11 Mayıs 2020 Pazartesi

PENTAGON UN YENİ YOL HARİTASI VE TÜRKİYE’ NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARINA ETKİLERİ

PENTAGON UN YENİ YOL HARİTASI VE TÜRKİYE’ NİN ULUSAL GÜVENLİK POLİTİKALARINA ETKİLERİ 




Yazan: Hv.Plt.Yzb.Nihat BİLİCAN* 
* Hv.Plt.Yzb.Nihat BDLDCAN, Hava Harp Akademisi 2’nci sınıf öğrencisi. 



Özet; 

ABD, 11 Eylül terör saldırılarından sonra, ulusal güvenlik kurumlarının transformasyonunu ve yeniden yapılandırılmasını gerçeklestirme ve ulusal 
güvenlik politikalarını yeniden sekillendirme çabalarına hız vermistir. Bu kapsamda terörizm ve kitle imha silâhlarının gelisimini engellemek ve kontrol 
altına almak için Baskan BUSH tarafından gündeme getirilip uygulama sahasına konulan ve “BUSH DOKTRDND” olarak adlandırılan yeni bir güvenlik modeli 
olusturulmustur. “Önceden hareket etme/ön alma” felsefesini esas alan bu doktrinin, Türkiye’nin güvenlik politikalarına etkileri gündeme gelmistir. Özellikle Türkiye’nin güvenliğinin hassas noktaları olan PKK/KONGRA-GEL terör örgütü, Boğazların güvenliği, Ege’deki hak ve menfaatlerimizin korunması ve Kıbrıs meselesinde Türkiye’nin izleyeceği politikalarda değisme zorunluluğu ortaya çıkmıstır. Özellikle “BUSH DOKTRDND”’nden etkilenip güvenlik politikalarını yeniden sekillendiren ABD’nin, önümüzdeki 15-20 yıl süresince izleyebileceği güvenlik politikalarının iyice analiz edilerek, kendi politikalarımız için bir vizyon belirleme ihtiyacı doğmustur. 


1. Giriş 

Güvenlik kavramı, tehdit ve risk algılamaları ile sürekli değisikliğeuğrayan bir kavramdır. Terörizm ve kitle imha silâhları gelistirilip yaygınlastıkça, tehdit ve risk algılamaları da değismektedir. Bu çerçevede, "düşük yoğunluklu savas" ve "asimetrik tehdit" gibi kavramlar yeni güvenlik anlayıslarını da beraberinde getirmistir. 

Bu kavramların ortaya çıkısı ile birlikte ABD savunma politikasında köklü bir değisiklik meydana gelmiştir. Bunun nedeni, küresel terörizm ve kitle imha silâhlarının yaygınlasmasıyla olusan iki yeni güvenlik tehdididir. 

11 Eylül 2001 tarihinde New York’taki Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen saldırılar çok sayıda insanın yasamını yitirmesine neden 
olmustur. ABD’yi savunmaktan sorumlu kurumlar bu saldırıyı, uluslar arası güvenliği tehdit eden unsurlarla baş edebilmek için gerekli stratejiler üretmek maksadıyla bir dönüm noktası olarak algılamıslardır. 

11 Eylül saldırıları, küresel terör tehdidinin görülebilmesi açısından katalizör görevini görmüstür. Bu gelismelere bağlı olarak, ABD, yeni “Önleyici Güvenlik” 
algılamasına odaklanmıŞtır. 

ABD Savunma Bakanlığı, bu gelismelerin ısığında, savunma kurumlarının transformasyonunu amaçlayan altı asamalı bir stratejiyi uygulama kararı almıstır.1 

Bunlar; 

a. ABD’nin ve Sorumluluk Sahasındaki Bölgelerin Korunması : ABD’de 2002 yılında ABD Kuzey Komutanlığı (NORTHCOM) kurulmustur. 

Bu Komutanlığın amacı, belirlenmi sorumluluk sahası dâhilinde ABD’nin topraklarını ve çıkarlarını hedefleyen tehdit ve saldırıları caydırmak, önlemek ve ortadan kaldırmaktır. 

Komutanlığın sorumluluk sahası ise; Amerika kıtasındaki ABD toprakları, Alaska, Kanada, Meksika etrafındaki ve bu bölgeleri içine alan hava sahasını ve denizleri ile bunları çevreleyen yaklasık 500 deniz millîk bölgeyi kapsamaktadır. 

b. Uzak Tehditler İçin Kuvvet Tahsisi ve Bunları Desteklemek : 

Uzaktaki tehditler kapsamında İran Körfezi ve Kuzeydoğu Asya gibi bölgelere geçmiş yıllarda ağırlık verilmiştir. Bu iki bölge, plânlamacıların en fazla ilgilendiği bölgeler olarak önemini sürdürürken, uzaktaki muharebe sahaları için kuvvetlerin tasarlanması ve uzak mesafelerdeki kuvvetlerin kapasiteleri konularına da önem verilmeye baslanmıştır. Ayrıca, yurt dısındaki kuvvetlerin takviyesi de plânlanmıştır. Bu durum, ABD’nin deniz asırı bölgelerdeki üslerine kuvvetlerin önceden konuşlandırılmasına daha fazla önem verilmesine ve deniz kuvvetlerine ait gemilerin asıl limanlarından baŞka yerlerde kalıŞ sürelerinin uzamasına neden olmuştur. 

c. Düşmanların Beslendiği Kaynakları Belirlemek : 

11 Eylül öncesinde ABD, teröristlere ev sahipliği yapan hükümetlere ve rejimlere karsı nispeten hos görülü davranmıstır. Dısisleri Bakanlığı her yıl terörist 
faaliyetlerle doğrudan veya dolaylı olarak bağlantısı bulunan ülkelerin listesini yayımlamaktadır. Ancak teröristlere ev sahipliği yapan ülkelerin ve rejimlerin 
görüslerinin aslında teröristlerle aynı olduğunu açıkça ortaya koyacak, ABD’ye ait belirli bir politika söz konusu değildi. ABD, son dönemdeki olaylardan sonra bu 
politikasından vazgeçmistir. Afganistan’daki faaliyetler ABD’nin bu konudaki ciddiyetinin en somut göstergesidir. 

ç. Bilgi Sistemlerinin Korunması : 

Bilgi çağında, savunma plânlamacılarının iletisim sebekelerinin bütünlüğünün korunmasına her geçen gün daha fazla önem vermeleri gerekmektedir. Analistlerin ifade ettiği gibi bu ağın genislemesi, gücün terörist örgütler gibi devlet dısı unsurlara da ulasması demektir. Terörün sebeke hâline gelmesi, siber savaslar ve network savasları; teröristlerin ve asimetrik bir savasta yer almak zorunda olanların ulasabileceği araçların etkili bir özelliği olabilmektedir. Siber terörizm, Amerikalı savunma plânlamacıları için gittikçe büyüyen bir tehdittir ve savunma alt yapısının çesitli vasıtalarla sağlamlastırılması da dâhil bu tehditlerle basa çıkabilmek için gerekli girisimlerde bulunulmaktadır. 

d. Etkin Müşterek Operasyonlar Dçin Bilgi Teknolojisinin Kullanılması : 

Bu alandaki en son yenilik, ağ (network) merkezli harp (network-centric warfare (NCW)) konseptinin gelistirilmesidir. Bu konsept kısaca, dağınık kuvvetleri 
birbirleriyle iletisim hâlinde tutabilmek için ABD askerî komutanlıklarının bilgi teknolojilerinin avantajlarını kullanmaları gerektiği esasına dayanmaktadır. 
Günümüzde güç kaynağı bilgi, iletisim ve sür’attir. Ağ merkezli harpte hedef, muharebe sahasının ortak bir resmini alabilmek için bilgiyi koordine etmektir. Alıcılar, bilgisayar kabloları ve farklı iletisim sistemleri arasındaki bilgi akısı, ağ merkezli harp modelinin kullanılmasıyla koordine edilir. Pek çok analist, ABD’nin Afganistan’daki askerî harekâtının özellikle nokta hedeflerin vurulması ve sür’at konusunda basarısının, ağ merkezli harbin yararlarını kanıtladığı inancındadır. 

Ağ merkezli harp, ortaya çıkan tehditlerle mücadelede komuta merkezlerine çok daha büyük bir sür’at sağlamaktadır. Bunu korumak oldukça pahalı ve zor bir olgudur. 

e. Uzaya Engelsiz Çıkışın Sağlanması ve Uzayla İlgili İmkân ve Kabiliyetlerin Korunması : 

Transformasyon süreci, ABD’ye ait balistik füze savunma imkân ve kabiliyetleri nin gelistirilmesi ve sonrasında intikaliyle ilgili önemli bir hedeftir. ABD, füze savunma plânlamasının koruma ve gözetleme için kullanıldığı günlerinden bu yana çok yol kat etmistir. Ucuz bir balistik füze savunması imkân ve kabiliyetinin sahip olduğu pek çok teknik kısıtlama ortadan kaldırılmaktadır. Dlk intikallerin önümüzdeki birkaç yıl içerisinde gerçeklestirilmesi beklenmektedir. Aynı zamanda Baskan Bush, 1972 tarihli Anti-Balistik Füze Anlasmasından ayrılmaya karar vermistir. Böylece bu tür imkân ve kabiliyetlerin intikali konusundaki yasal engeller de ortadan kalkmıstır. 

Yukarıda belirlenen stratejilere ilâve olarak dile getirilen ikinci nokta, Savunma Bakanlığının kuvvet kullanımının zamanlamasına iliskin görüsleridir. ABD Savunma Bakanlığı “ABD’yi savunmak, önlemeyi ve bazen de herkesten önce hareket etmeyi gerektirir. Terörizmden ve ortaya çıkmakta olan diğer tehditlerden korunmak, düsmanla savasmamızı gerektirir. En iyi ve bazı durumlarda da tek savunma yöntemi iyi bir taarruzdur.” Görüsünü benimsemistir. ABD’nin hedef belirleme felsefesi radikal, yeni bir eğilim olarak yorumlanmaktadır. Bu yorumun anlamı; ABD’nin, teröristlerle ilgili herhangi bir “serseri ülkeyi” önceden davranarak vurmayı amaçlayan bir politikayı 
izlemeye baslayacak olmasıdır. Önceden hareket etmek konusunda genel olarak üzerinde durulan nokta, tahrip edici baska bir saldırı ihtimaliyle karsı karsıya 
kalındığında, ABD’nin hareketsiz bir sekilde oturmayacağını vurgulamaktı. Önceden hareket etmeye verilen önem, aynı zamanda caydırıcılık politikasının her durumda ise yaramasının beklenmemesi gerektiğini de dikkate alır. Yapılan açıklamalar ve olusturulan stratejiler analiz edildiğinde uygulamaya geçirilmesi plânlanan politikanın temelinde “Bush Doktrini” yatmaktadır. 

2. “Bush Doktrini” Nedir? 

“Bush Doktrini” olarak anılan yeni güvenlik anlayısının temellerini, ikiz kulelerin vurulması ertesinde 14 Eylül 2001’de Baskan Bush’un The National Cathedral’da 
yaptığı konusmada 2 bulmak mümkündür. Anılan konusmada “ABD, küresel uzantıları olan teröristlere karsı sava yaptığı” ve bu savastaki “düsmanın, masum kisilere karsı yürütülen önceden tasarlanmı siyasî amaçlı siddet anlamında, terörizm” olduğu belirtildikten sonra, teröristler ve bilerek bunları barındıranlar veya yardım edenler arasında bir ayırım yapılmayacağı ve bunlar arasından da özellikle kitle imha silâhlarını edinmeye veya kullanmaya çalısanların hedef alınacağı; ABD vatandaslarının çıkarlarını, nerede olursa olsun korumak için “tehdidin ABD sınırlarına ulasmadan teshis ve imha” yoluna gidileceği ve bu konuda “gerekli olduğunda tek basına hareket etmekte” tereddüt etmeksizin “kendini koruma hakkını kullanarak, teröristlere karsı önceden davranıp (by acting preemptively)” ülke ve halka zarar vermelerinin önleneceği açıklanmıstır. 

Bush Yönetimi sırasında gündeme gelen bu konsept, o dönem ABD’nin içinde bulunduğu ekonomik güçlükler sebebiyle büyük strateji olarak ortaya çıkamamıstır. 

1994 Temmuz’unda, Clinton Yönetimi göreve geldikten yaklasık bir buçuk yıl sonra, yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi yayımlandı. Clinton Yönetimi’nin gelistirdiği strateji de bir önceki gibi askerî yönden güçlenmeyi, “barı kusağı” olarak anılan serbest pazar demokrasileri ile ittifaklar kurup gelistirmeyi hedeflemektedir. Clinton Yönetimi’nin hazırlamı olduğu yeni strateji, dünyanın kritik bölgelerindeki bölgesel tehditleri vurgulamaktadır. Fakat ortaya çıkan bu yeni durum bu stratejinin uygulanmasına fırsat vermemistir. Bu yeni durum yeni duruslar yaratmıstır. ABD yeni duruma adapte olmakta gecikmemistir. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından, 30 Eylül 2001’de yayımlanan üç aylık Savunma Gözden Geçirme Raporuna (Quadrennial Defense Review Report-QDR 2001) göre ABD menfaatlerinin korunması dört kritik hedefin elde edilmesine bağlanmaktadır. Yeni stratejinin 11 Eylül’den sonraki on dokuz gün içinde olusturulduğunu düsünmek elbette yanıltıcı olur, fakat bu süre içinde eklenen hususlar olduğu muhakkaktır. Yeni stratejinin dört hedefi kısaca söyledir: 

a. Dost ve müttefikleri, ABD’nin kararlılığı ve güvenlik kontratlarını yerine getirme kapasitesi konusunda inandırmak, 

b. Düsmanları, ABD ya da dost ve müttefiklerinin çıkarlarına tehdit teskil edebilecek programlar takip etmekten ve hareketlerde bulunmaktan caydırmak, 

c. Saldırgan tutum sergilemesi hâlinde, düsmanın askerî kapasitesi ve bunu destekleyen alt yapısı üzerinde, yıkıcı cezalandırmalar uygulamak ve ABD’nin düsman saldırılarına siddetle karsılık verme kapasitesini öne çıkararak, düsmanı 
saldırgan ve zorlayıcı tutumundan caydırmak, 

ç. Caydırıcılığın etkili olmadığı durumda, herhangi bir düsmanı kararlılıkla yenilgiye uğratmak. 

Bu yeni stratejinin esas hedefi; savunma plânlamasının temelini, Soğuk Sava dönemindeki gibi “tehdit temelli” bir modelden farklı olarak, “imkân ve kabiliyetler” ya da “askerî yetenekler” esaslı bir temele oturtmaktır. Dmkân ve kabiliyetler esaslı bu model, özel olarak, düsmanın kim olacağı ya da bir çatısmanın nerede olabileceğinden çok, düsmanın nasıl savasabileceği (hangi imkân ve kabiliyetlerle karsımıza çıkabileceği) ile ilgilidir. 

Bu yeni model, uzak savaş alanlarında, büyük çaplı konvansiyonel çatısmalar için plânlama yapmanın artık yeterli olmadığından hareketle, amaçlarına ulasmak üzere sürpriz, aldatma ve asimetrik savaş teknikleri kullanan düsmanları caydırmak ve yenilgiye uğratmak için ihtiyaç duyulan imkân ve kabiliyetlerin tanımlanmasına dayanır. Bu imkân ve kabiliyetleri plânlama sürecine uyarlamak, ana sahalardaki askerî avantajları devam ettirirken, düsmana asimetrik etki yapabilecek yeni askerî avantaj ve imkân ve kabiliyetler gelistirmeyi ve ayrıca, sahip olunan eski askerî kabiliyetlerin de yeni sartlara uyarlanmasını gerektirir. Özetle, yeni yaklasım, ABD’nin asimetrik avantajlarını geleceğe tasımak için Amerikan kuvvetlerinin imkânlarının, kabiliyetlerinin ve kurumlarının dönüsümünü gerektirir. Tüm bunlar etkili diplomasi, güçlü ekonomi, dikkatli ve hazır bir silâhlı kuvvet (savunma) gerektirmektedir. 

3. Türkiye’nin Güvenlik Politikaları 

Türkiye’nin güvenlik algılaması iki boyutta değerlendirilebilir. Bunlar, iç güvenlik ve uluslar arası güvenliktir. Dç güvenlik ve uluslar arası güvenlik, gerek sava 
bölgelerinde gerekse düsük yoğunluklu çatısma alanlarında yıllardır alısılagelmi bir sorun olan iç güvenlik kaygılarının, bugün artık ABD ve Avrupa’nın gündemine de ciddî anlamda oturacağı değerlendirilmektedir. Son olayların iç güvenlik ve terörizmle ilgili ortaya koyduğu diğer bir boyut da kitle imha silâhları ile ilgili değerlendirmelerin yeniden gündeme gelmesidir. 

Güvenlik algılamasının uluslar arası boyutu dı politikada ikincil plâna atılan bir faktörün yeniden ön plâna çıkması anlamına gelmektedir. Bazı yaklasımlara göre soğuk sava döneminde güvenlik yoktu, ama istikrar vardı. 1990’larda ise güvenlik vardı, fakat bu sefer de istikrar yoktu. Bu denklem 11 Eylül 2001’den sonra “güvenlik yok, istikrar da yok” durumuna geldi. Özellikle, yeni dönemin güvensizlik ortamını yaratan faktörlerin istikrarsızlık bölgelerinden türediği ve daha önce istikrarsız bölgeler ile sınırlı kalan güvensizlik sorununun artık terörizm yoluyla tüm dünyaya yayıldığı olgusu, bu konudaki algılamaları değistirmek için önemli bir alt yapı hazırlamıstır. 

Günümüzde Avrupa Güvenlik Politikası, “sınırların korunmasına dayalı savunma” anlayısını terk ederek “sınırların ötesindeki menfaatlerin korunması, 
olumsuz gelismelere imkân vermeden yerinde çözümleme” ilkesine dayalı “stratejik güvenlik” kavramına yönelmistir. Bu kavram ABD’nin yapmak isteyip de yapamadığı bazı uygulamalar için son derece uygun bir ortam yaratmıstır.3 ABD’nin "önleyici müdahale” doktrinini uygulayabileceği ve bu konuda geleceğe yönelik plânlar ürettiği bölgelerin önemli bir kısmı, Türkiye’nin yakın çevresi ve çıkar çevresi ile ilgili olduğundan ABD’nin kendi menfaatleri paralelinde atacağı adımlar, Türkiye’yi siyasî ve ekonomik açıdan etkileyecektir. Bu nedenle, süreç, radikal akımlar ve etnik bölücülüğe bağlı olarak, Türkiye’nin güvenliğini ve güvenlik anlayısını derinden etkileyecek bir potansiyel tasımaktadır. 

Türkiye’nin millî güvenlik politikasının temel esasları; her türlü uluslar arası gerginliğin azaltılmasına ve adil ve kalıcı bir barısın sağlanmasına azami katkıda 
bulunmak, krizleri / çatısmaları önleyici ve gerginlikleri azaltıcı gerekli tüm tedbirleri almak, kolektif savunma sistemlerinde aktif olarak yer almak ve kendisine verilecek sorumlulukları yerine getirmek, Avrupa güvenlik yapılanmasının içinde yer almak ve Avrupa’da güvenlik ve istikrara katkıda bulunmaktır. Bu hedeflere ulasmak amacıyla sekillendirilen Türkiye’nin millî güvenlik politikasını yönlendiren temel ilke, Atatürk’ün “yurtta barı dünyada barıs” ilkesidir. 

4. Bush Doktrininin Türkiye’ye Etkileri 

Bush Doktrini’nin gelecekteki ortak güvenlik sisteminin biçimlendirilmesindeki etkisi ne olursa olsun, bu sistemin islememesi üzerine kuvvet kullanma yasağı ve istisnaları üzerinde doktrinde açılmı bulunan tartısmalara ivme kazandıracağı açıktır. Bu doktrin, özellikle mesru müdafaa hakkının kapsamıyla ilgili üç temel noktada da, göz ardı edilemeyecek bir milletler arası uygulama değerini tasır. Bu temel noktalar sunlardır : “Silâhlı saldırı” nedir?, “Vukuu bulması” gerekli midir? “Hangi hak ve çıkarları hedef alan saldırı” bu hakkı kazandırır? 

Mesru müdafaa hakkının bu noktalarda geni yorumu, Türkiye’nin karsı karsıya bulunduğu bazı sorunlara –PKK/KONGRA-GEL terörü, Boğazlarda terör, 
Ege’de hak ve çıkarlarımızın korunması, Kıbrıs’la ilgili garanti iliskisinin mesruiyeti gibi– hukuk içinde çözüm aranırken, lehimize olan sonuçlara götürebileceği değerlendirilmiştir.4 Bu değerlendirme, Bush Doktrini ısığında aşağıda belirtilen baslıklar altında incelenmiştir. 

a. PKK / KONGRA-GEL Terörü : 

Sözde su sorununda koz olarak kullanmak amacıyla, 1979’dan itibaren kontrolü altındaki Bekaa vadisinde PKK terör örgütünün yerlesmesine, eğitim görmesine, teskilâtlanmasına izin veren; para, silâh ve idarî yardımlar yapan Suriye’nin eylemlerinin, BM Sartı’nın 2‘nci maddesi 4’üncü fıkrasında yasaklanan 
“dolaylı kuvvet kullanma” kalıbına uyan bir hukuka aykırılık olduğu yönünde iddialar mevcuttur. Bush Doktrini altında, teröristlerin kitle imha silâhlarını ele geçirdikleri veya geçirecekleri varsayımı ile bunları barındıran devlet ülkesinde mesru müdafaa esasına dayalı bir askerî harekât haklı görülebilecektir. Ancak, bu tür bir yorumu resmen benimsemeden önce, aleyhimize kullanılıp kullanılmayacağı da hesaplânmalıdır. Bu noktada Rusya Federasyonu’nun Çeçen dernekleriyle ilgili yakıstırmaları dikkatle izlenmelidir. Tek basına dernek kurma, ülke bütünlüğünü hedef alan kuvvet kullanma eylemlerine hazırlık ve bunların teskilâtlanmasını gerçeklestirmiyorsa, yasağın kapsamına girmez. Baskan Bush, doktrininin kötüye kullanmalara yol açabileceğinden kaygı duymustur. 

01 Haziran 2002’de West-Point’te yaptığı konusmada, su noktanın altını çizme gereğini duymustur. “ABD, bütün durumlarda ortaya çıkmakta olan tehditleri önlemek için kuvvet kullanmayacaktır, milletler de önlemeyi saldırı için bir 
bahane olarak kullanmamalıdırlar.”5 

Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan terör eylemlerine karsı Irak ülkesinde yürütülen askerî harekâtlarda Türkiye, mesru müdafaa esasına dayanması gerekmektedir. Hukukta mesru müdafaa, devletler arasındaki iliskilerde söz konusu olabilecek bir hak olduğu için, PKK terör örgütü ile mücadeleyi mesru müdafaa kalıbına sokmak, PKK terör örgütüne milletler arası hukuk kisiliği tanıma anlamına gelebilecektir. Saddam hükümetine karsı bir mesru müdafaa durumunun varlığı söz konusu edilemezdi. Çünkü ülkesel egemenliğin bir islevi olarak doğan, ülkedeki faaliyetlerin bir baska devlet veya o devlet ülkesindeki kisilere zarar vermemesi için gerekeni yapma yükümlülüğü, hukuki dayanaktan yoksun kalmıstı. Türkiye’nin, Irak’ın kuzeyindeki “otorite bosluğu” nedeniyle olusan ülke güvenliği ve bütünlüğüne karsı faaliyetleri durdurma amacıyla askerî harekât düzenlenmesi gereği yolundaki tezi, su anda yerlesik yetki kurallarına uygundur. Ülkede baska devletlere zarar veren faaliyetlerden sorumlu tutulabilecek bir otorite yoksa, tıpkı hiçbir devletin egemenliğine tâbi olmayan yerlerde kisisel egemenlik ilkesinin geçerli olması gibi6 zarar verici faaliyetleri, zarar gören devlet kendi çabasıyla durdurabilir. 

b. Türk Boğazlarında Terör : 

Tehlikeli madde tasıyan gemilerin Türk Boğazlarından geçisinin kıyı güvenliğimiz açısından yarattığı riskler ortadadır. Bu özel yük tasıyan gemilerin 
yanında bir de yolcu gemilerinin terörist amaçlarda kullanılması ihtimali, hukuki açıdan da çözüm önerilerini güçlestirmektedir. Bu konuyla ilgili olarak 1936 tarihli Montreux Sözlesmesi uyarınca boğazlardan geçen gemiler üzerinde zabıta ve yargı yetkisini kullanma hakkı vardır. 1994 ve bugün 1998 tarihli Türk Boğazları Deniz Trafik Tüzüğü’nün hukuki esası, bu yetkidir. Tehlikeli olduğu gerekçesiyle bu tür gemilerin geçisinin yasaklanması yoluna gidilmesi, geçisin “zararsız” olmasını sart kosan ve fakat bunu geçen geminin kara sularından geçerken kıyı devletinin “barısına, düzenine, güvenliğine halel getirecek” bir eylemin yapılması olarak tanımlayan günümüz hukukunda, bu tür tehlikeli madde tasıyan gemilerin, yasaklanmı bir eylem yapmaksızın sadece geçisinin zararlı olduğu ve bu nedenle yasaklanabileceğini ileri sürmek bu antlasmalar çerçevesinde güçtür. Boğazlardan geçen gemiler üzerindeki yetkilerin kullanılması sürecinde “iyi niyet” ve “makuliyet” sınırının asılmamasına ve 
Montreux Sözlesmesi hükümlerinin doğru ve eksiksiz okunmasına özen gösterilmelidir. Ayrıca “Kılavuzluk ve romorkaj ihtiyari kalır” yolundaki 2’nci madde hükmünün, 11 Eylül ertesinde “savas” kavramına verilen anlamdan yola çıkarak, Türkiye’nin kendisini pek yakın bir savaş tehlikesi tehdidine maruz saydığı durum düzenleyen 6’ncı maddeyi devreye sokup, Boğazlardan geçisin Türk makamları tarafından gösterilen yoldan yapılması, gemilerin Boğazlara gündüz girmeleri gibi ücrete tâbi olmamak kosuluyla kılavuz almayı zorunlu kılabileceği ileri sürülebilecektir. 

c. Ege Denizinde Haklarımızın Korunmasında Önleyici Mesru Müdafaa : 

Devletin ülke bütünlüğü ve siyasî bağımsızlığına ve bunun simgesi durumundaki askerî gemi ve uçaklarına yapılan saldırı veya tehdidinin mesru müdafaa 
hakkının doğumuna yol açacağı kabul edilmektedir. Ülke dısındaki vatandaslarının canına karsı veya bir hakkın (balıkçılık hakları, geçi hakkı gibi) ülke dısında kullanımının kuvvet kullanılarak engellenmesi durumunda da bu hakkın doğacağı doktrin ve içtihatta kabul edilmistir. 

Bu konunun Ege’de haklarımızın korunması açısından önemi suradadır: Ege sorunları arasında en hayati olanın kara sularının genisletilmesi olduğu ve bunun niçin hayati olduğunu, burada yeniden açıklamaya gerek yoktur. Türkiye, azami 12 mil genislikte kara suları saptama hakkını her devlete tanıyan 1982 tarihli Konvansiyonun 3’üncü maddesine itiraz etmi ve antlasmayı imzalamamıstır. Yunanistan, bu kuralın örf ve adet kuralı niteliğini kazandığını ileri sürerek, Ege’de uygulanmasını sağlayacak millî düzenlemeleri yapmı ve fakat henüz uygulamaya geçmemistir. 

Türkiye, kuralın olusumu asamasından itibaren açıkça ve tutarlı biçimde itiraz eden devlet konumunda olması nedeniyle, bu genisliğin Ege’de kendisine karsı ileri sürülemeyeceğini iddia etmektedir. Yunanistan kuvvet kullanarak veya tehdidini sergileyerek Türk gemilerine karsı mevzuatını uygulama yoluna giderse, geni yorum altında, açık denizde (6 milin ötesi bizim için açık deniz statüsünü korumu olacaktır) ulastırma ve uçma haklarının kullanılmasını sağlama amacıyla ve bu ölçüde mesru müdafaa esası altında kuvvet 
kullanabilecektir.7 

ç. Türkiye’nin, Kıbrıs’ın Hukuki Statüsüne Saygı Gösterilmesini Dsteme Hakkı : 

Kıbrıs sorunu, özü itibariyle, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan’da kurulan siyasî-askerî dengenin korunması sorunudur. Bu terazinin bir kefesinde, Kıbrıs’ta Türk-Yunan dengesinin korunmasını amaçlayan bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti’nin varlığını sürdürmesi vardır. Bu yükümlülüğün içeriği “ne olursa olsun herhangi bir devlet ile, tamamen veya kısmen, herhangi bir siyasî veya ekonomik birliğe katılmama” ifadesi yer almaktadır. Dkinci kefesinde ise, Türk toplumuna devlet idaresinde esit ortaklık statüsü sağlayan, kaynağını Zürich-Londra Anlasmalarından alan ve 1960 Garanti Antlasması vardır. Bunlara ilâve olarak Anayasanın Temel Maddeleri vardır ki, bu temel maddeler arasında Baskan ve Türk toplumunun temsilcisi konumundaki Baskan Yardımcısına tanınan, dısisleri, savunma ve güvenlik konuları yer alır. Dısisleri konuları arasında sadece “Yunanistan ve Türkiye’nin birlikte katıldıkları milletler arası teskilâtlara ve ittifak paktlarına Kıbrıs Cumhuriyeti’nin katılması” vetoya tâbi islerin dısına çıkarılmıstır. Ayrıca, yine Türkiye veya Yunanistan’ın Kıbrıs’ta birbiri karsısında daha elverisli bir durum kazanmaması için, “niteliği ne olursa olsun bütün anlasmalar bakımından” üç garanti eden devlete ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ne bir yükümlülük olarak yüklenmistir. 

Türkiye’nin, Kıbrıs’ta belirli bir statünün varlığını sürdürmesini talep etme hakkına dayanılarak, 1974 Kıbrıs Barı Harekâtındaki gibi bu statünün kuvvet 
kullanılarak değistirilmesi girisimleri karsısında BM‘nin 51’inci maddede saklı tutulan mesru müdafaa hakkını ileri sürerek kuvvete basvurabileceği ve bunun BM Sartında yasaklanmamı olduğudur. Yalnız 1963’ten sonra Rum toplumunca Kıbrıs’ta sergilenmi olan “hakların kuvvet kullanılarak gasp edilmesi durumu”nda değil, adı konmamı “çıkarların” zarar görmesi “ihtimali”ne karsı “süresiz” bir mesru müdafaa durumunun varlığını savunmakta olan Bush doktrini ile karsılastırıldığında, bu tez, kuskusuz var olan hukuk çerçevesinde bile doğrulanabilecek bir yorum olma özelliğini kazanmıstır. 

5. Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, sürekli barıstan yana ve genislemeci olmayan bir politika uygulamasına rağmen güvenlikle ilgili sorunlar ile karsılasmaktadır. Çünkü küresel güç konumundaki ABD’nin güvenlik politikalarındaki meydana gelen değisiklikler, diğer ülkelerin güvenlik politikalarının değismesinde ve etkilenmesinde en önemli faktördür. 

Görülen odur ki; ABD,çıkarlarını korumak için, Türkiye’nin gerek çevresel gerekse bölgesel girisimlerini kuvvetle desteklemesini gerekliliğinin farkındadır. 

ABD ve Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar, Akdeniz, Asya içlerinde ve Avrupa’da birbirini tamamlayan çıkarları vardır. Türkiye’nin AB ve diğer Avrupa 
organizasyonlarına üyeliği, ABD’ye dolaylı olarak Avrupa’nın bu önemli organizasyonlarını etkileme olanağını verecektir. Türkiye’nin yakın bir müttefik olarak Avrupa masasında oturması, ABD’ye tek basına elde edemeyeceği bir etkinlik ve AB islerine karısma olanağı verebilecektir. Buna ek olarak, ABD ve Türkiye’nin Kafkaslar’da, Orta Asya’da ve Ortadoğu’da da ortak çıkarları vardır. Türkiye, Avrupa’ya yönelik hedeflerinin desteklenmesine karsılık ABD ile bu bölgelerde stratejik iş birliğinde bulunabilme ve etkinlik gösterebilme özelliğine sahiptir. Uyanan ve Batıya entegre olmak isteyen bu zengin coğrafyaya, Batının ilgisiz ve tepkisiz kalması beklenmeyeceğinden ABD’nin Türkiye’deki askerî varlığını sürdürmek isteyeceği de beklenmektedir. Türkiye’nin bu konuda ön alma veya öngörüde bulunma zorunluluğu ortaya çıkmıstır. 

Uluslar arası terörle mücadele, bölgesel krizlere müdahale ve bölgemizdeki istikrarın kuvvetlendirilmesi kapsamında iki devlet arasında istihbarat basta olmak üzere geni iş birliği olanakları bulunmaktadır. Önümüzdeki yıllarda da ortak hedefler belirlenmesi gerekmektedir. Bu hedefler belirlenirken reaktif tutum yerine proaktif bir tutum sergilemek süphesiz ülke menfaatlerine fayda sağlayacaktır. 

ABD; Türkiye’de askerî varlığını sürdürmeye devam ederken, iki ülke askerî iliskileri de süphesiz gelismektedir. Soğuk Savaş koşulları altında iliskilerimizin 
savunma yönünün daha fazla gelistiği görülmektedir. Bu bakımdan güvenlikle ilgili iliskiler önemini korumaya devam ederken, diğer alanlarda da (özellikle siyasî ve ekonomik/teknolojik) iliskilerin gelistirilmesi için yeni adımların atma çabaları devam etmektedir. Bu yeni iliskiler düzenine, derinlestirilmi ortaklık (enhanced partnership) adı verilmistir. 

Belirtilen hususlar göz önüne alındığında merkezî coğrafi konumu ve geni potansiyeli nedeniyle Türkiye’nin, ABD’nin stratejik ortağı olmaya önümüzdeki 
dönemde de devam edeceği ve Amerika’nın stratejik çıkarlarını doğrudan etkileyeceği değerlendirilmektedir. 

Stratejik boyutlarıyla incelenen iki ülke iliskilerinin, güvenlikle ilgili düsünceler esas olmak üzere gelismeye aday olduğu açıktır. Karsılıklı çıkar üzerine kurulmakta olan bu ikili iliskilerin uzun vadede geliserek devam edeceği; ancak ABD’nin kendi çıkarları ile Türkiye’nin çıkarlarının çatısması söz konusu olduğunda, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını çok fazla gözetmeden hareket edeceği değerlendirilmektedir. Ancak çıkarların çatısması durumunda olayların gelisim seyrini proaktif(öngörülü) yaklasımların belirleyeceği ve hazırlıklı olanın büyük fayda sağlayacağı akıldan çıkarılmamalıdır. 


KAYNAKÇA 

1) Barnet Thomas P.M., Pentagon’nun Yeni Haritası, 1001 Kitap Yayınları, İstanbul, 2005. 
2) National Intelligence Council, Mapping The Global Future, Government Printing Office, Washington, 2004. 
3) Davutoğlu Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınevi, İstanbul, 2001. 
4) Toluner Sevin, Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Yayınları, İstanbul, 2000. 
5) Erkmen Serhat, ”11 Eylül 2001: Terörizmin Yeni Miladı”, Stratejik Analiz, Asam Yay., Ankara, Ekim 2001. 
6) “Yeni Güvenlik Sorunlarına İliskin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, Dstanbul. 
7) The National Security Strategy of the United States Of America, September 2002, s. 5. 

DİPNOTLAR;

1 Prof. Dr. Jack KANGAS, “Yeni Güvenlik Sorunlarına İliskin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul. 
2 The National Security Strategy of the United States of America, September 2002, s. 5. 
3 Serhat Erkmen,”11 Eylül 2001: Terörizmin Yeni Miladı”, Stratejik Analiz, ASAM Yay.,Ankara, Ekim 2001, cilt 2, sayı 8, s.13-16. 
4 Prof. Dr. Sevin TOLUNER, “Yeni Güvenlik Sorunlarına ilişkin ABD Bakı ve Politikaları” sempozyumu, 13 Mart 2003, Harp Akademileri Komutanlığı, İstanbul. 
5 The National Strategy of the United States of America, September 2002.S.15 
6 Sevin TOLUNER, Milletler arası Hukuk Dersleri, 1989, S.1-5, 8-10. 
7 Sevin TOLUNER, “AET’nin Gümrük Sınırları ve Ege Sorunu”, Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, 2000, S.1, 25-26. Milletler arası Hukuk Dersleri 1989, S.98-109. 



***

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 3




   Koalisyon üyeleri Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. 

Bunun yerine Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuslandırmaya karar verdiler. 
Silopi’ye yerlesen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den baslayarak beş yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her üç ayda bir uzatılan bu güce “Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Kesif Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değistirildi; görev süresi de altı ayda bir uzatılmaya baslandı. ABD, Dngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait Awacs, A-10, F-4, F-16, F-111, F-15E, F-16CJ, Mirage ve Jaguar tipi uçaklar değisik zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, ABD’nin Irak’a yönelik “Çöl Tilkisi” operasyonuna tepki olarak güçten çekildi. Bundan sonra Kesif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a müdahale ettiği 
2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü olusturan hava unsurlarının %80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak yapılan bir operasyonun dısında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı gidermek amacını güdüyordu. Güce bağlı Amerikan ve İngiliz uçakları sık sık Irak radarlarına kilitleniyor ve bunları imha ediyorlardı. 

Çekiç Güç/Kesif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın otoritesini 
Kuzey Irak’tan dıslama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, bölgedeki otorite 
bosluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin olusumuna zemin hazırlanacaktı. Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin olusturulmasından hemen sonra, ABD ve Dngiltere’nin girisimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongrenin, Aralık 1991’de Sam’da yaptığı ilk toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası baslatıldı. Kampanya boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere aralarında KDP ve KYB’nin de bulunduğu yedi parti katıldı. %7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 105 milletvekili belirlendi. KDP ile KYB’nin ayrı ayrı %40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin29 ise ülke barajını asamadıkları açıklandı. Buna karsılık, Batı’nın baskısıyla Hristiyan Süryani Partisine, 105 üyeli mecliste beş sandalye ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, KDP ile KYB arasında esit olarak —50–50— paylaştırıldı.30 

Parlamentonun açılmasından sonra da, KDP ve KYB’nin altısar bakanla temsil 
edildikleri bir hükümet olusturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” fiilen kurulmuş oldu. 

Bu gelişmeler karsısında, Türk hükümetinin girisimiyle Ankara’da bir araya 
gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta kurulan 
hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına izin 
vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç devletin de bu 
konudaki samimiyetlerinden kusku duyulmasını gerektiren nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komsularının iç istikrarını bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamıslardı. Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askerî eğitim kampları kurmasına göz yummus, örgüt ele baslarına da barınma olanağı sağlamıstı. Hatta, Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine gireceğini umduğu bir Siî devletinin kurulması olasılığına hiç de soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği çok tartısmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite bosluğuna yol açan sürecin baslamasında etkin biçimde rol alan; simdi de topraklarında konuslanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet eden Türkiye, ortaya çıkan otorite bosluğunun doğal sonucu olan de facto Kürt Devletinin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim, Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 

Ankara’nın kendi ulusal çıkarlarıyla bağdasmayan gelismeler karsısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddî bir tavır sergilememesi, hatta sürece katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. “Huzur 
Operasyonu”nun baslangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle doğrudan iliski kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girisimlerini de sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda 1992’den baslayarak köklü bir değisiklik olduğunu görüyoruz. Bu değisiklikte, Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda faaliyetleri etkili olmustur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini asmasını sağlayan asıl etken, aynı seyi Türkiye Cumhurbaskanı Turgut Özal’ın yapmış olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında KYB lideri Celal Talabani ile görüsmüstür. Kendi Cumhurbaskanı bile Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan muhatap aldıktan sonra Türkiye’nin aynı seyi Amerikan yönetiminin yapmasına karsı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 

Kuzey Irak seçimlerinden bir ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin de bulunduğu sekiz kisilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüşmelerde bulunmak üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de ABD Dı 
isleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. İzleyen yıllarda, Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüsmeler sık sık yinelendi. Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye Cumhuriyetinin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 

Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, yine 
Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallasma olanağı buldu. 10 yılı askın süreyle Türkiye toprakları, “insanî yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulastırılan ve nitelikleri çok tartısmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana güzergah olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyinin 1995’de aldığı 986 sayılı karar çerçevesinde Irak’ın petrol satısından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki Kürt gruplara ayrılması sart kosulan %15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürlestirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddî yardım, Türkiye toprakları kullanılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulastırıldı. 

Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç Güç/Kesif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan–İngiliz uçaklarının bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdaşmayacak biçimde bazı yardımlarda bulunduklarına iliskin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.31 

Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nın 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 1984’te Irak ile yaptığı anlasmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askerî operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nın üslenip örgütlenmesi için uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

Türkiye’nin tüm “hata”larına karsın, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin 
yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kurulması, kurulsa da kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. 
Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük olusturmaları olanaksızdır. Asiret temeline dayanan toplumsal iliskiler, her zaman kaypak ve güvenilmezdir. Bu iliskiler üzerine siyasî bir kurumlasma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, baska hiçbir etnik gruba, kendi siyasî yapılarını olusturabilmeleri için son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemistir. Buna karsın Kürtler, aralarındaki anlasmazlıkları asarak kendi ayakları üzerinde durmayı basaramamıslardır. 1992’deki parlamento seçimlerinin üzerinden iki yıl bile geçmeden, KDP ile KYB yanlıları arasında çatısma çıkmıştır. 

1994 Haziran’ında, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi 
ve —her nedense— uzlasmalarını sağlamaya çalıstı. Ancak Silopi görüşmelerin den sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı pesmergeler, KDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. 

Bundan sonra çatısmalar daha da siddetlendi. Bu kosullarda parlamento ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi. ABD’nin devreye girmesiyle yeni bir görüsme trafiği baslatıldı. 1995 Temmuzu’nda Lizbon’da, aynı yılın Eylülünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlasmaya varamadılar. Ekim ayında bu kez İran’ın girisimiyle Tahran’da masaya oturan KDP ve KYB yine anlasamadı.32 

1996 Temmuz ayında hiç beklenmedik bir olay yasandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki KYB denetimine son verdiler. 

Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet Muhafızlarının 
Erbil’e kadar gelip, KYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru isaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim sağlayan KDP pesmergeleri, kısa bir süre sonra KYB’nin yönetim merkezi olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. KYB yanlısı Kürtler kitle halinde Dran sınırına doğru kaçmaya baslayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 1996’da taraflar arasında ateskes antlasması imzalanmasını sağladı. Antlasma ile olayların baslangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece iki yıldan uzun süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatısmalar son buldu. 

Bu arada dünya bir baska olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karsıt Kürt 
grupları arasındaki çatısmanın yarattığı kargasa sırasında, çok sayıda özel eğitilmi Kürtün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlasıldı. Amerikalılar, desifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde kendilerinden yararlanıldığı anlasılan bu insanların daha sonra ABD tarafından hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama, izleyen yıllardaki çesitli Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın isgal edilmesi sırasında bu casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerek. 

Aralarındaki çatısmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin önayak 
olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa da sonuç alamadılar. Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile Talabani’yi 1998 Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlasma sağlanamadı. 2003 Mart ayında ABD müdahalesi gerçeklestiğinde, Kuzey Irak’ta iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil, KDP’nin; Süleymaniye ise, KYB’nin yönetim merkeziydi. Bu iki yapı bugün de varlıklarını korumaktadır.33 


D. Amerikan İşgali Sonrası “ Kürt Sorunu ” “ Kürdistan”In Resmen Tanınmasına Doğru 


   ABD’nin Kürt sorunuyla ilgili olarak Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını gözetmek 
gibi bir kaygı tasımadığı, 2003 yılının baslarında yasanan tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıstır. ABD, Türkiye’den kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında kendisine kara ve hava üsleriyle çesitli hava yolu, liman ve ulasım kolaylıkları sağlanmasını istemistir. Türkiye ise karsılığında su taleplerde bulunmustur: 

1) Türk ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı pesmergelere verilmesi öngörülen silâhların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silâhlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de Katar’dakine e ikinci bir harekat merkezi kurulmalı ve bunun da basına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlasma sağlanamamıstır. 

Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlasmazlık ekonomik konulardan çıkmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışmışlardır.34 

İşgal operasyonu basladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi 
konusunda uyarmıstır. Ama aynı ABD, Türkiye’den Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıstır. ABD’nin Irak’a müdahale etmesini önlemek için onunla siyasî çatısmayı göze alan kimi Avrupa devletleri ise, Türkiye’nin kendi ulusal güvenlik gereksinimlerini karsılamak amacıyla sınırda bazı önlemler almak istemesi karsısında, ABD ile tam bir görü birliği içinde hareket ederek Türkiye’yi engellemislerdir. Hatta bu devletler Türkiye’nin savunması için gerekli olan bazı askerî malzemenin Türkiye’ye gönderilmesini NATO mekanizması içinde bloke etmeye çalısmıslardır. Türkiye’nin “müttefikleri” olan ABD ve Avrupa devletlerince dıslanmasından yüreklenen KDP sözcüsü Haydar Zebari de, eğer Türk askeri Kuzey Irak’a girerse, bu askerlerle yerli halk arasında siddetli çatısmaların çıkacağı tehdidini savurmustur.35 

Bugün Kuzey Irak’ın siyasal ve yönetsel denetimi, KDP ve KYB’nin elindedir. 
Her iki grubun emrinde ABD tarafından silâhlandırılmı on binlerce peşmerge bulunmaktadır. 

Ayrıca bu gruplar, Amerikan isgal ordusunun doğrudan desteğine de 
sahiptirler. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri 
doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak savasım 
verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalıssalar da, aralarında geçmise dayanan derin bir düsmanlık bulunmaktadır. KDP’nin daha feodal ve gelenekçi, KYB’nin daha seküler bir anlayısa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak asiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek asılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, kosulların zorladığı ve Batılıların el birliğiyle tesvik ettiği aldatıcı i birliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalısılmaktadır. Her seye karsın, yüzeysel de olsa, devlet olmanın gerektirdiği kurumsal alt yapı yine Batılıların yardım ve desteğiyle büyük ölçüde tamamlanmış durumdadır. “Kürdistan” Devletinin resmen tanınması artık yalnızca bir zaman sorunudur. 

Bu adım atıldığında bölge, Dsrail Devletinin kurulmasının yol açtığından çok 
daha büyük bir çatısma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü Dsrail Devleti’nin karsısında esas itibarıyla yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devletinin karsısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatısma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuskusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. ABD’nin çekilmesi durumunda Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamı olan diğer bölgesel güçlerle iliskilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.36 

Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu 
aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

Sonuç 

ABD ve İsrail’in, önümüzdeki yılları kapsayacak bir süreçte Orta Doğu’nun 
siyasî haritasını değistirmek; bölge ülkelerini parçalayarak bu yolla Dsrail’in geleceğini ve güvenliğini sağlama almak gibi bir tasarıları olduğu artık ortaya çıkmıstır. Bu tasarının Türkiye Cumhuriyetinin topraklarını kapsamadığını düsünmek saflık olur. Kuzey Irak’ta kurulacak bir devlet, hiç kusku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını olusturacaktır. Gelecekte Orta Doğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Orta Doğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Orta Doğu’yu denetleyeceği de birer sır değildir. Nasıl ki, İsrail’in, Kuzey Irak’taki Kürtlere özel eğitim vermesi, Kürtleri “Yahudilere en yakın ırk” olarak tanımlaması ve GAP bölgesinden bol 
miktarda toprak satın alması birer rastlantı değilse, İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır.37 

Türkiye çok büyük bir tehlikeyle karsı karsıyadır. Ama bütün göstergeler 
Türkiye’nin yakın gelecekte kendisini bekleyen tehlikenin niteliğini ve boyutlarını 
algılayamadığını ortaya koymaktadır. Geçen 15 yılda Kuzey Irak’ta bir de facto 
devletin kurulup örgütlenmesine akıl almaz bir aymazlık içerisinde yardımcı olan 

Türkiye, aynı aymazlıkla, ana dilde eğitim, yerel yönetimler yasası gibi AB dayatması düzenlemeleri art arda yaparak, kurulan bu devletin, sınırlarını gelecekte Türkiye’nin belli bölgelerini içine alacak biçimde genişletmesinin de zeminini hazırlamaktadır. Lozan’da yalnızca gayrimüslim yurttaşlarımızla sınırlı olarak düzenlenen azınlık tanımının kapsamının, Müslüman yurttaşlarımızı da içine alacak biçimde genişletilmeye çalışılması ve sözde Ermeni soykırımının tanınmasına yönelik uluslararası çabalara Türkiye içinden bazı kesimlerce etkin destek verilmesi tam da bu döneme denk gelmektedir. Kuskusuz bunlar da birer rastlantı olarak nitelendirilemez. 

Son zamanlarda, Batı basınında yer alan hemen tüm yorumlar, AB’den üyelik 
beklentisi içindeki Türkiye’nin Kuzey Irak’taki gelismeler üzerindeki etkisinin her 
zamankinden zayıf olduğu yolundadır. Dolayısıyla Türkiye’nin ne Kerkük’teki 
gelismelere, ne de Kuzey Irak’ta ortaya çıkan bağımsız Kürt yapılanmasının resmiyet kazanmasına tepki gösterebilecek durumda olmadığı değerlendiril mektedir.38 

Nitekim, 30 Ocak 2005 tarihinde, Irak’ta isgal güçlerinin namlularının 
gölgesinde yapılan ve Sünnî Arapların boykot ettikleri; Türkmenlerin ise Türkiye’nin isteği ile kısmen ve kerhen katıldıkları sözde seçimlerde, oyların %25’ini alarak 275 sandalyeli Geçici Ulusal Meclis’te 77 sandalye elde eden Kürtler, Siî din adamı Sistani’nin desteklediği Birlesik Irak Dttifakından sonra en kalabalık grubu olusturmuslardır. Kürtlerle Siîler arasında aylarca süren koalisyon görüsmelerinde Kürtler, Siîlerin siyasal deneyimsizliklerinden de yararlanarak, isteklerinin çoğunu elde etmislerdir. Bunlar arasında Kerkük petrollerinden önemli pay almak ve “Kürdistan Savunma Gücü” adı altında 100 bin Pesmergeyi silâh altında tutmak da bulunmaktadır.39 

Kerkük ise, seçimlerden hemen önce gerçeklestirilen büyük çaplı bir göç operasyonuyla Kürt kentine dönüstürülmüstür. Olusan Kerkük Yürütme 
Konseyinde Kürtler çoğunluğu sağlamıslar ve daha ilk günden konseyin Kürt üyeleriyle Türkmen ve Arap üyeleri karsı karsıya gelmislerdir. Türkmen ve Arap üyelerin toplantıyı terketmesiyle sonuçlanan bu gelisme karsısında Türkiye, Batılı gözlemcilerin tahmin ve beklentilerini haklı çıkarır biçimde sessiz ve hareketsiz kalmıstır. 

Bu hareketsizliğin bir sonucu olarak bugün Irak’ta, devlet baskanlığını Celal Talabani’nin yaptığı, kağıt üzerinde birlesik, ama uygulamada ayrı ayrı kurumsallasmı iki devlet vardır. Fiilî durumun resmiyet kazanması için uygun zaman beklenmektedir. 

Yasanan gelismeler, Irak’ın kuzeyinde yaratılan bağımsız siyasal yapının 
“Kürdistan Devleti” olarak resmen tanınmasının yalnızca bir zaman sorunu olduğunu, Türkiye’nin ise ulusal çıkarları açısından son derecede sakıncalı olan bu süreci engellemek söyle dursun, her asamasında ona katkıda bulunduğunu ve bulunmaya devam ettiğini göstermektedir. 

Türkiye, son 60 yıldaki, özellikle de son 25 yıldaki stratejik tercihlerini köklü bir 
biçimde değistirmediği; AB üyeliği, Batı ile bütünlesme gibi gerçekçilikten uzak ve ulusal çıkarlarımıza aykırı tasarıları bir kenara bırakmadığı ve Atatürk’ün “tam bağımsızlık” ilkesine dayanan dış politika stratejisine geri dönmediği takdirde bundan 15 yıl sonra Mîsâk-ı Millî sınırlarımızdan ödün verme noktasına geldiğimizi hep birlikte göreceğiz. Bu öngörünün gerçekleşme olasılığı, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürdistan Devleti kurulacağına ilişkin 15 yıl önceki kaygıların, o tarihteki gerçekleşme olasılığından daha düşük değildir. 


KAYNAKÇA 

Yayınlanmamış Belgeler 

1) İngiliz Dış işleri Bakanlığı Belgeleri, Public Record Office, Kew, Londra, 
Dosya No. FO 371/5048, 5162, 5228, 5229, 5230, 5231. 

Kitaplar 

1) Arı, Tayyar, Irak, Dran ve A.B.D., Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., Dstanbul, Alfa Yayınları, 2004. 
2) Bulut, Faik, Dslamcı Örgütler, Dstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993. 
3) http://www.127.parsimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001,6002.html, 29.3.2005. 
4) Karpat, Kemal H., Ottoman Population 1830-1914; Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, 
    University of Wisconsin Press, 1985. 
5) Kaymaz, Dhsan Serif, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı 
    Tarihsel – Siyasal Bir Dnceleme, 1.B., Dstanbul, Otopsi Yayınları, 2003. 
6) Marr, Phebe, The Modern History of Iraq, Westview, Colorado, Westview  Press, 1985. 
7) Moss Helms, Christine, Iraq:Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964. 
8) Owen, Roger, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the Twentieth Century, 1.B., Londra, Tauris, 1998. 
9) Sluglett, Marion Farouk, Peter Sluglett, Iraq Since 1958: From Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, Tauris, 1987. 


Makaleler (Kitap, Dergi, Gazete, Internet) 

1) Berzenci, Sa’di, “Irak Kürdistanında Mevcut Durum Hakkında Görüs,” 
Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (Dlkbahar 1996), s. 193-216. 
2) British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani, 
Iraqi Islamic Party, Muktada Sadr, Muslim Schoolar’s Association, SCIRI (Supreme 
Council for the Islamic Revolution ın Iraq), http://news.bbc.co.uk. 
3) Brook, Kevin Alan, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
http://www.washingtoninstitute.org/media. 
4) Caldwell, Alison, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” 
ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm. 
5) Canbolat, Recep, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya 
Basladı,” http://www.haberx.com. 
6) Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” 
http://www.cia.gov/cia/publications/ factbook. 
7) Çelik, Halil, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 
17.8.2004, http://www.zaman.com.tr. 
8) Doğan, Yalçın, Milliyet, 3.2.1993. 
9) Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study:Iraq,” 
http://lcweb2.loc.gov/ frd/cs/iqtoc.html. 
10) Glass, Charles, “Welcome to Kurdistan (While It Lasts),” The Independent, 
23.11.2004, http://news.independent.co.uk. 
11) Knights, Michael, “Kurds Aim to Secure Continued Regional Control,” 
Focus, http://www.washingtoninstitute.org/media. 
12) Lawless, R. I., “Iraq: Changing Population Patterns,” Population in the 
Middle East and North Africa, J.J. Clarke, W.B. Fisher, Londra, University of London 
Press, 1972, s. 97-129. 
13) Marr, Phobe, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the 
Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995. 
14) Özcan, Mesut, “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen 
Toplumlar, Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, 
Bağlam Yayınları, 2004, s. 157-180. 
15) Özdağ, Ümit, “Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3, S. 1 (Dlkbahar 
1996), s. 81-104. 
16) Öznur, Hakkı, “Dsrail–Kürt Dliskilerinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 
(15.7.2004), s. 32-44. 
17) Prince, James A., “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 
570 (January 1993). 
18) Rubin, Michael, “The Other Iraq,” Jarusalem Report, 31.12.2001, 
http://www.barzan.com. 
19) Sezal, S. Rana, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C. 6, S. 3 
(2000), s. 110-121. 
20) Turan, Sefer, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler–2,” Radikal, 19.4.2004, 
http://www.radikal.com.tr. 
21) Wilkinson, Tracy, “Turkey Looks South and Worries,” Los Angeles Times, 
20.10.2004, http://www.flash-bulletin.de/2004. 


DİPNOTLAR:

1 J. McCray, M. Sa’eed, “The Social Characteristics of the Population of Iraq,” Bulletin of the College of Arts, University of Baghdad, 1968, C.II., s. 69-124’den aktaran R. I. Lawless, “Iraq: Changing Population Patterns,” Population of the Middle East and North Africa: A Geographical Approach, Ed. by J. J. Clarke, W. 
B. Fisher, Londra, University of London Press, 1972, s. 97; M. S. Hassan, “Growth and Structure of Iraq’s Population, 1867-1947,” Bulletin of Oxford University, S. 20 (1958)’den aktaran idem. 
2 Kemal H. Karpat, Ottoman Population, 1830-1914, Demographic and Social Characteristics, Madison, Wisconsin, University of Wisconsin Press, 1985, s. 144-145, 152-153, 190. 
3 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
   http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
4 Phebe Marr, “Republic of Iraq,” The Government and Politics of the Middle East and North Africa, Ed. by David E. Long, Bernard Reich, Boulder, Westview Press, 1995, s. 102-108. 
5 Centeral Intelligence Agency, “The World Factbook: Iraq,” http://www.cia.gov/cia/publications/factbook, 28.03.2005. 
6 İngiliz belgelerinden öğrendiğimize göre, Ankara hükümeti ayaklanmacılara yedi bin lira göndermis; ayrıca, Mustafa Kemal Pasa, Bağdat’taki Osmanlı Ulusal Güçler Komutanı Nasuhî Bey’e yazdığı 21 Mart 1921 tarihli mektupta, simdilik etkin yardım yapabilecek durumda olmadıklarını belirterek, gönderilen paranın bir bölümünün asiret seflerine dağıtılmasını, bir bölümü ile de silâh ve cephane alınarak çete savası yapılmasını istemisti. (FO 371/5048, E 5162/3/44: Wratislaw to Curzon, Beyrut, 4.5.1920/31.) Ayrıca, yeni kurulan El-Cezire Cephesi de, Üsteğmen Kadri Bey aracılığıyla Tel Afar’daki ayaklanmacılara silâh yardımında bulunmustu. (FO 371/5228, E 9849/2719/44; FO 371/5229 E 10440/2719/44; FO 371/5230 E 12339/2719/44; FO 371/5231 E 12966/2719/44.) 1920’den bu yana, Türkiye’nin konumunda meydana gelen değişiklik çok dikkat çekicidir. 
7 İhsan Şerif Kaymaz, Musul Sorunu: Petrol ve Kürt Sorunlarıyla Bağlantılı Tarihsel ve Siyasal Bir İnceleme, 1.B., İstanbul, Otopsi Yayınları, 2003, s. 149-154. 
8 Faik Bulut, İslâmcı Örgütler, İstanbul, Tümzamanlar Yayıncılık, 1993, s. 495-525. 
9 Phebe Marr, The Modern History of Iraq, Westview-Colorado, Westview Press, 1985, s. 228; Christina Moss Helms, Iraq: Eastern Flank of the Arab World, Washington D.C., Brooking Institution, 1964, s. 100; Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
10 S. Rana Sezal, “Irak’ta Devlet ve Siîler,” Avrasya Dosyası, C.VI., S. 3 (2000), s. 112-120; Mesut Özcan, 
   “Irak: Ortadoğu’nun Etnik ve Kültürel Minyatürü,” Değisen Toplumlar, Değismeyen Siyaset: Ortadoğu, 1.B., Yayına Hazırlayan Fulya Atacan, Dstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s. 172-173. 
11 Federal Research Division, Library of Congress, “A Country Study: Iraq,” 
    http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/iqtoc.html, 25.03.2005. 
12 idem. 
13 İdem. 
14 Tayyar Arı, Irak, Dran ve A.B.D.: Önleyici Savas, Petrol ve Hegemonya, 1.B., İstanbul, Alfa Yayınları, 2004, s. 524-525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq:  Muktada Sadr.” 
    http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
15 Arı, a.g.e., s. 525; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Supreme Council for the Islamic 
    Revolution in Iraq (SCIRI).” http://news.bbc.co.uk, 29.03.2005. 
16 Sefer Turan, “Irak’ta Direnis: Siîler ve Sünnîler-2”, Radikal, 19.4.2004, http://www.radikal.com.tr. 
17 Arı, a.g.e., s. 525-526; British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Ayatollah Sistani,” 
     http://news.bbc.co.uk. Halil Çelik, “Ayetullah Sistani Eliyle Mukteda el Sadr’a Tasfiye,” Zaman, 17.8.2004, 
     http://www.zaman.com.tr. 
18 Bulut, a.g.e., s. 516-536. 
19 Recep Canbolat, “Mukteda es-Sadr Irak Direnisinde Merkez Olmaya Basladı,” 
     http://www.haberx.com, 14.8.2004. 
20 Arı, a.g.e., s. 469-470. 
21 http://www.127.parsimony.net/forum 67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 
22 Marion Farouk Sluglett, Peter Sluglett, Iraq Since 1958, from Revolution to Dictatorship, 1.B., New York, 
    Tauris, 1987, s. 16. 
23 Sluglett, a.g.e., s. 34-35; Roger Owen, Sevket Pamuk, A History of Middle East Economies in the 
    Twentieth Century, 1.B., London, Tauris, 1998, s. 162. 
24 Marr, a.g.m., s. 105. 
25 British Broadcasting Corporation, “Who’s Who in Iraq: Sunni Groups: Iraqi Islamic Party, Muslim Schoolar’s Association.” 
    http://news.bbc.co.uk, 25.02.2005. 
26 Kaymaz, a.g.e., s. 29-30. 
27 Kaymaz, a.g.e., s. 101-106, 197-200, 313-321, 361-362. 
28 Congressional Quarterly Weekly Report, Vol. 49, No. 15 (April 13, 1991), s. 933; No. 16 (April 20, 1991), s. 1009-1011’den aktaran Arı, a.g.e., , s. 447-448. 
29 Bunlar, Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi, Kürdistan Sosyalist Partisi, Kürdistan Demokratik Halk Partisi, Kürdistan Komünist Partisi, Irak Kürdistan islâmî Hareketi ve Hristiyan Süryani Partisi idi. Türkmenler ve Araplar seçimlere katılmadılar. 
30 James A. Prince, “A Kurdish State in Iraq,” Current History, Vol. 92, No. 570 (Ocak, 1993), s. 17-22. 
31 Yalçın Doğan, Milliyet, 3.2.1993. 
32 Sa’di Berzenci, “Irak Kürdistanı’nda Mevcut Durum Hakkında Görüs,” Avrasya Dosyası, Cilt. 3., Sayı. 1 ( İlkbahar 1996 ), s. 193-216; Ümit Özdağ, “ Kuzey Irak ve PKK,” Avrasya Dosyası, C. 3., S. 1 (İlkbahar 1996), s. 81-104. 
33 Arı, a.g.e., s. 445-468. 
34 Arı, a.g.e., s. 508-509. 
35 Arı, a.g.e., s. 510-511. 
36 Nuri Talabani, Arapların artık Kürtleri de Dsrailliler gibi görmeye basladığını söylerken, aslında tüm bölge halklarının Kürtlere yönelik bakı açılarını yansıtıyor, Charles Glass, “Welcome to Kurdistan (While It 
 Lasts),” The Independent, 23.11.2004, http:// news.independent.co.uk. 
37 Michael Rubin, ”The Other Iraq,” Jerusalem Report, 31.12.2001, 
    http://www.barzan.com; Kevin AlanBrook, “The Genetic Bonds Between Kurds and Jews,” 
    http://www.washingtoninstitute.org/media; Hakkı Öznur, “İsrail Kürt ilişkisinin Tarihsel Arkaplanı,” 2023, S. 39 (15 Temmuz 2004), s. 32-44. 
38 Glass, a.g.m., The Independent; Alison Caldwell, (Report by) “Kurds Welcome Call for Independent State,” ABC PM, 22.11.2004, http://www.abc.net.au/pm; Tracy Wilkinson, “Turkey Looks South and 
Worries,” Los Angeles Times, 20.10.2004, 
http://www.flash-bulletin.de/2004; Michael Knights, “Kurds Aim to 
Secure Continued Regional Control,” Focus, http://www.washington institute.org/media. 
39 http://www.127.persimony.net/forum67746/messages/5991, 5999, 6001, 6002.htm, 29.3.2005. 



***

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2

ARAP – KÜRT KARŞITLIĞI TEMELİNDE IRAK’IN PARÇALANMASINA GİDEN YOL VE TÜRKİYE BÖLÜM 2



3. Irak’ın Geleceğinde Siîlerin Rolü 

Bugün, Irak’ın Siî nüfusu üzerinde etkin konumda bulunan üç isim vardır. 
Mukteda el Sadr, Abdülaziz el Hakim ve Ayetullah Sistani. Üçü de, Irak’ta Siî ağırlıklı İslâmî bir yönetim kurulmasını istemektedir. Bunun için Saddam’ın devrilmesini bir fırsat olarak görmektedirler. Aralarındaki rekabet, bu yapılanmada, Şiîleri temsilen kimin ön plana çıkacağı ile ilgilidir. Sadr, ABD ile çatısarak; Hakim ve Sistani ise, ABD ile uzlasarak amaçlarına ulasabileceklerini ummaktadırlar. Aslında, askerî gücü bulunmayan Sistani ile, Iraklı Siîlerin gözünde geçmisi pek parlak olmayan Hakim’in ABD ile uzlasmak dısında bir seçenekleri yoktur. Sadr, diğer ikisini i birlikçi olmakla suçlamaktadır. 

Baas yönetimi iş başındayken, Sadr Grubu gibi, bu yönetime karsı savasımlarını Irak içinde sürdürmeye çalısanlar ağır maddî ve manevî baskılara maruz kalırken, Hakim Grubunun basını çektiği IDDYK, İran’ın maddî ve siyasî desteği ile savasımını ülke dısından sürdürmüstü. Baas yönetimi devrilince, Iraklı Siîlerin iran’a ve Batı’ya dayanan grupları desteklemedikleri daha net olarak görüldü. Dolayısıyla, hem sahip olduğu askerî güçle, hem de Siîler nezdindeki geni 
desteği ile Mukteda el Sadr’ın adı ön plana çıktı. 

Mukteda el Sadr, Ayetullah Sistani’yi Merci-i Taklid olarak tanımamaktadır. 
Sadr’ın Merci-i Taklid olarak kabul ettiği Kâzım el Hayri, uzun yıllardır İran’da 
yasadığından Irak halkı üzerinde hiçbir otoritesi bulunmamaktadır. Etkisiz bir kisiyi Merci-i Taklid olarak tanımakla Mukteda el Sadr, aslında kendi isminin ağırlık kazanmasını sağlamayı amaçlamaktadır. 2003 Nisan ayında Sistani’nin evini kusatan Sadr yanlıları, onu ılımlı politikalarını değistirmeye zorladılarsa da basarılı olamadılar. 

Öte yandan Sistani’nin, 2004 Ağustos ayında Amerikan güçlerinin Necef’te bulunan Sadr’a yönelik olarak askerî operasyon baslatmalarından hemen önce, “sağlık nedenleri”ni gerekçe göstererek apar topar Londra’ya gitmesi, operasyondan önceden haberdar olduğu ve isgal güçleriyle anlastığı izlenimini yarattı. İsgal güçleriyle Sadr yanlıları arasındaki çatısmaların sonlandırılmasında oynadığı belirleyici rol, Sistani’nin merkezî konumunu güçlendirdi. Buna karsın yine de, Siîlerin Batı’ya karsı duydukları güçlü düsmanlık, onların bu duygularına tercüman olan Sadr’ın, Sistani karsısındaki ağırlığını artırmaktadır. 

Şiîlerdeki Batı düsmanlığı çok eskilere dayanmaktadır. Bir kere, Irak’ta Sünnî 
yönetimini kuran ve Siîleri çoğunluk oldukları hâlde azınlık konumunda yasamaya zorlayan İngiltere’ydi. Ayrıca, Birinci Körfez Savası sonrasında gerçeklesen Kürt ayaklanmasına ekonomik ve siyasal olarak büyük destek veren Batı, aynı desteği Kürtlerle e zamanlı olarak ayaklanan Siîlerden esirgedi. Oysa, Siîlere verilecek bir destek, Saddam Hüseyin rejiminin daha o zaman devrilmesini sağlayabilirdi. Siîler anladılar ki, Batı’nın ve ABD’nin gerçek amacı, Kürtleri kullanarak bölgeye müdahale etmektir. Saddam Hüseyin yönetimine yönelik suçlamaları, yalnızca bu politikanın bir aracıdır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1992 Ağustos ayında 32. paralelin güneyini, Irak Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar için uçusa yasak bölge (no fly zone) ilan etti. Necef, Kerbelâ, Nasıriye, Ammara ve Basra’yı içine alan bu bölgenin sınırını ABD 1996 yılında aldığı tek yanlı bir kararla 33. paralele yükseltti. Ama kısa sürede 
anlasıldı ki, Siîleri korumak görüntüsü altında yapılmak istenen aslında, benzeri bir kararla Kürtlere sağlanmı olan özel korumayı maskelemek ve Bağdat’taki merkezî yönetimin zayıflamasından yararlanan İran’ın bu bölgede etkinlik kurmasını engellemekti. Nitekim Bağdat yönetimi, kuzeydeki Kürt bölgelerinden kesin olarak dışlanırken, güneydeki uçusa yasak bölgede yeniden otorite kurmasına göz yumuldu.20 

İşgalden sonra Siîler, olusturulan dokuz kisilik Baskanlık Konseyinde be 
üyeyle temsil edildiler. Bu be kisi, Dava Partisinden Dsmail el Caferî, IDDYK’dan 
Abdülaziz el Hakim, Irak Ulusal Konseyinden Ahmed Çelebi, Irak Ulusal Antlasması Genel Sekreteri Dyad Allavi ve bir din adamı olan Muhammed Bahr el Ulum’du. Ama bunların hiçbirisinin Irak’taki Siî halk üzerinde etkinliği bulunmamaktadır. ABD’nin aslında Siî halkı temsil etmeyen kisilerle iş yapmayı yeğlemesinin nedeni, Irak’ın geleceği ile ilgili hesaplarının, Siîlerin beklentileriyle örtüsmemesidir. Siîler Irak’ın parçalanmasını istememektedirler; bunu istemeleri için de bir neden yoktur. Çünkü zaten sayısal çoğunluğa sahip olduklarından, adil bir yönetimde ağırlık ister istemez onlarda olacaktır. Ne var ki Şiî liderler, olası bir bölünmeyi engelleyecek siyasî iradeyi sergileyememektedirler. 

Siî liderlerinin temel açmazları, Irak için öngördükleri Siî eksenli Dslâmî devlet 
anlayısının, etnik ve dinsel bir mozaik görünümü tasıyan Irak’ta uygulanmasının 
kaçınılmaz olarak ülkeyi bölünmeye götüreceği gerçeğinin ayrımına varamamalarıdır. 

Böylece bu liderler, demokrasi isterken kendilerinin de, en az suçladıkları ABD kadar içtenlikten uzak olduklarını ortaya koymakla kalmamakta, üstelik, nihaî amacı Irak’ı bölerek kuzeyde bağımsız bir Kürdistan Devleti yaratmak olan ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedirler. 

30 Ocak 2005 tarihinde yapılan tartısmalı seçimlerin sonunda, Sistani’nin 
desteklediği Birlesik Irak İttifakının %47 ile en yüksek oyu aldığı açıklandı. Birlesik Irak İttifakı ile Kürtler arasında sürdürülen koalisyon görüsmelerinde, Kürt tarafının ülkenin bölünmesi sürecinde birer kilometre tası olusturan birçok kritik isteğini kabul eden Siîler, siyasî deneyimlerinin yetersizliğini açıkça ortaya koydular. Koalisyon görüsmeleri sırasında Siîlerin öncelik verdiği konuların basında, yeni Irak anayasasında İslâmi devlet yapısının güvenceye alınması isteği yer almaktaydı. 

Bu yaklasımları, onların Irak’ı bekleyen gerçek tehlikenin ayrımında olmadıklarını göstermektedir.21 

B. Sünnîler 

Irak Krallığı, 1921’de İngilizler tarafından ülkenin orta ve kuzeybatı 
kesimlerinde yoğunlasan ve sayıları toplam nüfusun 1/5’inden daha az olan Sünnî Arapların ağırlıkta olduğu bir devlet olarak kuruldu. 1932’ye kadar İngiliz mandat’sı altında kalan Irak bu tarihte kâğıt üzerinde bağımsızlığını kazandı. Ama İngiliz denetimi 1950’lere dek sürdü. 1958 yılına dek Hasimî Hanedanınca yönetilen ülkede, bu tarihte gerçeklesen askerî darbeyle monarsiye son verilerek cumhuriyet ilan edildi. Mandat ve monarsi dönemlerinde Irak Parlamentosu, 36 Sünnî Arap, 28 Şiî Arap ve 16 Kürt temsilciden olusuyordu. Sünnî Araplar, 2003’deki Amerikan müdahalesine değin varlığını sürdüren Irak Cumhuriyetinde de ağırlıklarını korudular. Cumhuriyetin ilk 10 yılı, siyasî çalkantılar ve üst üste askerî darbelerle geçti. Sonunda, 1968 yılında Ahmed Hasan el Bekr liderliğindeki bir darbeyle Baas Partisi yönetime el koydu. 35 yıllık Baas iktidarının son 24 yılı Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü altında geçti. Irak 
halkının savaslar ve ambargolar altında ezildiği bu dönemde Saddam Hüseyin, güçlü asiret bağları, sağlam istihbarat örgütü ve muhalefeti parçalayıp etkisizlestiren katı yöntemleri sayesinde ayakta kalmayı basardı.22 

Sünnî Arapların yönetimdeki ağırlıkları, mandat ve monarsi dönemlerinde 
büyük toprak sahiplerine dayanıyordu. Kırsal alandan kentlere yönelik göç olgusu ve petrolün basat ekonomik getiri kaynağı olarak tarımın yerini alması, iktidarın toplumsal tabanının değismesine yol açtı. Irak’ın toplam petrol gelirleri 1944’te 6,44 milyon dolar iken; 1958’de 224 milyon dolara yükseldi. Buna bağlı olarak, kentlerde yerlesmi olan ve petrole dayalı endüstriyel üretimle ticareti ellerinde bulunduran kesimler giderek siyasî iktidarı da ele geçirmeye basladılar.23 1958 darbesi sosyo-ekonomik tabanda ortaya çıkan değisikliğin siyasal iktidara yansımasını ifade ediyordu. Darbeyle, kent orta sınıfına dayanan askerler, büyük toprak sahiplerinin iktidarına son veriyorlardı. 
Ardından geniş çaplı bir toprak reformu yapılarak, büyük toprak sahipleri bütünüyle etkisizlestirildi. İzleyen yıllarda petrol gelirlerindeki artısın hızlanarak sürmesi, orta sınıfın iktidarını pekistirdi. Özellikle 1973 yılında yasanan petrol bunalımı ve Irak’ın petrolü millilestirmesi, petrol gelirlerinde astronomik artısları beraberinde getirdi. 1968’de 488 milyon dolar olan petrol geliri, 1974’te 5,7 milyar dolara; 1980’de ise 26,5 milyar dolara ulastı. Baas yönetimi elinde biriken muazzam fonların kullanılmasında askerî harcamalara öncelik vermekle birlikte eğitim, sağlık, endüstri, tarım ve alt yapı alanlarında da büyük yatırımlar gerçeklestirdi. Özellikle eğitim alanında yapılan yatırımlarla Irak, Arap dünyasının en geni bilimsel elitine sahip ülkesi haline geldi.24 

Baas yönetimi, baslangıçtaki laik politika ve uygulamalarını süreç içinde terk 
etti. 1980 yılından sonra Irak’ta, Dslâm dininin siyasî bir motivasyon aracı olarak giderek artan ölçülerde kullanılmaya baslandığını görüyoruz. Bu politika değisikliği temelde dış nedenlerden kaynaklandı. ABD’nin “Yesil Kusak” politikasının 1970’lerden itibaren sonuçlarını vermeye baslaması; İsrail’in bölgedeki saldırganlığının giderek artması; hepsinden önemlisi, yanı basındaki iran’da güçlü bir Siî–İslâm devriminin gerçeklesmesi ve bunun İran dısına yayılma belirtileri göstermesi, Baas yöneticilerini karsı adımlar atmaya zorladı. İran’daki devrimin, Irak nüfusunun çoğunluğunu olusturan Siîleri etkisi altına alabileceğinden kaygılanan Saddam Hüseyin, Batı’nın desteğini arkasına alarak yılanın basını küçükken ezmek amacıyla bu ülkeye saldırdı. 

Basarılı olamadı, ama bu sava vesilesiyle Irak’ın Sünnî yönetimi ilk kez Siîleri 
kazanmak için samimî adımlar attı. Siîleri kazanmanın bedeli ise, laiklikten ödün 
vermekti. Baas yönetimi, savaş boyunca ödün üzerine ödün verdi; 1991’deki Körfez Savasının ardından gerçeklesen Siî ayaklanması sonrasında ise bu konuda en ileri adımı atarak Dslâmın devlet dini haline gelmesini sağladı. Aslında temel politikası, Sünnî Arap egemenliğine dayalı merkeziyetçi siyasî yapıyı Arap milliyetçiliği söylemi ile maskeleyerek sürdürmek olan Baas’ın dine yönelmesini de bu çerçevede algılamak gerekir. Yani Baas için din de, tıpkı milliyetçilik gibi, kurulu düzeni sürdürmenin bir aracıydı. 

İran–Irak Savaşı’nın Irak’a, biri olumsuz, diğeri olumlu iki önemli etkisi oldu. 
Olumsuz etkisi, savasın neden olduğu kayıplardı. Tüm insansal ve maddî kaynaklarını sava için seferber eden Irak çok büyük kayba uğradı. Çok sayıda insanın ölmesi bir yana, halkın refahını artırmak için kullanılabilecek kaynaklar, araçların amaçları belirlediği sekiz yıllık bir yıpratma savasında heba olup gitti. Buna karsılık, sava sayesinde, Sünnî ve Siî Araplar arasında, Irak ulusal kimliği ekseninde bir birlik ve bütünlük duygusu gelisti. Böylesi bir uluslasma süreci, Irak gibi bir ülkede normal kosullarda belki onlarca yıl uğrasılsa da gerçekleştirilemezdi. 

Saddam Hüseyin liderliğindeki Baas yönetimi, savaş sırasında ağır borç yükü 
altına giren Irak’ı bu yükten kurtarmanın kolay ve çabuk yolunun, Kuveyt’i isgal ederek bu ülkenin kaynaklarına el koymak olduğunu düsündü. Baas yönetiminin bu denli büyük bir hesap hatası yapmasının arkasında yatan etkenler ne olursa olsun, bu adım Irak halkı için tam bir yıkıma dönüstü. Daha İran–Irak Savasının yaraları sarılmadan yasanan Körfez Savası ve hemen ardından gelen 12 yıllık ambargo, ülkede ve toplumda giderilmesi olanaksız yaralar açtı. Irak halkının yıllarca maruz kaldığı ve hâlen yasamakta olduğu zulüm ve iskencelerin sorumluluğunun nereye kadar Saddam’a yüklenebileceği, ABD’nin pesine takılan, uluslar arası sistemin “uygar” sayılan ülke ve kurumlarının sorumluluktaki paylarının ne olduğu çok tartısılmıstır ve her hâlde daha uzun yıllar da tartısılacaktır. Ama bu tartısmaların yitik Iraklı kusaklara hiçbir katkısı olmayacaktır. 

Amerikan isgali sonrasında Irak’ta iktidarını yitiren Sünnî Araplar olmustur. 
İsgale karsı en sert direnisin Sünnî Arapların yasadığı bölgelerde gerçeklesmesi 
bundan ötürüdür. Direnisi sürdürenler, Baas Partisi’nin hâlen örgütlü oldukları 
anlasılan ve her hâlde bazı dı desteklere de sahip olan üyeleridir. Ayrıca, ABD’nin öncülüğündeki isgal güçlerine karsı yürütülen savasımda El Kaide ile bağlantılı olduğu ileri sürülen Ebu Musab Zerkavi’nin adı giderek ön plana çıkmaktadır. Amerikan güçleri, son bir yılda Zerkavi’yi yakalamak bahanesiyle basta Felluce olmak üzere pek çok Sünnî kent ve kasabasına operasyonlar düzenlediler. Operasyonlara hedef olan yerlesim birimleri yerle bir olurken, binlerce sivil yasamını yitirdi. Her biri ayrı bir katliama dönüsen bu operasyonlar da Zerkavi ele geçirilemedi. 

Artık yasa dısı bir yer altı örgütü olan Baas dısında, Sünnî Arapları temsil 
eden iki örgüt göze çarpmaktadır. Bunlardan biri, tüm Orta Doğu’da subeleri bulunan Müslüman Kardesler adlı ılımlı Sünnî Dslâm örgütünün Irak kolu olan Irak İslâm Partisidir. Muhsin Abdülhamid liderliğindeki parti, geçici yönetim konseyine üye vererek, iş birlikçi bir tutum sergilemistir. Irak’lı Sünnîleri temsil eden ikinci örgüt, Bağdat Üniversitesi eski İslâm hukuku profesörlerinden Halit Süleyman el Dâri’nin liderliğindeki Müslüman Ulema Cemiyetidir. Bu örgüt, geçici yönetimle i birliği yapmayı reddederek isgale ve iş birlikçilerine karsı tavır almıstır.25 

Sünnî Araplar, 30 Ocak 2005’deki seçimleri boykot etmislerdir. Boykota katılım, %80’ler düzeyinde gerçeklesmistir. 
Bunun sonucunda Sünnî Arapların çok sınırlı biçimde temsil edildikleri bir meclis ortaya çıkmıstır. Ülkenin yeni anayasasını yapmakla görevli olan bu meclisin ve buradan çıkacak hükümetin işlevselliği kuskusuz çok tartısmalı olacaktır. 

C. Araplarla İlgili Saptamaların Isığında, Irak’ın Geleceği ile ilgili Öngörüler Ve Türkiye’yi Bekleyen Olası Tehlikeler 

Irak’ın üniter yapısının korunması, Sünnî ve Siî Arapların isbirliği yapmalarını 
gerektirmektedir. Saddam Hüseyin döneminde, her iki unsuru birbirine yaklastırmaya dönük ciddî adımlar atılmıstı. Eğer bir Sünnî–Siî ayrılığı yasanmazsa, ülkenin kuzeyinde bir Kürdistan Devleti’nin kurulmasına, kurulsa da yasamasına olanak yoktur. Nihaî hedefi, adı geçen devletin kurulmasını sağlamak olan ABD de bu gerçeği bildiği için, Sünnî– Şiî çatısmasını elinden geldiğince kıskırtmaya çalısmaktadır. Irak içinde ve dısında İslâm tapınaklarına yönelik olarak son zamanlarda sayısı artan saldırıların bu amaçla gerçeklestirilmi olmaları olasılığı çok yüksektir. Her iki taraf da su ana dek kıskırtmalara kapılmamıslardır. Bundan sonra da provokasyonlara karsı uyanık olmayı sürdürürlerse, ABD’nin Kürdistan hesabı zorlasır. Bu bağlamda Türkiye de, Irak’ta ortaya çıkabilecek bir Sünnî–Siî çatısmasının kendisine büyük zarar 
vereceği gerçeğinden hareketle, bu tür bir olasılığı engellemek için elinden geleni yapmalıdır. 

Ancak asıl güçlük, Sünnî ve Siî Arapların, kurulacak yeni devletin yapısı 
üzerinde anlasmaya varmaları noktasında karsımıza çıkmaktadır. Sünnî Araplar, yeni devletin eskisi gibi kendi egemenlikleri altında olamayacağını görmelidirler. Siî Araplar ise, Siî eksenli bir İslâm devletinin, Irak’ın üniter yapısını koruması açısından hiç uygun bir seçenek olmadığını anlamalıdırlar. Su an için her iki tarafın da, fakat özellikle Siîlerin, üniter bir Irak’ın varlığını sürdürmesi konusunda, kendilerine düsen özveriyi sergilemekte istekli olduklarını saptayamıyoruz. Bu anlasmazlık, Türkiye için çok ciddî tehlikeler yaratabilecek bir nitelik tasımaktadır. Çünkü eğer Irak’ın bütününü kapsayan bir yönetim kurulamazsa, o zaman, ABD’nin isteği ve beklentisi doğrultusunda, Siî Arap, Sünnî Arap ve Kürt bölgelerinde üç ayrı “yönetim” kurulacaktır. 

Yukarıda belirtildiği gibi, İran–Irak Savası, İranlı ve Iraklı Siîler arasındaki 
bağın hiç de sanıldığı gibi güçlü olmadığını ortaya koymustur. ABD de bu gerçeğin ayrımındadır. Dolayısıyla ABD’nin, İran’ın etkisine gireceği endisesiyle Irak’ın güneyinde bir Siî Arap devletinin kurulmasından çekindiği ve bundan kaçınacağı yolundaki tahmin ve yorumlar gerçekçi değildir. Hem ABD’nin, hem de onun bölgedeki en değerli müttefiki olan İsrail’in Orta Doğu’ya yönelik çıkarları Irak’ın bölünmesini gerektirmektedir. 

Türkiye, Siî ve Sünnî Arapları, ortak bir devletin çatısı altında birlikte 
yasayabilmeleri için yapmaları gereken özveriler konusunda uyarmaya çalısmalıdır. 
Ama Türkiye’nin bu konuda yapabileceği etkinin çok sınırlı olacağını da kabul etmek gerekir. ABD’yle çok güçlü bağları olan Türkiye’nin yapacağı tavsiyelerin, ABD karsıtlığının en ileri düzeyde yasandığı Irak’ta ciddîye alınacağını ve önemseneceğini sanmak hayal olur. 

Sonuçta, bugünkü Irak gerçeğine salt Araplarla bağlantılı bir açıdan baktığımız da, Irak’ı parçalanmaya götürecek iç ve dış dinamiklerin çok güçlü olduğunu, bunu engelleyebilecek dinamiklerin ise yeterince güçlü olmadığını görüyoruz. 
Bu durumda Türkiye kendisini en kötü olasılığa hazırlamalıdır. Çünkü görüldüğü kadarıyla en kötü olasılık, gerçeklesme sansı en yüksek olan olasılıktır. 

III. Kürtler 

Osmanlı Dmparatorluğu döneminde Musul Vilayeti olarak bilinen; bugünse 
Kuzey Irak denilen bölgenin kuzey ve doğusundaki dağlık kesimlerde yoğun olarak yasayan Kürtler, Irak nüfusunun yaklasık 1/5’ini olusturmaktadırlar. Bölgedeki varlıkları oldukça eskilere dayanan Kürtlerin kökenleri tartısmalıdır. Onların, Turanî, İranî ya da Samî kökünden geldiklerine iliskin savlar vardır. Farsça’nın uzak lehçeleri olduğu söylenen çesitli dilleri konusurlar. Tüm Kürtlerin birbirleriyle iletisim kurmalarına olanak veren ortak bir dil yoktur. En yoğun kullanılan diyalekt Kirmançi ağzıdır.26 

A. “Kürt Sorunu” 

İçinde yasadıkları sert doğa kosulları Kürtleri, asiret denilen küçük ve kapalı 
toplumsal birimler hâlinde örgütlenmeye zorlamıstır. Asireti olusturan bireyler güçlü bağlarla birbirlerine bağlanmıslardır. Mensubiyet algılaması bakımından bireysel ve toplumsal düzeyde belirleyici olan asiret kimliğidir. Bu toplumsal yapılanma, Kürtlerin, Orta Doğu’nun üç ana kültürel–etnik grubunu olusturan Türkler, Araplar ve Dranlılarla ortak bir kimlik algılaması içinde bütünlesmelerini önlediği gibi, kendi aralarında ortak bir ulusal kimlik gelistirmelerini de engellemistir. Böylece Kürtler, asiret yapılarını tehdit eden her türlü siyasal kurumlasmaya ve merkezî otoriteye direnen bölgesel ve kalıcı bir istikrarsızlık unsuru haline gelmislerdir. “Kürt Sorunu” olarak adlandırılan bu durum, 
bölge için ciddî bir tehdit kaynağıdır. Çünkü hem bölgesel iliskilerin sağlıklı gelisimini engellemektedir, hem de bölge dısı büyük güçler açısından sürekli bir müdahale gerekçesi yaratmaktadır. Nitekim, üzerinde yasadığımız coğrafyanın son 100 yıllık tarihi incelendiğinde “Kürt Sorunu” ile bağlantılı müdahalelerin hemen hiç eksik olmadığı görülür. 

Batı’da, Kürtlerin Orta Doğu’nun bölgesel güçlerine, özellikle de Türklere karsı 
bir silâh olarak kullanılması kararı, Birinci Dünya Savasından hemen sonra verilmistir. 

Bilindiği gibi daha önce bu amaçla kullanılanlar Ermenilerdi. Ama savastan sonra, tehcir nedeniyle Doğu Anadolu’da Ermeni kalmadığı, Kafkasya’daki Ermenistan Devleti de Sovyet etkinlik alanına girdiği için Ermenileri bir araç olarak kullanma sansını yitiren Batılı emperyalist güçler, onların yerini alacak en uygun aracın Kürtler olduğunu değerlendirerek, politikalarını buna göre yeniden belirlemislerdir. 

Bu politikanın sonucu olarak, Birinci Dünya Savasından sonra sürekli kıskırtılan Kürtler Türkiye, İran ve Irak’ta bu ülkelerin yönetimlerine karsı birçok kez ayaklanmıslardır. 

B. Irak Devleti Ve Kürtler 

1919-1924 yılları arasında İngiliz yönetiminin en büyük sıkıntı kaynağı olan Berzenci Asireti’nin sefi Seyh Mahmut Berzenci’nin tasfiye edilmesinden sonra, 27 1920’lerin sonunda Irak’ta, Barzan Asireti ön plana çıkmaya basladı. O dönemde asiretin basında Molla Mustafa Barzani bulunuyordu. 

O da, tıpkı Seyh Mahmut gibi, merkezî yönetimle uzlasmaya yatkın değildi. İngilizler Irak adını verdikleri yapay devleti kurarlarken, kuzeybatıda Kürt çoğunluğunun yasadığı bölgede Irak’tan bağımsız bir siyasal yapı 
oluşturmayı ciddî olarak düsündüler. İngilizlerin hesabına göre, bu bağımsız siyasal yapı ileride Sevr Antlaşması ile Güney Doğu Anadolu’da kurulması öngörülen özerk Kürdistan ile birleserek bağımsız Kürdistan Devletini oluşturacaktı. Ama bu hesaplarından çesitli nedenlerle vazgeçmek zorunda kaldılar. 

    Birincisi, Anadolu’da Mustafa Kemal Pasa liderliğinde örgütlenen ve Sevr Antlasmasını bütünüyle reddeden Türk Ulusal Kurtuluş Hareketinin, böyle bir Kürt olusumuna kesinlikle izin vermeyeceği ortaya çıktı. 

    İkincisi, bu olusum, Türkler kadar İranlıların ve Arapların da tepkisini çekecekti; İngiltere tüm bölgesel güçleri karsısına alarak bölgedeki varlığını sürdüremezdi. 

    Üçüncüsü, Irak sınırları içindeki Kürtleri Bağdat’taki merkezi Sünnî Arap yönetimini denetim altında tutmalarını sağlayacak bir baskı aracı olarak kullanabileceklerini gördüler. 

    Dördüncüsü, Kürt bölgesinin Irak’tan ayrılması, ülkedeki Siî–Sünnî dengesini bütünüyle bozacak ve kendi kurdukları Sünnî Arap devletinin ayakta kalmasını olanaksızlastıracaktı. Mevcut durumda bile, Irak nüfusunun %60’ını olusturan Siîlerin nüfus içindeki ağırlıkları, Kürtler Irak’tan ayrılırsa %70’i geçecekti. 

    Beşincisi, onların sosyo–kültürel, sosyo–ekonomik yapılarını daha yakından inceledikleri zaman gördüler ve anladılar ki, Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları ya da onlar adına kurulacak bir devleti sürekli dış yardım ve destek olmadan ayakta tutmaları olanaklı değildir. 

Sonuçta, tüm olasılıkları dikkate alan İngilizler, Kürdistan yaratma hesabını en azından o an için bir yana bırakmanın uygun olacağını değerlendirdi. 

1932 yılında Irak’taki İngiliz mandat yönetimi kağıt üzerinde son buldu. Aynı 
yıl, Molla Mustafa Barzani’nin basını çektiği Kürt ayaklanması, Irak ordusu tarafından İngilizlerin de yardımıyla bastırıldı. Barzani evinde göz hapsine alındı. 

İkinci Dünya Savası sırasında ülkede İngiliz karsıtlığının artması ve Basbakan 
Rasid Ali’nin Almanya ile bağlantı kurması üzerine İngiliz güçleri Mayıs 1941’de Irak’ı ikinci kez isgal ettiler. Aynı yıl, Almanya Sovyetler Birliği’ne saldırınca İngiliz ve Sovyet güçleri güvenlik gerekçesiyle İran’ı da isgal ettiler. Bağdat ve Tahran’daki merkezî yönetimlerin etkilerini yitirmesinden yararlanan Kürtler, hem Irak’ta, hem de İran’da ayaklandılar. İran’daki Kürtler Mehabad Cumhuriyeti adıyla bir devlet kurduklarını ilân ettiler. Bu olusumun arkasında Moskova yönetiminin bulunduğu anlasıldı. İran Kürtleri ile iş birliği yapan Molla Mustafa Barzani, İran Kürdistan Demokratik Partisini kendisine örnek alarak, 1946’da Irak Kürdistan Demokratik Partisini (KDP) kurdu. İşgalin sona 
ermesinin ve Tahran’ın siyasî otoritesini yeniden sağlanmasının ardından, 1947’de düzenlenen bir askerî operasyonla Mehabad Cumhuriyetinin varlığına son verildi. İran’da bulunan Molla Mustafa Barzani, Sovyetler Birliğine kaçarak bu ülkeden sığınma hakkı istedi. 

14 Kasım 1958’de General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askerî 
darbeyle, Irak’ta monarsi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. General Kasım’ın Moskova yönetimi ile yakın iliskiler kurması, Sovyetler Birliğinde sürgün hayatı yasamakta olan Mustafa Barzani’ye Irak’a geri dönme olanağını verdi. Barzani, geri döndükten kısa bir süre sonra, 1961’de yeni bir ayaklanma baslattı. içte, siyasal çalkantılarla ve birbirini izleyen askerî darbelerle sarsılan Irak yönetimi, İran ve ABD’nin desteğini arkasına alan Barzani’nin ayaklanmasını bastırmayı basaramadı. 1968’de Baas Partisi’nin yönetime el koymasıyla ülkede siyasî istikrar sağlandı. Baas yönetimi, Kürtlere özerklik vererek, Barzani’yi devletle barıstırma yönünde bazı adımlar attı. Bu çerçevede, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten pesmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde Kürt Özerk Bölgesi kuruldu. Ama Barzani’nin çok fazla istekte bulunması; özellikle de Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etmesi, Baas yönetiminin uzlasma girisimlerini etkisiz bıraktı. Irak’ın petrollerini millîlestirmesi ve 1972 yılında Sovyetler Birliği ile bir Dostluk ve İş Birliği Antlasması imzalaması, Dran ve ABD’nin Barzani’ye verdikleri desteği artırmaları 
sonucunu doğurdu. Ayaklanmayı bastıramayacağını anlayan Baas yönetimi İran’la anlasmak zorunda kaldı. Dki ülke arasında 1975’de Cezayir’de yapılan antlasmayla Irak, Dran’ın Sattülarap su yolu ile ilgili tüm isteklerini kabul ediyor; karsılığında İran da Barzani’ye verdiği desteği çekiyordu. Bundan sonra Irak Ordusu, dış desteğini yitiren Kürt ayaklanmasını sert bir biçimde bastırdı. Önce İran’a oradan da ABD’ye kaçıp sığınan Molla Mustafa Barzani 1979 yılında bu ülkede öldü. 

Bu süreçte KDP içinde de ayrısma yasandı. Partiden kopan bir grup 1969’da 
ayrı bir örgütlenmeye gitti. 1975’de Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adını alan yeni partinin basına 1976’da Celal Talabani getirildi. KDP’nin Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle bosalan liderliğine de oğlu Mesut Barzani geçti. 

1979’da Saddam Hüseyin’in Cumhurbaskanı ve Devrim Komuta Konseyi 
Baskanı olarak Irak’ın yönetimini ele geçirmesinden ve aynı yıl Dran’da Ayetullah Humeyni yönetimindeki İslâm Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra iki ülke arasında sekiz yıl sürecek yıkıcı bir savaş başladı. 1980–1988 yılları arasında süren sava boyunca Irak’taki Kürtler, İran’ın desteğiyle yeniden ayaklanarak ülkenin kuzeyinde denetimi ele geçirdiler. Savastan sonra İran desteğini çekince Saddam Hüseyin’in intikam operasyonu basladı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silâh kullanılması, beş bin sivilin ölmesine yol açtı. Ağustos 1988’de baslatılan ve Enfal adı verilen geniş çaplı cezalandırma operasyonu sırasında ise, iddialara göre, binlerce köy yerle bir edildi ve on binlerce insanın öldürüldü. 

C. Batı Dünyası’nın “Kürt Sorunu”na Sahip Çıkması ve De Facto Kürdistan Devleti’nin Kurulması 

1990’da bu kez Kuveyt’e saldırıp bu ülkeyi isgal ve ilhak eden Irak Ordusu, 
1991’de ABD önderliğindeki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. Yenilgiye uğrayan Bağdat yönetiminin etkisinin zayıflamasını fırsat bilen ve Batılıların kendisine yardım edeceklerini uman Barzani ve Talabani bir kez daha ayaklandılar. Ama umdukları yardım gelmeyince, bir kez daha, Saddam yönetiminin merhametiyle baş başa kaldılar. Yeni bir katliama uğramak korkusuyla, iki milyonu askın Kürt, Türkiye ve İran sınırına doğru kaçmaya basladı. Bu sırada ve bundan sonra yasanan gelismeler, Kürt sorunu açısından tarihsel bir dönüm noktası olusturmaktadır. Daha önceki olaylar —Halepçe katliamı, Enfal operasyonu— dünya kamuoyunu fazlaca mesgul etmemisti. 

Ama 1991 Nisan ayından baslayarak Kürt sorunu, bölge dısı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak 
bir biçimde nitelik değistirdi. Ve ne yazık ki, Türkiye’nin ulusal çıkarlarına bütünüyle ters düsen bu nitelik değisiminde, Türkiye’nin yaptığı hatalar belirleyici oldu. 

BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateskes antlasmasına temel 
olusturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı güneyde ve kuzeyde ayaklanan Siîlerin ve Kürtlerin korunmasına iliskin bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaskanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 günü Amerikan Baskanı George Bush nezdinde yoğun girisimlerde bulunarak, BM Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını sağladı. Özal’ın bu girisiminin nedeni, Türkiye’nin, “insani gerekçelerle” sınırı açması üzerine 250 bini askın sığınmacının Türkiye’ye girmesiydi. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yasadığı bölümünde, —36. paralelin kuzeyi— bir güvenli bölge (safe haven) olusturulmasını; buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabwe’nin olumsuz; Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karsın 10 oyla kabul edildi. Hemen ardından karar uyarınca “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalısmaları baslatıldı. 

Irak’a yönelik askerî operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve Suriye’nin 
tepkisini çekmek istemeyen Baskan Bush, Saddam yönetiminin ayaklanan Siî ve Kürt gruplarına karsı siddet kullanması karsısında, Irak’ın iç islerine karısmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz kalmıstı. Hatta, Dngiltere Basbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli bölge olusturulması önerisini geri çevirmisti. Fakat, Turgut Özal’ın girisimiyle çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, Amerikan, İngiliz ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye sınırına yakın bir bölgede konuslandırılacaklarını açıkladı.28 Dlk anda üç ülkenin 16 bin askeri bölgeye konuslandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. Artık Irak’ın iç islerine uluslar arası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak olusturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin hataları bununla bitmedi. 


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***