27 Haziran 2017 Salı

Dostlarımıza Teşekkür,


Dostlarımıza Teşekkür, 


İçişleri Bakanlığı’na Uyarımızdır,

Atatürkçü Gençlere vahşi saldırı

TÜRKSOLU’na yönelik bölücü terör saldırısı 5 Mayıs günü Yıldız Teknik Üniversitesi’nde yine işbaşındaydı. 200 kişilik saldırgan güruh, ellerindeki döner bıçakları ve satırlarla 30 Atatürkçü gence hunharca saldırdı. Saldırıda 25 Atatürkçü genç yaralandı.

Bu vahşi saldırı nedeniyle TÜRKSOLU’nu bir hafta önce çıkartıyoruz.

Gönül isterdi ki gazetemizi erken çıkartmamızı gerektirecek mutlu gelişmeler olsaydı da onları duyurmak için böyle bir zorunluluk hissetseydik.

Saldırı sonrası özellikle Hürriyet gazetesi öncülüğündeki medya PKK saldırısını gizleyerek yaralı Atatürkçü gençlere ikinci bir saldırı başlattı.

Gazetemizin bu sayısında yaşanan olayların aslını ortaya koyuyoruz. Aynı zamanda tarihe belge bırakıyoruz. Bu ülkede Atatürkçü gençler satırlarla doğranırken, kimlerin sevinç çığlıkları attığını, kimlerin Atatürkçü gençlerin yanında yer aldığını herkes görecek.

Saldırı sonrasında bizleri telefonla arayan, internet yoluyla mesaj yollayan, bürolarımıza gelerek destek olan tüm okurlarımıza teşekkür etmek istiyoruz.

Bu saldırı bizler için karagün dostlarını tanıma fırsatı vermiş oldu. Burada bazı dostlarımıza çok değerli yardımları dolayısıyla özel teşekkürlerimizi de sunmak istiyoruz.

Teşekkürler

Öncelikle yaralı arkadaşlarımızın tedavisi için uğraşan, bir doktorun çok ötesinde bir yardım sağlayan Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sebati Özdemir’e, yine aynı üniversitenin Nöroşirurji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Cengiz Kuday’a,

Saldırıyı duyar duymaz yanımıza, yardımımıza koşan yazarımız Bedri Baykam’a,

Yine aynı şekilde hemen yardımımıza koşan yazarımız ve Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi Genel Başkanı Yekta Güngör Özden’e ve onun şahsında tüm CDP örgütlerine,

Saldırı sonrası tüm Atatürkçü kamuoyunu harekete geçiren, aynı zamanda gerek yaralı arkadaşlarımızın gerek gözaltına alınan arkadaşlarımızın hukuki sorunları ile ilgilenen Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanı Halil İbrahim Şahin’e ve onun şahsında tüm ADD şubelerine,

Değerli aydınlarımız ve yazarlarımız, Öner Yağcı’ya, Doç. Yıldız Sertel’e, Prof. Dr. Cihan Dura’ya, Yılmaz Yeşildağ’a, Mustafa Aykut Akşit’e, Zafer Temoçin’e,

Emin Sami Arısoy’a

İstanbul Barosu’na ve avukat Ayşe Eren’e,

Avukat Zeki Hacıibrahimoğlu’na,

Sevgi Erenerol’a,

Yurt Partisi Genel Başkanı Saadettin Tantan’a,

yaralı arkadaşlarımızın ailelerine,

gösterdikleri büyük dayanışma için teşekkür ederiz.

İstanbul Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi rektörlüklerini kınıyoruz

Saldırı öncesi ve saldırı sonrasında uyarılarımıza rağmen gereken önlemleri almayan, Atatürkçü gençlerin bu pusuya düşmesine göz yuman gerek İstanbul Üniversitesi gerekse Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörlerini ise kınıyoruz.

Okullarındaki Atatürkçü gençler satırlarla doğranırken sessiz kalan bu bayları, kendi vicdanları ile başbaşa bırakıyoruz.

İçişleri Bakanlığı’nı uyarıyoruz

Bu arada bir konu hakkında İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü’nü uyarıyoruz:

İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan arkadaşlarımıza, gözaltında, olayla hiçbir ilgisi olmayan bir sorgulama yapılmıştır.

Atatürkçü gençlerin, gazetemizin okurlarının fikirlerinden dolayı sorgulanması Türkiye için utanç vericidir. TÜRKSOLU yayın çizgisiyle, yazarlarıyla, verdiği mücadeleyle kimliği ortada bir gazetedir. Gazetemizin Atatürkçülük anlayışını sorgulamak Emniyet Teşkilatının vazifesi değildir. Ne zamandan beri bu ülkede yasal gazetelerin yayın çizgisi ve ideolojisi Emniyet tarafından denetlenmeye başlandı?

Üstelik bu kadar da değil.

Yasal Atatürkçü Düşünce Kulüpleri bu sorgulamada hedef alınmıştır. Atatürkçü Düşünce Kulüplerinden yasadışı bir örgüt yaratmak ya da o yolda çaba göstermek, son derece provokatif bir tavırdır. Emniyet Genel Müdürü’nü uyarıyoruz: Ülkemizin yasal öğrenci örgütlenmeleri ve bunlara bağlı üniversite öğrencilerini illegal örgütlenmeye çekmeye çalışmak, bu yolda baskı uygulamak, teşvik etmek son derece tehlikeli bir iştir. Sorgulamada bulunan Emniyet Mensuplarına gereken uyarılar derhal yapılmalıdır.

TÜRKSOLU ne yasadışı terör örgütlerinin, ne de Emniyet içindeki tertipçilerin bu tür oyunlarına gelmemeye kararlıdır. Bu yolda çaba harcayacaklar, boşa çabalarlardır.

Gerek Atatürkçü Düşünce Kulüpleri gerekse TÜRKSOLU yasal haklarını bilmektedir ve bu yasal haklarını sonuna kadar kullanacaktır. Bizleri yasadışı işler yapmaya zorlayanlar her kim olurlarsa olsunlar yasadışı işlerle uğraşmaktadırlar ve bu kimseler hakkında derhal yasal yollara başvuracağımızı buradan ilan ediyoruz.

Cumhuriyet Başsavcılığı’nı gereken duyarlılığı göstermeye davet ediyoruz. Ülkenin yasal düzeninin ve işleyişinin korunması savcılarımızın görev alanı içindedir.

Atatürkçü gençlere geçmiş olsun

Gazetemizin herşeyi Atatürkçü gençlere de buradan geçmiş olsun diyoruz.

Verdikleri vatan savunmasını, büyük milli mücadeleyi gururla izliyor ve takdir ediyoruz.

Türkiye’nin size ihtiyacı var; Aynen devam edin...


http://www.turksolu.com.tr/30/tesekkur.htm


---


HİÇ,


HİÇ,



Yekta Güngör Özden
03.05.2004/Sayı:55

 Atatürk Cumhuriyet’ini yıkma yarışında dış düşmanları geçen iç düşmanlar ne derlerse desin görünen köy kılavuz istemiyor. Kaldı ki böyle kılavuzlara da gerek yok. Ne oldukları, ne istedikleri, kimlere ve nasıl hizmet ettikleri çok belli. Yalan-dolan, abartı, arsızlık, yüzsüzlük, pişkinlik, sırıtma, pis dalkavukluk. Bilgisizlikle yoğunlaşan ahlâksızlık. Çıkar amaçlı düşüklük ve yanlılık. Paralı askerler türü bağımlılık. Bozukluklarının kanıtı saldırganlık. Bir şeyler söyleyip yazdığını sanan, oturtulduğu medya köşesinde verilen talimatları yerine getirdiği ölçüde şımartılan “karışık karıştırıcılar” gerçekleri tersine çevirerek okuyanları, izleyenleri aldatıyorlar. Bu hengâme içinde doğrunun, yararlının ne olduğunu ayırt etmek güçlüğünü çeken seçmen şaşkın. Yıllardır “evet” denilmesi için, her yolu, her yöntemi deneyen, para musluklarını sonuna kadar açan, siyasal baskıların en ağırını uygulamaya geçiren AB ve ABD’nin çabalarına karşın alınan sonuçlar bağımsızlığı, özgürlüğü, egemenliği, güvenliği ve onuru savunanları haklı çıkarmıştır. Bunca yüklenmeye karşın KKTC’de “evet”lerin %90 olması gerekirdi. Demek ki usunu kullanan, varlığının nedenini bilen, geleceğini güvenceye almaktan vazgeçmeyen karakterli, onurlu, değerbilir insanlar tükenmedi. “Hayır” diyenleri çözüm karşıtı olmakla suçlayan bilirbilmezler var. Kimse çözümsüzlüğü savunmuyor, istemiyor. İstenen, ezilmeden, erimeden, eğilmeden, eşit, onurlu, güvenceli biçimde Kıbrıs Devleti’nin asıl öğesi olmaktır. İsveç görüşmelerini, Annan’ın İngiltere kaynaklı ABD destekli amaçlı planını Lozan’la karşılaştırmak, Lozan’da ver-kurtulculuk oynandığını söylemek çirkinliğine, aymazlık ve sapkınlığına düşenler, ne dediklerini bilmeyen bağnazlardır. Bir yaşlıya, bir büyüğe, bir devlet başkanına nasıl hitap edileceğini bilmeyecek ölçüde gözü dönen, terbiyesini yitiren patron maşalarının kullandığı sözcükler, okuyanları tiksindirmektedir. Aynı yayın organında birbirinin tersi yazılar, düşünce özgürlüğünün değil, medya çarpıklığının göstergesidir.

Kıbrıs sınavı

Kıbrıs konusunda söylenecek o kadar çok şay var ki, sıralamakta, doyurucu düzeyde belirtmekte güçlük duyuyorum. Ancak Kıbrıs olayları çok kişi ve kuruluş için gerçek bir sınav oldu. TBMM, Cumhurbaşkanlığı, Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu, siyasal partiler, demokratik kitle örgütleri, medya başta olmak üzere, kimin ilkeli, tutarlı, kararlı, etkin ve içtenlikli olup olmadığı daha iyi anlaşıldı. Özellikle Genelkurmay Başkanı’nın okuduğu ve konuştuğunun birbine bağlantısı unutulup değişik görülmesi, yansız görünme özeni ile yeterli açıklıktan yoksun bulunması, Cumhurbaşkanı’nın kimi yetkilerini kullanmaya gerek görmemesi sürekli tartışılacak ve sık sık anılacaktır. Düş kırıklığı, umutsuzluk, güvensizlik artmaktadır. Anlamsız ve aşırı hoşgörü demokratlık değildir.

Dayatmalı oylamanın sonuçlarını iyi değerlendirmek, gerçekçiliği elden bırakmamak gerekmektedir. Kanımca “hezimet” sayılması gereken sonucunun “zafer” gösterilmesi aldatmacanın âlâsıdır. Hem de dik âlâsı. Oylama sırasında bile rumların yeni kazanımları Plan’a ekletip işlettikleri gerçeği karşısında Kıbrıslı Türklerin ne aldığı, ne kazandığı hiç sorgulanmamıştır. Durumları iyiye mi, kötüye mi gitmiştir, içtenlikle ilgilenen olmamıştır. Tüm çabalar, AKP iktidarının bir şey yaptığı, bir şeyler kazandırdığında yoğunlaşmış, odaklanmıştır. Siyasal gösteri için Kıbrıs gözden çıkarılmıştır. Bunun da asıl nedeni AB’ye girme yolunun açılmasıdır. Oysa şimdiye kadar nasıl oyalamışlarsa bundan sonra da öyle oyalayacaklar, yeni bahanelerle yeni ödünler koparacaklardır. Şimdi KKTC’ye ekonomik destek, ambargonun gevşetilmesi, AB bürosu açmak gibi etkisiz göstermelik yaklaşımlar, çoğu boş sözler rüzgârı estirilmektedir. KKTC’nin tanınması gibi bir aşama asla gündemde yoktur. Kıbrıs’ta toplam %89.1 “evet” oyuna karşılık %110.9 “hayır” oyunun çıkması rumların istediği doğrultuda sonuca gelindiğini göstermektedir. Asla unutulmamalıdır ki, rumlar birleşmeyi istemedikleri gibi Türklerin adada bulunmasına da katlanamamaktadır. Megali İdea’dan, Enosis’ten vazgeçmeleri olanaksızdır. AB dağılırsa Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması ilkedir. AB üyeleri ve ABD açıkça ve çok yanlı biçimde Yunanistan’ı tutmakta bu nedenle Kıbrıs’ın acı gerçekleri gözardı edilerek yapay ve yararsız bir birliktelik için uğraşılmaktadır. KKTC iktidarı Türkiye Cumhuriyeti’ni istememekte, rumlara, Yunanistan’a bağlılık ve bağımlılığı yeğlemektedir. Tüm sorun, çıkarda düğümlenmektedir. Türkiye’nin güvenliği kimsenin umurunda değildir. Tek rum devleti oluşturmak, Kıbrıs’ı Yunan adasına çevirmek çabası açıkken tehlikeleri önleyen, erteleten, evetçileri kurtaran, hayırcılar oldu. Geçiş düzenlemesi, para yardımı, tüzük değişikliği, sınır belirlemesi de rumların aldıkları yanında bir hiç.

Sözde dostlar

Türkiye’den beklentileri nedeniyle arada sırada gülümseyen sözde dostların sözleri de inandırıcı değildir. Aldatıldıklarını açıklamalarına karşın rumları antlaşmalara aykırı biçimde AB’ye alanların sınırlı tepkisine rumlar gülüp geçmektedir. Onlar için değişen bir şey yoktur. “Hayır” demekle kendi ayrıcalıklarını vurgulamışlar, dış baskılara boyun eğmediklerini, istemediklerini kabul etmeyeceklerini göstermişler, onurlu davranmışlardır. M. A. Talat yönetimi ödünler vermiş, vereceğini göstermiş, yalvar yakar olmuş, rumların yararına Türklerin zararına her maddeye katlanmış, aldatıcı reklamlar ve ısmarlama toplantılarla oy artırmaya çalışmış, çıkar için Plan nasıl olursa olsun kabul edeceklerini açıklamış, sonuçta yalnız, elleri boş kalmıştır. Rumların bile istemediğine razı olarak ezilip büzülmüştür. AB’nin, ABD’nin çabaları barış için değil, yeni haçlı seferinin başarısı içindir. Adaletsiz, haksız, yanlılığı çok belirgin plan ve dayatmalı referandumu desteklemek başka anlama gelemez. Şimdi yeniden referandum çıkışları duyulmaktadır. Sözde dostlara asla güvenilmez. Hukuka uygunluğu gözetmeden neler önerecekleri belli olmaz. Kimbilir yakında neler getirecekler, neler görecek, duyacağız? Bu kadar ödün verdikten sonra AB ve ABD gülmüş, yakınlaşmış ne çıkar? Irak’taki çuval unutuldu mu? Afganistan için yeni görev zorlaması yok mu? Büyük Ortadoğu Projesi nedir? Kıbrıs’ta bir şey alınıyor mu? Rumların eklettiği, doldurttuğu boşluklara karşı Kıbrıs’lı Türkler için Plan’da küçük bir düzeltme oldu mu? Olacak mı, olabilir mi? Yazılan haksızlıklar, eşitsizlikler, kurumların oluşum ve yetkilerinden vergi paylarına uzanan çizgideki ayrıcalıkları, nüfus ve konut sorunları, Türk gemilerine sınırlama ne olacak? Batının amacı Kıbrıslıları Türkiye’den ayırmak, Türkiye’nin ilişkisini tam kesmektir. Verilmiş görüneni sonradan alan siyasi kurnazlık ürünü düzenlemeler. Verilenleri saklayan, Batı yanlısı, hattâ tutsağı medya. Dincilerin “cennet” sözü gibi çıkarcı Batıcıların “AB’ne girme” sözünün boşluğu, kaba sözler, çirkin yakıştırmalar, nereler kimlerin eline geçti, kimler neredelerde oturuyor, hangi yetkileri kullanıyor, ibretle izliyoruz. Aşağılamalara, çuval olayı gibi, tepkisiz, duyarsız bir yönetim. Tüm dertleri amaçladıkları düzeni gerçekleştirmek. “Bile bile lades” sözünü anımsatan tutumları da dış destek ve koruma için. Laiklik konusundaki çelişkili tutum ve sözleri ortada. Parayı onurdan üstün tutan pespayeler alkış tutuyor. AB zaptiyeleri böyledir.

Ya bizimkiler(!)?

Sözde dostlar bir yana ya içimizdekiler? Kimi görevdeki ve emekli diplomatlar dahil ilgililerin çoğu Türkiye Cumhuriyeti’nin değil, karşıtlarının adamı gibi çalıştılar. Hele gazete köşelerinde ne olduklarını bir kez daha gösteren nağmeler dizenler. Denktaş’a saldırıp istifaya çağıranlar. AB düşkünlüğü, bağımlılığı giderek tutsaklığa dönüştü. “DEP davasını AB için Kıbrıs’tan sonra yeni bir engel kılmağa kimsenin hakkı yok.” diye kendi yargısını azarlayan, köşesini evetçilere bırakan enseciler, yapılanların Lozan’da da ver-kurtulculuk yapıldığını anımsattığı ileri süren palavracılar, neler neler. TBMM’nin “Şey”le gündemdeki başkanının 23 Nisan resepsiyonunda konuşulanlar insanı acı acı güldürüyor. Kıbrıs gidiyor, ülkede neler oluyor, orda neler konuşuluyor... Ne PKK/KADEK’in yeni saldırıları, ne amaçlı Anayasa değişikliği, ne irtica yuvalarının basılması, ne işsizlik, eğitim, kadrolaşma hiç biri gündemde değil. Bir belirsiz güç gözleri kapamış, kulakları tıkamış, dilleri bağlamış, elleri kelepçelemiş, ayakları demirlemiş gibi.

İktidar başının övgülerinden geçilmiyor. “Dünyanın 100 etkin kişisinden biri seçildiği”ni yabancı basından aktararak duyuruyorlar. Aynı yabancı basın Atatürk’ü nasıl değerlendirmişti, unutuldu mu? Yabancıların işlerine geldikçe çocukların elma şekeriyle kandırılmasına ağırlık verildiği gibi Türkiye’yi iyice avuçlarının içine almak için iktidarı okşayıp duruyorlar. Tam bir siyasal alış veriş. “Al takke ver külah” sözünü hatırlatıyor. Recep Tayyip ne yapmış da etkin olmuş? Kimleri nasıl etkilemiş? Batı bu kadar zayıf ve edilgen mi? Yoksa yine vücut dili mi konuşturuluyor? Neresinden bakılsa amaç ve araç belli. Valilikler ve üniversiteler de bozulacak.

Kimi eski faşist yeni şeriat özentisi de “ılımlı İslam”la getirilmek isteneni benimsetmeye çalışıyor. Şeriatı yararlı, şirin ve gerekli göstermek için islamiyetin sert yanlarının bırakılarak uygulanması anlamında bir gereksiz çıkışa yandaş toplamak istiyor. Aslında şeriatın açılımına ortam ve iklim hazırlanıyor. Din, dindir. İslamiyet de islamiyet. Ilımlısı, ateşlisi, serti, yumuşağı diye ayırmak dinin doğasına, niteliğine, yapısına aykırı. Dini din okutmaktan çıkarıp siyasal amaçlı sömürü, şeriatı yerleştirme çabalı yozlaştırma sonucu teröre elverişli kılma çabalarını kırmak yerine büsbütün köktendinciliği kışkırtmak için ustalıklar, oyunlar sergileniyor. Abant toplantılarını Washington’a taşımanın başka anlamı yoktur. ABD kendini Irak batağından kurtaramamışken Türkiye’ye yeni çerçeveler çizmekte, hazırlıklarına omuz vermektedir. Dinciler de inanç temizliğiyle Fethullah Gülen’in ABD konukluğunu nasıl bağdaştırdıklarını vicdanlarına sormamaktadır. Orda kimin yanında, kime yararı oluyor, kimlere ne yapıyor, neler yaptırıyor? Ateist ve teröristi bir tutmanın yanılgısı düşünce düzeyini ortaya koymaktadır. Yineliyorum, bilgili ve terbiyeli bir kimse inançsız da olsa inançlara saygılıdır. İnanca saygı, onun sahibi kişiye saygının doğal gereğidir. İnançsızı teröristle bir tutmak, ikisinin de ne olduğunu bilmimiktir. Amaç, varsa islamiyetin ateşini düşürmek, yanılgılarla, yanlışlıklarla gölgelenmesini önlemek değil, laikliği sulandırmak, yozlaştırmak, etkisiz ve geçersiz kılmaktır. Türkiye’nin bugünü ve geleceği ABD’de biçimlendirilmekte, görevlileri saptanmakta, yeni reçeteler bu amaçla hazırlanmaktadır. “Ilımlı islam” da bir ABD dayatmasıdır. Bu çıkış kimi AKP’lileri bile ayağa kaldırmıştır. Öylesine tehlikelidir. Ayrıca teröristlerin dindarlardan değil, dincilerden çıktığı da unutturulmak istenmektedir.

Ortak yanları

Bir tanıdık sıkılarak ve çekinerek söylüyordu “Bırakınız fog-mog çocuğunu, ne çocuğu olduğu belirsiz, arsız-yüzsüz, soysuz-terbiyesiz, rezilden de rezil, pişkin ve sırıtkan, Türkiye, Türklük, Atatürkçülük, insanlık düşmanı kaşağılık aşağılıklarla gideceğimiz yer bellidir. Sevr’in intikamını, Lozan’ın öcünü almaya kararlı Batı işbirlikçilerini bulmuştur. İşte ermeni soykırımı tasarılarının geçişi. Gıkları çıkıyor mu? İttihatçıların torunları boş durmuyor. Gençleri kandırıp kırdıran dönekler Lozan’ı suçluyor. Yüzü kara olanlar enselerin karartılmamasını isteyerek omuzlarımıza, sırtımıza haçlıları oturtuyor. Hangisi bizim kadar içtenlikli, hangisi bizim kadar barıştan yana, hangisi bağımsızlıkçı?” Doğruyu kınamak doğru değildir. Bir şey söylemeye gerek yok. Powell demedi mi “Rumlar merak etmesin, 1974 tekrarlanmayacak” Peki kıyıma uğrayan Türkler miydi, Rumlar mı? Niye “İki yan da merak etmesin” ya da “Türkler de merak etmesin” demedi. Onlar için AKP iktidarı çantada keklik. Kurşun askerlerle oynayan çocuklar gibi ne isterlerse yaptıracaklarına eminler. Fransa’da 15’i aşkın ermeni anıtına yenileri ekleniyor. ABD Califonria Valisi Schwarzenegger “Konstantinopolis” diyerek 24.04.2004’ü “Ermeni Soykırım Günü” ilan etti. Kanada Avam Kamarası Ermeni Soykırım Tasarısı’nı kabul etti. Cılız, sönük, zayıf, etkisiz yanıtlarla geçiştiriliyor. Haklı çıkışın, onurlu duruşun, eşit konumun hiçbir belirtisi yok. Türk-Osmanlı sentezini benimseyenler hiç ilgimiz olmayan Osmanlı’yı bile savunamıyorlar. Bilimin dinleri inceleyebileceğini ama dinlerin bilim olamayacağını söyleyemiyorlar. Vatanı olmayanın dininin olmayacağını bilmiyorlar. Ümmet düşüncesi kişiliğin, ulusun, bağımsızlığın önüne alınıyor. Laiklik güvenceyken değeri bilinmiyor, yadsınıyor. TBMM komisyonunda laiklere çamur atılıyor, laiklik suçlanıyor.

Nasıl Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesi (Özal zamanında oldu) kaldırılınca şeriatçılık ve terör arttıysa şimdi de Leyla Zana’yı düşünce suçlusu (!) gösterip yapılacak yeni değişikliklerle düzenlemelerle etnik terörü azdıracaklar. Kendilerini köktendinci ve etnik teröre araç durumuna getirenleri doğrulara çekmenin olanaksızlığını bilmeyecek, olanları görmeyecek, olacakları kestiremeyecek durumda olanlar siyasete soyunursa böyle olur. Oy toplayacaklarını sanarak verdikleri ödünlerle Türkiye’nin temelini yıkmaktadırlar. Kimileri de parti parti dolaşıp bir yere kapılanmak için kişiliğini gözardı edip yanaşma çabaları içindedir. Bu arada en önemli olay Kürtçülerin tahliye edilmeyip yine cezaya çarptırılmalarına kızıp Türk yargısına saldıran Avrupalılara etkin yanıtlar verilmemesidir. Bağımsızlığını tartışmalı duruma getirdikleri Türk Yargısı’na yabancıların saldırısı kendilerinin aymazlık ve bağnazlıklarının belirtisidir. Yanlılıklarının ve Türkiye düşmanlıklarının çirkin yeni örnekleridir. Türkiye’de ilgilenilecek başka konu, kurum ve kişi yok mudur? Durumu kötü olan yalnız Leyla Zana ve arkadaşları mıdır? Olayın içeriğinden yeterli bilgileri var mıdır, yoksa içimizdeki işbirlikçilerinin etkisiyle ısmarlama işlemler, amaçlı destekler peşinde midirler? Türkiye Batının sömürgesi midir, mandası, dominyonu mudur? Recep Tayyip AB’nin Türkiye Genel Valisi midir? Kıbrıs’ta Kuzey’in “evet” demesi için Güney’in “hayır” diyeceğini günlerce işleyen medyanın yaptığı kışkırtıcılık, kurduğu baskı, görevlendirdiği kişiler gözetilirse bağımsızlığımıza ve onurumuza yönelik saldırılardaki suskunluğuna ne anlam verileceğini belirlemek güçleşiyor. Eşine az rastlanır, hatta benzeri görülmemiş bir pişkinlik ve utanmazlıkla sürdürülen Kıbrıs yayınları tarihimizin “mütareke basını” sayfalarından daha karanlık olacaktır.

Son günlerde anamuvafakat partisi durumuna düştüğünü üzülerek izlediğimiz yine de ABD ajanlarının el atmasından, ele geçirmesinden çekindiğimiz CHP’lilerin yanlış kalkışmalarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Personel Yasası’nın 35. maddesi gündeme geldi. Bilinen karşıtları nasıl da sevindiler. Unutuyorlar ve bilmiyorlar ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu gücü içinde Silahlı Kuvvetler’in önemli bir yeri vardır. Nasıl Anayasa’da ulusun egemenlik hakkını yetkili organlar eliyle kullanacağı öngörülmüşse, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en doğal görevi olan Cumhuriyet’i koruyup kollamanın da hukuksal bir vurgulaması olacaktır. Laik Cumhuriyet’i kuran Atatürk’ü yetiştiren ocağın önderine, Başkomutan’ına bağlılığın olağan ve gerekli bir anlatımını 35. madde yansıtmaktadır. Bu yalın anlatımı darbe dayanağı sanmak ya da öyle göstermek büyük bir yanılgıdır. Darbeler doğal direnme hakkının kullanılmasıyla olabileceği gibi çoğunlukla yasadışı olarak gerçekleşir. 35. maddeye bahane gösterip Silahlı Kuvvetler’i çekindirecek, etkisiz kılacak, hatta dışlayacak biçimde öneri getirmenin anlamı yoktur. Bu olsa olsa Milli Güvenlik Kurulu’na ilişkin düzenlemeyle başlayan Silahlı Kuvvetler’i suskun, tepkisiz, ilgisiz, iktidar buyruğunda bir güç kılma amacına hizmettir. Şeriatçıların girişimlerinin önündeki başlıca engelden, laikliğin ödünsüz ve gerçekçi bir koruyucusundan kurtulmak istenmektedir. Ulusun en güvendiği kurumdan korkanların sık sık bu tür istek ve paslaşmalarla zaman alacağı, gündem değişikliği sağlayacağı sezilmektedir. Silahlı Kuvvetler karşıtları sevindiklerini saklamıyor.

Yine ve her zaman laiklik

Geçmişi geleceğinin göstergesi olan kimi yazarların iktidar palyaçoluğuna soyunduğu ortamda laikliğin eleştirilmesi beklenen bir yaklaşımdır. Anayasa Mahkemesi’nin sıkmabaşla ilgili ilk kararında bilimsel yönden incelenip kezlerce tanımı yapılan laikliği yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak göstermek yeterli değildir. Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin istediği inanca bağlı olması, onu yaşamasıdır. Laiklik bu özgürlüklerin güvencesidir. Ailede, okulda, devlet yönetiminde dayanağın inanç değil, hukuk, akıl, uygarlık, yaşam gerekleri olduğunun bilinmesidir. Laiklik dinlerin olduğu yerde vardır, olmadığı yerde yoktur. Başta inanç ve düşünce özgürlüğü olmak üzere tüm hak ve özgürlüklerin güvencesi bağımsızlığın, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal, ulusal birliğin dayanağı, eşitlik, kardeşlik, insanlık, barış, bilimsellik ve çağdaşlığın en sağlıklı ortamıdır. İnanç karşıtlığı değil, inançlar yönünden devletin saygın bir yansızlığıdır. Yüzlerce tanımı yapılabilir. Türkiye’de laiklik sayesinde barış, toplumsal dayanışma, tam bir inanç özgürlüğü vardır. Batılıların katılığı yanında Türk ulusunun inancını yaşamaktaki hoşgörüsü örnek olacak düzeydedir. Kimsenin inancına karışılmamakta, dinsel görevlerini yerine getirmesi engellenmemektedir. Dünyadaki müslüman çoğunluğu barındıran ülkeler içinde hiçbiri Türkiye’deki kadar inancını özgür yaşamamaktadır. Hiçbirinde Türkiye’deki kadar demokrasi ve uygarlık yoktur. Köktendincilerle iç ve dış destekçilerinin “din özgürlüğü olmadığı” savı tam bir yalandır. Onlar din sömürüsü olduğunu dinsel terörün sürdüğünü söylemez saklarlar. Türkiye’de kimse inancı konusunda laiklerden zarar görmemiştir. Laikler insan yaralamamış, yakmamış, öldürmemişlerdir. Hücre evleri, domuz bağları, insan kaçırıp boğarak öldürme, oruç tutmadığı için dövme, sıkmabaşa olur vermediği için düşman ilan etme, kötülükleri, insanlıkdışı davranışları yoktur. “Devletin laik olacağı, bireyin olmayacağı” görüşü de bilgisizlik ürünüdür. Amaçlı bir anlatımdır. Lakliği benimseyen, koruyan, yaşamında uygulayan insan laiktir. Laik devleti de ancak laik olanlar yönetir, laikliği ancak bu nitelikte olanlar uygular. Ülkemizde laikliğe ters düşen oluşumlar, laiklerden değil karşıtlarından gelmektedir. Siyasetçilerin ödünlerle yozlaştırmaya çalıştığı bu kavramın, bu kurumun değerini bilmek zorundayız. Mezhep kavgalarının, köktendinciliğin önlenmesi, insanlığın erdeminin hakkıyla yaşanması için laikliğe önem göstermeliyiz. Daha birkaç gün önce Sakarya ve Kahramanmaraş’ta medrese eğitimine baskın yapılarak irticai kalkışmalar izlemeye alındı. Denizli Garnizon Komutanı’nın uyarısı unutulmadı. Toplu namazlar, devlet yapılarından yükselen ezan sesleri, mescitler, tarikat dayanışması, köktendinci kadrolaşma, imam hatip okulları kavgası, gerici giysilerin arttığı sokaklar, neler neler... Laikliği kendi anlayışlarına uygun duruma getirip şeriatçı açılımlarını sağlamak için yabancı destekli toplantılar büyük giderlerle düzenleniyor. Kimi rektörler de bu tehlikeli açılımı destekleyerek, kendi üniversitesini anlayışlı gösterip reklamcılık yapıyor. İmam hatipleri övenleri “geleceğe doğru gelişim” diye sunan çürük beyinliler çıkıyor. Şeriatın yeni adı “ılımlı İslam” olacaktır. Şeriat bu adla yumuşatılarak dayatılacaktır. Gericiliğe, köktendinciliğe, şeriatçılığa karşıtlık sözde islamiyeti yumuşak gösteren bu adla önlenecektir. Bu ad, bu niteleme, bu tanım islamiyete aykırıdır. Ama amaçları için dini de araç olarak kullanan kafalar bu aykırılıktan da kaçınmazlar. Gerçekte ne demokrasinin islamcısı, ne de islamcının demokratı olur. Din dindir, demokrasi de demokrasi. Din siyasallaştırılırsa demokrasi dinselleşir, demokrasi olmaktan çıkar. “Ilımlı islam” şeriatçılığın benimsetilip uygulanmasına hız vermek için getirilen ara formüldür. Böylelikle insani ve demokratik gösterilip şeriat daha kolay uygulanmak istenmektedir. Gerçekte ve özde bulunanla değişen ne ki “ılımlılık” öneriliyor? Dini her yere sokmak çabası açıklıkla saptanmaktadır. Aynı kafalar soykırımı yadsıyıp kürtçü açılımların düşünce özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesinden yanadır. Gerçeklerin bu ölçüde uzağında olanların nasıl siyaset yaptıklarına şaşanlar giderek artmaktadır. Saddam Hüseyin’in diktatörlüğünü ağır biçimde kınamakla birlikte ABD işgaline karşı çıkışını desteklemeyi “Saddamcılık” saymakta direnen kepazelerin yabancı uşaklığının yarattığı tiksinti gibi. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, başka ülkelerde zindanlarda çürümekte olan soydaşlarını bırakıp zararlılar için af isteyenler bakalım gelecekte nasıl anılacaklar?

Türkiye’de laikliğin “din düşmanlığı” olduğunu söyleyenler laiklik düşmanı şeriatçılardır. Şeriatın ne olduğunu da doğru dürrüst bilmezler, tarih de okumamışlardır. Son yıllarda olanları da gözardı ederler. Bunları kandıran Batılı da “din özgürlüğü yoktur” savıyla okşayıp daha çok ödün almaya koyulur. Yabancılara güvenen yabancılaşır.

Ve her zaman Atatürk

İktidarın dolu dizgin gidişine ayak uydurmak için kendini yadsıyan kişiler ve kuruluşların bu ölçüde olacağını sananlar azdı. Yargının bile etkilendiği konuşmalardan, önerilerden, tutumlardan anlaşılıyor. İç ve dış borç, kayıtdışı artışları sürüyor. İşsizlik büyüyor. Ücretler eriyor. Yatırım yapılmıyor. Kimse ekonominin iyi gittiğini ileri süremez. Halkıyla alay eden halktan olamaz, halk adamı olamaz. Üniversiteler, yurtsever işadamları, memur, işçi aileler yakınıyor. İktidar amigoları, iktidar mızıkacıları hangi şarkıyı söylerse söylesin güçlükler dayanılmaz, katlanılmaz çizgiye geliyor. Kıbrıs’ta yeni oyunlara başlanacaktır. Durumu fırsat bilip yeni ödünler isteyeceklerdir. AB’ye ve ABD’ye asla güvenilmez. Hukuka aykırı nice çözüm önerileri dayatacaklardır. Elverişli iktidar onların iştahını kabartmaktadır. Oyalama, avutma, çarpıtma, saptırma, dayatma, kandırmaca, alavere dalavere “Kıbrıs Yunanistan’a” yapacaklar. Suları bulandıracaklar. Umarız kanlandırmazlar.

Tüm iç ve dış olumsuzluklara, gerçekleşmesini asla istemediğimiz kötü olasılıklara karşı umutluyuz. Çünkü Atatürkçüyüz. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının nelerle karşılaştıklarını bildiğimizden korkmuyor ve çekinmiyoruz. Kaçınmıyoruz ve yılmıyoruz. Korkaklar, çıkarcılar, nankörler, ilkesizler, ikiyüzlüler, dönekler, sapkınlar, aymazlar ayrılacaklar, dökülüp gidecekler, bitip tükeneceklerdir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, onuru, saygınlığı, güveni ve insanlığı yeğleyenler canlarını adayarak koşacaklardır. Atatürk’ün en elverişsiz ortamda, en kötü koşullarda olanaksızlıklar içinde güçlükleri yenip verdiği savaşlar gözetilirse yapmamız gereken çok şey olduğunda birleşiriz. Bu gerçeklere gözlerini kapayıp Atatürk aleyhinde giderek artan yayınları, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasındaki tüm karşıtlarına yollama yapılarak yazılanları yanlı ve abartılı değerlendirmeleri, gerçeklerin amaçlı biçimde tersine çevrilmesini gördükçe araç olanların insanlıkları kuşku veriyor. Kini, nefreti, değişik nedenli bozuklukları yansıtan yapıtlar, kürtçü, hilafetçi, ermeni, rum yandaşlığının paketidir. Kurtuluş Savaşı küçümsenmekte, Anadolu’yu gerçek sahiplerinden alma biçiminde tanıtılmaktadır. Sapkınlığın bu ölçüde alçaklığa dönüştüğü az görülmüştür. Bunlar nasıl okullarımızda okumuşlar, ekmeğimizi yemişler, suyumuzu içmişler, havamızı solumuşlar bilinmez. Bu tür yaklaşımların bilimsellikle hiçbir ilgisi olmadığı açıktır. “Resmi tarih” diye genişletilen suçlamalarıyla Atatürk’ün Büyük Söylev’i sözde yanıtlanmakta ve yalanlanmaktadır. Yasal geçerliği tartışmasız sağlıklı belgeleri de kapsayan saldırıları, aşağılık duygularından kaynaklanan hafife alma çabaları, dedikodularla, düşünce pislikleriyle doludur. Ismarlamacı yazarlara göre Atatürk’ün karşıtları kusursuz, haklı ve doğrudur. Yalnız ve hep Mustafa Kemal suçludur. Atatürk suçlu ise yurdu kurtarıp bağımsız devlet kurduğu için suçludur. Biz de Atatürkçü olduğumuz için suçluyuz. Yineliyorum: Türkiyemizle özdeşleşerek kurumlaşan, Türkiye Aydınlanmasının kaynağı, tam bağımsızlık, özgürlüğün, ulusal egemenliğimizin simgesi Atatürk bizim her şeyimizdir. Atatürkçü olmak onurdur. Ölmek de yok dönmek de yok!

Kutlama

Yeni af yasalarıyla sıkmabaşlı gerici militanların üniversitelere doldurulup istenmeyen olaylara ortam hazırlandığı bugünlerde Atatürkçü gençlerin canla başla çalışarak aldıkları sonuçları, alacaklarının güvencesi sayarak kendilerini kutluyorum. Değişik bağlamda tembelliğin, umursamazlığın, adam sendeciliğin, ilgisizliğin, tepkisizliğin giderek arttığı, suskunluğun yaygınlaştığı günümüzde sorunları bilerek ve çözümleyerek Atatürk yolunda birliktelik, dayanışma ve Atatürkçü başarılar için didinen İleri dergisi ve TÜRKSOLU gazetesi emekçilerinin ikinci yıllarını da kutluyorum. Gelecekleri için en iyi dileklerimi açıklıyorum.

(Gerici gazete ve dergileri Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sevindirmesi bile TÜRKSOLU’nun başarılarından biridir.)


http://www.turksolu.com.tr/55/ozden55.htm


***


Onur Savaşı mı

Onur Savaşı mı 


Yekta Güngör Özden 
31.05.2004/Sayı:57


Çevirme ve çökertme

Kendini kullandırtma yavanlıkları ve aymazlıkları sürerken Türkiye’yi kullanma oyunlarına hız verilmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında ABD’nin yeni istekleri ülkemizin önümüzdeki aylar gündemini ağırlaştıracağa benzemektedir. Kıbrıs’ı pazarlama çalışmaları sonuç alacak biçimde yeni yöntemlerle geliştirilmektedir. ABD Kıbrıs Özel Temsilcisi Thomas Weston’un Rauf Denktaş’ı dışlama, MAT’ı benimsetme sözlerini AB Komisyonu’nun dış ilişkilerden sorumlu üyesi Chris Patten’in Atatürk’le ilgili anlamsız sözleri izlemiştir. Doğunun batısında, batının doğusunda Türkiye’nin uygarlıklar beşiği, barış köprüsü olarak özelliğini ve önemini kavrayamamış yabancıların kimi oluşumların da ayırdında olmadıkları gözlemlenmektedir. Atatürk hiçbir dinsel ve sosyal (etnik) azınlığı ezmemiş, ancak yepyeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, ulus olgusunun gerçekleşmesi, kimsenin birbirini ezmemesi ve üstünlük tanımaması için hepsine eşit davranmış, küçük kültürleri ulusallaştırarak yapımızı korumuştur. Tito ise küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birlik sağlanacağını sanmış, aldanmıştır. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti iç ve dış tüm saldırılara, Türk-Kürt, Müslüman-Lâik, Sünni-Alevi kışkırtmalarına karşın dimdik ayaktadır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözünün vurguladığı tümlük, çoğunluk içinde Türkler ve kürt kökenliler asıl öğelerdir. Çoğunluğun içindekileri azınlık yapma çabaları Türkiye’yi zayıflatmatmak, bölmek içindir. Ulusal birliğini, ülkenin tümlüğünü, devletin tekliğini yıkmak, kamu düzenini bozacak biçimde dinsel görevleri kötüye kullanmak, cemaat, tarikat, aşiret, şeriat düzenini getirmek, devletin temel niteliklerini kaldırmak dinsel ve etnik özgürlük olamaz. Yeryüzünde müslüman çoğunluğun bulunduğu ülkelerden hiçbirinde Türkiye’deki kadar dinsel görevler özgürce yerine getirilmiyor, inanç mutluluğu duyulmuyor. Demokrasi, insan hakları, uygarlık da böyle. Lâiklik sayesinde ezan dinlemek, namaz kılmak kıvancı yaşanmaktadır. Avrupa’nın bu konuda Türkiye’ye söz söyleme hakkı yoktur. İspanya’dan kovulan musevileri kucaklayan, değişik inançtan toplulukları barındıran Türkiye’ye, fırınlarda insan yakan Avrupa bir şey söyleyemez. Türkiye’yi yıpratarak ezmek için inanç ve soy kışkırtmacılığına soyunan Avrupa’nın iyi düşünmesi gerekir. Atatürk ve Atatürkçülük olmasaydı Türkiye ne olurdu, nasıl olurdu? Bu gereksiz, anlamsız sözlere yüreklendiren, medya ilgilileriyle yöneticileridir. Susturucu yanıt vermeyi bile becerememektedirler. Kimlerin “angut” olduğu böylece daha iyi anlaşılmaktadır. Utanmaları yok ki yüzleri kızarsın. PKK/KADEK Suriye’de parti kuruyor. ABD Afganistan için asker istiyor. AB üyeliğe almama kararlılığıyla oyalayıp yeni ödünler koparmak için tarih vermeye hazırlanıyor. Belki görüşme tarihi verilecek ama ne tarih vermek , ne de görüşmek, üyeliğe almanın belirtisi değil. Güvencesi hiç değil. İçerde AKP, tarih alınmasını tıpkı Gümrük Birliği’ne girme gibi bir başarı olarak duyurup şımararak daha çok aykırılık sergileyecek, daha çok sertleşecek, özetle azgınlaşacaktır. YÖK Yasası için Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme olasılığına karşı şimdiden (B) Planı’ndan sözetmek, kaba sözlerle direneceklerini açıklamak, 19 Mayıs törenlerinde sıkmabaşı tribünlere taşımak, inatlaşmanın ve zıtlaşmanın ünürleridir. Recep Tayyip Erdoğan’ın Anıtkabir Özel Defteri’ne yazdıklarıyla (Anıtkabir Derneği yayınlarına bakınız) yaptıklarına ve yaptırdıklarına bakmak tutumlarını ve durumlarını saptamak için yeter.

TÜPRAŞ’ın özelleştirilmesi konusunda yürütmenin durdurulması kararı Petrol-İş Sendikası’nın başarısıdır. Doyumsuzlar, özelleştirme ile ucuzdan, hazıra konma peşindeler. Ulusal varlıkları yağma türü edinerek ekonomik gücü kıranlar, tersine savlarla kendine fırsat ve olanak yaratmaktadırlar.

Federal Almanya Yeşiller Partisi’nden Claudia Roth’un girişimini Leyla Zana bile eleştirdi. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, saygınlığın, onurluluğun değerini bilmeyenler kınamak şöyle dursun gülümseyişle, bağımsız yargının kararını değil AB’yi haklı bularak bir kez daha üzdüler. Kimi aymaz ve sapkının zaptiyecilikle suçladığı Silâhlı Kuvvetlerimizin tepkisini Ege Ordu Komutanı dile getirdi. Ulusal duyarlığın özlemi, beklentisi, Atatürkçülerin sesinde yansımaktadır. Duyarlı, özenli, çalışkan, özverili, yürekli ve bilgili hukukçular konuşuyor, yazıyor, katılmadığım ve kimi yanlış görüşleri olsa da ilkesel birliktelik yüreklerimizi serinletiyor. Onur savaşımı (mücadelesi) Atatürk ilkelerine bağlılıkla kazanılacaktır. Atatürk ve arkadaşlarının namusumuzu ve onurumuzu kurtardıklarını asla unutamayız.

Yazık

Almanya’da türban denilen sıkmabaş yasağına karşı dayanışma oluşturan şeriatçılar, Türkiye’de imam-hatip liselilere ayrıcalık getiren yasanın yürürlüğe girmesi için iktidarı özendirip kışkırtan ardıllar, yabancılarla sarmaş dolaş sözde siyasetçiler, partilerinin tarihsel kimliğine uygun duruma gelmesi çalışmalarını kişisellik ve çelişkiyle kuşkulu duruma düşüren, “Atatürkçülükle sosyal demokrasiyi birbirine ters” bulan, bağdaştıramayan kimi bilim adamları kaygıları artırmaktadır. Atatürk olmasaydı, Atatürkçüler olmasaydı Türkiye’de bırakınız sosyal demokrasiyi, demokrasiden ve sosyal nitelikten söz edilemezdi. Müftünün tiyatro eserini sansürlettiği bir dönemde konuşmasına özen göstermeyenlerin yöneticilik taslamaları bile gülünçtür. Güncel sorunları gözardı ederek Atatürkçü olunamayacağı da bilinmeli, gericilerin dayanışması gerçek Atatürkçüleri düşündürmeli, uyarmalı, hattâ utandırmalıdır. Birbirlerini karalayıp kötüleyenlerin, dışlayıp uzaklaştırırarak unutturmaya çalışanların, aynı kuruluş içinde düşmanca davrananların, seçilmek için türlü oyunlara başvuranların, yalan, iftira, kavga yoluyla çirkinlikler sergileyenlerin, ilkelere verdiği zararı ölçmek, nitelemek ve tanımlamak güçtür. Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü yıpratma ve yıkma konularında, küçültme bahanesi sandıkları durumlarda gericilerle çıkarcıların, sözde milliyetçi, sözde demokrat, sözde ilerici, sözde dindarların birbirlerini nasıl destekledikleri ibretli izlenmektedir. Atatürkçüler bunlara karşı çıkmakta bile birleşememektedir. Bir siyasi partinin güdümüne girerek güçbirliği sağlanamaz. Üniversitelerin desteği organsal işbirliğine dönüştürülemez. Demokratik kitle örgütleri, resmî kuruluşlarla ancak düşünce, ilke, amaç birlikteliği yansıtabilir. Kurumu-kuruluşu organsal yapı içine sokamaz. Gerçekçi olmayan, yapay birliktelikler yararlı olamaz. Gücü dışarda aramak yanılgıdır.

Beni konuşmakla ve yeni sözcükler kullanmakla suçlayanların şimdi anlamını kavramadan kullandığı yeni sözcüklerle, önyargılı sayılacak biçimde görüş açıklaması ilginçtir. Görevimle ilgili hiçbir aykırı açıklama yapmadan anayasal ve ulusal ilkelerde birleşmeyi, bu değerleri koruyup güçlendirmeyi amaçlayan sözlerim sömürüldü. “Konuşması gerekenlerin sustuğu yerde susması gerekenler konuşur” diyerek herkesi duyarlığa, özene ve özveriye çağırdım. Keşke bu konularda daha çok konuşsaymışım. Lâiklik konusunda gelinen nokta ortada. Demek ki yanılmamışım. Keşki yanılsaymışım. Şimdi ikili oynayarak, kimilerini oyaladığını sanarak, herkese mavi boncuk dağıtarak kendi konumunu güçlendirmeye çalışan tipler çoğaldı. Saygınlığınızı koruyup susmanızı, aldanmışlığınıza verip kapı kapı dolaşanlar çıktı. Olanlar insanımıza ve ülkemize oluyor. Kurumlar ve ilkeler gölgeleniyor. Yazık. Para tanrılaştırıldı. Borçlar artarken ekonominin düzeldiğine kim inanır?

Bir adım daha

“Türk Gençliği olarak özgürlüğün, bağımsızlığın, egemenliğin, Cumhuriyet ve Devrimlerin yılmaz bekçileriyiz. Her zaman, her yerde ve her durumda Atatürk ilkelerinden ayrılmayacağımıza, çağdaş uygarlığı geçmek için tüm zorlukları yeneceğimize namus ve şeref sözü verir, kendimizi büyük Türk ulusuna adarız.”

Benim 1960’da gençlik andı adıyla yazdığım ve Millî Birlik Komitesi’nce uygun bulunan bu And ilk kez 10 Kasım 1960’da Anıt-Kabir’de okundu. Sonraki yıllarda 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmeler korosu tarafından seslendirildi. Ancak özgürlüğü hürriyet, devrimleri inkılâplar, ulusu millet olarak değiştirince Millî Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne andın yazarı olarak olurum bulunmadığını dilekçeyle bildirdim. Valilik yanıt vermedi. Bakan Metin Bostancıoğlu sözlü olarak “1980 sonrası başbakanlık kararıyla bu sözcük değişikliğinin uygulandığını” anlattı, katılmadığımı söyledim. And’ın bir sözcüğü değiştirilerek Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bağımsızlık Andı yapıldı. Durumu sayın Denktaş’a yazdım. Bu yılki 19 Mayıs törenlerinde emir yinelemesi türünde, “Atatürk’e Yanıt” okutularak benim yazdığım And uygulamadan kaldırıldı. Birçok ilde Atatürk’ün Gençliğe seslenişi kendi dilinden okutulduktan sonra yanıtın okutulması benim yazdığım And’daki ilkelerin, anlayış ve tutumun unutturulması içindir. Durumu bildirdiğim kişiler ilgisiz kaldıklarından TÜRKSOLU’nda olayı belirtmeyi yerine getirilmesi kaçınılmaz bir görev saydım.

And’ın kısalığı, öztürkçe sözcüklerle ve ilkeleri özetleyerek yazılışı, 43 yıldır okunuması, Yanıt’ın kimi eski sözcüklere karşın içeriğiyle özellik taşıması ikisinin karşılaştırılmasını değil, ayrı değerleri bulunduğunu göstermektedir. Günümüz iktidarı, ABD-AB sevecenliğiyle uyum adı altında kimi gereksiz açılımlarındaki anlayışını Atatürkçülük, lâiklik, bilimsellik vd. konularda ortaya koymuyor. Özel Finans Kuruluşları, bunların Birlik kurması, islâm bankacılığının güçlendirilip genişletilmesine gösterilen çaba üniversiteler, yargı için esirgeniyor. Başbakan’ın 10. Yıl Marşı’na bilinen tepkisi 19 Mayıs Töreni’ndeki tutumuyla belirginleşiyor ve ayıplanıyor.

İktidarın medya körükçüleri yalakalıklarını sürdürüyor. Akıllarının ermediği, araştırıp öğrenmek zahmetini göze alamadıkları konularda bilgiçlik taslayarak gülünç kanılarını kural türü açıklıyorlar. Özelleştirme kışkırtıcılığı yapıp yağmacılık, ayrıcalık, kayırma,yolsuzluk, hukuksuzluk üzerinde durmuyorlar. Adaletin ideolojisi yalnızca adalettir. Kararlar hukuksallık yönünden verilir, ekonomi yönünden değil. Bir karşıoy yazısından bir tümce alıp yargıya varmak amaçlı bir yaklaşımdır. Atatürk’ün 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşması, Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önce öngörülen ekonomik düzeni ilkeleriyle açıklamaktadır. Tam bağımsızlığı, özel girişimi, devlet katkısını ve öncülüğünü günün koşullarında kapsamlı bir biçimde anlatmıştır. 1932’deki bir konuşmasında da (CHP Kurultayı) özel girişimin ekonominin temeli olduğu belirtmiştir. Devletçiliği yanlış anlayanlar gibi özel girişimi yanlış kavrayanlar da devletçiliğin özel girişim karşıtlığı olduğunu savunurlar. Özel girişim ayrı, özelleştirme ayrıdır. Anayasa Mahkemesi’nin kararları herkesi bağlar. Uygun görülen, yargı olarak açıklanır. Karşıoy da gerekçe gibi kararın tümlüğü içinde yer alırsa da benimsenmeyen görüş olarak kalır. Kimsenin kimseyi “tasvip” diye yargıda özel bir yetkisi ve ağırlığı yoktur. Mahkeme kararını, karşıoy kullananlar da savunurlar. Bu bir meslek terbiyesidir. Oylarda ideoloji arayanlar amaçlı, yandaşlıkları belirgin, kim oldukları bilinen patron sözcüleridir. Özellikle Atatürk, Atatürkçülük, lâiklik, Yekta Güngör Özden paranoyasına tutulanlar söyleyecek söz bulamayınca Atatürkçü olmayı suç sayarak değişik nedenlerle saldırırlar. Kutladıkları insanı karalarlar. Bu hastalıklı tiplere aldırmadan doğru bildiklerimizi söyleyip yazıyoruz. Özelleştirmenin hukuka uygunluğunu arayan (alanımızda Anayasa uygunluğu) çalışmaları kullanılan ölçütlerin yapılan değerlendirmelerin ne olduğunu bilmesi olanaksız kimilerinin gelişigüzel sözlerinin önemi yoktur. Olanlar kamuoyunu yanıltıp koşullandırma görevlerini yerine getirme görevlerini yürüteceklerdir. Anayasa Mahkemesi özelleşetirmeye karşı çıkmamış, Anayasaya aykırı sakıncalı, yanlış yapılan özelleştirmeleri durdurmuş ve düzeltilmesini istemiştir. Bugün Ankara 10. İdare Mahkemesi’nin yaptığı da budur. Çıkarları bozulanların tepkisini yargıya saldırı nedeni yapmanın hiçbir gerçekçi ciddî yanı yoktur.

NATO toplantısı İsrail’in Filistin baskınları, kürtçe yayın düzenlemeleri. CHP çalkantısı,YÖK Yasası, yurtiçi ve yurtdışı bursların MEB.’nca verilmesi çalışmaları sıkmabaşın yurtiçi ve yurtdışı serüveni, belediyelerde kadrolaşma, asayiş olayları, iktidarın mehter yürüyüşü önümüzdeki günlerde gündemi oluşturacağa benzemektedir. Göreceğiz. Şimdiye değin olduğu gibi onur savaşımımızı yenilmeden sürdüreceğiz.

Hafta biterken

Koşulları, amacı, kazandırdıkları unutturularak “darbe” nitelenmesiyle karalanmaya çalışılan 27 Mayıs Devrimi için bir-iki yazı dışında vurgulayıcı açıklama yapılmadı. İletileriyle kamuoyuna seslenmeleri beklenenler sustu. Yalnızca Anayasa Mahkemesi, Dünyadaki üç beş anayasadan biri olan 1961 Anayasası akdevrimin onuru için yeter. Ne var ki Atatürk’ten kalma ne varsa yıkıp yoketmeye çalışan siyasal iktidar ve yandaşları Atatürk Orman Çiftliği’nin yağmalanması, ormanların ve kamu arazilerinin elden çıkarılması gibi 27 Mayıs devrimini de Atatürkçülüğe Dönüş olduğu için anmaktan kaçınmışlardır. Buyruklarındaki kurumların kimleri nasıl andığı izlenmektedir. Ayakta kalabilmek, tutunabilmek ve ülkenin kaynaklarını kendi doğrultularında kurutmak için her yolu, herşeyi geçerli sayan bu iktidar “anadil” adıyla ulusal birliği etkileyici olumsuz girişimlerini yasalara aykırı biçimde yürütmektedir. Kendilerini iktidara taşıyan lâiklik karşıtlıkları nedeniyle Irak, Filistin kıyımlarını, vahşet ve rezaletini kınamaktan-belki de ABD korkusuyla-kaçınmışlardır. Başbakan’ın kişisel tepkisiyle yetinmeyi uygun bulmuşlar, TBMM’nin ağırlıklı görüşünü sağlayamamışlardır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna ertelenerek “şaibeli siyaset”in varlığı korunmuştur. New York Times yazarlarından Stephen Kinze’nin kürt devletini benimsetme, ABD dayatmalarına katlanma ve BOP’nde görev alma önerileri yanında Avrupa Konseyi organlarında KKTC’li belediye başkanlarının Kıbrıs Cumhuriyeti’nin elemanları gibi kabûlü, bu sonucu getiren oylamada Türk delegasyonunun tutumu MAT tarafından bile kınanmıştır. Çelişkiler ve aykırılıklar yumağı, şeriat tarikat ağına dönüşerek büyümektedir.

Atatürkçü kişiliğimize katlanamayan kimi medya ilgilileri hakkımızda yazacak olumsuz birşey bulamadıklarından olmayacak şeyleri yazmaktadırlar (başka şeyleri.. unutmuş unutturmuşlardır.) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan emekliye ayrılan sayın Vural Savaş’la benim meslektaşlık, dostluktan başka herhangi bir çatı altında örgütsel birlikteliğimiz yoktur. Yalnız Atatürkçü Düşünce Derneği’nde üyeliklerimiz vardır. Tıpkı Refah Partisi kapatma dâvasının dilekçesini birlikte yazdığımızı uydurdukları gibi, yalanlarla yeni ilişkiler kurmaktadırlar. Kimi Atatürkçüleri birleştirmek, spor ve sanat türü, soylu bir siyasetin dürüstlükle başarılı olacağını kanıtlamak için, örnek ve öncü olmak üzere kurarak ulusumuzun seçeneğine sunduğumuz siyasal partiden birleşme çalışmalarının engellenmesi üzerine ayrıldığımı sömüren, TÜRKSOLU’nda yazmamı eleştiren anlatımlara rastlıyorum. TÜRKSOLU (marjinal) aykırılığı sert, uçta bir yayın organı olmadığı gibi ben kendi yazılarımdan sorumluyum. Kaç kez belirttim, anlamak istemiyorlar ya da algılama yeteneğinden yoksunlar. Kendilerinin şeriatçılığı, kökten dinciliği aykırılık değil mi? Yazdıklarıma birşey söylemeyip yazmama karşı çıkmaları görevlerinin gereği olmalıdır. Aldırmıyorum. Vural Savaş’ın hukuka, demokrasimize katkıları unutulamaz. Her şeyde birliktelik zorunluluğu yok. Dostluğumuz ve Atatürkçü olmamız yeter. Görüş, düşünce, yöntem aykırılıkları mız doğaldır.


http://www.turksolu.com.tr/57/ozden57.htm


***


Necip Hablemitoğlu’nun Son Çığlığı,


Necip Hablemitoğlu’nun Son Çığlığı, 


Öner Yağcı 
19.01.2004/Sayı:48


Son yıllarda Necip Hablemitoğlu adını duymayan yurtsever kalmamıştır. 1954 Ankara doğumlu, Ankara Üniversitesi’nde doktor öğretim görevlisi olarak “Atatürk İlkeleri ve Devrim Tarihi” dersleri veren Hablemitoğlu, bir “faili meçhul”e kurban gittiği 18 Aralık 2002’ye kadar Türkiye’yi seven, “Türkiye’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı” savaşarak, onların yaptıklarını araştırıp açığa çıkararak ve Cumhuriyet’i sevenleri, yönetenleri uyararak yaşadı.

Onun katledilmesi, Cumhuriyet düşmanlarının gözükaralıklarının kanıtlarından, ülkesini sevenlere verilen gözdağından başka bir şey değildir.

Hablemitoğlu’nun dergilerde yazdığı yazılardan, verdiği konferans metinlerinden ve yarıda kalan çalışmalarından oluşan “Şeriatçı Terör’ün ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke: Türkiye” adlı kitabı yayımlandı.

O, son yıllarda yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” ve “Köstebek” adlı çalışmalarıyla şimşekleri üzerine çekmişti. Son kitabına ad olan “Şeriatçı Terör” ve “Batı” onun günışığına çıkardıklarından rahatsız olmuştu. Bu rahatsızlık, onun katledilmesiyle ve “ülkemizde kanıksanmış olan bir siyasal cinayet”le, gözüpek, yurtsever, bilinçli ve kararlı aydınlarımızın sistemli olarak ve tek tek yok edilmesiyle noktalanırken; son kitabı yayına hazırlayan eşi Doç. Dr. Şengül Hablemitoğlu’na, “...Necip’i susturmak onun fikirlerini yok etmeye yetmemiştir. Necip’in çalışmalarını ilk defa duyacak olanlar ya da kitapları dışındaki diğer çalışmalarını görmemiş olanlar, bu kitapta yazılanların özgür, bağımsız ve dimdik bir Türkiye özlemi ile yanıp tutuşan bir kalemden çıktığını çok iyi anlayacaklardır... Onu yok etmek, fikirlerini, yazdıklarını, onu anlayanları ve sevenlerini yok etmeye yetmemiştir. Bu böyle biline...” dedirtiyor.

Hablemitoğlu, bu yazılarında yine açığa çıkarma, uyarma görevini yerine getiriyor. “Atatürk Türkiyesi Küreselleşmeye Direnebilir mi?” başlıklı ilk bölümde yer alan, Cumhuriyete Aydın İhanetinin Belgesi ve Düşündürdükleri yazısında özellikle işbirlikçi aydınların yaptıklarından somut örnekler ve belgelerle kesitler sunarken devletin neler yapması gerektiği konularında da uyarılarda bulunuyor. İçimizdeki düşmanları tanıtan 50 sayfalık bu çalışma bile kitabın mutlaka okunması için yeterlidir.

Ama dahası da var. Türk Ulusçuluğu ve Altı Ok yazısında Atatürk’ün ulusçuluk anlayışını, ulusçuluğu, Türkiye’deki sağ kesimin yanlış ulus bilincini ve CHP’nin ulusçuluğu reddeden adımlarını irdeliyor.

Cumhuriyet’in 77. Yıldönümünde yazısında, “Türk ulusunun temsil ettiği tüm değerlerin simgesi” diye tanımladığı Albay Reşat Çiğiltepe’yi anımsatarak, İngiltere ve Almanya’nın Güneydoğu’daki kimi politikalarını, onlarla işbirliği yapanları gözler önüne sererken; Kemal’in Öğretmenleri yazısında, Moldova’daki Gagauz Türklerinden biri olan Ali Kantarelli’yi ülkemizdeki Batı işbirlikçilerine inat tanıtıyor. Kitaba ad olan yazısında, Batılı ülkelerin emperyalist politikalarını İngiltere, Almanya, Fransa, diğer Avrupa ülkeleri ve ABD’deki İslamcı-Şeriatçı yapılanmaları ele alarak, bunların nasıl desteklendiklerine ilişkin belgeler-kanıtlar sunarken küreselleşen teröre karşı alınması gereken önlemleri sıralayıp uyarısını sürdürüyor.

“Almanya Hâlâ Dost Bir Müttefik midir?” başlıklı bölümde yer alan Yeni Dünya Düzeninde Şekil Değiştiren Bir Soğuk Savaş Örneği yazısında Türkiye ve Almanya arasındaki yüzyıllık güç kavgasını tarihsel kökenleriyle birlikte anlatırken, Alman istihbarat örgütlerinin Türkiye’de neler yaptıklarını ayrıntılarıyla belgeliyor. Almanya’daki şeriatçı örgütlenmeleri anlatan Yurtdışı Destekli Şeriatçı Yapılanmalar: Almanya Örneği; Alman İstihbaratı ve Kaplanlar; Hasım Ülke: Almanya yazıları, bilinmeyenleri açığa çıkarma çabasının önemli bir örneği olarak belleklere kazınmalı. (Yayınevine not: Bu bölümdeki redaksiyon ve yinelenme hataları yeni basımlarda düzeltilmeli.)

Özelleştirme peşkeşine bir örnek olarak işlediği Tekel Dosyası ile üzerinde uzmanlaştığı konu olan Türkiye’deki Alman Lobisi ve Almanya Yazıları adlı tamamlayamadığı iki yazısının yer aldığı “Yarıda Kalanlar” başlıklı bölümle kitabın sonuna geliyoruz.

Sözün kısası; “Şeriatçı Terör’ün ve Batı’nın Kıskacındaki Ülke: Türkiye”yi (Toplumsal Dönüşüm Yay.); emperyalistlerin destekledikleri şeriatçı yapılanmalarla, yarattıkları işbirlikçilerle Cumhuriyetimizi nasıl kıskacına aldığını belgeleriyle, örnekleriyle somut olarak görüp bilinçlerini tazelemek, güçlendirmek isteyenler mutlaka okumalı.



http://www.turksolu.com.tr/48/yagci48.htm


***


24 Haziran 2017 Cumartesi

ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK BÖLÜM 2


ZİYA GÖKALP VE TÜRKÇÜLÜK  BÖLÜM 2

         
Genel hatlarıyla bakılacak olursa, hars milli, medeniyet ise milletlerarasıdır. Hars, bir milletin dini, âhlaki, hukuki, muakalevi, bedii, lisani, 
iktisadi ve fenni hayatlarının toplamıyken, medeniyet birden fazla ülkenin benzer ögelerini içermektedir. Hars doğal bir gelişmenin sonucudur ve 
toplumsaldır. Medeniyet ise sunidir ve fertlerin iradesiyle meydana gelmiştir. 

Dolayısıyla Batı medeniyetini taklit etmek tehlikelidir ve Türkiye’ye özgü Türk harsı bilinmeli ve korunmalıdır. Batı medeniyeti ikincil, Türk harsı ise birincil 
olmalıdır. Buradan hareketle Gökalp Osmanlı medeniyetinin Türk, Acem, Arap harsları üzerinden İslam dinine, Şark medeniyetine ve zamanla Garp 
medeniyetine ait kurumları bünyesine alarak oluştuğunu söylemektedir.10 

Ayrıca medeniyetler tarihsel olarak belli harsların ürünü olmuştur, fakat medeniyetler harstan doğduğu halde komşu milletlerin medeniyetlerinden 
birçok kurum almıştır. Dolayısıyla, bir medeniyet ancak bir harsa “aşılandığı” zaman uyumludur. Sonuç olarak güçlü bir millet olmak için harsi bilincin 
geliştirilmesi şart olur (Gökalp, 1973: 29-40). Bu tartışma bir başka açıdan da önemlidir. Gökalp’in “Hars ve Medeniyetin Münasebetleri” (1918) 
makalesinde belirttiği gibi, “bir kavmin bütün şubeleri aynı dinin ve aynı devletin velâyeti altında birleşerek umumî bir tesanüde tâbi olunca, hars da 
kısmîlikten kurtularak tamamiyle kavmî bir mahiyet alır” (İnalcık, 2000: 23). 
Bu noktada Gökalp’in kavim ve ulus arasındaki çözemediği gerilim bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Gökalp bir yandan ulus aynı ırk ve kavmiyet demek değildir derken, öte yandan harsın kavmi özü üzerinden ulus fikrini işlemektedir. 

10 Gökalp’e göre dinler gibi imparatorluklar da medeniyetlerin oluşmasında rol oynamışlardır. Harslar bir medeniyet çerçevesinde çözülüp, ortadan kalkabilse bile, ekseriye halk arasında dil ve örfler saklanır, imparatorluklar parçalandığı zaman bu harslar yeniden hayat bulur. 

Böylece hars birliğine dayanan milletler ortaya çıkar (İnalcık, 2000: 24). Yine Gökalp’e göre aslında medeniyetler de kültürlerin karşılaşmasından ve karışmasından meydana gelerek yükselir. Dolayısıyla Gökalp’e göre milletler zaman içinde Batılılaşacaktır ve öyle olmalıdır (İnalcık, 2000: 29). 

Bu çerçevede Gökalp, Türkiye’de canlı ve cansız an’anleri birbirinden tefrik (ayırt etmek) etmenin çok kolay olduğunu söylemekte ve bunun nedenini aşağıdaki gibi açıklamaktadır; 

...bizde <> dediğimiz bir mecmua vardır ki, bütün unsurları cansız an’anelerden ibarettir. Yine bizde <> adını 
verdiğimiz başka bir manzûme vardır ki bu da baştan başa canlı an’anelerden mürekkeptir... Bugün inkılâpçı Türkiye inkılâp yaparken yalnız Osmanlı medeniyetini değiştiriyor. Osmanlı medeniyeti Şark medeniyetidir. Şark medeniyeti de İslâm medeniyeti değil, Şarkî Roma medeniyetinin devamıdır... Türklüğümüze ve İslâmlığımıza gelince bunların mecmuuna <> nâmı verilir... <> hayatı yaşayan bir Türk halkı vardı. Osmanlı medeniyeti bunun üzerine çökmüş, şimdiye kadar görünmesine mâni olmuştu. Şimdi o, yeni bir Bozkurt’un rehberliği ile, bu ergenokondan, sağlam, dâhi bir millet olarak meydana çıkıyor (Gökalp, 1980: 39-40, 42). 

Yukarıdaki fikirden anlaşıldığı gibi Gökalp Türk halkının ve onun harsının bastırılmış olduğunu söylemektedir. Bu noktada hars ve medeniyet 
ayrımı Gökalp için son derece önemlidir. Berkes, çoğu insanın kültür ve medeniyet ayrımı veya ırk ve nationality ayrımı üzerinde Gökalp’in ısrarla 
yaptığı vurguyu anlamadıklarını söyledikten sonra, yazdıklarından Batı karşıtı aşırı milliyetçilik (şovenizm) ve ırçılık doktrinini çıkarsamanın hayretle 
karşılanacak birşey olduğunu söylemektedir (Berkes, 1954: 377). Berkes, Gökalp’e göre medeniyet, farklı etnik grupların oluşturduğu ve birbirlerine 
aktardığı geleneklerden oluşan etki biçimleridir demektedir. Kültür ise belli bir ulusun örf 11 ve adetlerinden (İng. mores) oluşmaktadır ve bu anlamda kendine mahsustur. 

Bu anlamda gelenekler ortak medeniyetin bireylere empoze ettiği rasyonel davranış biçimleri, örf ve adetler ise belli bir ulusun kendine has değer 
yargılarıdır (Berkes, 1954: 384). İnalcık da Gökalp’e göre harsın esas unsurunu örf ve geleneklerin tümünün oluşturduğunu söylemektedir. Toplumun 
örflerinin tümünü organik bir bütün halinde tutan ma’şeri vicdandır (içtimai vicdan/toplumsal tasavvur) (İng. collective representations). Özetle örf, içtimai 
vicdana mal olmuş davranış biçimidir. Diğer bir ifadeyle kültüre ait toplumsal tasavvurlar örftür (İnalcık, 2000: 22). 

Gökalp’in Türkçülüğü asıl olarak harsi bir temel üzerine kurulmuştur. Gökalp, Türkçülügün Esasları kitabında Türkçülüğün programını tartışırken eski Türk harsını temel almaktadır. Bu kitapta Türkçülüğü lisani, bedii (estetik), âhlaki, hukuki, dini, iktisadi, siyasi ve felsefi Türkçülük olmak üzere çeşitli alanlara ayırmakta, bu alanların her birinin eski Türk değerleri üzerine temellendirilerek asrileştirilmesi gerektiğini söylemektedir. Gökalp’e göre, “Türkçülük, herşeyden ziyade, millet ve vatan mefkûrelerine kıymet vermektir” (Gökalp, 1973: 141). Harsın subjektif, medeniyetin ise objektif bir boyutu vardır. Gerçek bir medeniyet her zaman milli harsa dayanmaktadır. Bu çerçevede harsın birey üzerinde yaptırım gücü vardır. Hars dayanışma yaratırken, medeniyet anominin kaynağıdır. Gökalp için hars milli değerler, norm, dil, müzik, sanat, din, ahlak ve ekonomiden oluşmaktadır. Bunlar harsın özüdür ve yaratıcıları halk olduğundan, hars aynı zamanda demokratiktir. Medeniyet ise üniversitelerde okumuş ve nitelikli bir sosyalizasyon sürecinden geçmiş bireylere aittir. Dolayısıyla medeniyet bireylere özeldir ve belli bir düşünce, hissediş ve yaşam tarzını yansıtmaktadır. Gökalp’in bu kavramsallaştırmasının temelinde Durkheim’den aldığı akılcılık ve duygusallık karşıtlığı yatmaktadır. Bireyler akılla, toplumlar ise duygularla (kıymet hükümleri veya vicdan) hareket etmektedirler. Hars, duyguların toplamıdır, çünkü diğer harsların ve medeniyetlerin taklit edilmesiyle oluşmamıştır (Gökalp, 1973: 32). 

Gökalp’e göre üniversite mezunu bireyler diğerlerinden farkı düşünür, inanır ve yaşar. Kendilerininkinden farklı medeniyetlerin farkında olan eğitimli bireyler, kendi medeniyetlerini geliştiren veya dışarıdan medeniyet ithal eden grubu oluşturmaktadır. Bu anlamda medeniyet uluslararası bir olguyken, hars 
milli ve doğaldır. 

11 Özyurt, Gökalp’in önceleri an’ane (gelenek) kavramına yüklediği işlevi 1917 yılından itibaren örf kavramına yüklediğini söylemektedir. Bu noktadan sonra an’ane kavramı belli bir medeniyet dairesindeki milletlerin ortak düşünme ve davranış tarzını ifade etmek için kullanılmıştır (milletlerarası). Örf ise toplumun vicdanını temsil etmektedir (milli) (Özyurt, 2005: 192). 

Bu ayrımdan dolayı milliyetçilik ve beynelmilelcilik iki farklı tema oluşturmaktadır. Nitelikli eğitim alan bireyler, ulusal eğilimleri zayıflatan 
ve tehdit eden beynelmilelci eğilimler geliştirirler. Çünkü başka medeniyetlere duyulan hayranlık, bireylerin milli değerlerini unutmalarına neden olarak, 
toplumsal dayanışmayı tehdit eder. Bu nedenle başka medeniyetlerden ancak fayda sağladıkları oranda ve sınırlı olarak yararlanmak gerekmektedir. Özet 
olarak hars milli ve doğaldır, medeniyet ise bireysel ve sunidir. Hars milli iş bölümünün, medeniyet ise beynelmilel iş bölümünün sonucudur (Gökalp, 
1973: 95-96). Türkçülük ve beynelmilelcilik birbirini dışlayan iki ayrı oluşum olarak kavramsallaştırılmış olsa da, Gökalp’e göre yanyana durmaları 
mümkündür. 

Bu tartışmaya paralel olarak ve yine Durkeheim’den hareketle Gökalp birey ve toplumu birbirinden ayırmaktadır. Birey suni, toplum ise doğaldır. 

Gökalp’e göre medeniyet bireylerin aklı ve özgür iradesiyle ortaya çıkan toplumsal olguların toplamıdır. Harsi olgular ise dil gibi doğaldır ve bireylerin 
iradesiyle oluşmazlar. Yani doğal olarak ve kendi kendine gelişirler ve bu nedenle doğal ve millidirler. Dolayısıyla toplum da doğaldır (Gökalp, 1973: 2930; 
Gökalp, 1982a: 32-33). Buradan hareketle Gökalp Osmanlıcılığı suni, Türkçülüğü ise doğal oluşumlar olarak tanımlamaktadır. Osmanlıcılığın suni olması, Osmanlı toplumunun farklı milletlerden oluşmasından kaynaklanmaktadır. İçinde birçok dil barındıran Osmanlı dili de Gökalp tarafından suni bir dil olarak kabul edilmektedir. Tek bir dilden oluşan Türkçe ise doğal bir dildir. 

Gökalp’in bu tartışması onun ulus ve ümmet kavramlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Genel olarak dini efkâr-ı âmme12 (kamuoyu) ümmeti, siyasi 
efkâr-ı âmme devleti ve harsi efkâr-ı âmme ulusu oluşturur. Gökalp, “O halde iptidai cemiyetler yalnız ümmet mahiyetindedir, devlet ve millet mahiyetleri 
onlara, henüz tezahür etmemiştir” demektedir (Gökalp, 1981a: 43). Aynı şekilde, “mutaazzi bir cemiyette ise ümmet, devlet, millet mahiyetlerinden her 
üçü de –birbirinden ayrı olmak üzere- mevcuttur” demektedir (Gökalp, 1981a: 43). Kısaca devlet ümmetten, ulus da devletten doğmaktadır; fakat “ilkel 
toplumların” ayrışmış siyasi ve harsi örgütleri olmadığı için tüm fonksiyonlar dini fonksiyon altında birleşmiştir. Yani ümmet devlet olmaktadır ve bir ölçüye 
kadar da ulus olmaktadır. 

12Gökalp, ruh-ı âmme veya ruh-ı umumi kavramını bir cemiyetin vicdanı, efkâr-ı âmme kavramını ise cemiyetin yalnızca sesi olarak tanımlamakta ve “değişici”, 
“yanılmaya maruz” olduğunu söylemektedir. Ruh-ı âmme bir milletin bizzat vicdanıdır. Ruh-ı âmme daima sâkit ve sakindir, efkâr-ı âmme ise her zaman faal ve nâtıktır. Bazı efkâr-ı âmme hareketleri, ruh-ı efkâr-ı âmmenin hareketlerine benzeyecek kadar ona yaklaşabilmektedir, ancak onların hareketlerinden doğan neticelere yol vermezler. Gökalp, Montegut’nün ruh-ı âmme adını verdiği içtimai vicdana örf demektedir (Gökalp, 1981b: 126-129,132). 

Yine Gökalp’e göre; 

Mutaazzi cemiyetlerde dini efkâr-ı âmme yine mevcuttur. Fakat yalnız, ruhâni ve kudsi bir mahiyette kalması lâzım gelen fikirlere ve duygulara 
taalluk eder. Dünyevi ve nâsuti mahiyeti haiz olan müeseselere artık dokunmaz. Bu gibi müesseseler nüfuz ve kıymetlerini ya siyasi efkâr-ı 
âmmeden, yahut harsi efkâr-ı âmmeden alırlar ve hayatın icabâtına göre tahavvul edebilirler (Gökalp, 1981a: 45). 

Gelişmiş toplumlarda dinin bir işlevi de siyasi, hukuki, iktisadi, bedii, lisani ve ilmi kurumları kendi dairelerinde serbest bırakmasıdır (Gökalp, 1981a: 50). 

Gökalp milletleri dört gruba ayırmaktadır. Bunlar sırasıyla imami milletter, teşriî milletler, harsi milletler ve son olarak istiklâlini kaybetmiş milletlerdir. İmami milletler, dini bir hukuk-u âmmenin oluştuğu milletlerdir. Teşriî milletler, kavimlerde, iptida şehirler derebeylerin hâkimiyetinden kurtularak, belediye meclisi vasıtasıyla kendi kendini idareye başlamış ve derebeylerine karşı hükümdar kuvvetiyle birleşmiş milletlerdir. Harsi milletler, bir kavmin beynelmilel medeniyetin müesseselerine kendi lisan ve vicdanının rengini vererek onları kendi ruhuna uydurmaya başlamasıyla müstakil ve milli 
bir medeniyete, yani harsa mâlik olmaya başlayan milletlerdir. Millet türleri arasında en önemli olan harsi milletlerdir (Gökalp, 1977: 12-15). Gökalp şöyle 
devam etmektedir; 

Millet, imamî cemiyetlerde kendini imâmda, teşriî cemiyetlerde kendini kuvve-i teşriîyede mütecelli görünüyordu. Harsi cemiyetlerde ise kendini harsının mümessilleri tarafından temsîl edilmiş görür. Çünkü hars millî vicdanın muhtelif müesseseler suretinde tezahür etmiş mütaayyin şeklinden ibarettir. Mamaafih hars maddi bir teşkilât suretinde de tecelli eder... Mamafih bir kavim aşağıdaki nevi’lerden yukarıdaki nevi’lere geçerken eski müesseselerini tamamiyle kaybetmez... Harsî milletin teşekkülü kavmin tekâmül merhaleleri olan Aile, Ümmet, Devlet teşkilâtlarına ‘Hars’ teşkilâtının inzimam etmesiyle başlar (Gökalp, 1977: 14-15). 

Gökalp’e göre Türkler herhangi bir Avrupa ulusuna kıyasla ırk açısından en çok karışmış olanlardır. Buna rağmen bütün Türklerin, en azından potansiyel olarak, tek bir ulus oluşturduğunu ileri sürmektedir. Gökalp’e göre milliyetin temelini siyasi bir birlik oluşturamaz. Dolayısıyla ulus tanımı, ortak bir gelecek kurulabilmesi adına, siyasi bir iradeyi değil, ortak bir harsi mirası gerekli kılmaktadır. Gökalp’in tanımlamasına göre sosyolojik açıdan millet, 
“terbiyede, harsta, yani duygularda iştiraktir” (Gökalp, 1982a: 227). Yine Gökalp’in sözleriyle ifade edecek olursak, “millet ne coğrafi, ne ırki, ne siyasi, 
ne de iradi bir zümre değildir. Millet lisanen müşterek olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan harsi bir zümredir” (Gökalp, 1982a: 228). 
Bu noktada Gökalp’in ulus kavramını ümmet kavramından nasıl ayrıştırdığı daha da belirginleşmektedir. Gökalp şöyle demektedir; 

Cemiyet namını verdiğimiz (bütün içtimai hayatları müşterek olan) zümre, ümmet değil, millettir. Ümmet, ekseriya birçok cemiyetleri yâni birçok milletleri muhtevî olan bir camiadır. Bundan dolayıdır ki ekseriya <<ümmet>> beynelmileldir. Zaten beynelmilliyet ibtida, ümmet halinde başlar... O zaman Avrupa’da millete ait teşkilâtlarla ümmete ait teşkilâtlar birbirinden tamamıyla ayrılmamıştı… Bizde de yakın bir zamana kadar bu iki nev’i teşkilâtlar birbirine karışıktı... Bizde de millet teşkilâtıyla ümmet teşkilâtı birbirinden ayrılmaya başladı (Gökalp, 1982a: 176). 

Gökalp ulus kavramını ümmet kavramından ayrıştırdıktan sonra “Türk kimdir?” sorusunun cevabını tartışmaktadır. Bu tanım onun (harsi) milliyetçilik 
ideolojisinin temelini oluşturmaktadır. Yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi Gökalp’in Türkçülüğü geniş çevreler tarafından etnik temelli bir Türkçülük 
olarak kabul görmektedir. Gökalp, Türk olmayı ve Türk kültürünü çoğu zaman romantize ederek anlatmaktadır. Öte yandan “Türk kimdir?” sorusuna şu yanıtı 
vermektedir; 

Görülüyor ki Türk olmak için, yalnız Türk kanı taşımak, Türk ırkından olmak kâfi değildir. Türk olmak için her şeyden evvel Türk harsı ile terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmak şarttır. Bu şartları haiz olmayanlara, kanca ve ırkça Türk olsalar bile <> unvanı veremeyiz... Madem ki Türk olmanın esas şartları Türk harsıyla terbiye görmek ve Türk mefkûresi için çalışmaktır, kanca ve ırkça başka bir ırka mensup olduğu halde, bu iki şartı haiz bulunanlar da Türk sayılmak lâzım gelmez mi? Filhakika, milliyet için kabul ettiğimiz esasî şartlara göre, bu gibi kimseleri de Türk addetmek iktiza eder (Gökalp, 1980: 33). 

Gökalp, Türk halkının milliyetini “dili dilime uyan, dini dinime uyan” ifadesiyle tanımlamakta ve Türk halkının kendi diliyle konuşan, kendi dinine mensup her ferdi Türk saydığını söylemektedir. Diğer bir ifadeyle halka göre Türk demek Türkçe konuşan Müslüman demektir. Yani Türk halkı, Türk olmak için dil ve din birliğini kâfi görüyordu (Gökalp, 1973: 22). Gökalp, Türklük için “kan” ve “soy” birliğine lüzum görülmediğini ve “kanı kanıma uyan” şartını yukarıdaki şartlara ilave etmediğini açıkça belirtmektedir (Gökalp, 1980: 33-34). Dolayısıyla Gökalp Türkleri ortak soy ve aynı kandan gelen etnik (etnos) bir grup olarak tanımlamamaktadır. Bir başka şekilde ifade edecek olursak, Gökalp’in Türk tanımı etnogenez olarak tanımlanabilecek bir yaklaşım 
değildir; 

Yeni Türkiye’ye gelecek gayr-i Türkler ancak Türkleşmek ve Türklüğe temessül etmek arzusu ile gelebilirler... Milliyet de, din gibi <
tastik ve lisanen ikrar>> şartlarına bağlıdır. Lisaniyle <> deyen ve samimi olarak kalbinde bu kanaati taşıyan her fert Türktür... Türk 
olmak için Türk doğmak kâfi değildir. Türk gibi duymak, Türk gibi düşünmek, bilhassa Türk gibi irade edip Türk gibi çalışmak ta lâzımdır. 
Kimin ve ne dereceye kadar Türk olduğunu ancak içtimaî sireti gösterecektir. O halde <
fedakârlıklarda bulunandır>> diyebiliriz (Gökalp, 1980: 35, 37). 

Gökalp, “Eskinin Mukavemeti” isimli makalesinde ulus (millet) kavramının “kavim” anlamında kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Bu tartışma 
ulus kavramının devletle ilişkisine açıklık getirmektedir. Ona göre; 

<> tâbîrinden bazı lisan bilmez gazetecilerin, politikacıların anladığı mânâyı murad etmiyorum. Onlar millet kelimesini <mânâsında kullanıyorlar... Bizce millet siyâsi bir nüfûza, yani bir <>ne mâlik bir cemaattır. Binaenaleyh <> mutlaka bir millettir. Fakat Türk, Rum, Kürt, Arnavut, Bulgar, Ermeni unsurları gibi Osmanlı milletinin içtimaî bünyesine dâhil olunan hey’etler birer millet değil, bir <>den ibarettir.... Lisan ve edebiyata gelince bunlar ancak <> olabilirler. Osmanlı lisanı <>dır. Osmanlı Edebiyatı <>dır. Fakat Osmanlı milleti <> değildir. Osmanlı milleti Türk milleti de dâhil olduğu halde birçok kavimleri müştemildir. Bir Türk siyasi hayat itibârıyla Osmanlıdır; fakat içtimaî hayat itibarıyla Rumdur, Arnavuttur, Araptır, Ermenidir (Gökalp, 1982b: 25-26). 

Ulusalcılık mefkûresinin (ideal/ülkü) gelişmesi için bir cemaatin, diğer bir ifadeyle ortak bir ulusalcılık vicdanının/şuurunun olması gerekmektedir. 
Durkheim’in kullandığı kollektif/sosyal vicdan (İng. collective conscience) kavramının yerine Gökalp mefkûre kavramını kullanmıştır. 
Mefkûrelerin tüm bireyleri birleştirici gücü vardır ve bir cemaatin üyeleri arasında maşeri vicdan yaratır. 

Maşeri vicdan şimdiyi ve geleceği şekillendirir (Gökalp, 1976: 68). Gökalp, mefkûreyi ulusa eşitlemekte ve böylece ulusal vicdan onun en merkezi 
kavramı haline dönüşmektedir (Gökalp, 1976: 67). Bu fikir Durkheim’in kutsal-dünyevi ayrımından alınmadır. Durkheim, bir klanın bayrağı/sembolü 
olan totemin bu klanın tüm üyelerini birleştirdiğini söylemektedir. Gökalp, bu yaklaşımdan etkilenerek mefkûrenin, yani ulusal mefkûrenin, bireyleri 
birleştirdiğini söylemektedir. Bu noktada mefkûre toplum ile aynı anlama gelmektedir. Mefkûre hem çekicidir (kutsal bir yapısı vardır) hem de korkutur 
(cezalandırılma korkusu). Bu ikinci özellikten dolayı birleştiricidir. 

Gökalp, Meşrutiyet’ten önce bir Türk ulusunun olmadığını, çünkü böyle bir fikrin farkında bile olunmadığını söylemektedir. Toplumun bir Türk ulusu 
oluşturduğunun farkında olabilmesi için toplumsal olgular hakkında bilinçli olması gerekmektedir. Bu bilinçli algılar maşeri tere’ilerdir (ma’şeri vicdandaki 
şuurlu idrakler/toplumsal tasavvur) (İng. collective representations). Gökalp, mefkûreyi maşeri tere’ilere eşitlemektedir. Mefkûrelerin hepsi önemli olmakla 
beraber, aralarında kıymetleri açısından fark vardır ve vatan mefkûresi diğer mefkûrelere esastır (Gökalp, 1982a: 52, 60-61). Gökalp’in sözünü ettiği ortak 
vicdan bir kez oluştuktan sonra kısa zamanda toplumun tamamına yayılır. Milli tesanüdün (toplumsal dayanışma) kaynağı milli ahlaktır. Milli ahlak, milli 
mefkûre ve milli vazifelerin toplamı demektir. Bu durumda millet hem bir cemaatin üzerinde yaşadığı toprak parçası hem de o cemaatin harsı demektir. 
Millet, milli hars demektir. Milli harsın özellikleri ve detayları iyi anlaşıldığında vatan sevgisi doğmaktadır. Vatan da milli hars olarak tanımlanan oluşumdur. Bunun yanısıra medeniyet ahlakı da milli tesanüdün etkili olması açısından önemlidir. Milli ahlak tek bir milletle sınırlı iken, medeniyet ahlakı milletin ve ümmetin sınırlarını aşarak beynelmilel bir boyuta ulaşır. Milli tesanüdün gelişebilmesi için milli ahlak ve medeniyet ahlakı birlikte geliştirilmelidir. Bu sürece mesleki vicdanın geliştirilmesi de eşlik etmelidir (Gökalp, 1973: 80-81, 84-85). Türkler için millet mefkûresi Türkçülüktür ve bunun kökleri milli harstır. Eğer Türkler milli mefkûreden yoksun olurlarsa, milli iktisattan da yoksun olurlar (Gökalp, 1973: 72). 

Yukarıda değinildiği gibi bir diğer önemli mefkûre devlet mefkûresidir. Devlet kendi başına bir güç kaynağı oluşturamaz. Devletin gücü millet ve ümmetten gelmektedir. Millet, devlet ve ümmet mefkûrelerinin her biri farklıdır ve hepsi kutsaldır. Özet olarak, “Cemiyet, harsî bir zümre olarak nazara alınırsa millet adını alır. Siyasi bir zümre itibar olunursa devlet adıyla anılır. Âhlaki bir zümre mahiyetinde görülürse vatan diye anılır” (Gökalp, 1982a: 59). Bu fikirler temelinde Gökalp’in mefkûre kavramı genişlemektedir; masallar ve dini inançlardan, âhlaki, yasal, hatta iktisadi kavramlara kadar toplumun ruhunun ifadesi olan herşey mefkûreyi oluşturabilir. Gerekli olan tek koşul bunların hepsinin maşeri tere’ilere dayanmasıdır. Ma’şeri tere’iler, ma’şeri vicdandaki şuurlu idraklerdir. Yani toplumsal olguların topluluğun ma’şeri vicdanında şuurlu idrakler halinde bulunmasıdır. Bunlar bazen iyi, güzel, doğru gibi kıymet duygularıyla karışık olabililer (Gökalp, 1973: 67, 69). 

Gökalp’in sözleriyle özetleyecek olursak, “Cemiyet... vatan, millet, devlet, halk adlarını verdiğimiz müşterek vicdanlı heyetten ibarettir” (Gökalp, 1982a: 60). 
Gökalp’in mefkûreyi bir topluluğa/cemiyete, buradan da milli mefkûreye bağlaması onun kuramının özgün yanını ve milliyetçiliğinin temelini oluşturmaktadır. 

Durkheim’in yaklaşımında objektif (şe’ni) ve ulusal olmak üzere iki tür tarih olduğunu söyleyen Gökalp, objektif tarihin vakaları olduğu gibi görmeye 
çalıştığını, tamamıyla bilimsel bir niteliğinin olduğunu ve bunun sosyolojiyle birleştiğini söylemektedir. Ulusal tarih ise farklıdır ve amacı pedagojiktir. 
Çocukların kendi uluslarını sevmesini sağlar. Bu anlamda bir sanat kolu gibidir ve eğitim boyutu vardır. Özet olarak, ulusal tarih bir ulusun vicdanı/şuurudur. 
Objektif tarih insaniyetin hafızasıdır, ulusal tarih ise ait olduğu milletin vicdanıdır (Gökalp, 1982a: 195-196). 

Berkes, Gökalp’in fikirlerinin dayanağının ırk veya halk, hatta ulus bile olmadığını, “devlet” olduğunu yazmaktadır (Berkes, 1985: 211). İnalcık’a göre 
de Gökalp’in görüşünde tarihi gelişmelerin gerçek ünitesi medeniyetler değil, ulus ve(ya) devlettir. Tarih, zamanla ortadan kalkmayacak olan milli tarihler 
şeklinde bölünür. Devletler, geçici değil, sürekli ve kalıcı kuruluşlardır (İnalcık, 2000: 25, 28). İnalcık’ın sözleriye ifade edecek olursak, Gökalp, “Kanunla (emirle) yapılan devrimlerin, sosyal realitenin direnci karşısında kalacağını, kültürün devamlılığını savunmuş, değişmenin bir sosyolojik sürece bağımlı olduğu noktası üzerinde daima ısrarla durmuştur” (İnalcık, 2000: 30). Konuyu bu açıklıkla tartışmayan Gökalp şöyle demektedir; “Devlet ve yurt kurumları ulusal ülküye dayanırsa, hayatları sonsuzdur. Bireylere dayanırlarsa, yıkılmaya mahkûmdur... Devletler kesinlikle ulusal ülkülere dayanmalı ve her yurt, ne olursa olsun, bir ulusun yurdu olmalıdır ki, yaşayabilsin...O hâlde, görüyoruz ki dil topluluğu, aynı zamanda ‘devlet’ ve ‘yurt’ kavramlarını da kapsar” (Gökalp, 2005: 102-103). 

Sonuç 

Gökalp’in Türkçülük, İslam ve muâsırlaşma (medeniyet) sorunu etrafında geliştirdiği çözümlemeler onun özgün toplum modelinin ve bu modele göre geliştirdiği siyasi programın temelinde yatmaktadır. Öz Türk kültüründen beslenen Türkçülük, insanın iradi eseri olan ve kozmopolit değerler barındıran medeniyetten ayrılmaktadır. Gökalp’e göre Türk kültürünü koruyarak Avrupa medeniyeti içinde yer almak mümkündür. Benzer şekilde, Türkçülük Osmanlı mirasını da reddetmektedir çünkü Osmanlı medeniyeti birçok medeniyetin etkisi altında oluşmuş suni bir oluşumdur ve kozmopolit değerler barındırmaktadır. Gökalp, Türk ulusunu hem kavmi köklerinden hem de ümmet çevresinden kopararak ortak bir dil, din ve milli ahlak/terbiye temelinde tanımlamaktadır. Dolayısıyla Gökalp’in görüşlerini Turancılık ya da etnik milliyetçilik olarak tanımlamak bir yanılgıdır. Gökalp’e göre Türk ulusunun tanımı “ortak soy” ya da “aynı kanı taşıyan” şartını içermemektedir. 

Bu makalede tartışıldığı gibi, Gökalp’in Türkçülük üzerine yazdıkları bir bütün olarak ele alındığında, geliştirdiği ulus tanımının köklerinin kavmi olmadığı, 
bunun yerine millet ve vatan mefkûrelerinin yüceltildiğini görmekteyiz. 

Gökalp, yaşadığı dönemde etkili olan Pantürkçülük (Turan), (Pan)Osmanlıcılık (imparatorluk) ve Panislamcılık (ümmet) ideolojilerini 
reddetmektedir. Bu ideolojiler geniş kapsamlıdır ve ona göre, zamanın gerçeklerine uymamaktadır. Aynı zamanda bu üç ideolojinin sınırlarının ve 
birleştirici öğelerinin net olmaması, (ana)vatan kavramının gelişimini engelleyen bir eksiklik olarak değerlendirilmiştir. Gökalp’in görüşlerinin 
temelinde kültür üzerinden tanımlanan ulus ve vatanseverlik kavramları vardır. Batı’da yaşanan devlet ve ulus inşası sürecine paralel düşünen Gökalp için 
devlete aidiyet ve bağlılık esastır. 

Kaynakça 

Atabaki, Touraj (2000), Azerbaijan: Ethnicity and the Struggle for Power in Iran (London: I.B. Tauris Publishers). 

Balayev, Aydın (2004), “Sosyo-Politik Örgütlenme (1988-1997)”, Ersanlı, Büşra ve Hüsamettin Mehmedov (Der.), Sözün, Sazın, Ateşin Ülkesi: Azerbaycan (İstanbul: Da Yayınları): 8795. 

Bayat, Ali Haydar (1998), Hüseyinzâde Ali Bey (Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayını). 

Berkes, Niyazi (1954), “Ziya Gökalp: His contribution to Turkish nationalism”, Middle East Journal, 8 (4): 375-390. 

Berkes, Niyazi (1985), Felsefe ve Toplumbilim Yazıları (İstanbul: Adam Yayınları). 

Connor, Walker (1978), “A nation is a nation, is a state, is an ethnic group is a”, Ethnic and Racial Studies, 1 (4): 377-400. 

Deniz, Faruk (2006), “İmparatorluktan Ulus Devlete Geçişte Akçura, Gökalp ve Mustafa Kemal’in Yeni Siyaset Arayışları”, DÎVÂN İlmi Araştırmalar, 21 (2): 35-62. 

Durkheim, Emile (1960), The Division of Labor in Society (New York: The Free Press of Glencoe). 

Durkheim, Emile (1972), Giddens, Anthony (Der.), Selected Writings (Cambridge: Cambridge University Press). 

Durkheim, Emile (1973), Bellah, Robert N. (Der.), On Morality and Society (London: The Universtiy of Chicago Press). 

Georgeon, François (2002), “Yusuf Akçura”, Bora, Tanıl (Der.), Modern Türkiye'de Siyasi Düşünce, Milliyetçilik, Cilt 4 (İstanbul: İletişim Yayınları): 505-514. 

Gökalp, Ziya (1973), Türkçülüğün Esasları (İstanbul: Varlık Yayınları). 

Gökalp, Ziya (1976), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol (Ankara: İnkılap ve Aka Yayınevi). 

Gökalp, Ziya (1977), Makaleler III: Milli Tetebbular Mecmuası’ndaki Makaleler (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 283, Ziya Gökalp Serisi II, 13). 

Gökalp, Ziya (1980), Makaleler IX: Yeni Gün-Yeni Türkiye-Cumhuriyet Gazetelerindeki Yazılar (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 359, Ziya Gökalp Serisi, 15). 

Gökalp, Ziya (1981a), Makaleler VIII (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 388, Ziya Gökalp Dizisi, 18). 

Gökalp, Ziya (1981b), Makaleler V (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 337, Ziya Gökalp Dizisi, 16). 

Gökalp, Ziya (1982a), Makaleler VII: Küçük Mecmua’daki Yazılar (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 387, Ziya Gökalp Dizisi, 17). 

Gökalp, Ziya (1982b), Makaleler II (Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 361, Ziya Gökalp Dizisi, 21). 

Gökalp, Ziya (2005), Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muâsırlaşmak (İstanbul: Bordo-Siyah, Türk Klasikleri-İnceleme). 

Hanioğlu, Şükrü M. (2005), “II. Meşrutiyet Dönemi ‘Garbcılığı’nın Kavramsallaştırılmasındaki ÜçTemel Sorun Üzerine Not”, Doğu Batı, 31: 55-64. 

Heyd, Uriel (1950), Foundations of Turkish Nationalism: The Life and Teachings of Ziya Gökalp (London: Lusac and Company Ltd.). 

Hostler, Charles Warren (1957), Turkism and the Soviets (London: George Allen & Union Ltd.). 

İnalcık, Halil (1964), “Social change, Gökalp and Toynbee”, Cultura Turcica, 1 (2): 209-223. 

İnalcık, Halil (2000), “Ziya Gökalp: Yüzyıla Damgasını Vuran Düşünür”, Doğu Batı, 3 (12): 9-33. 

Karakaş, Mehmet (2008), “Ziya Gökalp’e Yeniden Bakmak: Literatür ve Yeniden Değerlendirme”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 11: 435-476. 

Kırımlı, Hakan (2005), “İsmail Bey Gaspıralı, Türklük ve İslam”, Dogu Batı, 8 (31): 147-176. 

Landau, Jacob M. (1995), Pan-Turkism: From Irredentism to Cooperation (London: Hurst & Company). 

Landau, Jacob M. (2004), Exploring Ottoman and Turkish History (London: Hurst & Company, London). 

Mardin, Şerif (1983), Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1985-1908 (İstanbul: İletişim Yayınları). 

Özyurt, Cevat (2005), “Milletleşme sürecinde Ziya Gökalp’in Medeniyet Arayışı”, Dogu Batı, 8 (31): 179-198. 

Parla, Taha (1989), Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm (İstanbul: İletişim Yayınları). 

Sezer, Baykan (1988), “Ziya Gökalp Üzerine İki Değerlendirme”, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yıllığı 1): 226-240. 

Spencer, Robert F. (1958), “Culture process and intellectual currents: Durkheim and Atatürk”, American Anthropologist, 60 (4): 640- 657. 

Swietochowski, Tadeusz (1985), Russian Azerbaijan 1905-1920: The Shaping of National Identity in a Muslim Community (Cambridge: Cambridge University Press). 

Swietochowski, Tadeusz (1996), “National Consciousness and Political Orientations in Azerbaijan, 1905-1920”, Suny, Ronald Grigor (Der.), Transcaucasia, Nationalism, and Social 
Change: Essays in the History of Armenia, Azerbaijan, and Georgia (Ann Arbor: The University of Michigan Press): 209-238. 

Tokluoğlu, Ceylan (1985), “The Durkheimian Influence on Gökalp's Sociology and Nationalism”, Yayımlanmamış Master Tezi, ODTÜ, Sosyoloji Bölümü, Ankara, Türkiye. 

Tokluoğlu, Ceylan (baskıda), “Ziya Gökalp: Turancılıktan Türkçülüğe”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, 84. 

Uzunel, Nurgül (2010), “Azerbaycan Türklüğünün Kahramanı Mehmet Emin Resulzâde (18841955)”, Turan-Sam, Turan Stratejik Araştırmaları Merkezi Dergisi, 2 (7): 69-75. 

Vakkasoğlu, Ziya (1984), Tarih Aynasında Ziya Gökalp (İstanbul: Cihan Yayınları), Sayı 68. 

Zenkovsky, Serge A. (1960), Pan-Turkism and Islam in Russia (Cambridge, Massachusetts: Harvard University Press). 



***