26 Mart 2020 Perşembe

Türkiye’nin Bekası..

Türkiye’nin Bekası.. 




Prof.Dr.Sait Yılmaz 

02 Mart 2019 

Beka, kelime anlamı itibarı ile „var olmak., „yaşamını devam ettirebilmek. anlamında kullanılan bir kabiliyettir. Bir ülkenin bekasına yönelik bir tehdit denildiğinde genellikle topraklarının tamamının veya bir kısmına yönelik tehlikenin varlığı ve egemenlik sorunları anlaşılır. Örneğin Yunanistanın Ege Denizinde ki adaların karasularını 6 milden 12 mile çıkararak buradaki haklarımızı hiçe sayması ya da PKK terör örgütünün Türkiye.nin toprak 
bütünlüğünü hedef alması beka sorunudur. Beka sorunu iki taraf için de bir egemenlik iddiası olduğu için diplomasi ya da barış masasında çözülmesi zordur. Bu yüzden, askeri güç kullanımı kaçınılmazdır yani bu tür sorunlar genellikle savaş ile çözülür. 

 Diğer yandan komşu bir ülkenin ülkemize bir nükleer bomba atması ya da ülke rejimi üzerinde oynayarak tam bağımsızlığımız ve milli egemenliğimiz üzerinde ipotek koymaya çalışması da beka sorunudur. Devlet adamına düşen ülkesine yönelik tehditleri ve fırsatları izlemek, bunlara uygun olarak ulusal gücü hazırlamak ve zamanı geldiğinde ülke çıkarlarının korunması ve kollanmasında güç kullanmakta tereddüt etmemektedir. Bir ülkenin ulusal çıkarları önem ve öncelik derecesine göre; 

- Beka, 

- Hayati Çıkarlar (Örneğin Musul ve Kerkük.teki ahdi haklarımız), 

- Çok Önemli (daha çok ekonomi ile ilgili) ve 

- Önemli (moral değerler gibi) olarak derecelendirilir. 

Bu Makalede ülkemizin ulusal gücü, güvenliği ve bekası, bu kapsamda nelerin yanlış gittiği ve olması gerekenler ile ilgili bir değerlendirmede bulunacağız. 

Türkiye’nin Gücü.. 

 Türkiye, uluslararası sistemde orta büyüklükte bir güçtür; 185 dünya ülkesi içinde nüfus itibarıyla 16'ncı, toprak büyüklüğü itibarıyla 32'nci ve ekonomik gücü itibarıyla 17'nci sıradadır. 21.inci yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye; ne bir süper devlet, ne büyük güç, ne de bölgesel güçtür. Bölgesel güç kullanma yeteneği; komşu bölgelere ve içine nüfuz etmiş büyük güçlerin ipoteğine bağlı olduğundan “Alt-Bölgesel Güç” olarak tanımlanabilir. 


Şekil 1: Küresel Güç Dengesi 


Anadolu.ya sıkışmış Türk halkının yaşadığı bölgesel gelişme farkı, ülkenin laik ve dini bakımdan kutuplaşması yanında çorak topraklar, kuru iklim ve dağlık arazi, nehirlerin azlığı ve doğal kaynakların yetersizliği halkın ekonomiye katılımını etkilemektedir. 
Ekonominin büyük ölçüde yükünü çeken Marmara Bölgesi, Türkiye.nin en kritik bölgesidir. 
Türkiye, genç ve dinamik nüfus potansiyeline, zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmasına ve etrafı denizlerle çevrili olmasına rağmen bunları iyi kullanamayan bir ülkedir. 

Türkiye; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya'da Türkçe konuşan 300 milyonluk Türk dünyasının motor gücü olmasına rağmen, bu işlevi bugün Kazakistan üstlenmiştir. Türklüğün kolları; Rusya içinde, Çin (Doğu Türkistan), Suriye ve Irak başta olmak üzere pek çok coğrafyada beka tehdidi ile karşı karşıyadır. Modern Türkiyenin önünde ise iki önemli engel bulunmaktadır; genişleme istikametleri zorluklarla doludur ve Türklerin doğası değişmiştir. 
Türkiye.nin en önemli sorunu öncelikle yaşamakta olduğu kimlik krizine yönelik kutuplaşma ve daha sonra ekonomidir. Jeostratejik olarak, her coğrafi istikamette genişlemesi komşuları tarafından engellenmektedir. 

Dünya Doğal Enerji kaynaklarının % 70'i Türkiye'nin etrafında kümelenmiştir. Ancak, Türkiye milli gelirinin üçte birini ithal enerji kaynaklarına, üçte birini memur maaşlarına, geri kalanını da büyük ölçüde savunmaya harcadığından yatırım için kaynakları sınırlıdır. Her yıl, % 6 büyüyebilmesi dışarıdan en az 40 milyar $ girdiye ihtiyaç vardır. Özel sektör üzerinden halen 604 milyar $ dış borcu bulunmaktadır. Tüketim toplumuna yönelmiş Türkiye, üretim ekonomisine dönmeden büyük güç olamaz. Sanayisi büyük ölçüde montaj sanayi olması 
nedeni ile ihracat, ithalata yani dövize dayalıdır. Türkiye.nin GSMH.nın 2030 yılında 2712, 2050 yılında ise 5104 milyar $ olması; böylece dünya ekonomisinde 17.cilikten en fazla 14.üncülüğe yükselmesi beklenmektedir. 


 Tablo 1: Büyük Güçlerin Güç Kaynakları ve Türkiye 

 Dünyadaki tüm kriz noktalarının %70.i Türkiyenin etrafındadır. Silahlı Kuvvetleri insan sayısı bakımından dünyada ilk on içinde bulunsa da operasyonel kabiliyetleri bölgesel projeksiyon için bile yeterli değildir. Başta hava savunması olmak üzere; bağımsız uzaya dayalı kabiliyetler, siber güvenlik, askeri istihbarat, stratejik haberleşme ve ulaştırma gibi önemli kabiliyet eksikleri vardır. Türkiye.nin büyük ölçüde TSK.ya dayalı güç politikası uygulama yeteneği, siyasi sıkıntılar nedeni ile sürekli aşınmaktadır. 

Türkiye’nin güvenliği ve bekası.. 

Tehditlere de fırsatlara da açık olan Türk coğrafyasında var olmak ile yok olmak aynı mesafededir. Bunun temel nedeni, Türklerin küresel ve büyük güç merkezleri arasına sıkışması, onların politikalarının bazen hareket noktası bazen hedefi olmasıdır. Tarihte Türk devletlerinin yıkılmasının ortak özellikleri; dış tesirler nedeni ile egemenliğin kullanılamaması, devletin iyi yönetilememesi, Ekonomik geri kalmışlık, Coğrafya ve kültürün birleştirilmesindeki sıkıntılar olmuştur. Türkler, Ekonomileri ya da devletleri yıkıldığı zaman dağınık ve yönsüz bir hale gelirler. Ekonomik az gelişmişlik, ülke içindeki çeşitli gruplara ve 
fikirlere dışarıdan nüfuz etmeyi kolaylaştırmakta, ülke birliğini tehlikeye sokmaktadır. 

Türkiye.ye yönelik güvenlik tehditlerini aşağıdaki şekilde sınıflandırabiliriz; 

- İç güvenlik; terörizm (PKK, FETÖ, Radikal Sol ve İslamcı Terör Örgütleri), rejim restorasyonu (Batılı ülkelerin ülkemiz içindeki rejim dönüştürme kurguları) vd. 

- Dış güvenlik; ABD, Yunanistan, Ermenistan vd. 

- Sınır aşan tehdit; göç, kaçakçılık, uluslararası suç örgütleri vd. 

- Diğer tehditler; deprem, sel gibi doğal afetler ve çeşitli pandemik hastalıklar. 

Türkiye; politik, ekonomik, sosyal, ahlâkî, kültürel, etnik ve askerî boyutları içeren bir krizden geçmektedir. Yaşanan kriz, devleti ve toplumsal yapıyı sarsmış, değerler sisteminde yıpranmalara neden olmuştur. Türkiyenin içinde bulunduğu temel güvenlik sorunlarını şu şekilde sıralayabiliriz; 

(1) Türkiye, büyük güç merkezleri arasında sıkışmış konumdadır. Bu yüzden, kendi çıkarlarına uygun bağımsız politikalar izleyememektedir. 

(2) Ülkenin güvenlik parametreleri homojenleştirici niteliğini yitirme sürecindedir. Ülke hızla kutuplaşmakta ve kimlik sorunu gittikçe büyümektedir. 

(3) Türkiye, yalnızlaşmakta, siyasi ve ekonomik birliklere alınmamaktadır. 

(4) Türkiyenin siyasi rejimi ve devlet yapısı önemli ölçüde işlevsizdir. 

 Türkiye, dış tehditlerden daha çok içeriden yapılan müdahalelere karşı oldukça 
duyarlıdır. Üç tarafı denizle çevrili olmasına rağmen birden fazla cephede mücadele etme gereği Türkiyeyi tarih boyunca olduğu gibi gene iç hat konumuna düşürmektedir. 

Türkiyenin güvenlik endişeleri her zaman dış politikasının önündedir ve daha 
bağımsız bir dış politika anlayışı ile birlikte askeri aktivizm kaçınılmaz hale gelmiştir. 
Bulunduğumuz coğrafya artık güç merkezlerinin arkasına saklanma seçeneğini bize bırakmamaktadır. 

Türkiye’nin olması gereken güvenlik yapılanması.. 

Türkiye, modern tarihin önüne çıkardığı fırsatları iyi değerlendirdiği takdirde, bölgesel ve küresel güç arasında bugünkü Rusyanın konumuna yakın bir güç konumu elde etmesi mümkün olacaktır. Bu fırsatları yazmıyoruz ancak önümüzdeki 30 yılda yaşanacak uluslararası krizlerin İran.dan başlayarak Rusya ve Çin.in de bulunduğu Orta Asya coğrafyasında çok önemli kırılmalar meydana getireceğini ve Türk devletleri için sağlayacağı fırsatlar yanında Türkiyenin muhtemel rolleri olacağını söyleyebiliriz. 

Türk ulusal güvenlik kurgusu; radikal değişikliklere ihtiyaç duymaktadır. Türkiye, sadece Silahlı Kuvvetlerinin caydırıcılığına dayanan; reaktif güvenlik konseptini aşarak “ulusal çıkar endeksli” ve “akıllı ve yumuşak güç”ün tüm unsurlarını bir güç projeksiyonu içinde birleştirmiş yeni bir güvenlik kurgusuna ihtiyaç duymaktadır. Bu kurgunun temel parametreleri şunlar olmalıdır; 

 - Coğrafi olarak Avrasya odaklı “büyük güç” olma aktör rolü, 

 - Proaktif çevresel angajman politikaları; Barıştan İtibaren Angajman Konsepti 
dahilinde kademeli ve kategorik güç uygulayabilecek bir askeri konsept çerçevesi ve kabiliyetleri geliştirilmelidir. 

- İstihbarat sistemimizin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde uzmanlaştırılması ve ilgili işlevleri sağlayacak şekilde yeni yapılar ilave edilmesi gereklidir. 


Tablo 2: Önerilen Türk İstihbarat Yapılanması 

 - Askeri güç dışında kalan akıllı ve yumuşak güç unsurlarımızın dış politikada sonuç alacak şekilde kurgulanmalıdır (güvenlik ortamını şekillendirmek). 

 Kendi vizyonunu ve rollerini belirleyemeyen Türkiye, başta ABD olmak üzere büyük güç merkezlerinin kendi adına belirlediği rollerin ve savaşların bir parçası olmaya mahkûmdur. Bu nedenle, Türkiye güvenlik ve savunma alanında sadece Batıya yaslanmayan, proaktif ve ulusal çıkar endeksli yeni bir kültür ve güç projeksiyonuna dayanan aktivizm içinde inisiyatifi ele almalıdır. 

Türkiye, 21. yüzyılın en dinamik alanlarından birisi olacağı şimdiden belli olan 
Avrasya alanının oluşmasında politik, ekonomik, sosyal, kültürel öncülüğü üstlenerek, üçüncü bin yıla Türklüğün yeni misyonu ile başlamalıdır. 

 Sonuç.. 

Türkiye.nin güvenlik politikaları rasyonel ulusal çıkarlara dayanmadığından, güvenlik hassasiyeti gittikçe içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Ülke güvenlik aygıtının zar zor yürüyen parçaları da işlevlerini yitirmektedir. Ülke homojenliğimiz ve ulus-devlet yapımız oldukça hassas bir haldedir. Türkiye.nin yaşamakta olduğu kimlik sorunu ile gerek devlet yapısı gerekse toplum içindeki dönüşüm bu şekilde devam ettiği takdirde bölünmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Türkiye.nin her şeyden çok gerçek demokrasiye, bağımsız adalete, çok sesliliğe ve liyakatli devlet adamlarına ihtiyacı vardır. Sorun her şeyden önce siyasidir ve 
Türkiye, öncelikle Atatürk.ün kurguladığı fabrika ayarlarına dönmeli ve siyasetten, toplumsal değerlere ve eğitime, her alanda onun ilkelerini rehber edinmelidir. 


***

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 2

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 2




Örneğin Ege Denizi’nde icra edilen “Kararlılık Gösteri-1992” NATO tatbikatı dönüşünde, 2 Ekim 1992 gecesi, Muavenet muhribimiz, Amerikan uçak gemisi Saratoga’dan atılan iki Sea Sparrow füzesi tarafından vuruldu. Geminin radarları hiçbir şekilde füzeleri “düşman saldırısı” algılamadı. Muavenet örneği dikkate alındığı zaman, S-400 sistemi kesin tercihtir. Çünkü S-400’ün IFF kataloğunda bütün Amerikan ve NATO hava saldırı araçları “düşman” olarak tanımlıdır. Ancak, Türkiye’nin kendi millî IFF yazılımlarının S-400 radarlarına yüklenmesi için karşılıklı mutabakat olduğu yönünde, kesin olmayan bilgiler vardır. 


Resim 2: Patriot PAC2 Füzeleri 

 Çok net olan gerçek şudur ki, alınsa bile ne S-400 ne de Patriot sistemi Türk Silahları Kuvvetlerinin kontrolünde olmayacaktır. 

ABD, Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemleri almasına neden karşı çıkıyor? 

 S-400, Hollywood filmlerindeki Amerikan ordusunun yenilmezliği kadar Amerikan güç projeksiyonu ve savunma sanayisini de tehdit etmektedir. S-400’ler Suriye savaş alanında kullanılmasa da eski Rus ve Suriye hava sistemleri dahil son nesil füzelere ve Amerikan F-117 görünmez uçaklarına kilitlendiler. S-400 almak için Beyaz Rusya’dan Çin’e pek çok ülke sıraya girmişken, Amerikan savunma sanayisi özellikle görünmezlik teknolojisi için alarm çanları çalıyor. S-400’ün hedefi olacak F-35 ve F-22 için de durum farklı değil. Türkiye’nin aldığı 
takdirde NATO hedef tanımlama (IFF) sistemini S-400’lere yükleme ihtimali ise ayrı bir kâbustur. Washington, 3 bin F-35 için 1.6 trilyon dolar planlıyor olması durumun ciddiyetinin diğer bir göstergesidir 7

S 400 mi Patriot mu? Hangisi daha güçlüdür?

ABD tarafından Türkiye'nin Rusya'dan hava savunma sistemini tedariki Türkiye'nin Atlantik sisteminden ve yörüngesinden uzaklaşması olarak algılanıyor. Bu nedenle, ABD bunu engellemeye çalışıyor. Bunun için de Türkiye'ye her yönden baskı yapıyor. Amerikalılara göre; S-400 füze sistemlerinin olduğu yerde görev yapan Rus mühendisler F-35 uçaklarının 
manevralarını izleme ve öğrenme kapasitesine sahip olabilir. Bu da Türkiye’yi Amerika’nın ve NATO’nun ulusal güvenlik çıkarlarına zarar verildiği bir laboratuvar haline getirir. Amerikalı general D. Walters, Reuters'a verdiği mülakatta şunları söyledi; 

 “Halen F-35 uçaklarının görünmezlik kabiliyetinin ne olduğunu gizli tutabilmek için bu uçakların S-400 hava savunma sistemlerine ne kadar yakın ve ne süre ile uçabileceğinin bilinmemektedir, bu hususların tespit edilmesi gerekir. S-400'lerin radarlarda tespit edilemeyen F-35 savaş uçaklarının kapasitesi hakkında bilgi toplaması NATO'nun avantajına olmaz. Türkiye’nin aynı anda hem S-400 hem de F-35 uçaklarını kullanması ve her iki sistemi de askeri bilgi sistemlerine entegre etmeye çalışması milyarlarca dolarlık bu silah sisteminin 
tedarikini tehlikeye atar.” 

General Walters kısaca; Türkiye, S-400 hava savunma sistemleri ve F-35 uçaklarına aynı anda sahip olursa her iki silahın birbirine karşı etkilerini tespit etmeye çalışacağını söylemektedir. 

 NATO Komutanı Orgeneral Micheal Scaparrotti, Türkiye'nin S-400 hava savunma sistemini alması durumunda risk oluşturacağı için F-35 teslimatının iptal edilmesi istedi. 
NATO’nun iddiasına göre; S-400'lerin radarları Rusya'nın F-35'ler üzerinde casusluk yapmasına neden olabilir ve F-35’lerin radara yakalanmama özelliklerini tehlikeye atabilir. 

 Türkiye, her iki silah sistemine aynı anda sahip olduğunda F-35’in hangi mesafe, irtifa ve açılarda, S-400’ün radarları tarafından tespit ve atış için takip edilebildiğini, yapacağı test uçuşları sayesinde belirleyecektir. Böylece birbirini destekleyecek şekilde farklı mesafe ve açılarda yerleştirilmiş 2 x S-400 bataryası tarafından savunulan bir bölgeye F-35 uçaklarının nüfuz edemeyeceği gerçeği anlaşılacaktır. Daha da önemlisi, belki de S-400’ü dizayn eden firmanın iddia ettiği gibi F-35’in görünmezlik teknolojisinin, S-400 radarları karşısında 
tamamen etkisiz olduğu gerçeği ortaya çıkacaktır. 16 Ekim 2017 tarihinde Lübnan hava sahasını kullanarak Suriye’ye yönelik operasyon yapan bir İsrail F-35 uçağının, Suriye’nin S-200 füzeleri ile vurulması bu yönde bir gerçeğin açığa çıkabileceğinin kuvvetli bir emaresidir. 
Böylesi bir gelişme, dünyanın en pahalı silah tedarik programı olan F-35 projesinin tarihi bir fiyaskoyla sonuçlanmasına neden olur. 

 Bu gerekçelerle ABD Senatosu, askeri bütçe tasarısını onaylamasıyla birlikte 
Türkiye'ye, F-35 savaş uçaklarının teslimatını geçici olarak durdurdu. Tasarının maddeleri içinde Savunma Bakanlığı'nın, Trump'ın onayının ardından 90 gün içinde Türkiye'ye dair bir raporu Kongre'ye sunması öngörülüyor. Buna göre, Türkiye'nin ABD'den alacağı F-35'leri, Rusya'dan alacağı S-400 savunma sistemiyle birlikte kullanmasının ABD savunma sistemine bir zarar getirip getirmeyeceği araştırılacak. Bu süre zarfında da Türkiye'ye teslimat 
yapılmayacaktır. 

 Perde arkasında ABD, Türkiye’ye 100’ün üzerinde uçak satmaya çalışarak, Ankara’nın bağımsız dış politika izlemesinin önüne geçmeye çalışmaktadır. ABD, Ortadoğu, Doğu Akdeniz ve Ege bölgelerinde askeri dengenin değişmesini istememektedir. Washington, Türkiye’nin kendisini ve çıkarlarını savunmasına yardımcı olacak S-400 sistemine sahip olmasına karşı çıkmakta, bu sayede Ankara’yı bölgede oynanan oyunların dışında tutmaya çalışmaktadır. 

Türkiye’nin F-35 ‘de geldiği aşama.. 

 F-35; çok üst düzey teknolojileri kullanan, ağ-merkezli harp yetenekleri çok güçlü, uçan bir karargâh niteliğinde saldırı uçağıdır. F-35 uçaklarının tasarımına, 90’lı yılların başında “Müşterek Taarruz Uçağı” projesi kapsamında başlandı. Projenin amacı, ABD ve ortakları olan Birleşik Krallık, Türkiye, İtalya, Kanada gibi ülkelerin hâlihazırdaki savaşçı uçak envanterlerini yenilemekti. F-35 çok maksatlı savaş jetleri, bir önceki jenerasyon olan F-22 savaş uçaklarından 
sonra F-24 ismini alması gerekirken sürpriz bir kararla bugünkü adını aldı. Çin ile savaş için hazırlanan F-22 teknolojisinin ABD yasalarınca ihraç edilmesi yasaklandı. Türk Hava Kuvvetleri Komutanlığı, envanterinde iki farklı cinsiyle toplam 140 adet bulunan meşhur F-16’lar ise, 1987 yılında satın alınmıştı. Bosna-Hersek ve Suriye İç Savaşı’nda görev alan bu uçaklarla Türk ordusu tarafından yapılan en büyük operasyon ise 50 adet savaş uçağı ile Aralık 
2007’de Kuzey Irak’taki sınır ötesi PKK kamplarına yapılan hava bombardımanı dır. 
Türkiye’nin Müşterek Taarruz Uçağı projesine dâhil olması ise 2002 yılının Temmuz ayında gerçekleşti. 

195 Milyon dolarlık yatırımla 3. Seviye katılımcılar arasında yer alan Türkiye, yapılan sözleşmeye göre ilk aşamada toplam 116 adet F-35A cinsi uçak satın alacaktı. Türk Havacılık ve Uzay Sanayi (TUSAŞ) ise Danimarka menşeili başka bir firma olan Northrop Grumman ile beraber uçakların ana gövdesinin üretim ve montajını yapacak, ayrıca Türk Savunma Sanayi’nin önde gelen şirketlerinden ASELSAN, HAVELSAN, ROKETSAN gibi şirketler de uçağın çeşitli sistemlerinin üretiminde aktif rol üstlenecekti. Projenin Türkiye’deki şirketlere toplam katkısı yaklaşık 12 Milyar dolar olarak hesaplandı ve bugüne kadar yaklaşık getirinin 
ise 5.5 Milyar dolar civarında olduğu düşünülmektedir 8. 

   https://www.gazetediplomasi.com/wp-content/uploads/2018/11/1280px-thumbnail-696x463.jpg

   https://www.gazetediplomasi.com/wp-content/uploads/2018/11/1280px-thumbnail-696x463.jpg 

2011 yılında İsrail üzerinden ABD ve Türkiye arasında yaşanan sürtüşmelerin ardından ve yine ABD’nin F-35 yazılımlarının kaynak kodlarını diğer ülkeler ile paylaşılmasını reddetmesi üzerine güven ortamı kaybedildi ve Türkiye uçak siparişlerini askıya aldığını açıkladı. 2012 yılında iki adet, 2015 yılında ise dört adet olmak üzere toplam 6 adet savaş uçağının siparişi tekrar yapıldı ve Türkiye ilk savaş uçağını Haziran 2018’de gecikmeli olarak teslim aldı. Pilotlarımız geçtiğimiz Ağustos ayında ABD’de eğitim uçuşlarına başladı. Haziran 2018’de ABD başkanı Donald Trump tarafından imzalanan 2019 yılı savunma bütçesi yasa tasarısına göre uçakların Türkiye’ye transfer edilmesi durduruldu. Türkiye ve ABD arasında sıklıkla ortaya çıkan çalkantılı ilişkiler dönemleri sebebiyle, projenin geçmişinde yaşananlar da göz önüne alınırsa F-35 uçakları konusu gelecekte birçok kez daha gündeme gelecek gibi gözüküyor. 


Resim 3: F-35 Taarruz Uçağı 

 Türkiye, Lockheed Martin tarafından geliştirilen Müşterek Taarruz Programı 
kapsamındaki beşinci nesil savaş uçağı F-35 Lightning II projesine 2002 yılında dâhil oldu. Türkiye, F-35 savaş uçaklarının bazı parçalarını tedarik etmesinin yanı sıra filosuna eklemek için 116 adet uçak sipariş etti. İlk uçakların Türkiye'ye teslimatı için ise sonbahar ayları telaffuz ediliyordu. Bu uçaklar için yapılacak toplam ödemenin 25 milyar dolar olduğu belirtiliyor. TCG Anadolu’yu da bir mini-uçak gemisi olarak kullanmak istiyor. Bunu başarmak için de neredeyse 
piyasadaki tek seçenek, F-35’in dikey iniş yapabilen versiyonu F-35B’dir. Türkiye, F-35 savaş uçaklarının bazı parçalarını tedarik etti, 116 adet uçak sipariş etti. İlk uçakların Türkiye'ye teslimatı için ise sonbahar ayları telaffuz ediliyordu. Bu uçaklar için yapılacak toplam ödemenin 25 milyar dolar olduğu belirtiliyor. 

 Haziran 2018 ayından beri Amerika'da dört F-35 uçağının Türkiye’ye teslim töreni yapıldı. Uçakların, götürüldükleri Arizona’daki üste Türk pilotlara yönelik eğitim sürecinin ardından Türk topraklarına transferi öngörülüyor ve bu sürecin 1-2 yıl sürebileceği belirtiliyordu. Türkiye program kapsamında 100 adet F-35 uçağı almayı planlıyor. 

 Türkiye, ABD'nin tavrında ısrarcı olması halinde Türkiye'nin F-35'lerin muadili olarak gösterilen Rus Su-57'lere (T-50) yönelebilir. Rusya'nın geliştirme aşamasında olduğu Sukhoi Su-57 uçağının maliyeti, F-35'lerin neredeyse yarısı kadar. Su-57'lerin yetişmemesi halinde ilk etapta Su-35'ler ardından Su-57'lerin devreye girebileceği ifade ediliyor. Acil ihtiyaç halinde içi boş olarak satın alınabilecek uçakların tamamen Türk yazılım, silah, mühimmat, radar ve 
aviyonikleriyle donatılmak suretiyle milli ihtiyaçlara F-35'lerden çok daha fazla yanıt verebileceği belirtiliyor. Öte yandan F-35 projesinin mali nedenlerle batma tehlikesi vardır. F-35 alma niyetinde olan ülkelerin alım süresi, taahhütlerini uçak sayılarıyla birlikte garanti edene kadar uzatılacaktır. Yoksa proje batar. 

Bu noktada Türkiye’nin yapması gereken, S-400 hava savunma sistemini satın alarak, ABD’yi F-35’leri satmamaya zorlamak, bu sayede bu batık projeden kendisini kurtarmaya çalışmak olmalıdır. Ancak Türkiye projeye geliştirme safhasından bu yana ortak olduğu için ve şimdiye kadar 900 milyon dolar gibi ciddi bir miktar ödeme yaptığından bu ihtimal biraz uzak gözükmektedir. Bu şartlarda ise Türkiye, F-35’lerin görünmezlik kabiliyetinin, özellikle S-400 
gibi gelişmiş bir hava savunma sistemine karşı ne olduğu tespit edilmeden, ödediği 900 milyon doları kurtaracak sayının dışında bir alım garantisi vermemelidir. Maksimum satın alacağımız uçak sayısı, 1-2 filoyu yani 16-32 uçağı kesinlikle geçmemelidir. 

F-35 ve S-400 birlikte olabilir mi?.. 

 Türkiye Dışişleri Bakanlığı'ndan, S-400'lerin kontrolünün TSK tarafından sağlanacağı, ayrıca S-400'lerin NATO sistemine entegre edilmeyeceği ifade edildi. Dışişleri Bakanı M.Çavuşoğlu tarafından ABD'nin S-400'leri incelemesine izin verilmeyeceği açıklandı. Bu konuda, "ABD tarafı ile olan görüşmelerde; F-35'lerin zarar görmesi ve uçaklarla ilgili hassas bilgilerin açığa çıkarılmaması için S-400'lerin NATO sistemlerinden bağımsız olarak kullanılacağını doğruladık" ifadelerini kullanmıştır. Ancak, bu mümkün değildir. Çünkü ülkelerarası ilişkiler milli çıkarlar temelinde konjonktürel değişikliklere gebedir. Bu durumda 
böylesine pahalı, hayati öneme haiz ve birbirlerini alt etme amacıyla üretilmiş sistemlerin bir başka ülkeye tamamen devri mümkün değildir. 

F-35 uçakları ile S-400’ler arasındaki etkileşimleri açıklamadan önce NATO Hava 
Savunma Sistemi hakkında özet bir bilgi vermeliyiz. Öncelikle ABD, kendi milli sistemi olan bir mimari ile hava sahasını kontrol etmektedir. ABD tarafından aynı işlev ve maksatla Avrupa'nın güvenliği için NATO ve üye ülkelerin istifadesine sunduğu Avrupa Entegre Harekât İstihbarat Çevrimi (LOCE 9) bulunmaktadır. NATO hava komuta kontrol altyapısının karşılıklı çalışabilirlik kabiliyetinin tesisi açısından 48 değişik radar tipi ile yaklaşık 300 sensörün birbiri ile irtibatlandırılmasını kapsayan NATO Hava Komuta Kontrol Sistemi (ACCS 10
oluşturmaktadır. NATO müttefiki olan kanat ülkesi Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunma ihtiyacı ancak konjonktürel olarak NATO ve Avrupa'ya herhangi bir tehdit olası olması durumlarında diğer NATO ülkelerinde mevcut yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin ülkemizde geçici olarak konuşlandırılması şeklinde karşılanmaktadır. Anılan sistem, ABD'nin keşif, gözetleme ve istihbarat uyduları ile entegre, yer ve deniz üstü/ altı platformlarında konuşlu füzesavar sistemlerinin (PATRIOT, TOMAHAWK vb.) radar ve silah sistemleri ile irtibatlı, diğer NATO karargahları ve üye ülke milli haberleşme ağı içinde çevrim içi 
çalışmaktadır. 

   Bilindiği üzere ABD kendine müzahir ve tehdit olan ülkelerin hava sahalarını uyduları vasıtasıyla an ve an izlemektedir. ABD bu uydularını zaman zaman NATO operasyon ve tatbikatlarında ilgili bölgelere de yöneltmektedir. Eğer Patriot alınırsa, bunun radarları ülkemizdeki NATO radar ağı ve LOCE çevrim içi sistemine bağlanacak ve havadan gelecek herhangi bir tehdit, NATO karargâhları ve üye ülkelerin milli karargâhlarında bulunan terminaller tarafından otomatik olarak alınıp değerlendirilerek gerekli önlemler yerine getirilecektir. Sistemdeki uydular ve onun görüntülerini alan terminaller (ABD milli veya onun yan terminali olan LOCE vb) eğer soft-ware olarak erken ikaz sisteminde (Early Warning System) yüklü bilgilere sahip ise düşmanın füze rampalarından fırlatılacak herhangi bir füzeyi terminalin üzerinde aniden pop-up olarak ekranda görür, bire bir ve anlık görüntü ile yakalar. 

Füzenin çıkış ve vuruş noktası, vuruş zamanı, anlık bulunduğu yer hakkında bilgi sahibi olurken, gerekli ikaz ve savunma sistemlerini harekete geçirmekte sizin elinizde olacaktır. Bütün bunlar oturduğunuz yerden ve çevrimiçi olarak, bilgisayarın tuşlarına dokunarak yapılabilmektedir. 

Türkiye, ABD’nin yanında yer alırsa, kaçınılmaz olarak ABD’nin İran’a yapmayı 
planladığı saldırıda, Kürecik’teki İran’ı gözetleyen ABD radarı nedeniyle İran’ın bu noktaya yapacağı balistik füze saldırısına maruz kalacaktır. İncirlik üssündeki Amerikan uçak ve nükleer silahları nedeniyle İran ve Rusya’nın potansiyel balistik füze hedefi olacaktır. 

 Halen ülkemizde NATO radar ağına bağlı 15 sabit radar ile yerli yapım 14 adet TRS-22XX model taşınabilir radar bulunmaktadır. Hava Kuvvetleri envanterinde bulunan NATO ve Milli radarlar bir ağ ortamında birleştirilmiş, bu radarlardan elde edilen bilgiler ile tüm Türkiye’yi kapsayan hava resmi oluşturularak istenilen komuta kontrol merkezinden izlenebilir hale getirilmiştir. Yine aynı proje ile NATO’dan farklı olarak radarların uzaktan kontrol kabiliyetleri de ikiden fazla kontrol merkezinden yapılabilme kabiliyetine kavuşmuştur. 

Sonuç olarak; tedarik edilecek olan sistem ABD’nin Patriot veya Fransız-İtalyan ortaklığı SAMP-T olursa, bu sistemler kesinlikle NATO içindeki entegre savunma sisteminin bir parçası olacaktır. 

 Öte yandan, Rusya'dan S-400 alımının F-35 açısından riski olduğu apaçık ortadadır. 
Birbirlerine karşı iki hasım tarafından kullanılmak üzere üretilmiş iki silah sistemi var; İki sistem birlikte yer alamaz. Çünkü birbirlerinin zayıf veya güçlü özellikleri kolaylıkla ortaya çıkarılabilir. Türkiye'nin tercihini Rus S-400 füzelerini teslim alma yönünde kullanması durumunda sonuçları neler olur? 

- Amerika'dan 100 savaş uçağı alması öngörülen F-35 programından çıkarılma ve 'CAATSA 11' diye bilinen ve Rus savunma ve istihbarat sektörleriyle alışverişleri hedef alan bir yasa uyarınca ambargolara maruz kalma riskiyle karşı karşıya kalma olasılığı yüksek görünüyor. Bu durum karışıklığa yol açar. 

 - Türkiye'nin CH-47F ağır yük helikopterleri, UH-60 ve Black Hawk helikopterleri ile Lockheed Martin firması üretilen F-16 uçakları gibi geniş CAATSA yaptırımlarına dâhil olabilir. Durum böyle olduğu takdirde eğer başka alternatifler bulunamaz ve tedbirler alınamazsa Türkiye’nin savunma ve taarruz kapasitesi açısından olumsuzluklarla karşı karşıya kalabileceği aşikâr olacaktır. 

- Amerika, Türkiye'nin F-35 programına yaptığı 1 milyar doları aşkın yatırımını geri vermek zorunda kalır. Türk üreticiler, önemli parçaları tedarik ediyor. Bunların yerine yenisini yapmak iki yıl sürer ve diğer müttefiklere teslimatları geciktirir. 

 Şu anda göründüğü kadarıyla S-400'lerin alınması durumunda ABD yaptırımlarının yalnız askeri teçhizatla kalmayacağı ya dolaylı yoldan bankalara baskı, ya da piyasa psikolojisi yoluyla dövizi alevlendirerek, Türk ekonomisine nihai darbenin vurulabileceği kuvvetli bir ihtimaldir. Nitekim ABD Başkanının ‘ABD, Türkiye'nin S-400 alımını engellemek için sıkışırsa ülkeyi ekonomik olarak mahvetmeye kalkabilir' şeklindeki beyanatı bu ihtimali güçlendirmektedir. 

 F-35 dışında gelişen yaptırımın ayak seslerinden birisi de; ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye’nin gelişmiş ekonomisini gerekçe göstererek, bazı ürünlerin ABD’ye gümrüksüz girişine imkân sağlayan ve gelişmekte olan ülkelere sunulan “Genelleştirilmiş Tercihler Sistemi (GTS) Programından Türkiye’yi çıkarmak istediğini açıklamasıdır. Başkan Trump’ın Kongre’ye yolladığı mektup, Beyaz Saray tarafından yayınlandı. 

 Sonuç.. 

 NATO müttefiki Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunma ihtiyacı ancak konjoktürel olarak NATO ve Avrupa'ya herhangi bir tehdit olası olması durumlarında diğer NATO ülkelerinde mevcut yüksek irtifa hava savunma sistemlerinin ülkemizde geçici olarak konuşlandırılması şeklinde karşılan maktadır. Milli hava savunma zafiyetimiz uzun zamandır çözüm bekleyen bir sorundur. Türkiye’de son yıllarda bazı füze sistemleri geliştirme yolunda önemli adımlar atıldı. Türkiye’nin kendi milli uzun menzilli hava savunma sistemlerini 
geliştirmesi için henüz önünde epeyce bir yol var. Ama alınan füzeler savunma amaçlı yani bunları başkasına atmak yerine bölge savunması yapacağız. Türkiye’nin başkasına füze atacak bir sistemi henüz yoktur. Türkiye’nin aynı anda hem hava araçlarına hem de balistik füzelere karşı etkin olan yüksek irtifa hava savunma sistemi hala mevcut değildir. 

 S-400 ya da Patriot alınan sistem bizim malımız olacak ve kontrolü tamamen bizde olacak denilse de bu mevcut durumda çok zordur. Çünkü bu tür sistemlerin tedarikçisi olan ülkelerde uydu ve komuta-kontrol merkezi tedarikçi ülkenin kontrol ve gözetiminde çalışıyor. 
Tedarikçi ülkelerin erken haber verme ve ikaz sağlayan hedef istihbarat ve görüntü uyduları yok. Ayrıca Rusya, ABD ve Çin gibi ülkeler bu teknolojilerini öyle ulu orta ve tamamen bir başka ülkeye veremezler. S-400 füze sistemlerinin olduğu yerde görev yapan Rus mühendisler F-35 uçaklarının manevralarını izleme ve öğrenme kapasitesine sahip olabilir. ABD ve NATO; S-400 radarlarının Rusya'nın F-35'ler üzerinde casusluk yapmasına neden olabileceğini, özellikle F-35’lerin radara yakalanmama özelliklerini tehlikeye atabileceğini iddia etmektedir. 
Rusya'dan S-400 alımının F-35 açısından riski olduğu apaçık ortadadır. Birbirlerine karşı iki hasım tarafından kullanılmak üzere üretilmiş iki silah sistemi var. İki sistem birlikte yer alamaz çünkü birbirlerinin zayıf veya güçlü özellikleri kolaylıkla ortaya çıkarılabilir. 

 ABD, Türkiye’ye komşu iki ülkeyi parçalayarak, sınırımızda kukla bir devlet kurma peşinde iken Ankara’nın sözünden çıkmamasını istemektedir. Ortadoğu’da kartlar yeniden dağılırken Türkiye’nin tercihi ülkemizin olduğu kadar bölgenin hatta dünyanın geleceğine etki edebilir. Türkiye’nin ABD ve Rusya yanında yer alması Suriye’nin geleceğinden başlayarak, Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege’deki dengelere, Karadeniz’in ısınmasına, ABD’nin İran senaryosunun hayata geçip geçmemesine kadar önemli etkileşimler sağlayacaktır. ABD’nin Kürecik ve İncirlik’teki varlığı ve PKK devleti projesi de bundan etkilenecektir. 

 S-400 alındığı takdirde, Türkiye muhtemelen gelecekte ağ temelli olan ileri teknoloji olan bütün NATO savunma sanayii projelerinden dışlanacaktır. Türkiye NATO dışındaki ülkelere, başta Rusya ve Çin olmak üzere daha da bağımlı hale gelecektir. Bu uzun yol Türkiye'nin NATO'dan çıkmasıyla sonuçlanmayabilir ama uzun vadede Türkiye NATO'dan kaçınılmaz olarak uzaklaştıracaktır. ABD'nin Türkiye'ye S-400'lerle ilgili baskı uygulamasının arkasında ‘Türkiye'nin Amerikan yörüngesinin dışına çıkmasını istememesi' yatıyor. Türkiye, NATO üyesi kalmalıdır. 

Bu perspektiften ileriye doğru bakıldığında ülkemiz açısından en salim çıkış yolu, Rusya Federasyonundan S-400 alımını iptal etmesidir. Teknolojik olduğu kadar ekonomik olarak da Türkiye’nin Batı yanında olması daha çıkarınadır. Ruslar da para yok, Çin’de var ama doku uyuşmazlığı yaşıyoruz. NATO’nun egemen ve bağımsız üyesi olarak Türkiye, Rusya’ya olsun İran’a ya da Çin’e karşı olsun birebir ilişkilerde eli daha güçlü olur daha eşit koşullarda ilişki kurabilir. 

 S-400 alımı 2019’da Türkiye NATO ve ABD arasında tarihi kırılmalara evrilebilir. 
Ancak, Putin de Türkiye'nin dostu değildir. Gürcistan, Ukrayna ve Suriye'deki hamleleri, Türkiye'nin güvenliğini tehdit etmiştir. Putin’in gerçek niyeti Türkiye'yi Batı'dan ayırarak, ülkesini çevrelenmekten kurtarmaktır. S-400’ü seçmek Türkiye’yi enerjiden sonra askeri ihtiyaçlarında da Rusya’ya bağımlı hale getirebilir ve Rus dış politikası dayatmalarına maruz kalabiliriz. Üstelik 2015’de yaşandığı gibi Rusya ile bir kriz yaşanması halinde S-400’leri bu ülkeye karşı kullanmamız söz konusu olamaz. 

 Gittikçe saldırganlaşan, Akdeniz'deki ve Ortadoğu'daki varlığını güçlendiren ve bunu da Karadeniz üzerinden özellikle Kırım üzerinden yapan bir Rusya'ya karşı gelişmeler, Türkiye’yi Atlantik cephesinin lideri Amerika ile Avrasya cephesinin lideri Rusya arasında sıkıştırmaktadır. İncirlik üssünü ve Kürecik radarını Amerika’nın kullanımına sunan ve İncirlik üssünde Amerikan nükleer silahlarını depolayan Türkiye’nin aynı zamanda Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi ve Amerika’dan F-35 savaş uçaklarını tedarik etmek istemesi, içinde bulunduğumuz sürecin karakterini yansıtırken ciddi bir çelişki de oluşturmaktadır. 

 Sorunun Almanya'nın öncülüğünde bir grup Avrupalı müttefikle işbirliği halinde ABD ve Rusya arasında yürütülecek müzakerelerle çözümlenmesi doğru yöntem olabilir. Türkiye bir yandan krizi atlatma çalışmaları yaparken diğer yandan da kendi "Milli Hava Savunma Sistemini" tesis etme gayretlerine hız vermelidir. Türkiye'nin bağımsız dış politika izleyebilmek için askerî kapasitesini artırması hayati derecede önemli bir husustur. Taşıma suyu ile değirmen dönmez. İsrail örnek alınabilir. İsrail 70-250 km. menzilli füzelerin önünü alacak bir imkân ve kabiliyet kavuşmuştur. 

 Son olarak, Türkiye F-35 programının önemli bir ortağıdır, ancak yeri doldurulmaz değildir. Ancak, F-35 programından çıkmanın Ankara için sonuçları ağır olacaktır. Türkiye'nin programa şimdiye kadar yaptığı 1,25 milyar dolarlık yatırım, boşa gidecektir. Programa katılan Türk firmaları imalat ve arz zincirin den çıkarılacaktır. Türkiye’nin milli savunma sanayini ekonomik büyümenin kilit unsurlarından biri haline getirme umudu suya düşecektir. 

Türkiye’nin kararını bu noktada TBMM vermelidir, konu parlamentoda görüşülmeli ve bu ulusal meselede muhalefet de oturum öncesi iyi aydınlatılmalı dır. Genelkurmay’ın ve ilgili uzmanların da görüşüne başvurulmalıdır. 

DİPNOTLAR;

 1 Savunma Sanayi Müsteşarlığı, 2012 Faaliyet Raporu, (17 Eylül 2013), http://www.ssm.gov.tr/anasayfa/kurumsal/Faaliyet%20Raporlar/2012%20Y%C4%B1l%C4%B1%20Faaliyet%20Raporu.pdf 
2 Elliot Hen-Tov, The Political Economy of Turkish Military Modernization, MEIRA, Vol. 8-4, (2004), 23. 
3 Offset, savunma projelerinde ödemeler dengesinde ortaya çıkan olumsuzlukları kısmen veya tamamen 
   giderilmesi amacıyla gerçekleştirilen ihracat ve diğer döviz kazandırıcı işlemler olarak ifade edilmektedir. 
4 T-MALADMIS: Medium Altitude Air Defense System. 
5 MASINT: Measurement And Signature Intelligence. 
   https://www.globalresearch.ca/wp-content/uploads/2017/07/russian-s400-turkey-400x216.jpg
6 Patriot: Phased-Array Tracking and Intercept of Target. 
7 Federico Pieraccini, Why Russia’s S-400 Is a More Formidable Threat to US Arms Industry than You Think, 
   Strategic Culture Foundation, (15 June 2019). 
8 Hakan Aytaylan, Yılan Hikayesine Dönüşen F-35 Uçakları, Diplomasi Gazetesi, (4 Kasım 2018 ). 
9 LOCE: Link Operation and Intelligence Centers In Europe. 
10 ACCS: Air Command and Control System. 
11 CAATSA: Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Etme Yasası. 



***

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 1

TÜRKİYENİN S 400 ALIMI DÜNYA DENGELERİNİ DEĞİŞTİREBİLİR Mİ., BÖLÜM 1






Türkiyenin S-400 alımı dünya dengelerini değiştirebilir mi? 



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
20 Haziran 2019 

 Giriş 

 Türk Silahlı Kuvvetleri, NATO üyesi olduğu 1952 yılından beri savunma planlamaları ile araç, malzeme ve silah tedarik faaliyetlerini ittifakın planlamaları ve standartlarına uygun bir şekilde müttefiklik anlayışı ile yürütmüştür. 
Bu durum, diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de kendi milli savunma ihtiyaçları için tedbir almasına engel olmamış, ittifak çerçevesi dışında da örneğin Yunanistan ile ilgili sorunları ya da terörle mücadele için kendi milli harekât planları 
çerçevesinde tedarik kabiliyetlerini sürdürmüştür. Bugün gelinen aşamada Rusya’dan bir hava savunma sistemi olan S-400 alımı ile ilgili girişimi ise başta ABD olmak üzere NATO Komuta Kademesi tarafından dozu gittikçe artan tepki ile karşılanmış, öyle ki ittifak için geleceğin silahı olarak görülen F-35 uçaklarının parası verildiği halde Türkiye’ye teslimi durdurulmuştur. 

Türkiye tarafından ise Milli Savunma Bakanı’nın açıklamasına göre ittifak hatta Batı dünyası ile ilişkilerimizi gözden geçirme noktasına geldik. Türkiye’nin S-400 tercihi dünya dengeleri açısından bir kırılma noktası olabilir. Neden bu noktaya geldik, yaptıklarımız doğru mu ve neler olabilir? Bu sorulara S-400 ve Patriot hava savunma sistemleri ile F-35 taarruz uçağı arasındaki teknik dengelere odaklanarak, cevap vermeye çalışacağız. 

 Türkiye’ni hava savunma kabiliyeti tedarik gayretleri.. 

Türkiye ana silah sistemlerinin % 75’ini ve genel ihtiyaçlarının % 35’ini dışarıdan temin eden bir ülkedir. Özellikle 1990 sonrasında gösterilen gayretler ile TSK ihtiyaçlarının yurt içinden karşılanma oranı %54’ü geçmiştir. Dış alımla tedarikin %30 oranın düşürülmesine çalışılmaktadır 1. Türkiye, dışarıdan tedarik yöntemleri ve iç temin konusunda pek çok politika denemiştir. Türkiye teknoloji edinimi konusunda önce silah satın alarak teknoloji transferini denedi ancak ihracatçı ülkelerin tereddütleri bu yöntemi işlemez hale getirdi. 

Böylece Türkiye, içeride üretmediğini uluslararası işbirliği (co-production) yolu ile üretmeye karar verdi. Söz konusu işbirliği müttefikler ile karşılıklılık ile Ar-Ge ve teknolojinin satın alınması esasına dayanıyordu 2. Savunma Sanayii Müsteşarlığı, savunma ihtiyaçlarının tedariki ve teknoloji transferinde offset alımları tercih etmeye başladı 3. Türkiye’nin savunma ihtiyaçlarının 
karşılanmasında en önemli kaynak, şüphesiz NATO’ya girişi ile başlayan yakınlaşma sonrası genellikle ABD’den gelen silah, araç ve teçhizat olmuştur. Amerikalılar her zaman konu Türkiye olduğunda gelişmiş teknoloji satmaktan uzak durdular ya da çok pahalıya satmak istediler. Amerikalılar, Türkiye’nin kendi bölgesinde bağımsız harekât yapabilecek bir güce ulaşmasından her zaman çekindiler, zayıf ve kontrol edilebilir yani bağımlı bir Türkiye’yi tercih 
ettiler. Bunun nedeni, bölgedeki çıkarları söz konusu olduğundan Amerikan işaret çubuğunun gösterdiği istikametten ayrılmamamız yani kendi bağımsız çıkarlarımız peşinde koşmamamız idi. 

Amerikalılar Türkiye’ye silah ve malzeme verirken çok dikkatli bir strateji izlediler. 
Rum lobisini etkisi ile 7/10 oranını korudular. Yunanlılara genellikle hibe olarak verirken, bizden parasını aldılar. Çelik başlıkların insan kafasına göre oldukça büyüklerini, gaz maskelerinin miadı dolmuş olanlarını, F-16’ların gece uçuş kabiliyeti olmayanlarını verdiler. 
Stratejik kapsamdaki hava savunma silahları almamız söz konusu bile değildi. Türkiye’nin Soğuk Savaş süresince hava savunması büyük ölçüde NATO’nun vereceği sistemlere bağımlı idi. Ancak, 1990 yılında Körfez Savaşı çıktığında güvendiğimiz NATO Patriotlarının gelmesine, bazı üyeler (ittifakı savaşa sokar diye) gönülsüz oldular. 2000’lere gelindiğinde Kara Kuvvetleri’nin elinde hava savunma silahı olarak klasik 12.7 mm. uçaksavar makineli tüfekleri, taretler vardı. 1980’lerde ABD tarafından verilen omuzdan havaya atılan kısa menzilli 
Stinger kullanımı ise ABD’nin iznine bağlanmıştı. Afganistan’da Sovyetlere karşı savaşında Taliban’a sayısız Stinger veren ABD, bize verdiği Stinger’leri her sene depolarımıza gelip sayıyordu. Amerikalıların 1959 yılında yerleştirdiği 150 km. menzilli Nike Hercules füzeleri ise çalışıp çalışmayacağı belli olmadığından envanterden çıkarıldı. 

Hava savunma sistemleri alçak, orta ve yüksek irtifa diye üç kademeli olarak 
düşünülmelidir. Türkiye’nin alçak irtifa hava savunma kabiliyetini geliştirmek için bahse değer ilk örnek Kaideye Dayalı Stinger (KDS) sistemidir. 2005 yılında üretilen ATILGAN paletli araçtaki kaideye dayalı bir sistem olup, alçak irtifa, daha çok savaş alanındaki birliklerin ihtiyacı için tasarlanmış bir hava savunma sistemidir. KDS’nin sabit tesise dayalı olanı ise ZIPKIN olarak isimlendirilmiştir. 

Türkiye’nin geliştirmeye çalıştığı (orta irtifa) T-MALADMIS 4 sistemi, içinde İsrail ve ABD’nin olduğu bir grup ile birlikte ROKETSAN tarafından geliştirilmektedir. 

 Türkiye, (yüksek irtifa) kısaca "T-LORAMIDS" (Türk Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi) adı verilen projeyi 2006 yılında başlatırken, esas niyet ABD üretimi Patriot sistemlerine sahip olmaktı. ABD bu konuda Türkiye'yi İsrail modeli üzerinden ikna etmişti. ABD, 2005 yılında İsrail'e Demir Kubbe (Iron Domme) hava savunma füze sisteminin geliştirilmesinde finans ve teknoloji desteği vermişti. Bu kubbenin en yüksek hava savunma şemsiyesi ise ABD menşeli Patriot'lar tarafından sağlanacaktı. 

Türkiye’nin yüksek irtifa hava savunma sistemleri ihtiyacı için yıllar süren 
çalışmalardan sonra yapılan ihaleye; Rusya Antey 2500 (S-300VM), ABD Patriot PAC-3, Fransız-İtalyan ortaklığı SAMP-T füze savunma sistemiyle, Çin ise FD-2000 (HQ-9) sistemleriyle ihaleye katıldı. Yüksek fiyat veren Rusya’nın dışarıda bırakıldığı ihalede; 

- Çin, 3,5 Milyar dolar 

 - Fransa-İtalya ortaklığı 4,4milyar dolar 

 - ABD, 4,5milyar dolar fiyat verdi. 

 Fransız-İtalyan ortaklığı ve ABD ise ortak üretim ve teknoloji transferine yanaşmazken, yerli katkı oranını yüzde 10-12 arasında tuttu. Çin ise ortak üretim ve yüzde 30 yerli katkı önermenin yanında ortak üretim ve 1,1 milyar dolarlık iş payı sundu. 

 Çin’in teklifindeki en önemli husus ise "Türk mühendisleri tarafından tasarlanacak olan Yüksek İrtifa Gelişmiş Hava ve Füze Savunma Sistemi'nin üretilmesinde Çin’in, bize teknik destek sağlayacak” olmasıydı." Türkiye’nin kendi millî tasarımıyla, yüksek irtifa hava savunma sistemleri kurmasını sağlayacak olan bu işbirliği, dışa bağımlılığı kaldıracağı için, ABD ve NATO’nun şiddetli karşı çıkışlarına ve baskılarına yol açtı. 26 Eylül 2014 tarihinde Çin 
teklifinin birinci sırada geldiği açıklanmıştı. 13 Kasım 2015 tarihinde proje iptal edildi. İhalenin iptaline neden olan asıl gerekçe ise Çinli üretici CPMIEC'nin ABD'de kara listede bulunmasının içerdiği riskler olduğu dile getirildi. Çin’in ürettiği HQ-9 (Kızıl Bayrak FD-2000) füzeleri bir ara çözümdü ama ABD baskısına yenildi. Talip olduğumuz Çin’in HQ-9 modeli Rus S-300’ün 
modifikasyonu idi. Türkiye’nin NATO’daki müttefikleri, Türkiye’nin kendi hava savunma sistemini kuracak füzeleri kendisinin üretmesini istemediler. 

 2014 yılında 4.000 feet irtifada uçan bir Suriye helikopterini vurmak için elimizde F-16’dan başka bir vasıtamız olmadığının anlaşılması hava savunma alanında arayışlarımızı hızlandırdı. ABD ve Almanya’dan 2013 yılında Suriye'den gelebilecek tehditlere karşı Malatya'ya konuşlanan Patriotlar, 2016 yılında geri döndüler. Ruslar, S-400’leri, Amerikalılar Patriotların en üst versiyonunu kimseye satmıyorlardı. Yunanistan ise Patriot yanında Rusya’dan S-300’ler de aldı ve hepsini Türkiye’ye karşı konuşlandırdı. 

 Türkiye-Rusya-İran arasındaki son yıllarda Suriye konusunda Astana mutabakatı ve Soçi süreciyle artan işbirliği Türkiye ile Rusya’nın yakınlaşmasına ve Türkiye’nin Rusya’dan S-400 sistemi alması ile sonuçlandı. 2017 Eylül ayı başında Astana’da yapılan zirve sonrasında S-400 sisteminin alınması için Rusya ile sözleşme imzalandığını açıklandı. Bu gelişme üzerine yeniden devreye giren Washington'un şimdilerde Patriot vaadiyle Ankara'yı S-400 alımından 
vazgeçirmeye çalışıyor. ABD, Türkiye'nin S-400 sahibi olması halinde, başta F-35 savaş uçakları olmak üzere NATO'nun tüm hava unsurlarına ait bilgilerin Rusya'nın eline geçmesinden endişe duyduğunu söylüyor. 

Türkiye, 2030'lu yılların olası güvenlik risklerini karşılayacak nitelikte milli bir sisteme kavuşmak için kollarını sıvadı. Bu sistemin oluşturulmasına yönelik çalışmalar Savunma Sanayi Başkanlığı öncülüğünde TÜBİTAK SAGE, ASELSAN ve ROKETSAN tarafından 2018 yılı sonunda başlatıldı. İlk teslimatların 2021 sonunda gerçekleştirilmesi planlanıyor. 

Projenin ismi SİPER olacak. Milli sistemlerin Fransa ve İtalya ile işbirliği yapılarak geliştirilmesine karar verildi. Bu kapsamda, projenin "geliştirme" aşamasını dünyanın en gelişmiş füze savunma sistemlerinden biri olan SAMP-T sistemini üreten Avrupa ortaklığı EUROSAM ile işbirliği yaparak sürdürüyor. Son olarak, EUROSAM-T ile 17 Kasım 2017 yılında hava savunma sistemi antlaşması imzalandı. Konsorsiyumun ürettiği SAMP-T'ler ise, Türkiye'nin kısa vadedeki ihtiyaçlarını karşılayıp, orta ve uzun vadede de ortak AR-GE çalışmaları sayesinde Türkiye'ye özgün, tehditlere karşı yeni sistemler geliştirilmesini 
sağlayacak. Bu antlaşma teknoloji transferi ve ortak üretimi de mümkün kılacak şekilde yapıldı. 

Böylelikle Türkiye, söz konusu silah sistemlerini kendisinin üretebilmesini sağlayacak bilgi birikimi ve teknolojiye sahip olmayı hedefliyor. Türk Silahlı Kuvvetleri için geliştirip üretilecek olan SİPER sisteminin SAMP-T'den daha üstün özelliklere sahip bir füze savunma sistemi olması hedefleniyor. 

S-400 Nedir, Ne işe yarayacak? 

 2007 yılında üretimine başlanan S-400-Zafer, insanlı ya da insansız her türlü hava aracının yanı sıra hem Cruise (Seyir) hem de Balistik füzeleri imha edebiliyor. S-400 sistemine yönelik elektronik karıştırma yapma imkânı bulunmamaktadır. S-400, hedef balistik füze veya hava aracını 600 km.den izlemeye alır. Azami menzili 400 km, ulaşabildiği en yüksek irtifa 30 
km olan bu sistem, ayrıca her hedefe iki füze kilitleyerek eşzamanlı 80 hedefi vurabiliyor. S-400 hava savunma sisteminin belirli bir bölgede uçuşa yasak bölge ilan etme kabiliyeti var. Bu manada, S-400 stratejik bir savunma sistemidir. S-400 sisteminin radar ve füze tipleri açısından Patriotlardan kesin üstünlüğü olduğu görülmektedir. 

 Türkiye'nin anlaşma kapsamında 4 adet S-400 bataryası için Rusya'ya 2.5 milyar dolar ödediği açıklanmıştır. Rusya'dan sipariş edilen iki S-400 bataryası nın kendi radarı, komuta merkezi ve füze rampasıyla birlikte ilk partinin Temmuz 2019'da geleceği duyuruldu. 2.5 milyar dolarlık fiyatıyla bu alışverişin çoğu rakip sisteme kıyasla daha hesaplı olduğunu vurgulanıyor. 

 Türkiye neden S-400 alıyor sorusuna tehdit analizi açısından şu cevabı verebiliriz. 
Çevremizdeki ülkeler arasında sayı ve menzil açısından en çok balistik füzeye sahip ülkeler Rusya, İran ve İsrail’dir. 

 - Suriye’de SCUD-B/C modeli, 

 - Irak ve Mısır’da 250/500 km menzilli az sayıda eski model balistik füze vardır. 

 Türkiye için en büyük potansiyel tehdit İsrail’dir. İsrail ayrıca önemli miktarda nükleer silah sahibidir ve balistik füzeleri nükleer başlık taşıyabilmektedir. 

Öte yandan Yunanistan'ın bile Girit adasında konuşlu bir S-300 varlığı bulunmaktadır. 
Şu an Girit'e konuşlu bu silahlar Türk-Yunan güç dengesi için yapılacak askeri imkân ve kabiliyetler analizinde Yunanistan lehine pozitif ve büyük bir değer taşımaktadır. 

 Diğer yandan Rusya, Türkiye'nin dostu değildir; Gürcistan, Ukrayna ve Suriye'deki hamleleri, Türkiye'nin güvenliğini tehdit etmiştir. 2015 yılında yaşanan Suriye’de yaşanan Türk-Rus gerilimin tekrar yaşanması halinde, Türkiye'nin Rus seyir füzelerini S-400 ile önlemesini ve imha etmesini beklemek mümkün değildir. 

S-400’lerin kullanılabileceği en iyi olasılık Irak, Suriye ve Doğu Akdeniz’de sık sık milli çıkarlarımız aleyhine hareket eden sözde müttefik Batılı ülkelerin Türkiye’yi tehdit eden askeri senaryolara girişmesini caydırmak yönünde S-400’lerin mevzilenmesidir. Batılı ülkeleri asıl endişelendiren bu olasılıktır. 



Resim: S-400 Silah Sistemi 

 Türkiye, S-400 gibi çok etkili bir hava savunma sistemini envanterine katarak bölgesel güç dengelerinde konumunu oldukça güçlendirirken, başta Doğu Akdeniz ve Ege Denizi olmak üzere yakın coğrafyasında caydırıcı konumunu artırabilir. Ege denizinde Yunan hava savunma sistemi dikkate alındığında, dengeler Türkiye lehine oldukça değişir. 

Bununla beraber, Putin, Türkiye'yi Batı'dan ayırmayı başarır ve Rusya’nın 
kuşatılmışlığını kırarken Türkiye-Rusya eksenli yeni bir blok oluşur. Ancak, bu sefer gerek savunma planları gerekse askeri tedarik ihtiyaçlarında Türkiye, Rusya’ya büyük ölçüde bağımlı hale gelebilir. 

 Öte yandan, alınsa bile ne S-400 ne de Patriot sistemi Türk Silahları Kuvvetlerinin kontrolünde olacaktır. S-400’ün batarya ayağı yok. Bunun yanında, uydu, radar, hedef takip/izleme/angajman, komuta-kontrol, fırlatma üniteleri de mevcut değil. En önemlisi ‘uydu’ ihtiyacıdır. S-400'ler hangi uyduya bağlı çalışacaktır? Rus uydusu mu yoksa bizim kendi milli uydumuz GÖKTÜRK yeterli olacak mıdır? Hiç bir ülke böyle bir teknolojiyi tamamen diğer bir ülkeye teslim etmez. Sistemi satsa bile mutlaka kendi elemanları ile kendi gözetiminde 
çalıştırır. Böyle bir durumda sizin MASINT  5 (Ölçüm ve İz İstihbaratı) sistemi üzerinden, istediği anda o silahın durumunu öğrenebilir. 

 S-400 Neden önemli? 

S-400 hava savunma sistemi, Batılı F-16, F-15, F-18, F-35, Tornada, Eurofighter gibi taktik av-bombardıman uçakları, B-1, B-2, B-52 gibi stratejik bombardıman uçakları, balistik füzeler, seyir füzeleri ve insansız hava araçlarına karşı geliştirilmiş çok etkili bir hava savunma sistemidir. Batılı taktik av-bombardıman uçakları, ya hedefin üzerine gelerek klasik mühimmat veya lazer güdümlü GBU-10, 12, 16 gibi mühimmatlar atmaktalar veya hedefin maksimum 28 km uzağından uydu (GPS) güdümlü BLU-109, 110, 111 (JDAM) gibi mühimmatlar kullanmakta veya hedefe yaklaşmadan maksimum 100 km. mesafeden AGM-154 (JSOW) gibi mühimmatlar ile hedefe taarruz edebilmektedirler. Avrupa Birliği’nin envanterinde olan taktik av-bombardıman uçaklarının kullanabildiği en uzak mesafelerden atılan STORM SHADOW / SCALP füzesinin menzili 250 km.dir. Bu bilgiler ışığında, 400 km.ye atış yapabilen S-400 hava savunma sistemi ile savunulan bir hedef bölgesine taktik av bombardıman uçaklarının 
yaklaşması çok da kolay olmayacaktır. 

 ABD’nin stratejik bombardıman uçakları tarafından kullanılabilen 370 km menzilli AGM-158 A ve 1.000 km menzilli AGM-158 B (JASSM-ER) füzeleri ile Tomahawk gibi uçak ve gemilerden atılabilen seyir füzeleri ile S-400’ün etkili menziline girmeden hedeflere atış yapmak mümkündür. Ancak S-400 hava savunma sistemi, cruise (seyir) füzelerini vurma kabiliyetine sahip olduğundan taarruz eden seyir füzelerinin de başarı oranı düşük olacaktır. 

S-400 hava savunma sisteminin belirli bir bölgede uçuşa yasak bölge ilan etme 
kabiliyeti olduğundan bahsetmiştik. 

 Suriye’nin Afrin bölgesine yapılan Zeytin Dalı operasyonunun en kritik dönemlerinde Amerikan yapısı F-16’larımız, Rusya izin vermedikçe kara harekâtına destek verememiştir. Bu örnekten hareketle, Türkiye’nin gelecekte S-400 hava savuma sistemlerine sahip olması durumunda, Kuzey Irak’ta veya Kuzey Suriye’de veya bir başka bölgede uçuşa yasak bölge ilan etmesi mümkün olacaktır. 

Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs açıklarında ve Meis Adası’nın güneyindeki gaz yatakları ve bölgeden geçecek enerji koridorları, Batı ile Türkiye arasında ciddi bir paylaşım kavgasına sebep olmaktadır. Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemlerine sahip olması, bu bölgelerin kolayca gasp edilmesinin önündeki önemli engellerden birisidir. S-400 hava savunma sistemleri, bölgeyi uçuşa yasak bölge ilan ederken, bizim uçaklarımızın bu sistemlerin şemsiyesi altında bölgede daha kolay operasyon icra etmesini sağlayacaktır. Benzer bir durum 
Ege harekât alanı için de geçerlidir. 

 Türkiye’nin Rusya’dan S-400 satın alması, her iki ülkenin karşılıklı bağımlılık üzerine ilişkilerini geliştirecektir. Türkiye, Rusya ilişkisi sadece S-400 satışı ile sınırlı kalmaz; askeri, ekonomik ve politik alanda ilişkiler hızla gelişecektir. Türkiye gibi Ortadoğu ve Balkanlarda çok etkili bir ülke ile işbirliği yapmak, Rusya’nın kuşatılmışlığını kırarken, Moskova’ya ciddi bir güç kazandırır. Türkiye ve Rusya’nın ortak hareket etmesi, otomatikman İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerin bu ortaklığa dâhil olmasını sağlayacaktır. Katar’ın da bu ittifaka katılma olasılığı çok yüksektir. Bu altı ülke Ortadoğu’daki güç dengelerini kökünden değiştirir. Washington kontrolündeki kukla yönetimlerin iktidarda kalması zorlaşır. Bu yöndeki bir gelişme ABD tehdidi algılayan diğer ülkelerin S-400 gibi Rus silahlarına yönelmesiyle bir domino etkisi yaratarak yeni dünya düzeninde Türkiye-Rusya eksenli yeni bir bloğun oluşmasına sebep olabilir. 

 S-400’den vazgeçilmesi ise Türkiye-Rusya ilişkilerini kesin şekilde olumsuz 
etkileyecektir. Bu olumsuzlukları şu şekilde sıralayabiliriz; 

- Rusya’nın gerek Suriye’deki gerek Türkiye’deki PKK terör örgütü hamiliğine 
soyunma dönemi tekrar başlayacaktır. 

 - Türk Akımı doğal gaz hattı başta olmak üzere benzeri stratejik işbirliği projeleri de olumsuz etkilenebilecektir. 

- Rusya'nın bir taburunu sınırımızın hemen ötesinde Gürcistan'da 2008’de işgal ettiği kuzey Osetya'da konuşlandırdığı nükleer yetenekli seyir füze silahları Türkiye için ciddi tehdit oluşturmaya devam edecektir. Rusya'nın yeni seyir füze silahlarının vakitlice teşhis edilmesi, erken uyarı ve izlenmesi, hava savunma makamlarının hedeflemelerinin desteklenmesi ileri konuşlandırılmış radar sistemlerinin, imha edilmeleri ise hava savunma silahlarının varlığını gerektirir. 

 Sözünü ettiğimiz askeri işlevlerin yerine getirilmesinde Kürecik radarı diye kamuoyuna mal olan sisteme bir görev düşüp düşmeyeceğini öngörmek için vakit erken. Öte yandan, orta/yüksek füze ve hava savunma sistemini Rusya'nın S-400 silahına ve destek teçhizatına teslim etmek kararı alan Türkiye'nin Rus seyir füzelerini bu sistemle önlemesini ve imha etmesini beklemek mümkün değildir. 

 Patriot.. 

 Patriot - Vatansever. 6 , tıpkı S-400 gibi stratejik bir savunma sistemidir. ABD’nin Raytheon şirketi tarafından üretilen Patriot füzelerinin PAC1, PAC2 VE PAC 3 olmak üzere 3 ayrı versiyonu bulunmaktadır. 

 - PAC1 versiyonu hantal ve eski versiyon olması nedeniyle artık çok kullanılmamakta olup, onun yerine geliştirilen PAC2 füzelerinin, hem uçaklara hem de balistik füzelere karşı etkili bir hava savunma silahı olduğu bilinmekte dir. Alındığı taktirde Türkiye'ye getirilecek olanın büyük ihtimalle PAC2 veya PAC3 olacağı söyleniyor. 

 - PAC3 ise az sayıda ülkede bulunuyor ve tamamen balistik füzelere karşı geliştirilmiş bir versiyondur. PAC3’lerin menzili 20 km.dir. Esas hedefi uçaklar olmayıp, balistik füzeleri çok erken algılayıp vurabilme imkân ve kabiliyetine sahiptir. 

ABD, Türkiye’nin S-400 sistemi almasını engelleye çalışırken, ABD Savunma 
Bakanlığına (Pentagon) bağlı Savunma Güvenlik İşbirliği Ajansı yaptığı açıklamada, “ABD Dışişleri Bakanlığının, tahmini 3,5 milyar dolar değerinde 80 MIM-104E Güdümü Yükseltilmiş Patriot füzesi, 60 İleri Kabiliyet Patriot-3 (PAC-3) füzesi (Toplam 140 Patriot füzesi ) ve ilgili ekipman satışına onay verdiğini” beyan etti. 

Ocak 2019 ayında Ankara’ya gelen ABD heyeti ile yapılan görüşmelerde ABD yönetimi Patriot sistemleriyle ilgili satış teklifini Türk tarafına iletti. Teklifte, savunma sistemi paketine 4 AN/MQP-65 radar seti, 4 kilitlenme kontrol sistemi, 10 anten direk grupları, 20 M903 fırlatma istasyonu, 5 elektrik santralinin yanı sıra iletişim teçhizatları, test cihazları, menzil programları ve destek ekipmanlar ının dâhil olduğu ifade edildi. 

 Patriot sisteminin alınması halinde komutası yani tetiği Türkiye’de değil, NATO 
karargâhlarındaki ABD generallerinde olacaktır. Bir NATO ülkesinden (örneğin Yunanistan) yapılacak uçak veya füze saldırısı halinde, Patriotlar işlevini görmeyecektir. Ülkemizdeki NATO radarları tarafından tespit edilen bu objeleri tanımlamak için, radarlardan IFF (Identification Friend or Foe) sorgu sinyali gönderilir. NATO kaynaklı objeler buna “dost” sinyali ile cevap verirler. Ayrıca saldırgan objenin tanımlanması Avrupa’daki NATO merkezlerinde bulunan bilgisayarlarda yapılacağından ve bütün radar bilgileri sayısal (digital)  olduğundan, NATO merkezlerindeki bilgisayarlarda objeye dost tanımlaması yapılarak Türkiye’ye gönderildiğinde, TSK’nın hava unsurlarını reaksiyon vermesi geciktirilebilir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Yükselen Güç Türkiye Masalı, Doç. Dr. Sait Yılmaz,



Yükselen Güç Türkiye  Masalı, Doç. Dr. Sait Yılmaz,




''Yükselen Güç Türkiye'' Masalı


Doç. Dr. Sait Yılmaz
Twitter: @DocDrSaitYilmaz
27.12.2014, 


Giriş

Türkiye, bugün büyük bir yalanlar manzumesi ile yönetilmeye çalışılıyor. İktidar partisi, özel gündemini ve olup-bitenlerin gerçek yüzünü gizlemek, diğer bir deyişle gündemi karartmak için kendi halkına yönelik negatif kamu diplomasisi uyguluyor. Halka söylenen yalanların başında “milli irade” yalanı gelmektedir. Bu yalan, iktidar partisinin devlete hizmet etmek yerine, devleti ele geçirme gayretini örtmesi ve yapmakta olduğu sivil darbeye karşı gelecek herkesi “darbeci” ya da “terör örgütü” üyesi olarak suçlaması için kullanılmaktadır. Ancak, örneğin bölücülerle yapılan görüşmeler ile ilgili kararlar, milli iradeyi temsil eden TBMM yerine İmralı ve Kandil ile birlikte alınmakta, olup-bitenden ne Türk halkının ne de devletin diğer organları ve muhalefet partilerinin haberi bulunmaktadır. Türkiye’de bugün AKP’nin kendi paralel devleti, cemaatin paralel yapılanması, Güneydoğu Anadolu’da PKK’nın de facto olarak kurduğu devlet ve nihayet 2003 yılından beri AKP iktidarı tarafından horlanan, hapse atılan, baskı altında tutulan bürokrasiyi temsil eden gerçek devlet olmak üzere dört tür devlet bulunmaktadır. AKP, devleti ele geçirme işinde kendisini arkadan vurduğunu düşündüğü cemaat ile yollarını ayırırken, kendi İslamcıları ile paralel devletini yeniden kurgulamaktadır. Aynı AKP, şehirlerde yol kesen, insanları yargılayan, kurtarılmış bölgeler ilan eden, Türk devletini yok sayan PKK militanlarının kurduğu devlete (sözde barışçı çözüm adına) göz yummaktadır. Twitter’dan sohbet eden Türk gençleri Gezi’ye destek verdikleri için bir bir gece yarısı evlerinden toplanırken, her gün televizyonlarda Kürt devleti kurma hayali ile yeni Anayasa ve Federal Türkiye propagandası yapanlar, yetmedi devleti ve halkımızı iç savaş ile tehdit edenlere karşı da bir şey yapılmamaktadır. Üstelik buna tepki verenler barış sürecini baltalamakla, geçmişe takılıp kalmakla suçlanmaktadırlar. Bütün bu olup-bitenler karşısında asıl devlet dediğimiz geri plandaki kişi ve kuruluşlar ise umut olmaktan çok uzaktırlar.

İkinci büyük yalan “demokratik çözüm” adı altında terör örgütü ve uzantıları ile yapılacak görüşmeler sonucunda ülkenin birlik ve bütünlüğünün de ülkeyi yönetenlerin kendi kişisel beklentileri uğruna dinamitlenmesidir. Bölücülerin siyasi uzantıları ise “Türkiye’nin demokratikleştiği, akan kanların durduğu, anaların artık ağlamadığı” safsatası altında aba altından sopa göstermekte, aksi takdirde PKK’nın yeniden eylemlere başlayacağı iması ile devleti ve halkımızı tehdit edilmektedir. Eğer akan kandan korkacak olsa idik, Kurtuluş Savaşı’nı da yapmazdık. Akan kanlarımız ile bugüne kadar savunduğumuz bu toprakları bir avuç eşkıyaya ve onların sözcülüğünü yaparak kendine siyasi rant sağlayanlara teslim etmeyecek kadar uyanığız. Burada asıl acı olan on yıllardır akan şehit kanları bir kenara bırakılarak, ABD’nin verdiği yol haritası ile Ortadoğu’daki planların bir parçası olarak, kendi geleceklerini kurtarma pahasına Öcalan’ı serbest bırakmaya, Türkiye’yi federal bir yönetime götürmeye çalışan iktidar partisinin başındakilerdir. “Hiçbir pazarlık yapmadık, söz vermedik” demelerine rağmen bölücülerle olan pazarlığın başında ulus-devlet yapımızın temeli olan Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinin by-pass edilebilmesi için yeni Anayasa hazırlanması, böylece hem Cumhuriyet rejimini İslami esaslara göre dönüştürmeyi, hem de bölücülere istediklerini vermeyi planladıklarını bilmeyen var mı? Derdi sadece kendisi yani serbest kalmak olan Öcalan’ın sözünü ettiği “demokratik özerklik” ise Büyük Kürdistan hayaline giden yolda ilk aşamadır. Bölücülerin gerçek niyetini anlamak isteyenler KCK yapılanmasına bakmalıdırlar. İmralı-Kandil ve siyasi uzantıları Büyük Kürdistan’a giden yolda adım adım yürüdüklerini hesaplarken, Türk halkının sabrını sınadıklarının farkında değillerdir.

 Türk halkına söylenen yalanlardan belki de en önemlisi Türkiye’nin “yükselen güç” olduğu yalanıdır. Ekonomimiz saklanamayacak kadar kötü sinyaller verdiğinde ya da istemedikleri uluslararası gelişmeler nedeni söz konusu olduğunda iktidar partisi, Türkiye’nin “yükselen güç” olması nedeni bazı ülkelerin oyunlar oynadığını söylemektedir. Hatta halkımızın sabrının taşıp Gezi Parkı’nda olduğu gibi sokaklara döküldüğü dönemlerde bile bu tür olayların arkasında aynı güçlerin olduğu iddia edilmektedir. Erdoğan “Yeniden Büyük Türkiye” sempozyumunda yaptığı son konuşmada artık büyüklük masalını bıraktı, medyadan intikam alma hırsını açıkça ifade etti. Erdoğan, Türkiye’nin medya cenneti olduğundan bahsediyor ama Türkiye’de en çok satan 10 gazetenin 7’si açıktan AKP borazanlığı yapmaktadır. AKP iktidarı döneminde sadece 2013 yılına kadar muhalif yazılarından ötürü 7.000 gazeteci hakkında 17.000 dava açıldı ve 2.500 gazeteci bu davalardan dolayı hapse girdi ya da para cezası aldı. Bunların 13.000’i 10 bin TL.den başlayıp, milyonlarca liraya varan tazminat davaları idi. Gezi Parkı protestoları sonrasında 80’in üzerinde medya çalışanı işini kaybetti. Bazıları istifa etti; onlarcası işten atıldı; bir kısmı da zorunlu izne çıkarıldı. Yeni-Osmanlıcı yaklaşım, Türk Devleti’nin laik yapısına iki şekilde tehlike oluşturmaktadır. Köktendinci vizyonu ile dış politikamızın temel ilkeleri sarsılmakta, öte yandan toplumdaki etnik ve dini farklılıkları siyasete entegre edilerek ülke bütünlüğü gün geçtikçe tehlikeye düşmektedir. İslamcılara önerilen Ortadoğu konfederasyonu içindeki Ilımlı İslam devleti federasyonu, sözde eski Osmanlıyı canlandıracak ve liderlik edecektir. Böylece, ılımlı İslam devleti yanında; Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etme hayali yani padişahlık rüyası da gerçekleşecektir. İşin esası, Türkiye diktatörlüğe gitmektedir, iktidar partisi yandaş polisi, istihbaratı, hukukçuları, medyası ile tam teşekküllü bir suç örgütü haline gelmiştir. Ülkemiz işledikleri suçlar nedeni ile kendi geleceklerini kurtarma peşindeki yöneticiler tarafından bölünmektedir ve nihayet “yükselen güç” masalı ile batmaktadır. Bu batışın en önemli göstergeleri sanıldığı gibi daha çok siyasette değil, ekonomik çöküşümüzdedir. 

Türkiye’nin Ekonomi Çıkmazı

Türkiye’de siyasi liderler “yükselen güç” gibi kavramları geçmişte de çok söylemişler, ama bunlar ülkemizin gerçekleri ile örtüşmediği ve rasyonel politikalar ile geliştirilmediği için hep belirli dönemlerin hayali olarak kalmıştır. Örneğin Menderes döneminin “Küçük Amerika” yaratmak fikri böyle bir hayalin ürünü idi. 1954’de Amerika’ya giden ve bir ay bu ülkeyi gezen Celal Bayar, Amerikalılara ülkemizde el değmemiş kaynaklar olduğunu, yabancı sermayeye her türlü garantinin verileceğini, karlı iş sahalarının açılacağını, her şeyin emirlerine amade olduğunu söylüyordu. Bu bulunmaz davete Amerikalılar derhal koşup gelmişler ve sayısız anlaşmalarla ülkemizin savunmasını, eğitimini, tüm milli kaynaklarını ve siyasetini sımsıkı ve içinden çıkılmaz bir şekilde kendilerine bağladılar. Amerika tarafından Türkiye’ye biçilen rol, sanayileşme değil, Avrupa’nın savaş sonrası kalkınma hamlesinde ihtiyaç duyacağı tarım ürünlerini üretmek ve madenciliğe ağırlık vererek onun ham madde gereksinimini karşılamaktı. Konuşmalarında sık sık “Büyük Türkiye” sloganını kullanan Süleyman Demirel’i 1960’larda iktidara getiren ve destekleyen Amerikan yönetimi için 1970’lerde koşullar değişmiş, yeni politikalar dayatılmıştı. İthal ikameci politikalarda direnen Demirel, Batı nezdinde tüm itibar ve güvenirliğini yitirmişti. Halkçı Ecevit, Batılıların istediği lider hiç olmadı, küresel sermaye ve dış merkezlere karşı hep ihtiyatlı idi. Bu yüzden 1978 yılından itibaren TÜSİAD ve ABD’nin geliştirdiği planlar ile 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanması için Turgut Özal iktidara getirildi. Böylece Türkiye’de yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. 2001 krizi sonrasına Derviş-IMF iktidarı ile özelleştirmenin önü iyice açıldı. 

77 yılda Türkiye’ye 20 milyar dolar para gelmişken, 2002’den sonra her sene ortalama 20 milyar dolar geldi (1). Türkiye’de toplamı 485 milyar dolara ulaşan 2002 sonrası yabancı sermaye girişi ülkede yıllık ortalaması yüzde 5’e yaklaşan bir büyüme yarattı. Türkiye’de 10 yıllık bir zamanda gelen sermayenin yaklaşık olarak yarısının Türkiye’yi terk ettiği görülmektedir. Başka bir deyişle, yabancı sermaye uzun dönemde ödemeler bilançomuza olumlu katkı yapmamıştır (2). 2010 yılı rakamlarına göre Türkiye’den götürülen faiz tutarı 12 milyar dolar, işletme kârı ise 8 milyar dolar civarındadır. Ortamın belirsizliğinden ötürü, Türkiye gibi ülkelerde yatırım yapmazlar. Bir ülkede parayı yönetmek, o ülkeyi yönetmektir. Ama el parasıyla, borçla gittiğimiz yol da bitti. Türkiye, meyveyi toplayıp, yok eden bir ülke konumundadır. Eğitim, sağlık, kültürün metalaştırılmasından sonra kent arsa rantı da yağmalanarak neo-liberalizm had safhaya ulaştı. Neo-liberalizme sadakat ve militanlıkla sahip çıkan AKP kadroları, olağanüstü bir dış kaynak girişine kapıları ardına kadar açarak dünya kapitalizmi ile entegrasyonda radikal sıçramalar gerçekleştirdiler (3). Yabancılar tarafından tüketim toplumu haline getirilen Türkiye, özellikle sanayide üretim ekonomisinden oldukça uzaklaştırılmış, üretimimiz ithalata dayalı montaj sanayine dönüşmüştür. Hazırcılığa ve tüketime alışmış Türkiye, teknolojide de dışarıya bağımlıdır. Bir zamanlar Süleyman Demirel tarafından dünyanın kendi kendine yetebilen 7 ülkesi olarak tanımlanmasına rağmen, Türkiye bugün ıspanak ve elma ithal eden bir ülke haline geldi. Türkiye ekonomisi üretime değil finansa dayalıdır. Son 60 yıldır köyden kente plansız göçler sonucu kırsal nüfusumuz %25’e indi ve tarıma büyük darbe vurdu. Enerjide dışa bağımlılığımız artmaktadır. Petrolü ithal eden ülkemizde taşımacılığımız yabancıların dayatması ile %72 kara taşımacılığına aittir. Kozmetik hızlı seferlerden ziyade demir yollarının yeniden ele alınmasına ve özellikle deniz yollarının uyandırılmasına ihtiyaç vardır. Türkiye, özellikle cep telefonu ve bilgisayar alanlarında teknoloji çöplüğüne dönmüştür. 

 2003 sonrası Türkiye’de başta ilaç sanayi olmak üzere pek çok sektör yabancıların kontrolüne geçti. Bu dönemde Cumhuriyet döneminin bütün kazanımları kamuya yük oluyor diye satıldı ve kamuya iç kaynak olarak kullanıldı. Türkiye’deki üretimin %75’den fazlasının arkasında yabancılar vardır. Bankalarımızın 70’inden fazlası yabancılara aittir, borsamızın %85’den fazlası yabancı girişli paradır. Bankacılığın Almanlarda %11’i, Fransızlarda %18’i yabancılara aittir. Sigortacılığımızın %80’i yabancıların elindedir. Bankacılık sisteminin yabancıların eline geçmesi demek, bütün Türk ekonomisinin yabancıların kontrolüne geçmesi demektir. Türkiye’de borsanın %60’ı yabancıların elindedir. Özelleştirmeler ile sadece milli sermaye değil, egemenliğe de darbe vuruldu. Pek çok fabrika Türkiye’de gibi gözükse de mülkiyeti yabancılara aittir. Yabancı kaynağı çekmek için döviz kurunun düşük tutulması, şirketleri dövizle ya da dövize endeksli borçlanmada cesaretlendirdi. Yabancıların Türkiye pazarına gelme nedeni nüfusumuzun genç ve dinamik olması yani tüketim toplumu potansiyelidir. Ancak, Türkiye’de kazandığı parayı ülkemizde bırakmamaktadırlar. Borsamızın yükselme nedeni de burada işlem yapan yani şirket alıp-satanların yabancı olmalarıdır. Bu yüzden ekonomi kötüye giderken bile borsa yükselmektedir (4). Satılan, ucuza kapatılan şirketler bizim milli üretim ve pazarlama şirketlerimizdir. Bize de borsamız yükseliyor diye sevinmek kalmaktadır. Ekonomimiz tüketim ekonomisidir ve büyük ölçüde ithalata dayalı montaj sanayidir. Savunma sistemlerimizin ihtiyaçları gene büyük ölçüde ithal ürünlerle karşılanmaktadır. TSK’nın gereksinimleri tüm ihtiyaçlar bazında %35, ana sistem bazında %79 yurt dışından ikame edilmektedir. Yurt dışından aldığımız savunma donanımının %80’i ABD’den gelmektedir. 

 2003’de AKP iktidara geldiğinde IMF’ye 32 milyar dolar borcumuz vardı, toplam borcumuz ise 218 milyar dolardı. Bugün IMF’ye borcu kapanmış olsa da Türkiye’nin toplam dış borcu 718 milyar dolara ulaşmıştır. AKP iktidarı kamu üzerinden borçlanmak yerine özel şirketler üzerinden süratle borçlanmaya devam etmiştir. Bu paralara Cumhuriyetin 80 yıllık birikimini özelleştirme adı altında yabancılara satarak elde ettikleri 55 milyar doları da ilave edelim. Bu dipsiz kuyuda bir sona gelinmektedir, mızrak artık çuvala sığmamaktadır. 2002-2012 döneminde Türkiye’nin dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu yüzde 598.8 artarak 38.6 milyar dolar artmış, özel sektörün dış borcu ise yüzde 425 artarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. Başka bir ifade ile son 80 yılda oluşan borç stoku 100 kabul edilirse, son on yılda buna 160 daha eklenmiştir (5). Merkez bankası rezervlerinin kısa vadeli borçları karşılama oranı 2002 yılında yüzde 169 iken, 2012 yılı sonunda bu oran yüzde 116’ya, cari açıkla birlikte yüzde 80.8’e indi. Bu dönemde Cumhuriyet döneminin bütün kazanımlarının kamuya yük oluyor diye satıldığı ve kamuya iç kaynak olarak kullanıldığı da unutulmamalıdır. Özelleştirme İdaresi açıklamasına göre; kamuya ait varlıkların satışından Mart 2013 itibariyle 44,7 milyar 84 milyon ABD doları gelir elde edildi. Bunun 34,7 milyar ABD dolarlık kısmı, Hazine ‘ye aktarıldı. Şüphesiz ki, bunun bir kısmıyla da IMF’ye olan 23.5 milyar ABD dolarlık borç kapatıldı ve marifetmiş gibi, “IMF ‘ye olan borç sıfırlandı” açıklamaları yapıldı. Enerjide başta Rusya olmak üzere oldukça dışa bağımlıyız. GSMH’a göre dünyada 16. sıradayız ama Kalkınmışlık Endeksi’nde 92. sıradayız. Türkiye, kişi başı reel milli gelirde hala 1960 Hollanda’sının bile gerisindedir (6).

AKP ve Türkiye

 2000’li yıllarla birlikte ABD menşeli ılımlı İslam projesi, Gülen hareketi ve AKP hükümeti ile birlikte Türkiye’de hayata geçirildi. Bugün ABD’nin Türkiye içindeki kurgusunun ana (hizmet) unsuru olan cemaat, yüzlerce Türk subayı ve aydınını cemaatçi polisi ve yargısının kurduğu kumpasları ile hapse attırdığını unutturmaya ve mağduru oynamaya çalışıyor. AKP ise Türkiye’ye karşı yürütülen “büyük oyun” olan, dönüşüm projesine sadakatle devam ediyor. Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve toplumsal anlamda yaşamakta olduğu bu köklü dönüşüm temelde ABD ile bağımlılık ilişkilerinin derinleştirilmesine onun büyük projelerinin bir parçası olmayı garanti etmeye yöneliktir. Dönüşüm ülke içi dinamiklerin baskı altına alınarak AKP iktidarının kalıcı hale getirilmesi karşılığında, Türkiye’ye Kürdistan dayatması (federalleşme) ve Büyük Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde Türkiye’ye biçilen rolleri kapsamaktaydı. Türkiye'de son birkaç yıldır şiddetlenen ve TSK, hükümet, yargı, medya gibi unsurların içinde yer aldığı karmaşık mücadeleler, basitçe laik-İslamcı çekişmesinin çok ötesinde, uluslararasılaşan sermaye birikimi ve bunun beraberinde getirdiği yapısal dönüşüm ihtiyacı çerçevesinde anlamlandırılabilir. Terörle mücadelede, müzakere (diyalog) sürecine girilmesi bu rollerin bir parçasıdır. Küreselleşmenin temel amacı, ulus-devletleri küçük parçalara bölmek, böylece dünyayı tek pazarlı hale getirmek olduğundan, Türkiye topraklarında Kürdistan’ı kurma planları da bu tasarının bir parçasıdır. ABD ve AB ile bir suç ortaklığı üzerine kurulmuş ittifak çoktandır bir yol ayırımında ama henüz Batı alacaklarının tamamını tahsil edebilmiş değildir. İktidarın Batı ile dostluğu Kürtler konusunda vereceği tavizlere ve verilen yol haritalarına uyumuna bağlıdır ama Türk halkının duyarlılığı karşısında köşeye sıkışmıştır. Irak’ın kuzeyindeki Kürtlerle büyüme stratejisi izleyen iktidar, IŞİD sonrası ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde bir koridor açarak “Türkiyesiz bir Kürdistan” planını açığa çıkarması ile bu ayırım daha da belirgin hale gelmiştir. 

 AKP’nin ilk 5 yılında milli gelir ortalama yüzde 7 artarken son 7 yılda ise yüzde üç arttı. Böylece milli gelirlerdeki artış Türkiye’nin son 60 yılındaki ortalama artışın altında kaldı (7). Altı yıldır kişi başına düşen milli gelirde 10 bin doları aşamadık, orta gelir düzeyine hapsolduk, patinaj yaptık. Yapılan hesaplara göre nüfusumuzun yüzde 20’si olan 14 milyon kişi, Avrupa ölçüsünde gelir sahibidir. Bu kesim için ülke ekonomisi, büyümektedir. Öte yandan 55 milyon kişi, iş ve aş bekliyor. İç ve dış borçları artırarak, halkı sefalet içinde tutarak, büyümekten söz edilemez. Türkiye’de nüfusun yüzde 10’luk bir kesiminin, düzenli bir geliri bulunmadığını ve yardıma bağımlı olarak yaşadıkları görülüyor. Nüfusun yüzde 25’lik bir kesimi ise, asgari ücret düzeyinde bir gelirle geçinmeye çalışırken, beslenme ve çocuklarının eğitimi alanında ciddî sorunlar yaşıyor. Kısaca, gelir gurupları arasında dengesizlik var, orta gelirli grup yok olmuş. Bu iki kesim, nüfusun yüzde 35’ini oluşturuyor (8). Merkez Bankası, bugünkü haliyle yüzde 30’a yakın aşırı değerlenmiş döviz kurunu korumaya çalışıyor. En ufak bir kur şokunun, sadece kur farkı yüzünden şirketler âlemini alabora etmesi işten bile değildir (9). ABD’nin IŞİD’a yönelik hava operasyonuna başlaması sonrası Türkiye’nin Irak ve Suriye sınırlarında yaşanan gelişmeler ve ABD'de faiz artırımlarının erken başlayacağı dedikodularını da arkasına alan Citibank ile Royal Bank, Türkiye’de yüklü miktarda döviz aldı. Citibank'ın adı 2001 krizinde en çok dolar çeken bankalar arasında geçmişti. Doları 2.27 TL ile 8 ayın zirvesine taşıyan operasyonun arkasından Londra çıktı (10). Merkez Bankası, piyasaya "buradayım" mesajı vermek için önce döviz satım ihalelerindeki miktarı artırdı ardından da bankalara verdiği likiditeyi kıstı. Bankanın likidite sıkılaştırması ile, piyasayı ihtiyacın yaklaşık 5 milyar TL altında fonlamasının ardından yüzde 9.07 seviyesinde olan gecelik faizler çift haneye çıktı. 

2007 yılından itibaren AKP’nin yeşil sermayeye yer açmak için başlattığı tasfiye harekâtı büyük sermaye grupları ile aralarında kırılmaya neden oldu. Neo-liberal politikalar izlediğinde büyük sermayenin kabul edilebilir bulduğu AKP, türban gibi konularda 'açılım'a giriştiğinde karşısında orduyu, yargıyı ve TÜSİAD'ı görmeye başladı. TÜSİAD'ı rahatsız eden hususlar; toplumsal kutuplaşma ve ekonomide, siyasette var olduğu iddia edilen istikrarın kaybolma¬ya başlaması, AB rotasından çıkılmasıdır (11). AKP, kendi 'organik burjuvazisini' yaratmak için uğraş¬makta ve TOKİ ihaleleri, yerel yönetimler gibi kanallar aracılığıyla bu grubu beslemektedir. Nitekim sadece Türkiye’nin değil dünyanın sayılı ekonomi uzmanlarından Şevket Pamuk; Türkiye’de 2007 sonrası partiye yakın bir zümre yaratmanın en büyük ekonomik hedef olduğunu söyledi. Pamuk’a göre; "Yeni zenginler yaratmanın kolay ve hızlı yolu inşaattan geçiyor, sanayiden değil. Öte yandan inşaat Türkiye’nin görünen en büyük sorunlarından biri olan cari açığı çözmüyor, tam tersine derinleştiriyor (12).” Bununla birlikte, AKP'nin neo-liberal politikalarından TÜSİAD çevresindeki büyük sermaye de nemalanmaya devam etmektedir (13). Türkiye ekonomisinde büyük sermaye gruplarının belirgin ağırlığı devam etmektedir. Türkiye ekonomisi son 10 yılda iki kattan fazla büyürken, en zenginlerin serveti 4 kat arttı. 2004 yılında 1 milyar doların üzerinde serveti olan 24 aile varken, bugün bu sayı 57’ye yükseldi. Credit Suisse servet raporuna göre Türkiye’de 37 dolar milyarderi varken bu rakam Japonya’da 15. “21. Yüzyılda Kapital” kitabının yazarı Fransız ekonomist Thomas Piketty, Türkiye’nin Japonya’dan daha çok dolar milyarderi olması için “Dehşet verici. Servet eşitsizliğinin sadece yetenek ve inovasyonla alakalı olmadığını gösteriyor (14)” dedi. 

 Bugün Türkiye içine kapandı, yabancı sermaye güvenmiyor ve gelmiyor, gelen para da proaktif değil, çare olarak kara para kullanılıyor. Hükümet, Ortadoğu’da terör bataklığına bulaşırken, kara para trafiğine de daldı. İran ile altın-gaz alışverişi, Suriye’deki cihatçılar, Yasin el Kadı, Saleh al Aruri, Hamas bağlantıları, İnsani Yardım Vakfı (İHH) ile bağlantıları bu trafiğin ifşa olmuş kanallarıdır. El Kaide finansörü Yasin El Kadı'nın kara parasını Türkiye'de akladığını ortaya koyan görüşme kayıtları rüşvet ve yolsuzluk soruşturması dosyasına girdi (15). Hamas’ın önde gelen liderlerinden Saleh al Aruri de dışardaki faaliyetlerini Türkiye üzerinden yürütüyor, ülkemizde finansal kaynak sağlayıp bunu terör gruplarına aktarıyor. Erdoğan’ın yönettiği kara para ve rüşvet trafiği içinde Türkiye’ye son on yılda başlıca 6 adresten kara para ve rüşvet geldi; Suudi Arabistan ve Katar, İran, Rusya, Azerbaycan, Çin ve Irak’ın kuzeyi. AKP, bu paraları ekonomiye katkı olsun diye kullanmadı. Taksim Gezi Parkı’ndaki paylaşım İstanbul rant pazarı haline gelmesi de bu kara para trafiğinin bir yansımasıdır. İstanbul gibi bir şehrin sırf yabancı sermayenin yatırımı için projelendirilip, parsellenmesi, ülkemizin milli ekonomisi ve ulusal stratejilerini baltalamaktadır (16) Elde edilen kara paranın, rüşvetin çoğu sözde bir havuz oluşturularak, AKP’ye hizmet edecek medya oluşturmaktan seçim yardımlarına kadar pek çok alanda kullanıldı. Türkiye’ye kayıt dışı olarak giren ve kaynağı belli olmayan yüklü miktarda altın ve döviz, aklanarak sisteme sokuldu (17). Başta ATV-Sabah medya grubu ve BMC gibi TMSF tarafından el konulan kuruluşların el değiştirmesinde kayıt dışı paralar kullanıldı. Başbakan Erdoğan’ın bizzat telefonla iş adamlarını arayarak, para topladığına ilişkin ses kayıtları medyada yayınlandı. 17 ve 25 Aralık 2013 tarihleri ile aysberg’in görünen ucu ortaya çıkmıştır. 

Sonuç

Son on yıldır Türk halkı; “ezber bozanlar”, tarihimizi “resmi tarih” diye değiştirmeye kalkanlar, askeri vesayeti kırma görüntüsü altında sivil darbelerine örtü yaratanlar, Türkiye demokratikleşiyor ya da artık analar ağlamıyor diyerek bölücülerin isteklerini dayatanlar arasında büyük bir kavram kargaşası yaşıyor. Böylece bu ülkeyi bir arada tutan değerler bir bir yok ediliyor, devlete olan güven azalıyor, ulus-devlet yapımızın sigortaları gevşiyor, halk kutuplaştırılıyor, halkın gerçek gündemi karartılıyor. Ortadoğu’da “yükselen güç” olmak için Türkiye’ye dayatılan politikaların arkasında ABD’nin çıkarları, dönüşüm politikaları ve bunu bize telkin eden sinsice örülmüş bir kurgu vardır. Bugün Tür¬kiye burjuvazisi, ABD ve AB ile olan ağlarına dayanmak suretiyle, BOP çerçevesinde yabancıların kuracağı yeni Ortadoğu’da bir 'bölge gücü' olmak için uğraşmaktadır. Türkiye’ye anlatılan “yükselen güç” masalı budur. Yeni Osmanlıcılık denen yolda 2023, 2053, 2071 gibi gizli hedefleri olan hükümet, Başkanlık sarayı inşa ettikten sonra, devleti tamamen ele geçirme yolunda şimdi de Ak MİT ve AK Polis’ten sonra şimdi de Ak Ordu kurma peşindedir. Buna Jandarma’nın ile başlamaktadır. Bu gizlenen gündemin örtüsü olarak, Türk halkına ise “yükselen güç Türkiye” yalanı söylenmektedir. Hükümete göre, Yeni Osmanlıcılık politikası Türkiye’nin şahlanması anlamına gelmektedir (18). Ancak, deniz bitmiş, kara para ile dönen dolapların da sonuna gelinmiştir. Hukuksuzluk ve yolsuzluklarla hiçbir hükümet ayakta kalamaz. Hükümet kendi kurduğu paralel yapılar ile yükselen güç olmayı değil, ancak kanunlardan korunmayı amaçlıyor. Türkiye’nin geleceğini hazırlayacak, milli düşünebilecek yeni ve Atatürkçü bir kadroya ihtiyacı vardır. Zaman; düne değil, geleceğe bakma, ülkenin gerçeklerine uygun politikalar ve reformlar yapma, son on yılda sivil darbenin yıktıklarını bertaraf etme zamanıdır.


 Kaynakça

 (1) Merkez Bankası, Uluslararası Yatırım Pozisyonu Raporu, Ankara, Aralık 2012, s.15.
 (2) Yabancı Sermaye Genel Müdürlüğü, Yabancı Sermaye Raporu, Hazine Müsteşarlığı, Ankara, 2005, s.2-6.
 (3) Mustafa Sönmez, 24 Ocak: Neoliberal ‘Yık-Yap’ta 32 Yıl, Cumhuriyet, (5 Nisan 2013).
 (4) Bülent Soylan, Kral Çıplak Halk Çıplak, Boyut Yayın Grubu, İstanbul, 2009, s.76.
 (5) Bahar Aşçı, IMF’ye Borç Bitti Ama.., 21. Yüzyıl Enstitüsü, (13 Mayıs 2013).
 (6) Barış Balcı, Türkiye’nin Asıl Açığı İnsan Gücü, Hürriyet, (7 Kasım 2013) içinde Harvard Üniversitesi Ekonomi Profesörü Ricardo Hausmann’ın açıklamaları.
 (7) Ezgi Başaran, 2007 Sonrası Partiye Yakın Bir Zümre Yaratmak En Büyük Ekonomik Hedef Oldu, Hürriyet, (01 Aralık 2014).
 (8) Sencer Ayata, Orta Sınıf Yoksulluğa Yuvarlanma Tehlikesiyle Karşı Karşıya, Radikal, (30 Mayıs 2010).
 (9) Mustafa Sönmez, Dış Sermayenin Altında Kalmak, Cumhuriyet, (25 Ocak 2013).
 (10) Hürriyet, Doları Bu İki Banka mı Yükseltti, (27 Eylül 2014). 
 (11) Mustafa Sönmez, 2000'ler Türkiye'sinde AKP, Hâkim Sınıflar ve İç Çelişkileri, İlhan Uzgel ve Bülent Duru (Der.) AKP Kitabı, Bir Dönüşümün Bilançosu İçinde, Phoenix Yayınevi, (Ankara, 2009), s.184.
 (12) Başaran, Age, (01 Aralık 2014).
 (13) Sönmez, Age, (2009), s.180-181.
 (14) Thomas Piketty, Servet Vergisi Koyun, Hürriyet, (11 Kasım 2014).
 (15) Özer Sürmeli, El Kadı, Erdoğan'ın Yardımı ile Türkiye'de Kara Para mı Aklıyor? (02 Mart 2014).
 http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/el-kadi-erdoganin-yardimi-ile-turkiyede-kara-para-mi-akliyor-h20376.html
 (16) Nusret Kebapçı, Küresel Sermaye Kazandı, Milliyet, (04 Ekim 2010).
 (17) Sol Gazetesi, CHP'li Erdoğdu Erdoğan'a Kara Para Trafiğini Sordu, (21 Ocak 2014). http://haber.sol.org.tr/devlet-ve-siyaset/chpli-erdogdu-erdogana-kara-para-trafigini-sordu-haberi-86185
 (18) Ömer Taşpınar, Yeni Osmanlıcılık ile Kemalizm Arasında Türkiye’nin Orta Doğu Politikaları, Carnegie Endowment for International Peace, (8 March 2009).


***