17 Şubat 2016 Çarşamba

AVRUPA’DA GÖÇ İKİLEMİ: DEĞERLER VE ÇIKARLAR,



 AVRUPA’DA GÖÇ İKİLEMİ: DEĞERLER VE ÇIKARLAR,



AVRUPA’DA GÖÇ İKİLEMİ: DEĞERLER VE ÇIKARLAR
YAZAN; Fatma Yılmaz ELMAS


ORTADOĞUDAN AVRUPAYA BÜYÜK  GÖÇ...

Avrupa, krize dönüşen göç ve göçmen sorunsalıyla boğuşuyor. Krizin boyutunu anlatan rakamlar her gün güncelliğini yitirirken AB de değerlerini bir bir aşındırıyor.

Avrupa epeydir krize dönüşen göç ve göçmen sorunsalıyla boğuşuyor ve bugün Avrupa’da yaşanan göç krizini rakamlarla bile ifade etmek hiç kolay değil. Zira verilere her gün bir yenisi eklenirken en can yakanı ise artık her hafta yüzlerle ifade edilen Akdeniz’deki göçmen ölümlerine dair istatistikleri güncellemek oluyor. Bu da aslında AB göç yaklaşımı açısından literatürde sıkça dillendirilen retorik ile pratik arasındaki uçurumun her geçen gün daha da derinleştiği anlamına geliyor.

Ne insan haklarını önceleyen ‘Avrupalı değerler’ retoriği ne de ‘göçmen-odaklı’ küresel yaklaşım çabaları, göçmen ölümleri gerçeğini gizleyemiyor. Dolayısıyla Avrupa’nın iki farklı yüzü (janus face)* aynı anda sergileniyor. Bir yanda küçücük soğuk bedenler kıyıya vuruyor, Avrupalı bir kameraman Macaristan-Sırbistan sınırında sığınmacı bir çocuğa çelme takarak Avrupa’nın ‘öteki’ yüzünü gösteriyor ya da ‘Kale Avrupası’nın etrafına dikenli teller örülüyor.  Öte yanda bu insanlık dramına tepki gösterenler tarafından sığınma arayışındaki göçmenler “Hoş geldiniz” pankartlarıyla karşılanıyor. Avrupalı hükümetler ulusal çıkarları ile Avrupalı değerleri uzlaştırma konusunda ikileme düşmüş görünüyor. Avrupa’da siyasi bir krize dönüşen bu ikilemin bilançosunu ise ülkelerindeki savaş, şiddet ya da insan hakları ihlalleri sarmalı içinde kalmak ile ölümcül yolculuklara çıkmak arasında kalan göçmenler oluşturuyor.

‘ Göç krizi ’ne evrilen sürecin bilançosu

Ne dünya ne de Avrupa 2011 yılı öncesinde İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanacak en büyük mülteci krizi ile karşılaşacağını tahmin edebilirdi. Ancak özellikle ‘Arap Baharı’ adıyla başlayan süreç Avrupa’nın güneyinde bir kaosa evrilirken, hâlihazırda bir istikrar tutturamayan Afrika ve Orta Doğu ülkeleri de Batılı devletlerin yakın geçmişte ülkelerinde sebep oldukları enkazları fakirlik, şiddet ve çatışma ortamında toparlayamadı. Bu durum da 2014 yılında dünya genelinde toplamda 59,5 milyon zorla yerinden edilmiş kişinin varlığıyla sonuçlanmış durumda.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) verilerine göre, yalnızca 2014 yılında çatışmalar ya da zulüm nedeniyle yaklaşık 13,9 milyon kişi yerinden oldu. Yine 2014 yılında dünya genelinde 19,5 milyon mülteci ve 1,8 milyon sığınma arayışında olan kişi tespit edilmiş. 38,2 milyon insan ise kendi ülkeleri içinde yer değiştirmek zorunda bırakılmış. Göç krizinin maalesef değişmeyen mağdurları olan çocuklar, 2014 yılında mülteci nüfusunun yüzde 51’ini oluşturuyor. 

Avrupa özeline inildiğinde 2015 yılı sonunda Avrupa’ya ulaşan sığınmacıların 400 bine ulaşması bekleniyor. Avrupa’ya bu yıl şimdiye kadar Akdeniz ve Balkanlar üzerinden düzensiz olarak giren insan sayısı 340 bin civarında ve bu rakam AB nüfusunun aslında sadece 0,068’ine denk geliyor. Frontex’e göre, 2014 yılında sınır kontrol noktalarında tespit edilen ‘yasa dışı’ sınır geçişi 283 bini aşmıştı. Bu rakam, ‘Arap Baharı’nın başlarındaki 2011 yılına oranla 2 katına (141 bin), 2013 yılında tespit edilen (107 bin) ‘yasa dışı’ geçişlerin ise 2,5 katına denk geliyor.

İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch-HRW) raporuna göre, 2014 yılında 10 binin üzerinde çocuk yalnız başına İtalya’ya deniz yoluyla ulaşmış. Denizde hayatını kaybeden çocuk sayısında ise net bir rakam vermek oldukça zor. Zira Avrupa’ya ulaşmak için çıkılan umut yolculuğunda batan teknelerde hayatını ilk kaybedenler maalesef savunmasız çocuklar oluyor.

Uluslararası Göç Örgütü (IOM) verilerine göre, Avrupa’ya ulaşmaya çalışırken Akdeniz’de hayatını kaybeden göçmen sayısı Ağustos 2015 tarihi itibarıyla 2.300 olarak (dünya geneli 3.155) zikrediliyordu. Bu sayının 3 bini aştığını söylemek art arda gelen facia haberlerinden sonra fazla olmayacaktır. 2014 Ağustosu’nda bu rakam 1.779 ve yıl içinde Akdeniz sularında hayatını kaybedenlerin toplam sayısı ise 3.500 civarında idi. Ocak-Temmuz 2015 arasında Akdeniz’de kurtarılarak İtalya’ya getirilen refakatsiz çocuk sayısı ise 6.352. Tabii bu da ölümcül sonuçlarına ve çocuklarını yalnız bırakma riskine rağmen  aileleri göçe iten temel sebeplerin -görmezden gelinse de- aslında ne kadar vahim olduğunu anlatıyor.

Göç Akınlarının temel sebepleri

Avrupalıların çoğu için -hükümetler de dahil- göç/göçmen sorunu, bu kişiler Avrupa kıyılarına ulaştığında ya da ulaşamayıp kıyıya vurduklarında (!) başlıyor. Hâlbuki bugün göç akınlarının kaynağı olan ülkelerin adlarını saymak bile sorunun sadece kaçak botlara binmekle başlamadığını ortaya koymak adına yeterli görünüyor. UNHCR verilerine göre, 2015 yılının ilk beş ayında Akdeniz’in tehlikeli suları üzerinden Avrupa kıyılarına ulaşmak isteyen kişilerin yüzde 60’ını Suriye (yüzde 31), Eritre (yüzde 12), Afganistan (yüzde 11) ve Somali (yüzde 6) gibi ülkelerin ya savaş ve şiddet ortamından ya da baskıcı hükümet rejiminden kaçanlar oluşturuyor.

Suriye’deki kanlı çatışmaların en ağır bedelini siviller öderken insani yardımların Suriye’ye ulaşmasının önünde binbir zorluk bulunuyor. 2008 yılında dünyanın en fazla mülteciyi ağırlayan ikinci ülkesi konumundaki Suriye, bugün (2015) dünyanın en fazla mülteci üreten ülkesi. En az dört milyon Suriyeli 2011 yılından bu yana evlerini terk edip komşu ülkelere kaçmış durumda. 

Yeni bir istikrarsızlık dönemine giren Afganistan’da çatışmalardan kaynaklanan sivil ölümlerin 2014 yılında bir önceki yıla oranla yüzde 22 arttığı BM ve diğer uluslararası kaynaklarca dillendiriliyor. Afganistan’da sadece Mart 2015’te 20 binden fazla kişi yerinden edilmiş. Bu rakam Şubat 2015’te 11 bin civarındaydı. Ülke içinde yerinden edilmiş 850 bin kişi ise bu rakamlara dâhil değil.

Eritre’de 2014 yılında 357 binden fazla kişi ülke dışına göç etmiş ki bu da nüfusun yüzde 5’inden fazlası anlamına geliyor. Somali’de ise uzun süredir devam eden silahlı çatışmalar nedeniyle sivil kayıplar artarken insan hakları ihlalleri de ayyuka çıkmış durumda. 20 yılı aşan iç savaş Somalili çocuklara silahlı gruplara katılmaktan başka fazla bir seçenek bırakmıyor.

Öte yandan Akdeniz üzerinden AB kıyılarına ulaşanların geri kalanını Nijerya, Gambiya, Senegal ve Mali gibi küresel refah endeksinin tabanında yer alan ülkelerden kaçanlar oluşturmakla birlikte, bu kişilerin önemli bir kısmı yine insan hakları ihlalleri ya da zorla yerinden edilmeler gibi geçerli sebeplerle yola düşüyor. Zaten küresel eşitsizlikler var olduğu ve tüm insanlar aynı kaynaklara eşit düzeyde ulaşamadığı sürece, ne demokrasi dünyanın güneyine ‘ideal’ koşullarda inebilecek ne de göç kontrolleri, göç akınlarını önlemek için ‘ideal’ bir çözüm sunacak gibi görünüyor.

Göçün temel sebeplerine dikkati çeken bu gerçeklik, göç-kalkınma arasındaki bağı da kuvvetlendiren bir yaklaşımla kapsamlı ve bütüncül bir göç politikasının ne kadar elzem olduğunu gösteriyor.

AB Göç olgusuna nasıl Yaklaşıyor?

Aslında göç, ne dünya genelinde ne de Avrupa özelinde yeni bir baskı unsuru. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’ya göç, farklı dalgalar (işçi göçü, aile birleşimi, düzensiz/zoraki göç) hâlinde seyrettiği gibi, artan hacmi ve değişen karakteri nedeniyle farklı tartışmaların yanı sıra farklı yaklaşımları da beraberinde taşıdı. Bu bağlamda, Avrupa’ya yönelen farklı göç trendleri ve bu süreçteki göçmen kompozisyonundaki değişim, zaman içinde AB düzeyli bir göç politikasına ivme kazandırdı.

Bilindiği üzere, göç politikaları aslında devletlerin yetki devri ya da tam bir işbirliğine girme konusunda kıskanç/isteksiz davrandığı alanlardır. Zira klasik olarak herhangi bir devletin kendi topraklarında göçmen girişlerini düzenleme konusundaki yet(k)isi, egemenliğin temel unsurlarından biri kabul edilir. Hatta James Hampshire’ın ifadesiyle, bu gerçeklik bile tek başına göçe ilişkin uluslararası işbirliği konusunda devletlerin suskunluğunu açıklamaya yeterli bir argüman olabilir.

Ancak özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte Avrupa kıtası içinde ve etrafında uzun süre bastırılan etnik tansiyonun ve milliyetçi eğilimlerin yeniden baş göstermesi, Avrupa’yı tabiri caizse ‘yeni’ krizlere ‘yeni’ çözümler bulmaya itti. 1990’lı yılların başında Balkanlar’dan Batı Avrupa’ya yer değiştiren büyük kitlelerin durumu göz önüne alınarak, kapsamlı bir yaklaşım geliştirilmesi en makul seçenek olarak belirdi. Üye devletler, AB düzeyinde tüm göç biçimlerini kapsayan, hükümetler arası işbirliklerine dayanan orta ve uzun vadeli çözümler yoluyla göçün kökenlerine uzanan bir yaklaşımı daha rasyonel buldu. Bunda geleneksel göç kontrol politikasının eksiklikleri ve göçü engelleme konusundaki hedefleri karşılamakta başarısız olması da epey etkili oldu. Bu bağlamda AB ülkeleri, özellikle 1990’lı yılların başından bu yana, üçüncü ülkeleri de göç politikasının bir parçası olarak kabul eden ‘kapsamlı’ ve ‘dengeli’ bir dış göç politikası yönünde alternatif arayışlara girdi.

Tabii bu kapsamlı yaklaşım, hiçbir zaman dengeli bir yaklaşım ol(a)madı. Dengeli bir yaklaşım, yasal göçü teşvik eden önlemlerin, sığınmacıların korunmasının ve üçüncü ülke vatandaşlarının entegrasyonunun yanı sıra göçün temel sebeplerine de odaklanılması etrafında tasarlanmıştı. Bu da Avrupa göç ve sığınma politikasının münhasıran kısıtlayıcı önlemlere odaklanmaması, aynı zamanda Birliğe yönelik göçün pozitif yönlerine (ekonomik kalkınma ve kültürel zenginlik gibi) de ışık tutulması anlamına geliyordu. Fakat uygulamada daha farklı bir tablo ile karşılaşıldığı dünden bugüne açıkça ortada.

Öncelikle temel sebepler yaklaşımı ve göç-kalkınma ilişkisi, literatürde çokça eleştirildiği üzere, göçü kaynağında önlemeyi amaçlayan ‘kontrol-odaklı’ bir paradigma üzerinden yürütüldü. Somut önlemler, göçmenlerin Birliğe ulaşmalarını kısıtlamaya yönelik tasarlandı. AB’nin üçüncü ülkelerle göç konusundaki işbirliği; geri kabul antlaşmalarının sonuçlandırılması, sınır kontrollerinin artırılması, geri gönderme ve vize kısıtlamaları gibi koşullar altında yürütüldü. Aslında göç konulu dış yardımlara ilişkin mali kaynakların dağılımı, bu durumu tek başına özetlemeye yeter nitelikte. Örneğin; 2000-2006 bütçesinde kalkınma yardımları yüzde 15’lere varamazken, sınır yönetimine ayrılan bütçe kalemi neredeyse yüzde 35’leri buldu. Dolayısıyla AB düzeyine taşınan göç politikasının Avrupa’nın göç yaklaşımı açısından uygulamada yarattığı fark, geleneksel kontrol paradigmasının değişmesi değil; kontrolün Avrupa’dan üçüncü ülkelerin sorumluluğuna terfi etmesi(!) oldu.

AB’ye bu yaklaşımın sürdürülebilir olmadığını oldukça açık bir şekilde gösteren ise 2011 yılında patlak veren ‘Arap Baharı’ oldu. Zira Akdeniz’in güneyinde yaşananların tetiklediği kitlesel göç baskısının faturası, ‘kontrol politikasının kontrolden çıkması’ olarak AB’ye yansıdı. Bu bağlamda uluslararası göç, AB’nin siyasi gündeminde bir kez daha en üst sıraya yerleşirken üçüncü ülkelerle ilişkilerde daha tutarlı, sistematik ve stratejik bir göç politikası arayışı ve çağrıları başladı. En önemlisi ise AB, göçmen-odaklı yeni bir paradigmayı resmî söyleme dâhil ederek insan haklarını merkeze alan bir yaklaşım sergileyeceği konusunda hem uluslararası kamuoyunda umutları yeşertti hem de beklentileri yükseltmiş oldu.

‘Göçmen - Odaklı’ yaklaşım vaadi

Arap Baharı ’  ayaklanmalarının ilk üç ayında 20 binden fazla göçmen, İtalya’nın 4.500 nüfuslu Lampedusa adasına sığındı. İtalya’da hükümet, AB ülkelerinden ‘acil’ yardım çağrısında bulunurken beklentilerini karşılamayan AB’nin tek taraflı tavrı karşısında İtalyan hükümetinin sert sözlerle verdiği tepkiler, AB içinde siyasi bir krize dönüştü. Berlusconi-Sarkozy sürtüşmesi önce Schengen kurallarının delik deşik edilmesine neden oldu; ardından ulusal çıkarın ortaklaştığı noktada bu sürtüşme Berlusconi-Sarkozy uzlaşısına dönüşerek AB’ye “iç sınır kontrollerinin geçici olarak geri getirilmesi olasılığının gözden geçirilmesi” çağrısı yapıldı. Olaylar, Ekim 2013 tarihinde Sicilya valisi tarafından bölgede olağanüstü hâl ilan edilmesine kadar vardı.

Bu kriz, bir yandan güncel tartışmaların başlangıcına işaret ediyor, öte yandan göçün bir ‘güvenlik’ sorunu olarak ele alınması açısından da bir ‘sembol’ niteliği taşıyor. Hatta kimileri, Lampedusa krizini, göç politikaları ile güvenlik politikalarını aynı kefeye koyan anlayışın (11 Eylül ve Londra-Madrid terör saldırıları gibi) kırılma noktalarından biri olarak kabul ediyor. Nitekim o dönemde Avrupa Komisyonu’nun Adalet ve İçişlerinden Sorumlu üyesi Cecilia Malmström,  üye devletleri göçmenlere elini uzatmak ve korumak yerine, içe dönük ve güvenlik-odaklı davranışlar sergilemekle itham etmişti.

Üye devletler, göç baskısı karşısında ulusal refleksleriyle sorunu siyasi krize dönüştürürken Avrupa Komisyonu ise aslında temelleri 2005 yılında atılan ve göçe küresel açıdan yaklaşan paradigmanın yeni ve daha konsolide bir evresine geçme kararı aldı. Göç ve Hareketliliğe İlişkin Küresel Yaklaşım (GAMM), göç politikalarını Birliğin dış politikasına daha fazla entegre etmeye yönelik olarak ilan edildi. GAMM, retorikte ‘karşılıklı fayda’ ve tutarlılık içinde partner ülkelerle göç ve hareketliliği yönetebilmek için kapsamlı bir çerçeve kurma hedefini taşıyor. En önemli özelliği ise “Göç yönetimi, özü itibarıyla ‘akınlar’, ‘stoklar’ ve ‘güzergahlar’a ilişkin değil; insanlara ilişkindir” beyanıyla etkili ve sürdürülebilir politikaların göçmenlerin isteklerine ve sorunlarına cevap verecek düzeyde tasarlanacağı vaadi. Ancak göçmen-odaklı bu yeni paradigmayı resmî söyleme dâhil ettiği 2011 yılından bu yana AB’nin geleneksel kontrol paradigmasından çok da öteye gidemediği ortada.

Bu süre zarfında AB, Akdeniz sularında yaşanan göçmen facialarında büyük bir sorumluluğa sahip olduğu gerçeğini ve uluslararası koruma kuralları çerçevesinde değil, ulusal çıkarlar ekseninde hareket ettiği algısını tersine çeviremedi. Maalesef  ‘dar güvenlik-odaklı bir politika’ anlayışından kaynaklanan sorunlar, ‘göçmen-odaklı’ felsefeyi partner ülkelerle diyalog koşullarını belirleyen çerçevenin dışında bıraktı. Bunun yerine, AB ve özellikle Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkeleri arasındaki ilişkiye hâkim olan güç asimetrisi ve dengesizlikler, gerçek bir diyalog kurmaktan ziyade AB düzeyli eylemlerin, üye devletlerin ‘istenmeyen’ sığınmacı ve göçmen akınlarını önleme konusundaki endişelerine dayanarak yürütüldüğü algısını ön plana çıkardı.

Seçici, geçici ve koşullu

Bugün AB’nin pseudo göçmen-odaklı yaklaşımının merkezinde insani dramdan kaçan mülteciler olmadığı anlaşılmakla birlikte, yasal göç özelinde de ‘seçici’ bir politika güttüğü görülüyor. AB, üçüncü ülkelere ilişkin yasal göçü ‘hareketlilik ortaklıkları’nı merkeze alarak düzenlemeye çalışıyor. Hareketlilik ortaklıkları, düzenli göçe sınırlı şekilde, sadece spesifik sektörlerde ve genellikle zaman kısıtlamasına tabi olarak izin veren bir düzenleme. Üye devletler açısından bağlayıcı olmayan siyasi deklarasyonlar şeklinde gelişen hareketlilik ortaklıkları, Komisyona göre, amacına uygun biçimde güncel ihtiyaçlara göre uyarlanarak süratle oluşturulmasını sağlamak açısından bu yapıya büründürülmüş. Bu bağlamda üye devletler ikili diyaloglarla hareketlilik ortaklıklarının içeriğine karar veriyor.

İşçi göçü, hâlâ üye devletlerin yetki alanında ve üye devletlerin birçoğu, tahmin edileceği üzere, işçi göçüne daha fazla yasal kanal açmak konusunda isteksiz davranıyor. Üstelik süregiden ekonomik kriz, üye devletlerin yasal göçü kolaylaştırma yönündeki isteksizliğini artırdığı gibi göç kontrolüne ilişkin çabalarını da daha görünür kılmış durumda. Bu bağlamda hareketlilik ortaklıklarının özellikle son dönemde AB işgücü piyasasına ulaşmak isteyen potansiyel Kuzey Afrikalı işçiler için somut yeni kanallar sunmadığı tartışılıyor. AB ülkeleri, kalifiye eleman örneğinde olduğu gibi yalnızca oldukça sınırlandırılmış bir hareketlilikle ilgileniyor. Dolayısıyla Andrew Geddes’in ‘Arap Baharı’ ile gelen göç akınları konusundaki AB üyelerinin tepkileri ve anlayışı için “önce hareketsizlik” yakıştırmasına katılmamak elde değil.

AB, bu yaklaşımını değiştirebilir mi?

Bugün Avrupa, doğu ve batı olmak üzere ikiye bölünmüş durumda. Özellikle Komisyon Başkanı Juncker’in zorunlu kota önerisi başta Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olmak üzere Doğu Avrupa ülkeleri tarafından kabul görmüyor. Bu ülkeler bağlayıcı bir kota sistemi istemiyor, gönüllülük esasına göre bir sistemin kabulünü öneriyor.

Mayıs ayından bu yana şansını ikinci kez zorlayan Juncker’in (İtalya, Yunanistan ve Macaristan’da bulunan) 120 bin sığınmacının AB ülkeleri arasında paylaşılması konusundaki önerisi, 14 Ekim tarihli içişleri bakanlarının toplandığı Konseyde ancak siyasi bir uzlaşı ile sonuçlanabildi. Kotanın dağıtılması ve sürece ilişkin nihai detaylar, bu yazının kaleme alındığı dönemde, 8 Ekim tarihli yeni bir zirveye kaldı. Juncker, bağlayıcı kota sistemi konusunda şansını ilk kez Mayıs 2015’te denemişti. Akdeniz’deki göçmen ölümlerinin Nisan 2015 tarihinde zirveye ulaşması üzerine acil eylem planını açıklayan Komisyon, ilk uygulama paketinde 40 bin sığınmacının önümüzdeki iki yıl zarfında diğer AB ülkelerine yeniden yerleştirilmesini önermişti. Temmuzda karara bağlanan planın kota kısmı bağlayıcılıktan uzak kaldığı gibi, nüfusu 500 milyonu aşan AB, ancak 32 bin sığınmacıyı kabul etme gönüllülüğünü gösterebilmişti. Dolayısıyla AB palyatif önerilerle krize çözüm ararken bir de ulusal çıkarları ve tercihleri ‘asgari müşterek’in ötesindeki bir çıtada uzlaştırmakta zorlanıyor.

Macaristan, ülkesindeki sığınmacılara ilişkin insanlık dışı uygulamalara yönelen tepkileri görmezden gelerek krizin sorumlusunun Almanya olduğunu iddia ediyor. Macaristan Başbakanı Orban, “Ülkesine gelen sığınmacıların tamamının Almanya’ya ulaşmak için geldiklerini” söyleyecek kadar kolaycı bir çıkarımla İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük mülteci akınını basite indirgiyor. Sonunda beş yıl içinde 20 bin Suriyeli mülteciyi alabileceğini açıklayan Cameron’ı hâlâ kimse Akdeniz’i geçenlerin çoğunun sığınmacı olduğuna inandırabilmiş değil. Nitekim Cameron’ın vaadi, Akdeniz sularından Avrupa’ya ulaşan yüzbinlerce göçmen için değil Suriye sınırındaki kamplarda kalan mülteciler için geçerli görünüyor. Her yıl 500 binden fazla sığınmacıya kapı açma sinyalleri veren Almanya ise bu vaadin üzerinden daha bir hafta geçmeden Schengen sınırlarında kontrolü geri çağırarak kafa karışıklığına neden oluyor. Üstelik Almanya’nın sınır kontrollerine başlaması özellikle Doğu Avrupa açısından domino etkisi yaratmış durumda. Zira Avusturya, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’nın da sınırları güçlendirdiği haberleri geliyor.

Bunca farklı sesin arasında kontrol-odaklı politikalarda ‘dibe doğru bir yarış’ göze çarpıyor. Komisyon yetkilileri üye devletlere AB’nin üzerine kurulu olduğu değerleri hatırlatadursun, üye devletler sığınma başvurularının ve göç akınlarının durdurulması ya da kontrol altına alınması adına birbiri ardına farklı ulusal kontrol uygulamaları geliştiriyor.

Kitlesel göç kaygısı ya da ‘tehdidi’ gibi kriz dönemlerinde hükümetlerin bu alandaki aktivizmi, çoğunlukla kontrol politikaları ile eşdeğer tutulur. Ulusal hükümetler, bir taraftan sığınma başvurularının ya da göç akınlarının durdurulması yönünde seçmen baskısıyla yüzleşirlerken, öte yandan insani normlar çerçevesinde uzun erimli politikalarla hareket etmek arasında siyaseten riskli bir tercih yapmak zorunda kalır. İkinci yaklaşım, hem sosyo-ekonomik hem de siyasi açıdan ‘ucuz’ değildir ve en önemlisi getirisi uzun vadelidir. Dolayısıyla Batılı siyasilerin bir sonraki seçim için kısa vadede başarı sağlama öncelikleri, göçe kapsamlı ve dengeli bir yaklaşım doğrultusundaki çabalarının bir süreklilik olmaksızın sürdürülmesine yol açar. Bu, örneğin AB’nin doğu genişlemesi öncesinde de göç politikasının kontrole indirgenmesine yol açmıştır.

Kısacası, AB düzeyinde bir politika değişimine gitmek için Avrupalı hükümetlerin bazı siyasi riskleri göze alması gerekiyor. Güncel resme bakıldığında ise AB’nin göç politikasında köklü bir değişime gitmesi oldukça zor görünüyor.

Ama değişmeli…

Yenilikçi bir yaklaşım, sadece sürdürülebilir bir göç politikası için değil; bütünleşmenin geleceği ve Birliğin ‘küresel aktör olma’ iddiasının dayanak bulması için de gerekiyor. Sergio Carrera’nın dediği gibi, Kuzey Afrika ve Akdeniz’de yaşananlar, sadece Avrupa’nın göç politikasının yeterliliğini test etmekle kalmadı; aynı zamanda Avrupa entegrasyonunun siyasi unsurlarını ve AB özgürlük, güvenlik ve adalet alanının temel dayanaklarının meşruiyetini de sorgulatır hâle geldi.

Bu süreçte AB’nin yüzleşmek zorunda kaldığı en gerçek ve kritik soru, pek çokları gibi HRW Başkanı Kenneth Roth’un yönelttiği, “Avrupa’nın neyi temsil ettiği” ve “Hangi değerlerin Avrupa’ya kılavuzluk ettiği”… Üçüncü ülkelerle ilişkilerinde insan haklarının geliştirilmesini ‘koşul’ olarak dayatan Avrupa’nın Akdeniz kıyısına vuran her bir cansız beden, bugün Birliğin normatif gücüne bir darbe inmesi anlamına geliyor. Bu nedenle ısrarla göç yönetimi konusunun, AB’nin küresel aktörlük iddiasının da önemli bir unsurunu oluşturduğu üzerinde duruluyor. Bu bağlamda etkili, dengeli ve gerçek bir küresel göç yaklaşımını hayata geçirmek, üçüncü/partner ülkelerle gerçek ve kapsamlı bir diyaloğun kapılarını sonuna kadar açmakla mümkün görünüyor. Bu da siyaseten bir kararlılık gerektirdiği gibi, entegrasyonun geleceğini gündelik politikalara indirgemeyen vizyoner liderlerin varlığını bir kez daha elzem kılıyor.

Üstelik yaşlanan Avrupa’da daha fazla göç, PISM (No.9/72) tarafından vurgulandığı üzere, sadece ahlaki bir tercihten ziyade ekonomik bir gereklilik olarak hükmünü koruyor. Doğurganlık oranının düşmeye devam etmesi durumunda, AB ekonomisinin iş gücü açısından sürdürülebilirliğinin daha da tartışmalı hâle gelmesi bekleniyor. AB’nin yeni ekonomik dönüşüm stratejisini ve 2020 yılı hedeflerini belirleyen “Avrupa 2020 Stratejisi”ne ulaşabilmesi için göç olgusuna önem verilmesi gerekiyor.

Dolayısıyla göç krizi aslında, pek çok sorunla birlikte, AB özelinde hem normatif hem de ekonomik açıdan sürdürülebilir bir entegrasyon projesi için gerekli fırsatları da beraberinde getiriyor. Bu belki de, İtalya Temsilciler Meclisi Başkanı Laura Boldrini’nin dediği gibi, “Avrupa 2.0”ı gerekli kılıyor; yani göç konusunda atılacak adımlar, ulusal çıkarların değil “daha fazla Avrupa”nın peşinde koşarak ‘değerler Avrupası’nın revize edilmesi anlamına geliyor.



(*) Avrupa, bütünleşme tarihi boyunca sadece birleşme fikrinin ve normatif düşüncenin değil, aynı zamanda bölünmenin ve dışlamanın da sembolü olması nedeniyle Roma’nın çift yüzlü Tanrısı “Janus” ile özdeşleştirilmiştir.

http://www.analistdergisi.com/sayi/2015/10/avrupa-da-goc-ikilemi-degerler-ve-cikarlar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder