırtmadı. Bu vakanın, cemiyetin gidişi üzerindeki 
muazzam tesirini kolayca farkettim: halk efkârına belli bir istikamet veren; kanunların muayyen bir tarzda çıkmasını sağlayan; idare edenlere yeni formüller, 
idare edilenlere de hususî alışkanlıklar kazandıran hep oydu. Çok geçmeden aynı vakıanın, tesirini kanunların ve siyasî adetlerin çok ötesine kadar yaydığını 
ve sivil hayattaki nüfuzunun Devlet hayatındakinden daha az olmadığını anladım: Fikirler yaratıyor, hisler doğuruyor, adetler telkin ediyor ve kendi yaratmadığı 
her şeyi de tadil ediyordu. Böylece, Amerikan cemiyeti ile  alâkalı tetkiklerimi artırdıkça, şartların eşitliği vakıasının, her hususî oluşun kendisinden çıktığı 
temel vakıa olduğunu gitgide daha fazla bir şekilde görmeye başlıyor ve onu hep önümde bütün müşahedelerimin varacağı merkezî nokta olarak buluyordum.

O zaman düşüncelerimi bizim yarım dünyaya yönelttim ve yeni dünyanın bana arzettiği manzaraya benzer bazı şeyleri orada da farkeder gibi oldum. 
Amerika’daki gibi son hudutlara varmamış olsa bile, oraya doğru her gün biraz daha fazla yaklaşan, şartların eşitliği oluşunu gördüm. 
Ve Amerikan cemiyetlerinde hüküm süren tipte bir demokrasi, Avrupada’da, bana, iktidara sür’atle yaklaşır gibi göründü. Bu andan itibaren, okumak üzere 
bulunduğumuz kitabın ana fikri kafamda belirdi.


Büyük bir demokratik inkılâp gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Herkes Onu görüyor, fakat hakkında aynı hükmü vermiyor. Bazıları onu yeni bir şey olarak 
telâkki ediyorlar ve geçici sandıkları için hala durdurulabileceğini zannediyorlar. Diğerleri, kendilerine tarihte rastlanılan en eski ve devamlı olay olarak 
göründüğü için, bunun karşı konulmaz bir şey olduğuna hükmediyorlar.

Bir an için nazarlarını yedi asır önceki Fransa’ya çeviriyorum: onu toprağa sahip ve sakinlerini idare eden bir avuç aile arasında parçalanmış bir halde 
buluyorum. Hükmetme hakkı nesilden nesile miras yoluyla geçiyor, insanların birbiri üzerinde tesiri için tek vasıta var: kuvvet, iktidarın biricik menşeî: 
toprak mülkiyeti. Fakat çok geçmeden ruhban sınıfının siyasî gücü teessüs ediyor ve yayılmağa başlıyor. Ruhban sınıfı sinesini zengin, fakir; asil, avam 
herkese açıyor. Eşitlik Devlet idaresine kilise yoluyla nüfuz etmeye başlıyor ve ebedî bir köleliğe mahkûm gibi görünenler, asillerin arasında rahip olarak yer 
alıyor ve ekserî kralların da üstünde oturuyor. Zamanla cemiyet daha medenî ve istikrarlı bir hal aldıkça, insanlar arasındaki çeşitli münasebetler de daha 
kabarık ve karışık oluyor. Medenî

Kanun ihtiyacı kendisini kuvvetle hissettiriyor. O zaman hukukçular ortaya çıkıyorlar, mahkemelerin karanlık çalılarını ve tozlu odalarını terkederek prensin 
sarayına, zırhlı ve kürklü baronların yanma oturmağa gidiyorlar. Krallar büyük teşebbüsler peşinde harap oluyorlar; asiller hususî harplerde bitip tükeniyorlar; 
avam, ticaret yoluyla zenginleşiyor. Paranın tesiri Devlet işlerinde kendini hissettirmeye başlıyor. Ticaret iktidar temin eden yeni bir kaynak oluyor ve 
borsacılar hem istihfaf hem de dalkavukluk edilen bir siyasî kudret halini alıyor. Yavaş yavaş kültür seviyesi artıyor; san’at ve edebiyat zevkinin doğduğu 
görülüyor; kültür bir muvaffakiyet, ilim bir idare vasıtası, zekâ bir sosyal kuvvet oluyor. Kültürlü kimseler Devlet idaresine giriyorlar. Bununla beraber, 
iktidara giden yeni yollar keşfedilince asaletin değerinin azaldığı görülüyor. XI. asırda asalet ölçüsüz derecede kıymette iken XIII. asırda satın alınıyor; ilk 
asalet tevcihi 1270 de vukubuluyor ve nihayet eşitlik Devlet idaresine bizzat aristokrasi yolu ile giriyor. Geçen yedi asır boyunca, kralın otoritesine savaşta 
veya rakiplerinin güçlerini bertaraf etmede, asillerin halka siyasî kudret verdikleri bazen görüldü. Halkı aynı seviyeye getirmede en sebatlı ve en aktif krallar 
Fransa Kralları oldular. Kuvvetli ve haris oldukları zaman halkı asillerin seviyesine yükseltmeye çalıştılar; zayıf ve mutedil oldukları zaman da halkın kendilerinin 
üstünde yer almasına müsaade ettiler.

Bazıları demokrasiye kabiliyetleriyle, bazıları da acizleri ile hizmet ettiler. XI. ve XIV. Louis tahtın altındaki her şeyi eşit kılmağa çalıştılar ve XV. LOUİS 
nihayet sarayı ile birlikte tozlara bulandı. Vatandaşlar feodal taksimden başka yollarla toprak mülkiyetine sahip olmağa ve tanınmış olan menkul mülkiyeti 
tesir yaratmağa, kudret temin etmeğe başladıktan sonra, insanlar arasına birçok yeni eşitlik elemanı sokmayan ne bir sanayi keşfinde bulunuldu ne de 
endüstri ve ticarette bir ıslâhat yapıldı. Bu andan itibaren keyfedilen bütün metotlar, doğan bütün ihtiyaçlar, tatmin edilmek istenen bütün arzular evrensel 
bir seviye eşitliğine doğru terakkilerdir. Lüks zevki, savaş aşkı, moda iptilâsı, insan kalbinin en sathî ve en derin ihtirasları, zenginleri fakir, fakirleri zengin 
yapmak için ahenkle çalışıyor görünüyorlar. Zekâ eserlerinin zenginlik ve kuvvet kaynağı oluşundan itibaren, ilmin her terakkisini, her yeni malûmatı, her 
yeni fikri halka uzanan yeni bir kudret kaynağı telâkki etmek icabetti. Şiir, hitabet, hatıralar, zekâ oyunları, muhayyilenin ateşi, düşünce derinliği, 
Tanrı’nın tesadüfe göre dağıttığı bütün meziyetler, demokrasiye hizmet ettiler; ve hattâ hasımlarının elinde bulunduğu zaman dahi, insanın tabiî 
büyüklüğünü ortaya koyarak demokrasi davasına yaradılar. Şu halde zihin aydınlığının ve medeniyetin terakkisi, demokrasinin terakkisi demek oldu. 

Edebiyat fakirlerin de, zayıfların da her gün silâh aramağa koştukları bir cephane halini aldı. Tarihimizin sayfalan çevrilirse, denilebilir ki yedi asırdan beri 
eşitlik yönünde hizmet etmeyen hiç bir büyük hadiseye rastlanamaz.

Haçlı Seferleri ve İngiltere harpleri asilleri çok azaltıyor ve topraklarını bölüyor; kazaların kuruluşu feodal monarşiye demokratik hürriyeti sokuyor; ateşli 
silâhların keşfi asil ile köylüyü muharebe sahasında eşit kılıyor; matbaa zekâlarına eşit kaynaklar veriyor; posta sarayların kapısına olduğu kadar fakir 
kulübesinin eşiğine de ışık getiriyor; Protestanlık, bütün insanların eşit şekilde Tanrı’nın yolunu bulabileceklerini ilân ediyor. Keşfedilen Amerika binlerce 
yeni servet yolu açıyor ve meçhul macerapereste hem zenginlik hem de kudret temin ediyor. Şayet XI. asırdan itibaren ellişer yıllık safhalar halinde 
Fransa’da olup bitenleri incelerseniz, her safhada cemiyetin yapısında ikili bir inkılâbın vuku bulduğunu farketmemenize imkân yoktur. Asil, sosyal 
hiyerarşide gerilerken, avam ilerlemekte; biri inerken öbürü çıkmaktadır. Her yarım asır onları yaklaştırmakta ve çok geçmeden birbiriyle birleşir bir hâle 
getirmektedir. Oysa, bu sadece Fransa’ya has birşey de değildir.

Nazarlarımızı ne tarafa çevirirsek çevirelim, bütün Hıristiyan âleminde aynı inkılâbın cereyan ettiğini farkederiz. Her tarafta milletlerin hayatında çeşitli 
olayların demokrasiye hizmet ettiğini görürüz. Herkes ona yardım etmektedir: Bu rejimin muvaffakiyetinde payı olmak isteyenler yanı sıra, ona hizmeti 
aklından bile geçirmeyenler; onun için çarpışanlar yanı sıra, kendilerini açıkça düşmanı ilân edenler, bütün hepsi karmakarışık bir şekilde aynı yolda 
sürüklendiler; ve hepsi kimi arzusu hilâfına kimi de bilmeden kaderin elinde oyuncak olarak müştereken çalıştılar.

Şartların eşitliğinin tedricî gelişimi, şu halde, İlâhî bir oluşun belli başlı özeliklerini taşımaktadır: evrenseldir; devamlıdır; insanın önleyebileceği bir şey 
değildir; bütün insanlar ve bütün hadiseler gelişmesine yardım etmektedir. Bu kadar uzaklardan gelen bir toplumsal hareketin, bir neslin çabalamasıyla 
önlenebileceğini sanmak akıllıca bir iş olur mu? Kralları mağlup eden, derebeyliği altüst eden demokrasinin, zenginler ve buıjuvalar önünde gerileyeceği 
söylenebilir mi Demokrasi, kendinin bu kadar kuvvetli ve hasımlannın da bu kadar zayıf olduğu şu anda mı duracak?

O halde nereye gidiyoruz? Kimse bilmiyor. Zira mukayese ölçüleri şimdiden elimizden çıktı. Zamanımızda Hıristiyanlar arasında şartlar, dünyada hiç bir 
yerde ve hiç bir zamanda görülmemiş derecede eşittir, ve şimdiye kadar olanların azameti, bundan sonra olup bitecekleri sezmeye mâni oluyor. 
Okuyacağınız bu kitap, bütün manialara rağmen bunca asırdır yol alan ve halâ bugün bile bizzat kendi eseri olan harabeler arasında yürüyen ve önlenmez 
inkılâbın manzarasının, yazarın ruhunda yarattığı bir nevi dinî korkunun baskısı altında yazıldı. Tanrı’nın ne istediğini anlamamız için, mutlaka konuşması 
şart değildir. Hâdiselerin daimî temayülünün, tabiatın olağan aklının ne olduğunu tetkik etmek yeter. Tanrı’nın sesini duymasam bile, yıldızların gökte onun 
parmağının çizdiği yolu takib ettiklerini biliyorum. Şayet zamanımız insanları, devamlı müşahedeler ve samimi düşüncelerle eşitliğin tedricî gelişiminin 
tarihimizin hem mazisi hem istikbâli olduğunu kabul ederlerse, yalnız bu seziş bile, bu gelişime Tanrı iradesinin mukaddes mahiyetini verecektir. 
Demokrasiyi durdurmak istemek, o zaman bizzat Tanrı’ya karşı savaşmak gibi görünecek ve insanlar için Tanrının kendilerine zorunlu kıldığı sosyal 
duruma uymaktan başka çare kalmayacaktır.

http://www.derindusunce.org/2017/05/17/amerikada-demokrasi-alexis-de-tocqueville-3/#more-42471


..

..

16 Mayıs 2017 Salı

Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?


Doğu Avrupa’da Macaristan ve Türkiyeden Sonra Sıra Polonyada mı ?

Ersin DEDEKOCA*
* 21.Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Bilimsel Danışman




Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS Hükümeti’nin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “Otoriter ” gelişmeye benzer bir “ Popülist-milliyetçimuhafazakâr ” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır. Bir zamanlar “Avrupa’nın periferisinden  merkezine değişim“ için örnek verilirken; şimdilerde “ Putinizm’in Polonyalı yüzü ”, ” Vistula’daki Orbanizm-Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Polonya  versiyonu ”,” Avrupa’ya kuşkulu-Euroskeptic ”, “ Demokrasi maskesi giymiş totaliter Polonya ” olarak nitelenen Polonya algısındaki dönüşümün gerçeklik  payı ve etkenleri çalışmamızın konusu olmuştur.

1989’da ilk “ Serbest Seçim ”ini gerçekleştiren, 1999’da NATO, 2004’de de AB üyesi olan Polonya, 38,5 milyon nüfusu ve cari $ fiyatlarıyla yaklaşık 550 milyar’lık ulusal geliri ile Orta/Doğu Avrupa ve eski Sovyet Bloku üyesi AB ülkeleri içinde en büyük ekonomi konumundadır. AB gerçekleşmeleri karşısında Polonya ekonominin dört başat olgusu, AB ülkelerinde yoğun olan 2008/09 “durgunluğunun” yaşanmamış olması;  işsizlik seviyesinin AB ortalamasının üzerinde seyretmesi; karbon salınımının yüksekliği; son olarak da, kişi başı GSMH’nın AB ortalamasının ancak yüzde 67’sine ulaşması olarak belirmektedir.1

Kömür, sülfür, bakır, doğal gaz ve gümüş doğal kaynaklarına sahip ve dünyanın 24 ncü büyük ekonomisi olan ülkenin başlıca ekonomik parametreleri, yıllar itibariyle gerçekleşme ve tahmin olarak aşağıdaki tabloda topluca izlenebilir: Global konjonktüre koşut olarak 2004-07 yılları arasında ortalama yıllık yüzde 6 oranında gerçekleşen ekonomik büyümenin giderek düştüğünü, 2014 yılında yeniden toparlandığı izlenmektedir.

Bilindiği gibi, Polonya ekonomisi yakın zamana kadar, Avrupa’nın en hızlı büyüyen, en düşük enflâsyonu ve bütçe açığı (yüzde 3) yaşayan, işsizliği ve gelir eşitsizliği giderek azalan ülkeleri arasında kabul edilmekteydi.2 

Ülke ulusal gelirinin oluşumuna baktığımızda, sahip olduğu dinamik nüfusun bir sonucu olarak, yüzde 60,1’inin “hane halkı tüketimi”nin oluşturduğunu
görmekteyiz. (kamu harcamaları, sabit yatırım ve net dış ticaretin payları da sırasıyla: yüzde 60,1-18,2-19,5 ve 1,5’dur.) Aynı yaklaşımı sektörler
itibariyle yaptığımızda da, GSMH’nın yüzde 3,4’ünü tarım, 40,1’ini sanayi ve 56,5’unu hizmet dallarının yarattığı ve sanayileşmiş bir ülke
olduğu anlaşılmaktadır.3



Dış satım ve alım arasındaki denge negatif bakiye verse de, açık rakamı çok düşüktür. Keza, “cari denge” deki açık da, “taşınabilir” sınırlardadır.
İhracat ve ithalâtında en büyük ortağı Almanya olup (yaklaşık yüzde 28 pay ile), bakiyesini AB üyesi ülkeler paylaşmaktadır. Ülkeye gelmiş FDI stoku 280.8 mia.$, ülkenin yurt dışındaki yatırım stoku da 70.6 mia.$ dır. Diğer yandan, ülke içi tasarruf oranları da yüzde 18 civarında olup, Batı ülkeleri için ortalamanın üstünde bir olgudur. Bu rakamlardan yapılacak çıkarım, Polonya ekonomisinin, özellikle AB üyeliği sonrası gösterdiği büyümede, önemli tutara varmış olan FDI payının yadsınamaz katkısıdır. Bu bağlamda vurgulanması gereken bir diğer konu da ülkenin, özellikle kamu borçlanmasından kaynaklanan dış borçlarının yüksekliğidir.

Elektrik üretiminde “üretim fazlası”( üretim: 152.7; tüketim 139 mia.kWh) yaşayan Polonya’da, toplam enerjinin yüzde 84,6-1,6-8,8’i sırasıyla fosil, hidroelektrik ve yenilenebilir kaynaklardan sağlanmaktadır. Doğalgaz tüketiminin yüzde 63’ünü dış alım yoluyla temin eden ülkenin enerji kaynağı, ağırlıklı olarak hidrokarbona (kömür) dayalı olup, yüksek seviyede karbon emisyonuna yol açmaktadır.4
İşsizlik oranının yüksekliği “süreklilik” niteliği kazanmış olan Polonya’da, 2002-06 yılları arasında yüzde 20’ler civarında seyreden anılan oran, 2010 yılından bu yana 9-10,2 arasında değişmektedir.

Yaşam kalitesi konusunda ülkedeki bir diğer olgu da, nüfusun yaklaşık yüzde 17’sinin “yoksulluk sınırı” nın altında yaşaması gerçeğidir.5İşgücünün
eğitim ve mesleki bilgi seviyesi yüksek olan ülke nüfusunun yüzde 60,5’unun şehirlerde yaşamakta, ülkenin işgücü ile ilgili bir diğer sorunu da, nüfus artışını durması, hatta 2015 için yüzde 0,09 oranında azaldığının beklenmesidir. Polonya’nın sosyal yapısıyla alâkalı bir diğer husus da, ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 99,7’sinin aynı etnik kökenden olması gerçeğidir.( Romanya ile birlikte en düşük yabancı kökenli nüfusa sahip AB ülkesi)6 Ukrayna’da yaşanan iç çatışması sonrası bu ülkeye, çoğu geçici ve resmi olmayan yollarla göç eden Ukraynalılar’ın dahil edilmesiyle bu oranda çok ufak bir sapma olabilir.7

Sonuç olarak, son on yılda ulusal gelirini yüzde 20 oranında arttıran ve kişi başı milli gelirini katlayan Polonya ekonomisinin, oransal olarak değil, ama 
mutlak rakam olarak iç tasarruf yetersizliğinin sonucu olarak kaynak yönünden dışa bağımlı (FDI, dış borç ve portföy yatırımı); işsizliği
yüksek; nüfusunun önemli bir bölümü yoksulluk sınırında yaşayan ve daha çok iç pazara yönelik bir üretim yapısı özelliklerini yansıttığını söyleyebiliriz.8

Ülkenin Yönetişimi ve Politik Yapısı Kuvvetler ayrılığı temelli anayasası 2 Nisan 1997’de yürürlüğe giren Polonya’da, Sovyetlerin
yıkılmasından sonraki 1989-2004 yılları arasındaki dönemi, önceki rejimin yumuşak bir devamı olarak algılayan, hızlı ekonomik ve politik değişimin
ürküntüsünü taşıyan halk yığınlarının oyları şekillendirdi. Ancak bu dönemin sonuna gelindiğinde, özelleştirmeler ile yüksek işsizlikten ve mevcut
demokrasinin kurumlarından hoşnut olmayan ve yaygın yolsuzluktan bıkan kitlelerin seçim tercihlerinde ağırlıkları görülmeye başlandı.9

<  25 Ekim 2015’de yapılan ve katılım oranının yüzde 55 olduğu genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. >

Kuvvetler ayrılığı, yetkileri kısıtlı cumhurbaşkanı, iki meclisten oluşan parlamentosu (parlamentonun alt kanadı-Sejm ve üst kanadı- Senato), 
güçlü anayasa mahkemesi unsurlarını taşıyan parlamenter bir demokrasiye sahip Polonya’nın demokrasi geçmişine baktığımızda,
derecesi ve yönü değişik olmakla birlikte, “liberal olmayan-illiberal” özellik genellikle hâkim olmuş, ancak ülke demokrasisini bozacak bir güç sergilememiştir.10 



Sovyet bloğunun yıkılmasından sonra 1991,1993, 1997, 2001, 2005, 2007, 2011 ve 2015 seçimlerini yaşayan ülkenin geçmiş toplam 25 yıllık demokrasisinin son on yıllık sürecini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz:

- 2001 ve 2005 seçimlerinde Sejm’in yapısında, sol kanattan (216’dan 55 sandalyeye) sağ kanada doğru (PiS, 44’den 155’e;
Civil Platform-PO, 65’den 133’e, 2007’de 209 ve 2011’de de 207’e) çok belirgin kayış olmuştur.11 

Bu bağlamda seçmen davranışındaki bir diğer çıkarım da, Polonyalı seçmenlerin genellikle “yönetim karşıtı” istikametinde oy verdikleridir.12

- İlliberal nitelikli partiler: League of Polish Families (LPR), Self-Defense ve Law and Justice Party (PiS) ülke siyasi yaşamında hep var olmuşlardır. 
Anılan üç partinin oluşturduğu koalisyon ülkeyi 2005-07 yılları arasında, şimdiki PiS’in genel başkanı olan Jaroslaw Kaczynski’nin  başbakanlığında

-2010’da uçak kazasında ölen cumhurbaşkanı Lech Kaczynski’nin ikiz kardeşi- yönetmiştir.

- Kasım 2007 seçimlerinde, PO’nun oy oranı yüzde 41,5 yükselirken, PiO’nun oyları yüzde 32,1’de kalmıştır. Bir diğer ifade ile, “ılımlı merkez”, “illiberal” 
kanada karşı güçlenmiş; seçmen, PiS’nun temsil ettiği illiberal politikaları sorgulamıştır. Seçim sonuçlarına göre, PO’dan Donald Tusk’un başbakanlığın da, kırsal ve tarıma ağırlıkveren Polish People’s Party (PSL) ve PO koalisyonu kurulmuştur.

- Ekim 2011 seçimlerinde PiS’nun oyları yüzde 29,89’a gerilerken, merkez oylarını temsil eden PO’nun oy oranı 39,18’e yükselmiştir.
PO ve PSL, mevcut koalisyonun devamına karar vermiş, PO’dan Donald Tusk ikinci kez başbakanlığındaki hükümet 2015 Kasım’ına kadar görev yapmıştır.

- 2015 yılının 10 ve 24 Mayıs tarihlerinde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, PiS’in adayı Andrzej Duda, ikinci turda yüzde 51,5 oy alarak, eski cumhurbaşkanı ve PO’nun adayı Komorowsky’yi geçerek seçilmiş ve bu seçim gelecekteki PiS’nun iktidarını işaret etmiştir.13

- 25 Ekim 2015’de yapılan genel seçimler iktidardaki liberal PO ve PSL’nin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. Katılma oranının yüzde 55 olduğu seçimde, milliyetçi-muhafazakâr PiS, sağ-popülist Kukiz’15 ve aşırı sağ Korvin oyların sırasıyla yüzde 39, 9 ve 4,9’unu almışlardır. PO’nun oy oranının sadece 23 olduğu seçim sonucuna göre, hiçbir sosyal demokrat parti parlamentoya girememiştir.14

Liberal karşıtı ve popülist PiS’in tek başına yönetime seçildiği bu son seçimde “seçmen tercihinde” yaşanan büyük değişimi irdelediğimizde, aşağıdaki faktörlerin başat rol oynadığını görmekteyiz:15


- Ekonomideki büyümeden yeterince payalamayan sosyal sınıfların tepkisi. Gençlerdeki işsizliğin, genel işsizlik oranının iki katı olması, kırsal yörelerde ve 
küçük kasabalarda iş bulmanın, şehirlerde de uzun süreli iş bulmanın zorluğu; 2008 krizinde yürürlüğe konulan “kemer sıkma politikaları” sonucu, kamu sektöründe ücretler dondurulurken, bir kısım özel sektörde de ücret azaltılmasına gidilmesinin yol açtığı memnuniyetsizlikler.

- Yıllarca süren neo-liberal politikalardan sonra PiS’in, asgari ücrette artış ve vergi istisnalarında yükseltme yapılacağı, emeklilik yaşının düşürüleceği yönündeki sosyal politika vaatleri.

- Avrupa’da yaşanan “göçmen krizi”nin, seçimler sırasında istismar edilmesi.

- AB’nin liberal/sınırlayıcı kurallarına ve Euro Bölgesine katılmaya karşı olan seçmenlerin tepkileri.

- PiS’in yönetici kadrosunun genellikle yeni nesil gençlerden oluşması; seçim dönemindeki uslûplarının kavgacı ve aşırılıktan uzak olması.(bu bağlamda, anayasa değişikliği konusu bile partinin web sitesinden silinmiş)

- Uzun yıllardır yönetimde olan PO’nun “yıpranmışlığı” ve yeni politikalar üretememesi. Son Seçim Sonrası Yaşananlar 25 Ekim seçimleri sonrasında Beata Szydlo başbakanlığında kurulan PiS hükümeti 16 Kasım’da göreve başladı. Ancak yönetimin yaptığı ilk uygulamalarla Szydlo’nun, seçimler sırasında sunduğu “ılımlı” yüzünün değiştiği ve ikinci plânda kaldığı; gerçek gücün parti lideri Jaroslaw Kaczynski’nin elinde olduğu anlaşılmıştır. Örneğin, seçimlerden önce Szydlo, önceki cumhurbaşkanının uçak kazasında ölümüyle ilgili komplo teorileri  üretmekle ün salan Antoni Macierewicz’in Savunma Bakanlığına getirilmeyeceğini beyan etmişken, aksini yaparak, Macierewicz’i Savunma
Bakanı olarak seçti ve İstihbarat Birimi Başkanını da, partiye yakın bir isimle (yolsuzlukla savaş biriminin eski başı ve görevi kötüye kullanmaktan
3 yıl ertelenmiş hapis cezası yükümlüsü) değiştirdi.16

Basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştiren hükümetin tepki toplayan bir diğer icraatı da, Anayasa Mahkemesine, önceki yönetim tarafından atanan üyeleri kabul etmeyerek ve Anayasa Mahkemesi’nin, bu durumdaki 5 üyeden sadece ikisi için bunu uygun gören kararı hilafına, 5 yeni üye seçmesi olmuştur.17Diğer yandan, anılan mahkemenin çalışması ve karar süreçleri ile ilgili ve Meclis’in her iki kanadı tarafından da Aralık ayının son 10 günü içinde onaylanan yasa tasarısı, son olarak Cumhurbaşkanı’nın da imzası ile yürürlüğe girmiştir. 

<  Polonya’nın yeni Hükümeti, basın toplantısında AB bayrağı kullanmayarak, Polonya milliyetçiliğini “Avrupa değerleri karşıtlığına” özdeşleştirdiği gerekçesiyle tepki topladı. >

AB Komisyonu’nun da karşı çıktığı, geniş protesto gösterilerine yol açan ve ülkede kuvvetler ayrılığı ilkesini tehlikeye sokacağı ve Anayasa Mahkemesi’nin
işlerliğine gölge düşüreceği gerekçesi ile büyük eleştiri alan yeni yasaya göre, mahkeme kararlarında basit değil, üçte iki çoğunluk şartı aranacaktır. 
Bir diğer anlatımla, önceden kararlarda 9 üyenin oyu yeterli iken, artık 15 üyeden 13’ünün oyu gerekli olacak.18 

Başbakan Szydlo, bu kanun sayesinde hükümetin yapmak istediği reformların, Anayasa Mahkemesi tarafından engellenmesinin önüne geçileceğini
ifade ediyor. Görüldüğü gibi, yapılan bu değişiklikler ve önümüzdeki 18 ay içinde, mahkeme başkanı dahil 3 üyenin de sürelerinin dolacak olması,
anılan mahkemenin yeni yasalar konusundaki denetimini çok zayıflatacağı açıktır.19

Diğer yandan, “ülkenin muhafazakâr bir anlayışla yeniden inşa edilmesi” gerektiğini savunan yeni Polonya hükümeti, eğitim, medya ve sanat dünyası ile 
ilgili değişimleri ele almaya başladı. Bu bağlamda ülkenin yeni Kültür Bakanı’nın, tiyatroların gösterim programlarına müdahalesi gündeme geldi.20

Ülkedeki bu gelişmeler ile AB de çok yakından ilgileniyor ve çeşitli vesilelerle kaygılarını belirtiyor. Son olarak, Avrupa Parlamentosu Başkanı
Martin Schultz, yeni Polonya hükümetinin yaptıklarını “zamana yayılmış darbe” olarak niteleyince ipler daha gerildi. Polonya hükümeti bu
açıklamayı hemen kınadı ve hâlâ yerine getirilmeyen “ Resmî özür ” talebinde bulundu.21

Polonya’nın demokrasi geçmişinde önemli bir yer tutan Sovyet sonrası ilk Cumhurbaşkanı Lech Walesa, “galiba yeniden bir demokrasi savaşı başlatma
zamanı geldi” diyerek, PiS yönetimi karşıtı protestolara destek verdi. Walesa, mevcut hükümetin özgürlükler için bir tehdit oluşturduğunu
ve düzenlenecek bir erken seçimle, bir an önce onlardan kurtulmak gerektiğini dile getirdi.22



Gelişmelerle İlgili Genel Değerlendirme, Beklentiler ve Sonuç

Polonya’da yaklaşık iki aydır yönetimde olan PiS hükümetinin kurulması öncesi ve sonrasında en yaygın görüş, Macaristan’daki “otoriter” gelişmeye benzer bir “popülist-milliyetçi-muhafazakâr” yönetim tarzının hâkim olacağı yolundadır.

Öyle ki, düşünce yazılarının büyük bölümü, PiS liderinin, Macaristan Başbakanı Victor Orban ve onun illiberal yolda gerçekleştiği dönüşüme öykündüğü
ve bu olasılığın gerçekleşme derecesi üzerinedir.

Ülkede Ekim genel seçimleriyle yaşanan değişimin bir anti-demokratik dönüşüm olmayıp, seçmene karşı yapılmış radikal vaadler kampanyasının seçmeni cezbetmesi olarak değerlendiren görüşler de bulunmaktadır. Bu görüşler, Polonya demokrasisinin bir tehlike içinde olmadığını, tarihten gelen parlamento egemenliğinin bir tür “test edilmesi” olarak ifadesini bulmaktadır.

Anayasa ve kurumsal altyapıları ile birlikte giderek “liberal olmayan”, popülist ve muhafazakâr kulvarda hızla ilerleyen Macaristan ile23 Polonya özelliklerinin başlıca benzer ve ayrık noktalarını aşağıdaki başlıklarda toplayabiliriz:

- Polonya ekonomisin büyük, istikrarlı, hızlı gelişen ve krizlerden uzak kalmış yapısına karşılık, Macaristan ekonomisinin sıkıntıları bulunmaktadır.

- Orban’ın, gerçekleştirdiği otokratik dönüşümleri, AB mali yardımları desteğinde ve zamana yayılı olarak hayata geçirmiş olmasına karşın; AB karşıtlığını 
baştan ortaya koyan ve 2005-07 dönemi yönetiminden de olumlu bir sicilinin olmayan PiS için, dönüşümü aynı yönde ve hızla hayata geçirmesi
yolunda bir engel olarak durmaktadır.24  

Kaldı ki, PiS’in erken emeklilik, vergi indirimi, asgari ücret artışı ve vergi indirimi gibi refah artırıcı sözlerini tutması, işi daha da zorlaştıracaktır.

- Macaristan’da olduğu gibi, demir perdenin yıkılmasından sonra Polonya’da demokrasiye geçiş, Komünist partinin reformcu kanadıyla, demokratik ve barışçı muhalefetin yuvarlak masa toplantılarıyla uzlaşmacı ya da oydaşmacı (consensual) biçimde gerçekleştirilmiştir.
Yine bu iki ülkedeki anayasa mahkemelerinin demokratik pekişmeye katkısı büyük olmuştur.25Macaritan’da, iktidardaki Fidesz Partisi’nin,  Sandalye sayısının yeterli olması sayesinde gerçekleştirdiği ve otokratik bir yönetim için gerekli kurumsallaşmayı sağlayan anayasa değişikliklerinin, gerekli üçte iki oy için mevcut meclis çoğunluğu yeterli olmadığından, Polonya için olanaklı görünmemektedir.

Kanımızca, ülkesindeki illiberal/popülist/totoriter dönüşüm için Türkiye, Çin ve Singapur’u örnek gösteren Orban’ın Macaristan’ından farklı olarak Polonya’da, meclis aritmetiği, mevcut kurumlar, demokratik geçmiş, halkın homojen etnik yapısı ve kültürel geçmişinin, kısa sürede ve radikal bir  değişime izin vermeyecektir. Aksine, bu tür değişim girişimleri, eğitim seviyesi yüksek ve değerlerine bağlı nüfusa sahip olan ülkede dayanışma, hassasiyet 
ve yığınların tepkisini arttıracaktır.
Seçimle gelen bu değişimin, önceki dönemde yaşanan hızlı politik ve ekonomik dönüşüme ve globalleşme ile ilgili çarpıcı yeni şekillenmeye karşı sağ-popülist ve illiberal bir tepki/reaksiyon olduğunu söyleyebiliriz. Keza bu keskin değişimi, “Avrupa yılgınlığı ve şüphesi” olarak da görebiliriz.

Bir diğer yaklaşımla, yaşananları, çeyrek yüzyıl önce politik, sosyal moral ve hayat tarzında yaşanan beklenmedik özgürlük patlamasının, “kültürel
değişim tehdidi” ile yüzleşmesi neticesi gerçekleştiği de belirtilebilir.

Ancak bu vardığımız sonuç, popülizme karşı günümüz dünyasında artan trendi ve “demokratik illiberalizmi” görmezden gelmemize yol açmamalıdır.
Bu bağlamda belki de, Sharun Mukand ve Dani Rodrik’in müşterek çalışmasındaki “seçim demokrasisi-electroral democracy” ve “liberal demokrasi”
ayırımını dikkate almalıyız.27 Çalışmada, mevcut demokrasilerdem çoğunun“liberal” den çok “seçimsel” olduğu; başat özelliklerinin de,
“politik rekabete” izin vermesi ve “açık/serbest seçimlerin” yapılabilmesi olarak belirtilmiştir. Buna karşılık, “azınlık ve yönetimde olmayan grupların 
hakları” sürekli ihlâl edilmektedir. 

Yine anılan çalışmada, bu sınıfa giren, başta Macaristan, Ekvator, Meksika, Türkiye ve Pakistan ile bunun dışındaki bazı ülkelerde öne çıkan gelişmeler, 
Siyasi rakiplere yönelik taciz, medya üzerinde baskı ve sansür ile, dinî ve etnik azınlıklara karşı ayrımcılık şeklinde ortaya çıktığı gözlemi aktarılmaktadır.
Bu sınıflama ve tanımlar ölçüsünde en azından, Polonya’da yönetime gelen PiS’in ilk iki ay içindeki uygulamalarının “liberal” değil, “seçim demokrasisi”
unsurlarını taşıdığını söyleyebiliriz.

Bu gelişmeye aracılık eden ve 21nci yüzyıla damgasını vuran düşünce akımlarının başında gelen “pragmatizn (faydacılık)” toplumsal, siyasal
vb. birçok alana damgasını vurmuştur. Pragmatizme göre, faydalı olan her şey gerçek kabul edilmekte ve bireyleri, toplumsal yaşamdaki amaçlarına ulaştıracak çözümlerin en pratiğini bulmak ve bununla sonuca gitmek önemlidir. Bu yaklaşım sonucu toplumsal çıkarlar, kurumlar, ortak değerler ve birikimler geri plâna itilmekte; tek amaç, yönetimi sürdürmek olmaktadır. 

Bu bakımdan,
Asya ülkeleri dışında, Doğu/Orta Avrupa üyeleri olan Macaristan, Türkiye ve Polonya’da yaşanan gelişmeler önemsenmeli ve yakından izlenmelidir.


Dipnotlar


1 “Poland Economy Profile 2014”,Indez Mundi, 
http://www.indexmundi.com/poland/economy_profile.html (23.12.2015)
2 Hubert Tworzecki and Radoslaw Markowski,”Did Poland just voteinan authoritariangovernment?”,The Washington Post,  3.11.2015,
https://www.washingtonpost.com/news/monkeycage/wp/2015/11/03/did-poland-just-vote-in-an-authoritarian-government/  (26.12.2015)
3 “The World Fact/Poland”,USA Centrai Intelligence Agent,14.12.2015,
https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/pl.html (24.12.2015)
4 “Energy sector of the World and the Poland”,Worlld Energy Council,Aralık 2014, 
https://www.worldenergy.org/wpcontent/uploads/2014/12/Energy_Sector_of_the_world_and_Poland_EN.pdf  (27.12.2015); 
Andrew Kureth,”Why Poland still clings to coal”,Politico, 17.10.2015, 
http://www.politico.eu/article/why-poland-stillclings-to-coal-energy-union-security-eu-commission/ (27.12.2015)
5 The World Bank/Data,”Poverty headcount ratio at national povertylines (% of population)”,
http://data.worldbank.org/indicator/SI.POV.NAHC/countries (28.12.2015)
6 “File:Non-national population by group of citizenship, 1 January 2014
YB15.png”,Eurostat, 
http://ec.europa.eu/eurostat/statisticsexplained/ index.php/File:Non-national_population_by_group_of_citizenship,_1_January_2014_(%C2%B9)_YB15.png 
(30.12.2015)
7 Andrzej Mleczko,”Democracy put to the test”,VoxEurop,29.10.2015,
http://www.voxeurop.eu/en/content/article/5003604-democracy-puttest?xtor=RSS-9 (30.12.2015)
8 Poland Contry Report 15/183, Temmuz 2015, IMF,
https://www.imf.org/external/pubs/ft/scr/2015/cr15183.pdf (25.12.2015)
9 Jacek Kucharczyk and Olga Wysocka,”Poland”, Grigorij Meseznikov,Olga Gyárfášová, and Daniel Smilo(Ed.),” Populist Politics and Liberal
Democracy in Central and Eastern Europe”,Intitute for Public Affairs,2008, s.73-77,
http://www.isp.org.pl/files/7832124490738466001218629576.pdf (28.12.2015)
10 Jan Kubik,” Illiberal Challenge to Liberal Democracy The Case of Poland”, Taiwan Journal of Democracy, Volume 8,No.2,s.9,
https://www.academia.edu/2404404/Illiberal_Challenge_to_Liberal_Democracy_The_Case_of_Poland (28.12.2015)
11 Kubik,agm.s.5-6
12 Tworzecki ve Markowski, agm.
13 “Poland election: President Komorowski loses to rival Duda”,BBC News,25.05.2015, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-32862772 (28.12.2015)
14 “Poland’s choice: the day after”,ecfr.eu,26.10.2015,
http://www.ecfr.eu/article/commentary_polands_choice_the_day_after_4083 (27.12.2015)
15 Jan Zielonka,”Is Poland Hungary?”,ZEIT,29.10.2015
http://www.zeit.de/politik/ausland/2015-10/poland-election-hungaryzielonka (29.12.2015); Tworzecki ve Markowski,agm.
16 “The return of the awkward squad”,The Economist,5.12.2015,
http://www.economist.com/news/europe/21679494-two-weeks-polands-new-government-making-europe-nervous-return-awkward-squad (28.12.2015)
17 Ivan Krastev,,”Why Poland Is Turning Away From the West”,NYT,11.12.2015, 
http://www.nytimes.com/2015/12/12/opinion/why-poland-is-turning-away-from-the-west.html?_r=0 (21.12.2015)
18 Maciej Kisilowski, “Poland’s ‘overnight court’ breaks all the rules”,POLITIKO, 8.12.2015, 
http://www.politico.eu/article/law-vs-justice-poland-constitution-judges/ (22.12.2015)
19 “Law to curb power of top court ‘is end of democracy in Poland”,The Guardian,28.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/28/poland-law-curbpower-top-court-end-democracy-andrzej-duda (31.12.2015)
20 The Economist “The return of the awkward squad”,agm; Tolga Bilener,” AB çıpası ve demokrasi”,Taraf,27.12.2015
21 “Polish PM rounds on European parliament head over ‘coup’ remark”, The Guardian,15.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/15/polish-pm-roundson-european-parliament-head-over-coup-remark (30.12.2015)
22 “Poland: Lech Walesa warns against ‘undemocratic’ curbs on court”,The Guardian,23.12.2015,
http://www.theguardian.com/world/2015/dec/23/poland-constitutional-crisis-lech-walesa-law-justice-pis (30.12.2015)
23 Bu konuda bkz.Ersin Dedekoca,”Macaristan Örneği:Liberal Olmayan Demokrasi Yayılıyor mu?”,21.Yüzyıl TR.Enst.,24.04.2015,
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/ekonomik-arastirmalarimerkezi/
2015/04/24/8186/macaristan-ornegi-liberal-olmayan-demokrasi-yayiliyor-mu (31.12.2015) 24 Krastev, agm.
25 Ergun Özbudun,” Demokrasiye Geçiş ve Demokrasinin Pekişmesi Sürecinde Anayasa Mahkemelerinin Rolü”,2007,
http://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/anayasa_yargisi/OZBUDUN.pdf (20.12.2015)
26 Judy Demsey,”Judy Dempsey’s Strategic Europe-Poland’s Euroskeptic Future”,Carnegie,26.10.2015, 
http://carnegieeurope.eu/strategiceurope/?fa=61741 (28.12.2015)
27 Sharun Mukand ve Dani Rodrik,” The Political Economy Of Liberal Democracy”, The Institute for Advanced Study, Temmuz 2015,
http://drodrik.scholar.harvard.edu/files/dani-rodrik/files/the_political_economy_of_liberal_democracy.pdf (1.01.2016)


***