SURİYE İÇ SAVAŞI VE TARİHİ GELİŞMELERİ,
BÖLÜM 1
Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler
SDE Uluslararası İlişkiler Programı Koordinatörlüğü
Prof. Dr. Birol AKGÜN
SDE Uluslararası
İlişkiler Programı Koordinatörü ,
Özet
Suriye 1971’den beri aralıksız olarak Baas Partisi ve bu partinin kontrolünü
elinde bulunduran Esed ailesi tarafından yönetilmektedir. Soğuk Savaş yıllarının
politik ortamından faydalanarak otoriter rejimine hayat alanı oluşturan Suriye
yönetimi Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından dış politikasında strateji
değiştirerek Batıya yaklaşmak istemiştir.
Bu amaçla Suriye,
I. Körfez Savaşı’nda müttefik kuvvetlere destek vermiştir. Hafız Esed’in ölümü, yerine daha yenilikçi ve reformist gözüken Beşşar Esed’in seçilmesi Suriye’nin uluslararası sistemle ilişkilerinin yeniden düzenlenebileceği yönünde bir umut oluşturmuş; ancak ABD Başkanlığına George W. Bush’un seçilmesi ve ardından yaptığı “ Şer Ekseni ” açıklamasıyla Suriye’yi hedef göstermesi Suriye yönetimi nin kendisini tecrit etmesine sebep olmuştur. Bu süreçte Suriye’nin uluslararası toplumla bağı Türkiye üzerinden kurulmuştur. Ancak Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir anda patlak veren ve Suriye’de de hissedilen Arap Baharı süreci, Suriye’nin hem Türkiye ile olan ilişkilerinde hem de uluslararası toplumla olan ilişkilerinde bir kırılma yaratmıştır.
Mart 2012’de başlayan ve halen devam etmekte olan Suriye muhalefeti ile
Baas yönetimine bağlı silahlı güçler arasındaki çatışmaları durdurabilmek
ve Suriye’de barış ve istikrarı yeniden sağlayabilmek amacıyla BM ve Arap
Birliği tarafından temsilci olarak atanan Kofi Annan tarafından bir plan ortaya
konulmuştur. Ancak Annan Planı, uygulanması için son tarih olarak verilen
12 Nisan’ın üzerinden uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hâlâ tam
manasıyla uygulanamamakta; Suriye’de kan akmaya devam etmektedir. Bu
durumda Suriye konusunda daha etkin bir tavır içerisinde olmaları beklenen
uluslararası toplum da sorunun çözümüne yönelik adım atmakta her geçen
gün gecikmektedir. Bu analizde Suriye krizinin çözümünde etkin rol üstlenmesi
beklenen küresel ve bölgesel güçlerin Suriye politikaları değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler:
Suriye Krizi, Suriye Ulusal Konseyi, Suriye muhalefeti, Türkiye, ABD, AB, Rusya, Çin, Fransa, Suriye politikası ,
Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya devredilmiştir.
Öner BUÇUKÇU
Suriye’nin Sosyo - Ekonomik Yapısı
Nüfusu 23,027,000
Yüzölçümü 185,000 km2
GSMH 59,147,033,452 $ *
Etnik yapı% 77-83 Arap
% 7-8 Kürt
% 5-6 Türk
% 2 Ermeni
% 1 Çerkez
% 1 Diğer
(Ayrıca Suriye topraklarında Filistinli mülteciler de bulunmaktadır)
Başlıca dinî gruplar
% 74 Sünni
% 12 Nusayri
% 10 Hıristiyan
% 3 Dürzî**
*Kaynak : Dünya Bankası
**Kaynak :
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sy.html
Birinci Büyük Savaş sırasında yapılan Sykes-Picot antlaşmasıyla önce İngiltere’nin hâkimiyetine verilmesi tasarlanan Suriye, Savaş’tan sonra
İngiltere ve Fransa arasında yapılan anlaşma bağlamında Fransa’ya devredilmiştir. Fransa, Milletler Cemiyeti döneminde Suriye’de bir manda rejimi tesis etmiştir.
Suriye Mandası, Fransa’nın idaresine girmesiyle çeşitli etnik ve dini gruplara dayalı devletlere bölünmüştür. Şam Devleti, Halep Devleti, Nusayri merkezli Alevi Devleti, Dürzî merkezli Jabal Durize, sonradan Türkiye Cumhuriyeti’ne katılan Hatay Cumhuriyeti ve Lübnan Devleti olmak üzere 6 yapılı yönetim oluşturulmuştur. Ancak Fransa, 1937’de Şam Devleti, Alevi Devleti, Halep Devleti ve Dürzi Devleti’ni tek bir yönetim altında birleştirmiştir.
Bu duruma özellikle Nusayriler karşı çıkmışlar; 1954’e kadar kendi devletleri için mücadele etmişlerdir.
İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık vermiştir. 1943
yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. Fransa, İkinci Büyük Savaş sürerken
oluşan uluslararası dinamikler ve iç politikadaki bir takım gelişmeler sebebiyle Savaş sona ererken Suriye’den çekilmiştir. Suriye, 1946’da Birleşmiş
Milletler’e katılarak Suriye Arap Cumhuriyeti adını almıştır.
Suriye’de Dinî Grupların Coğrafî Dağılımı
İkinci Büyük Savaş devam ederken Suriye’de 1943 yılında el-Baas el-Arabî adında bir örgütlenmeye gidilmiştir. Bütün bir Arap dünyasını tek
Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler
İkinci Büyük Savaş yıllarında, 1941 tarihinde Fransa, kendi nüfuzu altında kalmak şartıyla Suriye manda yönetimine kısmî bağımsızlık vermiştir.
1943yılında yapılan seçimlerde manda yönetimine karşı olan Şükrü el Kuvvetli, Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olmuştur.
1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed
Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin
yaşam alanını yok etmiştir.
Bir devletin çatısı altında birleştirme ülküsü etrafında hareket eden Baas, Suriyeli Rum Ortodoks bir aileden gelen Mişel Eflak, Hatay’lı bir Nasuri olan
Zeki Arsuzi ve Sünni Salah Bitar tarafından kurulmuştur. Baas Arap dilinde yeniden diriliş anlamına gelmektedir. Partinin sloganı birlik, özgürlük ve
sosyalizmdir (İştirakiye). İlk kongresi 1947’de Şam’da yapılan Baas, kısa süre içinde Arap ülkelerinin büyük bölümünde ve diğer ülkelerdeki Arap
toplulukları arasında da hızla örgütlenmiştir.
Mişel Eflak’ın kontrolünde olan Baas Partisi 1953’te Ekrem Havrani’nin kontrolünde olan Arap Sosyalist Partisi ile birleşerek Arap Sosyalist Diriliş
Partisi adını aldı. İç siyasette çekişmelerin olduğu bir dönemde Suriye Komünist Partisi ile ittifak kuran Baas siyasal etkisini genişletti ve 1958’de Suriye ile Mısır’ın birleşmesiyle oluşan Birleşik Arap Cumhuriyeti’ne giden yolu açtı. Birleşik Arap Cumhuriyeti kurulurken varılan anlaşma dolayısıyla Baas kendisini feshetti, ancak Mısır Devlet Başkanı Cemal Abdül Nasır’ın Suriye’yi birliğin eş parçalarından birisi değil de Mısır’ın bir vilayeti gibi değerlendirme eğilimi Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin dağılmasına sebep oldu. 1963’te Baas Suriye’de yeniden iktidara geldi, fakat Baas içerisinde de Mısır’la birleşme konusu derin çatlaklar meydana getirmişti. 1966’daki hükümet darbesi denemesinden sonra Baas’ın kurucularından ve teorisyenlerinden Mişel Eflak ülkeyi terk etmek zorunda kaldı.
Bu süreçte, 1966’da Suriye Savunma Bakanı olan Hafız Esed, özellikle 1969-1970 yılları arasında Baas Partisi’nin sivil ve askeri kanatları arasında baş gösteren iktidar mücadelesinde etkin biçimde yer aldı. Bu çatışmayı doruğa çıkaran Ürdün’deki iç savaşa müdahalenin ardından, 13 Kasım 1970’te kansız bir darbeyle iktidarı ele geçirdi. Mart 1971’de yapılan halkoylamasıyla devlet başkanı seçildi.
1971-2000 yılları arasında Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esed Soğuk Savaş yılları boyunca SSCB doğrultusunda bir dış politika benimsemiş; iç politikada da sıkı bir istihbarat rejimi oluşturarak farklı siyasal hareketlerin yaşam alanını yok etmiştir. Özellikle 2 Şubat 1982 tarihinde gerçekleştirilen ve 20,000 civarında sivil insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen Hama Katliamı, Hafız Esed döneminin en tartışmalı ve kanlı müdahalesi olarak sonraki yıllarda da sıklıkla hatırlanmıştır.
Hafız Esed’in 2000 yılında akciğer kanserinden ölümü sonrasında görevi geçici olarak, 1971-2000 yılları arasında Devlet Başkan Yardımcılığı görevini
yürüten Abdülhalim Haddam üstlenmiştir. Bu sırada Suriye anayasasında
Hafız Esed’in oğlu Beşşar Esed’in seçilmesine engel teşkil eden maddelerde tadilat yapılmış ve Beşşar Esed 2000 yılında yapılan oylama ile Suriye Devlet
Başkanı olmuştur.
ABD ile Suriye ilişkileri Beşşar Esed döneminde de gergin olmaya devam etmiş; ABD Suriye yönetimini teröre destek vermekle suçlarken Suriye
Devlet Başkanı Beşşar Esed de çeşitli uluslararası toplantılarda ABD aleyhine konuşmalar yapmıştır. 2005 yılında Lübnan’da Refik Hariri suikasti
Beşşar Esed yönetiminin Batılı devletlerle ilişkilerinin iyice gerginleşmesine sebep olmuş ve neticede Suriye BM Güvenlik Konseyi’nin 1559 sayılı kararı
doğrultusunda Lübnan’daki askerî varlığını sona erdirmiştir.
Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem
Batı ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur. Ancak Suriye yönetiminin bu süre
içerisinde İran’la olan ilişkilerini de geliştirmesi, İran etkisinin bölgeye girmesinden endişe eden diğer Arap devletlerinde Suriye’ye yönelik
çekinceler oluşmasına sebep olmuştur.
Suriye Siyasî Haritası
2010 yılı sonu 2011 yılı başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlere yönelik büyük bir öfke patlaması gerçekleşip bu patlama mevcut rejimlerin varlıklarını tehdit eder hale dönüşünce, 2011 yılı Ocak ayında Wall Beşşar Esed yönetimindeki Suriye, 2003’teki Irak işgalinden sonra ABD’nin işgal tehdidi karşısında özellikle Türkiye ile ilişkilerini geliştirerek hem Batı ile ilişkileri ni normalleştirmeye çalışmış, hem de bölgesel etki alanını genişletme gayreti içerisinde olmuştur.
Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak Rusya ve Çin’in
vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı.
Street Journal’a mülakat veren Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed bölgede reform ve değişime yönelik ciddi bir talep olduğunu fark ettiğini ve bu talebi
karşılamaya yönelik adımlar atacaklarını ifade etti. Mart 2011’de Suriye’de reform talep eden gösteriler başladığında Suriye yönetimi bir yandan çok uzun bir süredir yürürlükte olan reform yasasını yürürlükten kaldırırken, diğer taraftan göstericilere yönelik sert tedbirler almak suretiyle protestoları bastırma yolunu tercih etti.
2011 Haziran-Temmuz ayından itibaren kitle gösterilerinin yoğunluğunda yaşanan artış Suriye yönetiminin de tepkisinin sertleşmesine sebep oldu. Suriyeli güvenlik güçleri ağır makineli silahlar ve hatta tanklarla muhalif gösterilerin yoğunlaştığı Hama, İdlib ve Humus gibi kentleri kuşatma altına aldı, katliama varan kasıtlı öldürme olayları yaşandı.
Suriye’de gösteriler ve gösterilere sert müdahale devam ederken BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye yönelik karar alabilmek için toplandı ancak Rusya ve Çin’in vetosu sebebiyle BM Güvenlik Konseyi’nde bir karar alınamadı. Arap Birliği, Avrupa Birliği ve Türkiye, Suriye’ye yönelik yaptırımlarını sertleştirdi. 2011 yılının son aylarında BM eski Genel Sekreteri Kofi Annan’ın ismi Suriye yönetimiyle görüşme imkânının oluşması için öne çıkmaya başladı. BM ve Arap Birliği Özel Temsilcisi olarak Suriye yönetimi ile görüşen Kofi Annan “Annan’ın 6 Madde Planı” olarak bilinen bir barış ve müzakere planı hazırladı. Annan Planı’nın maddeleri şu şekildeydi:
1. Suriye halkının istek ve endişelerine cevap verecek Suriye öncülüğünde bir siyasi süreç
2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son
verilmesi
a) Hükümet meskûn alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup buralarda bulunan askerleri çekecek
b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak
3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükûnet dönemleri sağlanacak
4. Suriye yönetimi keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin hızını ve kapsamını artıracak
5. Suriye yönetimi ülkede gazeteciler için hareket serbestîsi temin edecek
6. Suriye yönetimi toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı gösterecek.
Suriye yönetimi Kofi Annan tarafından ortaya konulan planı kabul ettiğini açıkladı. İstanbul’da 1 Nisan tarihinde gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları
Toplantısı’ndan sonra ABD, Türkiye gibi ülkeler Kofi Annan’dan planın uygulan ması için Suriye yönetimine yönelik bir son tarih tayin edilmesini talep ettiler. Kofi Annan’ın 10 Nisan olarak açıkladığı ateşkesin sağlanması için son tarih Suriye yönetimi tarafından “10 Nisan’dan itibaren 48 saat içerisinde” olmak üzere kabul edildi. Suriye yönetimi plana şehir merkezi dışında güvenlik güçlerine yönelebilecek saldırılara cevap verme hakkını saklı tutarak onay verdiğini açıkladı.
Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra
300’e çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim gerçekleştirildi. Yapılan anayasal reformların ardından gerçekleştirilen
ve muhalifler tarafından boykot edilen ilk seçimden, Suriye sisteminde belirleyiciliğini sürdüren Baas Partisi’nin galip çıktığı açıklandı. Uluslararası
toplum, seçim sonuçlarını gerçekçi bulmadığını açıkladı.
BM, Suriye’deki olaylarda bugüne kadar 10000’den fazla sivilin hayatını kaybettiğini açıklarken Şam yönetimi 3000’in üzerinde güvenlik görevlisinin
olaylarda hayatını yitirdiğini duyurmuştur.
Suriye’ye Ait Bazı Ekonomik Veriler
Ekonomik Büyüme Göstergeleri
2008 2009 2010 2011 2012 2013 2014 2015
Reel Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla
(% değişim) 4.5 6.0 3.2 -3.6 1.5 3.8 4.7 4.5
Mal ve hizmet ithalatı
(% değişim) -2.3 -19.0 14.4 -6.1 3.0 9.0 3.4 2.9
Mal ve hizmet ihracatı
(% değişim) 2.5 -10.5 9.9 -3.0 2.6 10.0 5.8 3.8
Nominal Gayri Safi Yurtiçi
Hâsıla (US $ Bil.) 52.5 53.9 57.7 57.3 60.2 66.6 74.5 84.1
Nominal Kişi Başı Millî
Gelir (US $) 2473 2460 2563 2490 2569 2798 3085 3433
Not: Tarihî veriler ulusal ve uluslararası kaynaklar kullanılarak oluşturulmuş; tahminler IHS Global Insight’tan alınmıştır.
Annan Planı çerçevesinde Suriye’ye bir uluslararası gözlemci misyonu ulaştı. Gözlemci misyonunda görevli olanların sayısı BM tarafından daha sonra 300’e
çıkarıldı. Bu arada Suriye’de 1973’ten beri ilk kez çok partili seçim gerçekleştiril di. Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü siyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır.
ABD’nin Suriye Politikası
Prof. Dr. Birol AKGÜN
Arap Baharı diye adlandırılan ve Ortadoğu’daki yarım asırlık jeopolitik dengeleri derinden sarsan köklü s iyasi dönüşüm sürecinde ABD’nin izlediği dış politika ülke içinde olduğu kadar, uluslararası platformlarda da tartışma yaratmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana küresel sistemdeki her gelişme karşısında aktif pozisyon alan ve oyun kuruculuk rolünü üstlenen ABD, Arap Baharı karşısında aşırı ihtiyatlı, ön plana çıkmayan, düşük profil sergileyen ve gelişmeleri perde arkasından izleyerek, kritik güvenlik sorunlarını bölgesel güçlere havale eden bir tutum takınmaktadır. Başkan Obama’nın bu tavrı iç politikada onun “kararsız ve zayıf bir siyasi lider” olarak suçlanmasına yol açıyor. Uluslararası politikada ise yarım asırdır hep Washington’dan gelecek siyasi sinyallere göre pozisyonunu alan bazı ülkeler ve liderler, Amerika’nın yeni yaklaşımı karşısında ciddi bir ikilemle karşı karşıya görünüyor. Amerika’nın Tunus ve Mısır’da değişimden yana açıktan tavır almasına karşı, Libya’ya askeri müdahale gündeme geldiğinde liderliği Fransa’ya bırakması ve Suriye söz konusu olduğunda ise Türkiye ve Arap Birliği’nin geliştirdiği stratejileri desteklemesi dış politika analistlerinin de kafasını karıştırmış durumda.
Kafa karışıklığını gidermek için, Amerika’nın genel olarak Arap Baharı özel olarak ise Suriye konusundaki stratejisini doğru anlamak gerekiyor. Temel tespitimiz şudur: ABD’nin hegemonik gücünde ciddi aşınmalar vardır ve Arap Orta doğu’sundaki sürpriz gelişmelere karşı hazırlıksız yakalanan ABD, bir yandan ilkesel olarak bölgedeki değişimi ve demokratikleşmeyi siyaseten desteklerken, diğer yandan bölgede yeni askeri angajmanlara girmekten kaçınmaktadır. Obama yönetimi, ABD’nin küresel liderliğini sürdürebilmesi için Asya-pasifik bölgesini dış politikasının yeni odak noktası olarak belirlemiştir ve Orta doğu’nun dönüşüm sürecinde Avrupa Birliği ve Türkiye gibi demokratik güçleri daha aktif rol almaya teşvik etmekte, onları sorumluluk ve yük paylaşımında ortak olmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda, askeri güce gerek duyulmayan Tunus ve Mısır’daki olaylarda Türkiye yaptığı kritik siyasi açıklamalarla otoriter liderlerin devrilmesin de ve demokratik sürecin başlamasında önderlik rolü üstlenirken; Libya’daki askeri harekât sürecinde ise Fransa öncülük yapmıştır. Şimdi sıra Suriye’dedir ve dış müdahaleye gerek kalmadan dönüşüm için stratejiler geliştirilmeye çalışılmaktadır. Eğer mutlaka müdahale gerekecekse, burada liderliği Türkiye’nin alması beklenmektedir.
Buradaki temel soru şudur: Bölgeyi ekonomik ve ticari enstrümanlara dayanarak ve karşılıklı etkileşimle dönüştürmek isteyen Türkiye; askeri kapasitesi Suriye’ye müdahaleye yetmesi mümkün olmayan Arap Birliği; kendi iç ekonomik ve siyasi krizleriyle uğraşan AB ülkeleri Beşşar Esed yönetimini askeri güce başvurarak devirmek için harekete geçmezse, ABD’nin Suriye politikası ne olacaktır? Batının ekonomik yaptırımları altında yıpranan, ancak İran gibi ülkelerin mali ve askeri yardımıyla uzun süre ayakta kalabilecek olan Esed rejimi ile silahlı muhalif gruplar arasındaki çatışmaların sarmalında bölgede yeni bir Lübnan veya yeni bir Yugoslavya mı ortaya çıkacaktır? Suriye’deki uzun çatışma süreci, İran ve ABD (İsrail) arasındaki bölgesel gerginliğin yaratacağı yeni bir istikrarsızlık ve terör saldırıları üzerinden siyasi hesaplaşmaları da beraberinde getirmeyecek
midir?
Obama’nın Dış Politika Doktrini
ABD, Suriye konusunda başından beri diğer Arap Baharı ülkelerinde sergilediği düşük profilli yaklaşımı sergilemektedir. Obama, daha seçilmeden önce bir Arap ülkesi olan Irak’ın sözde demokratikleşmesi için gerçekleştirilen ABD işgaline karşı çıkmıştır ve dış politikasını da Rusya, Çin ve İran dâhil tüm ülkelerle ilişkilerin yeniden düzenlenmesi (reset) üzerine oturtmuştur. ABD halkının kendisine yönelik desteğinin de savaşçı değil, barışçı yöntemleri savunmasına bağlayan Obama, dış politikada zor kullanmayı gerektirecek seçeneklerden özenle kaçınmaktadır. Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir. Bush dönemindeki Neo-Con siyasi elitin tek yönlü askeri güç kullanma konusundaki aşırı istekliliğinin ABD’nin küresel imajına ve güvenilirliğine yönelik olumsuz sonuçlarına bir tepki olarak gelişen yeni Amerikan yaklaşımı, kendisini en çok Arap Baharı sürecinde hissettirmiştir. Nitekim, Başkan Obama özellikle Libya müdahalesi sırasında ancak BM Dış politikada Obama doktrini olarak kullanılmaya başlayan Amerikan yaklaşımı, ABD’nin dünyanın farklı bölgelerindeki insan hakları ihlalleri karşısında duyarlı olmasını, ancak doğrudan askeri güç kullanımı konusunda ise aşırı ihtiyatlı olmasını içermektedir.
Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne Jefferson gibi
“özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir.
Güvenlik Konseyi’nden karar çıktıktan sonra Amerikan askerlerine silah
kullanma izni vermiştir. Başkan Obama’nın 28 Mart 2011 tarihli kritik
konuşması bu anlamda son derece anlamlıdır.
“Elbette ki Amerika baskı olan her yere kendi ordusunu gönderemez. Biz
müdahalenin risklerini ve maliyetini göz önüne alarak, her zaman harekete
geçmenin gerekliliği hususunda önce kendi çıkarlarımızı düşünmeliyiz.
Ancak bu, doğru olanı yapmayı sonsuza kadar engelleyecek bir argümana
dönüşmemelidir…. Ülkemizin bu kadar çok acil sorunu varken, ABD’nin
dünyanın polis gücü olarak hareket etmesi beklenmemelidir… Baskıcı
rejimlere karşı harekete geçme yükümlülüğü yalnızca Amerika’nın
olmamalıdır… Biz Libya’da sivil halk dehşet derecesinde bir şiddete maruz
kaldığı için harekete geçtik.”
Görüleceği gibi Demokrat partili bir başkan olan Obama için insan haklarının
korunması dış politikada önemli bir öncelik olmakla birlikte, o kendisini ne
Jefferson gibi “özgürlüğün imparatoru”, ne de Bush gibi “demokrasinin silahlı
mücahidi” gibi davranmak zorunda hissetmektedir. Sözde özgürleştirici
bir misyonun Vietnam’dan Irak’a kadar pek çok örnekte Amerika’ya olan
maliyetini iyi bilen Obama, dış politikada yeni felaketlerle karşılaşmamak
için ABD’nin kendi dar çıkarları temelinde değil, ancak ve ancak diğer
ülkelerle birlikte hareket ederek sonuç alabileceğine inanmaktadır. Bu
bağlamda da askeri güç kullanmak için BM gibi çok uluslu örgütlerin
meşrulaştırıcı onayını gerekli görmektedir. Böylece Obama yönetimi ile
birlikte Amerika’nın, klasik çevreleme politikaları yerine “kendi gücünü
sınırlandırma” (self-restraint) politikasına geçtiği söylenebilir. ABD’nin yeni
dış politikasını yalnızca Obama’nın liderlik anlayışı ile açıklamak da doğru
değildir. Değişimi, Amerika’nın küresel sistemi kontrol etmeye imkân veren
ekonomi-politik gücündeki göreceli yapısal zayıflamanın bir sonucu olarak
okumak daha gerçekçi bir yaklaşımdır. Obama’yı küresel güç kaymasını
erken okuyan ve ABD’nin elindeki gücü daha zekice (smart power)
kullanması gerektiğine inanan; bu bağlamda da çok taraflı (multileteralism)
dış politika çizgisine geri dönüşü savunan pragmatist bir idealist siyasi lider
olarak tanımlamak mümkündür.
ABD’nin Suriye Politikası
ABD’nin Suriye ile olan ilişkileri son yarım asırda çoğu zaman gergin bir
seyir izlemiştir. Arap-İsrail çatışmalarında ABD’nin her zaman açıktan İsrail’i
desteklemesi, Şam’ın ise dış politikasını Tel Aviv karşıtlığına odaklaması
Suriye’yi ABD’nin de dolaylı düşmanı haline getirmiştir. Öte yandan
Soğuk Savaş dönemindeki doğu-batı kutuplaşmasında da Suriye, Sovyet
blokunun Ortadoğu’daki en güçlü müttefiklerinden biri olmuştur. İran
devrimi sonrasında ise Suriye İran’ın en sadık ve en yakın Arap müttefiki
haline gelmiştir. Uzun süre Lübnan’ı da kendi denetimi altına alan Suriye,
ABD tarafından bölgede teröristleri destekleyen bir haydut devlet olarak
tanımlana gelmiştir. Nitekim 2003 yılındaki Irak işgaline karşı çıkan Suriye’yi
zamanın ABD Başkanı Bush “şer ekseni” ülkelerinden biri olarak tanımlamış
ve açıktan askeri müdahale ile tehdit etmiştir. 2005 yılında Lübnan
başbakanı Hariri’nin öldürülmesinden Şam yönetimi sorumlu tutulmuş ve
ABD-Suriye diplomatik ilişkileri tamamen kesilmiştir. Bölgede yeni bir Irak
görmek istemeyen Türkiye’nin karşı çıkması ve Suriye ile İsrail arasında
arabuluculuk yapması gibi diplomatik girişimler sayesinde Suriye ile ABD
arasındaki gerginlik yavaş yavaş azalmış ve nihayet 2009 yılında Obama
Şam’a yeniden bir büyükelçi atamıştır.
Görüleceği üzere, 2011 Mart ayında Suriye’de başlayan demokrasi yanlısı
kitlesel gösterilere kadar geçen sürede, Washington ile Şam arasında
her zaman derin bir güven bunalımı hüküm sürmüştür. 2011’de Dera’da
başlayan ayaklanmalar karşısında ise ABD gelişmeleri yakından izlemiş
ve Esed yönetimine şiddet kullanmamasını, muhaliflerle siyasi diyalog
başlatmasını önermiştir. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir
yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği
ülkeleriyle yakın temasa geçmiştir. Yeni ABD dış politikasına uygun olarak,
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel
inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini
desteklemiştir. Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir
tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını
savunmuştur. Bu çerçevede ancak 2011 Ağustos ayında Başkan Obama
artık Esed yönetiminin gitmesi gerektiğini açıklamıştır. 6 Şubat 2012 tarihi
itibariyle de diplomatlarını geri çekmiştir.
Ancak yine de şunu görmek gerekir ki, Suriye ve İran sorunu ABD için
birbirinden bağımsız konular da değildir. Obama yönetiminin güvenlik
elitleri, Ortadoğu’daki temel amaçları olan İran’ın gücünün zayıflatılması
için Suriye’nin İran’dan kurtarılması gerektiğini iyi bilmektedirler. Şam’ın
demokrasi cephesine katılması durumunda, İran’ın Lübnan’a kadar uzanan
bölgedeki gücünde ciddi bir kırılma beklenmelidir. Bu nedenle 2012
başından beri İran’a yönelik artan ABD, AB ve İsrail desteği İran’ın nükleer
bomba üretmesini engellemek kadar, İran’ın Suriye’ye yönelik desteğini
kesmeyi de amaçlamaktadır. Ancak her iki konuda da ABD’nin karşısına en
büyük engel olarak BM Güvenlik Konseyi’ndeki Rusya ve Çin’in ikili vetosu çıkmaktadır.
Obama yönetimi herkesin beklentisinin aksine Suriye konusunda bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik
verilmesini desteklemiştir.
Bölgede Suriye yerine, kendi çıkarları için daha ciddi bir tehdit kaynağı olarak gördüğü İran’a karşı daha sert önlemler alınmasını savunmuş tur. Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır.
Suriye’ye yönelik silah ambargosunu da içeren ve ABD, AB ve Arap Birliği’nce hazırlanan karar tasarılarının iki kez reddedilmesi üzerine, ABD ve AB Arap Birliği ile birlikte alternatif platformlar geliştirme çabasına girişmiştir.
Bu çerçevede Suriye’deki gelişmeler karşısında benzer düşünceleri paylaşan ülkeleri bir araya getiren Suriye’nin dostları grubu adıyla ortak bir platform kurulmuş ve ilk toplantı Tunus’ta yapılmıştır. Burada Suriyeli muhalifler arasında alternatif bir iktidar bloku oluşturmak için Suriye Ulusal Konseyi oluşturulmuştur. Amaç, bir yandan Suriye’deki çatışan muhaliflere dışarıdan destek sağlamak, diğer yandan Esed rejimi üzerindeki baskıyı artırmaktır. Nitekim Suriye’nin dostları grubu ikinci ve en önemli toplantısını 84 ülkenin katılımıyla İstanbul’da gerçekleştirmiştir. ABD’nin de desteklediği İstanbul kararlarında, Suriye Ulusal Konseyi Suriye halkının meşru temsilcisi olarak tanınmış ve Suriyeli muhaliflere silah dışında her türlü insani ve teknik yardımın yapılması kararı alınmıştır.
Ancak ABD, Suriye’deki çatışmalarda şimdiye kadar 10 bin civarında insan hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, BM’den bir karar çıkmadan Esed yönetimine karşı tek taraflı bir askeri müdahaleye hazır olmadığını söylemekte dir. Başkan Obama’nın 6 Mart 2012 tarihli basın toplantısında
söyledikleri Washington’un bakış açısını anlama bakımından oldukça açıklayıcıdır. Obama Suriye konusunda “bazılarının önerdiği gibi, ABD’nin tek taraflı askeri harekât düzenlemesini yanlış bulduğunu” ve durumun Libya’dakinden çok farklı olduğunu vurgulamaktadır. “Libya konusunda biz uluslararası toplumu harekete geçirdik, BM Güvenlik Konseyi’nin onayını aldık, bölgedeki Arap ülkelerinin tam desteğini sağladık ve askeri hareketin kısa zamanda sonuç getireceğine emin olduktan sonra harekete geçtik. Suriye’de ise durum çok daha karmaşıktır.”
Görüldüğü üzere, Obama Suriye’deki insan hakları ihlallerinin askeri bir müdahaleyi gerektirdiği konusunda karşı çıkmamakla birlikte, kendi doktrinin ilkelerine sadık kalmaya çalışmaktadır. Öte yandan Obama yönetimi esasen 2012 yılında ülkedeki başkanlık seçimlerine odaklanmış durumdadır. Irak’tan çekilme kararı alan ve Afganistan’dan çekilme takvimi ilan eden Obama yönetimi sonucu önceden kestirilemeyen bir müdahale fikrine oldukça uzak durmaktadır. Obama’nın siyasi kariyeri açısından içerideki ekonomik gelişmeler, Suriye gibi düşük yoğunluklu bir iç çatışmaya bulaşmaktan çok daha önemli görülmekte ve öncelenmekte dir.
Kofi Annan Planı ve ABD
27 Aralık’ta ilan edilen ve 1 Nisan’da yürürlüğe giren Kofi Annan’ın hazırladığı
barış planı bu anlamda Washington, Şam ve Moskova için siyaseten nefes
aldırıcı bir diplomatik inisiyatif olarak ortaya çıkmıştır. BM ve Arap Birliği’nin
Suriye temsilcisi olarak atanan eski BM genel sekreteri Annan’ın hazırladığı
altı maddelik plan özetle; Suriye’nin, “halkın meşru istek ve kaygılarına
cevap vermek için başlatılacak olan ve Suriyelilerin liderlik edeceği kapsamlı
siyasi süreç” için Annan’la işbirliği yapmasını, Şam yönetiminin çatışmaları
durdurmasını ve insanların yaşadığı bölgelerdeki askeri hareketliliğin ve ağır
silahların kullanılmasının derhal durdurulmasını, Suriye ordusunun, insani
yardımların ulaştırılması ve yaralıların tahliye edilmesi için günlük iki saatlik
“insani duraklama”yı kabul etmesini, rastgele tutuklanan kişilerin serbest
bırakılmasını, Suriye’nin genelinde haberciler için hareket özgürlüğünün
sağlanmasını, gazetecilere yönelik ayrımcı olmayan bir vize politikasının
uygulanmasını ve sivil halkın toplanma özgürlüğü ve barışçıl gösteri yapma
hakkına saygı duyulmasını kapsamaktadır.
ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı desteklemektedir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemektedir.
Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da Annan
Planı damgasını vurmuştur. Şu söylenebilir: Açık bir BM kararı olmadan,
ABD için seçim sathı mailine girildiği bir ortamda ekonomik maliyeti ile
askeri ve siyasi riski fazla olan tek taraflı bir müdahale girişimi rasyonel bir
politik tercih olarak gözükmemektedir. Kaldı ki, önümüzdeki günlerde Rusya
ve Çin’in veto yetkilerini kullanmaktan vazgeçeceklerini gösteren bir işaret
de yoktur. Dolayısıyla ABD, Türkiye ve Fransa gibi müttefikleri ile istişare
içinde bulunacak ve bölge ülkelerinin inisiyatiflerini desteklemeye devam
edecektir.
ABD, BM Güvenlik Konseyi’nce de onaylanan Annan Planı’nı
desteklemekte dir ve ateşkesin aktif olarak uygulanmasını istemekte dir. Nitekim Fransa’da yapılan son Suriye’nin Dostları toplantısına da
Annan Planı damgasını vurmuştur.
Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgelerinin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası
konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece
yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir.
Avrupa Birliği’nin Suriye Politikası
Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN
Uluslararası krizlerde Avrupa Birliği sıklıkla gövdesi ile kafası arasındaki
dengesizliğin vurgulandığı benzetmelerle ifade edilir. Bu durum özellikle
Soğuk Savaş sonrasındaki dünyada daha da belirgin bir hal aldı. 1990’ların
ilk yarısında önce Körfez Krizi, ardından Balkanlardaki savaşlar AB’nin ulus
devletlerin birliği olduğunu ve ortak bir dış politika geliştirme konusunda son
derece yetersiz olduğunu çarpıcı bir biçimde ortaya koydu. “AB ekonomik
bir dev, siyasi bir cüce ve askeri anlamda bir elma kurdu” olarak tanımlandı.
Ancak AB’nin küreselleşmenin önlenemez biçimde her alanda yaygınlaştığı
ve eş zamanlı olarak da bölgeselleşmenin yaşandığı dünyada yeni bir siyasi kimliğe sahip olması gereği bizzat Avrupalılarca sıkça dile getirildi.
Bu nedenle ortak dış ve savunma politikasının geliştirilmesi, buna yönelik
gerekli lojistik ve altyapının NATO ile işbirliği halinde gerçekleştirilmesi
hususunda önemli adımlar da atılmaya çalışıldı. Ancak başını Fransa Almanya ’nın çektiği AB ile “ABD’siz olmaz” diyen İngiltere ve çevresindeki AB üyeleri için ortak bir dış politika geliştirmenin ne kadar zor olduğu her krizde tekrarlandı. Bunlardan en çarpıcılarından birisi 2003’de ABD’nin Irak operasyonunda da yaşandı. Fransa-Almanya ABD’nin müdahalesine karşı AB içinde cephe oluşturmaya çalışırken, AB içinde başta İngiltere ve İspanya olmak üzere pek çok üye ABD ile işbirliği yönünde karar aldı. Daha çarpıcı olan ise AB ile üyelik müzakeresi içindeki pek çok AB adayı ülkenin ABD’yi AB’ye tercih etmeleri oldu.
Dünyanın sadece % 7-8’lik bir nüfusuna ama en müreffeh ve barışçı bölgeleri nin başında olan AB’nin ortak bir dış ve güvenlik politikası konusunda uzun zamandır ortaya koyduğu çabaların hala son derece yetersiz olduğu bizzat AB üyeleri tarafından da kabul edilen bir gerçektir. AB politikalarının “Soft Power” kavramı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkün olsa da, bunun krizler için etkisinin son derece sınırlı kaldığı da açıktır.
Lizbon Anlaşması ile çerçevesi oluşturulmaya çalışılan ve dış politikada tek
sesliliği amaçlayan düzenleme ile AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek
Temsilciği oluşturuldu. Halen Catherine Ashton’nun üstlendiği bu görev,
hem kurumsal hem de Ashton’un yetkinliği çerçevesinde sıkça eleştirilere
uğramaktadır. Bu durum Suriye Krizi’nde de tekrar yoğun olarak gündeme
geldi.
Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendisini yakması ile Ortadoğu’da başlayan
ve adına “Arap Baharı” / “Arap Uyanışı” denilen süreç sadece bölge ülkeleri için değil, aynı zamanda dünyaya şekil veren güçler bakımından da son derece önemli bir sınava dönüştü. AB bütün bu gelişmelerde hem kendi içinde birlik görüntüsü vermekten uzak oldu hem de özellikle Fransa, Almanya, İngiltere, İtalya arasındaki ciddi politika farklılıkları çatışmalarla anıldı. Tunus’ta Buazizi’nin kendini yakması ile ilk hareketlenme başladığında, Fransa “isyancıların bastırılması için Tunus yönetimine destek verme” önerisinde bulunmuştu. Ancak olaylar kontrolden çıkıp Ortadoğu rejimleri teker teker bu dalganın karşısında sarsılınca, başta Fransa olmak üzere bütün AB ülkeleri politikalarında radikal değişiklik ihtiyacını hissettiler.
Bu konuda en şaşırtıcı değişimlerden birisi de Libya krizinde yaşanmış,
Kaddafi’nin “kazanamayacağını” farkeden Fransa, İngiltere ve İtalya önce
muhalefeti örgütlemiş, ardından da BM’den çıkan müdahale kararının baş
aktörleri olmuşlardı.
Suriye’de yaşanan kriz, Ortadoğu’da yaşanan “uyanış” hareketinin son
halkalarından birisi olarak aslında önemli bir tecrübe birikimi ile karşılandı.
Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici
olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed rejiminin
aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak” bir yaklaşımla
eleştirildi, reddedildi. AB’ye yön veren Fransa, Almanya, İngiltere ve diğer AB üyesi ülkeler Suriye’de yaşananlar konusunda ağız birliği içinde doğrudan Esed rejimini ve özellikle de Beşşar Esed’i eleştirdiler ve hatta suçlu ilan ettiler.
Bu arada AB üyesi ülkeler, BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan tarafından yapılan çalışmalara da tam destek verdiklerini net bir biçimde ortaya koyarlarken, Rusya ve Çin’i de eleştirdiler.
AB’nin Dağınıklığı
AB politikalarına yön verme kabiliyetinde olan İngiltere, Fransa ve Almanya’nın Suriye politikalarına yakından bakıldığında, en azından söylem bazında önemli bir yakınlaşma olduğu dikkati çekmektedir. İngiltere’de
Suriye’nin başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarının yeterince çekici olmaması, ülkede yaşanan isyan hareketine yönelik Beşşar Esed
rejiminin aşırı güç kullanımı da belki de ilk kez AB içinde “daha ortak”
bir yaklaşımla eleştirildi, reddedildi.
Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye
konusunda etkin ve ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle
söylenemez.
Cameron hükümeti Esed yönetiminin kendi halkına uyguladığı şiddet
politikasını derhal sonlandırması çağrısında bulunurken, Esed yönetimini
şiddeti sona erdirmeye mecbur bırakacak yaptırımların bir an önce yürürlüğe
girmesi konusunda da son derece istekli bir görüntü vermektedir.
İngiliz Dışişleri Bakanı William Hague, Tunus’ta gerçekleşen Suriye’nin Dostları
Toplantısı’nda Suriye’deki muhalefete desteklerini açıkça dile getirmiş,
Güvenlik Konseyi’ne hitaben “Dünyanın büyük bir çoğunluğunun gözünde
bu konsey Suriyelilere karşı sorumluluklarını yerine getirmekte başarısız
olmuştur” diyerek, üyeleri birlik olmaya çağırmış, Suriyelilerin öncülük ettiği
bir siyasi değişimi’ desteklerini ifade etmiştir. İngiliz hükümetinin Suriye’ye
rejiminin biran önce demokratikleşmesi ve muhaliflerin taleplerinin yerine
getirilmesine dair beklentisi son dönemde yerini Esed yönetiminin acilen
tasfiyesi beklentisine bırakmıştır. İngiltere’nin Suriye’ye yönelik bir askeri
müdahaleye sıcak bakmadığı da anlaşılmaktadır.
Suriye ile yakın tarihi ve siyasi bağları olan Fransa’nın Esed rejimine
karşı yaklaşımı da oldukça serttir. N. Sarkozy, açık bir biçimde Suriye
Devlet Başkanını suçlayarak “Esed, utanmadan yalan söylüyor” demiş ve
Kaddafi’nin Bingazi’yi yok etmek istediği gibi Esed’in de Humus’u yok etmek
için çalıştığını şeklinde bir açıklama ile Suriye’ye yönelik askeri müdahale
ihtimalini de akıllara getirmektedir.
AB’nin diğer büyük gücü Almanya da benzer tepkileri verirken, bu konuda
özellikle ABD ile yakın davranmayı önemsediğini de belli ediyor. İstanbul’da
gerçekleştirilen Suriye’nin Dostları İkinci Toplantısı’nda Alman Dışişleri
Bakanı G. Westerwelle Suriye’de çözüm konusunda bir mühlet tanınmasına
bile karşı olduklarını söyledi. Bir zaman kısıtlamasına gitmenin çözüm
üretmeyeceğini belirten Westerwelle, «Bir sınırlandırma bu dönemde yanlış
anlaşılabilir» diyordu.
Her ne kadar AB üyesi ülkelerin Suriye konusunda neredeyse hiç olmadığı
kadar aynı görüşte olmalarına rağmen, AB’nin Suriye konusunda etkin ve
ortak bir politika geliştirebildiği ise kesinlikle söylenemez. AB’nin aldığı
tedbir ve yaptığı açıklamaların Esed’in politikalarını ve uygulamalarını
engellemekten son derece uzak, sembolik çıkışlar olduğu da net biçimde
ortaya çıkmıştır.1 BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Kofi Annan’ın
çalışmalarını destekleyen AB’nin Suriye’ye silah satışını durdurması
yönündeki karar belki de bu çerçevede yapılan en önemli girişim olarak
kabul edilebilir. Ancak Rusya’nın Suriye’nin silah tedarikçisi olması ve
tedarike devam etmesi, bu kararın etkisini ciddi bir biçimde azaltmaktadır.
Lizbon Anlaşması ile kısmen güçlendirilen ve ortak politikalar geliştirme
konusunda umut yaratan Avrupa Birliği Dışİlişkiler Yüksek Temsilciliği
ve onun başındaki Cathron Ashton sıkça eleştirilerin hedefi olmaktan
kurtulamıyor. Zira Suriye’de devam eden insanlık dramının engellenebilmesi
için doğrudan askeri müdahale olmasa da AB’nin öncülüğünde dünya
kamuoyunun daha etkin hale getirilmesi ve daha etkili caydırıcı yaptırımların
uygulanması gerekiyor. AB yoğun kamuoyu baskısı ile şu ana kadar Suriye
Merkez Bankası’nın Avrupa Birliği’ndeki bütün banka hesaplarını dondurdu
ve banka ile tüm finansal işlemlere son verildi; Suriye uçuşşirketlerine
ait kargo uçaklarının Avrupa Birliği’ne uçuşları yasaklandı. Suriye ile
değerli maden ticaretine de yasak getirildi. 27 ülkenin dışişleri bakanları
Polonya’daki toplantıda Suriye petrolünü boykot kararı adlı. Ancak İtalya
boykota yürürlükteki bir sözleşme yüzünden 15 Kasım’da başlayabileceğini
duyurdu. Bu arada, Devlet Başkanı Esed’in kabinesindeki dokuz bakana
daha Avrupa Birliği’ne seyahat yasağı getirildi ve Avrupa’daki banka
hesapları donduruldu. AB ilki Tunus’ta ikincisi ise İstanbul’da gerçekleşen
“Suriye Halkının Dostları Grubu” toplantılarında da aktif yer aldı. Bu arada
C. Ashton AB adına Suriye muhalefeti olarak “Suriye Ulusal Konseyi”nin
muhatap alınacağını açıkladı. Ancak Ashton’a göre “Avrupa Birliği askeri
müdahaleyi düşünmeyerek Suriye krizine çözüm bulmaya çalışıyor.”
Eleştirilerin hedefinde olan Ashton’a Euronews muhabirinin “Suriye
konusunda çok açıktınız ve net konuşuyordunuz. Ancak öyle görünüyor
ki, geçtiğimiz birkaç hafta içinde hararetinizi kaybettiniz” sorusuna Yüksek
Temsilci “Tam olarak değil. Ancak şu anda yapmamız gereken sistematik
bir şekilde Suriye’ye baskı uygulamak” dedikten sonra Libya türü bir
müdahaleye çok da sıcak bakmadığını ortaya koyuyordu.
AB’nin Dış Politikasızlığı
AB’nin yeteneksizliği ve politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek
Temsilci ile açıklanamaz. Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri
(özellikle de Fransa ve İngiltere) hem de bizzat Avrupa Parlamentosu
tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği, “görevinde yeterince etkili
olmadığı” düşüncesinin sıkça tekrarlandığı görülmektedir. Ashton’u daha
aktif olmaya çağıran AB Parlamentosu milletvekilleri, Ortadoğu’da yaşanan
olaylara ilişkin AB’nin uluslararası alanda tavrını belli etme konusunda geç
kaldığını ifade ederken C. Ashton’un verdiği cevap son derece çarpıcıdır:
“En önemli şeylerden biri insanları dinlemek. Biz, Mısır ve Tunus halkını
desteklemek için neler yapabileceğimizi düşünürken onlar geleceklerini
güvence altına almak istiyor. Onların ihtiyaçlarına kulak vermek bir bakıma tepki göstermektir.
” Bu açıklama AB’nin kapasite ve politik gücünü görmek bakımından oldukça önemli bir açıklama olarak kabul edilebilir.
AB’nin politika üretememesi kuşku yok ki sadece Yüksek Temsilci
ile açıklanamaz.
Ancak son dönemde Ashton’un hem AB hükümetleri hem de bizzat Avrupa Parlamentosu tarafından çok ciddi bir şekilde eleştirildiği
görülmektedir.
Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının yaşanmadığı krizlerde AB bir “ Yumuşak Güç ” olarak devreye girmiştir.
Ancak sorunun sadece Ashton değil, üye ülkeler arasındaki çıkar farklılığı olduğu
görüşü de yine sıkça dile getirilmektedir. Örneğin Avrupa Parlamentosu
Sosyalist Grup Başkanı M. Schulz, bazı üye ülkelerin kendi çıkarları için
çalışmaktan vazgeçmeleri gerektiğini söylüyor ve “Onun için en büyük
engel, Almanya’nın Dışişleri Bakanı G. Westerwelle, Londra’da W.Hague,
Paris’te A. Juppe veya herhangi bir diploması şefi. Çünkü onlar önce ülkem
daha sonra Avrupa Birliği diyor. Bu düşünce tarzı değişmeli” eleştirisini
getirmektedir.
Bilindiği üzere karar alma mekanizmasını hızlandırmayı hedefleyen Lizbon
Antlaşması, Avrupa Birliği’nin tek bir ağızdan konuşmasını hedefliyor.
Ancak pek çok AB milletvekiline göre o günden bu yana hiç bir değişiklik
olmadı. Alman Yeşiller Partisi Avrupa Parlamentosu Üyesi Daniel Cohn-
Bendit, “Bence en büyük sorun Sayın Ashton’un kendini koordinatör olarak
görmesi oysa o tavrını belli etmeli. Gerekirse üye ülkeleri eleştirmeli çünkü
dış politika sorunu “tek bir ağızdan konuşmak”. Bu sorun aşılmadıkça
ilerleme kaydedemeyeceğiz” demektedir. Avrupa Parlamentosu’ndaki (AP)
Liberal Grup Başkanı G. Verhofstadt ise hem AB hem de BM’yi sert şekilde
eleştirilerek «AB ve uluslararası ortakları sadece oturup Esed’in sıradan
işiymiş gibi katliamı sürdürüp kendileriyle alay etmesini seyredemezler.
Diplomasi politikanın ikamesi değildir. AB ve BM’nin Suriye krizini yönetme
başarısızlığı Esed sayesinde ortaya çıkmıştır. AB’nin dış ilişkilerle ilgilenen
değil dış politika yapan bir Yüksek Temsilciye ihtiyacı var» demiştir.
Yumuşak Güç Suriye’yi Korumada Yetersiz Kalıyor
Soğuk Savaş sonrasından günümüze, AB’nin neredeyse hiçbir dış krizde
birlik politikaları geliştiremediği net olarak ortaya çıkmıştır. Hiç kuşku
yok ki, derin olmayan ve AB üyeleri arasında ciddi politika farklılıklarının
yaşanmadığı krizlerde AB bir “yumuşak güç” olarak devreye girmiştir.
Ancak bunun dışında AB’den operasyonel bir tavır beklemek ve krizleri
engelleyecek, durduracak ya da çözüme ulaştıracak bir güç olarak söz
etmek son derece zordur. Suriye konusunda da AB’nin etkin ve çözüm
üretecek bir politika izlemesini beklemek çok gerçekçi olmayacaktır. Ancak
AB’nin demokrasi, insan hakları, hukuk devleti, sivil toplum vb. konularda
ortaya koyduğu söylemin uzun vadede bölgede toplum nezdinde katkısı
olacağı söylenebilir. AB’nin bu tür krizlerde etkili olabilmesinin iki önemli
zemini olması gerektiği açıktır. Bunlardan birincisi AB’nin çıkar uyuşmasını
sağlaması, yani AB çıkarları ile üye devletlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin
en az düzeye indirilmesidir. Bu AB’nin gerçek bir birlik olmasının da
önkoşuludur. İkinci önemli zemin ise AB’nin ortak dış politika ile savunma
politikasını daha yüksek bir kapasite ve öncelikle ele almasıdır. Savunma
harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan
yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır.
Bunun için Amerikalılar “pay, but not play” diyebilmektedirler. Aslında
ortak dış ve güvenlik politikalarının, ortak bir AB’yi de birlik olma konusunda
geliştireceği ve küresel-bölgesel düzeyde ciddiye alınır bir güç olmasına
büyük katkı sağlayacağı söylenebilir. Kendi insanına savaş ilan edip ateş
edebilen zulümde sınır tanımayan bir rejimin AB’yi ciddiye almasını ve
yaptırımlarından ürkmesini gerektirecek çok az unsur bulunduğu üzücü bir
gerçektir.
Savunma harcamalarından kaçan ve sorunları ABD ve NATO eliyle çözmeye çalışan yaklaşım, AB’nin edilgen bir pozisyonda kalmasına neden olmaktadır. Bunun için Amerikalılar “ Pay, but not Play ”
diyebilmektedirler.
Fransızlar her ne kadar özerklik taleplerini destekleseler ve bu
itibarla zayıf federal birimler inşa etseler de 1925-1927 yılları arasında
Fransa’ya karşı direnişte önemli rolü olan isyanlar yoğunlaşmıştır.
2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..
**
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder