SURİYE İÇ SAVAŞI VE TARİHİ GELİŞMELERİ,
BÖLÜM 4
İran’ın Suriye Politikası
Uğur KÖROĞLU
Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde geçtiğimiz yıl şiddetini arttıran,
Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde uzun yıllardır iktidarda olan yöneticilerin
devrilmeleri ile sonuçlanan ve uluslararası kamuoyu tarafından “Arap
Baharı” diye adlandırılan süreç hem bölgede hem de küresel sistemde
ciddi değişiklikler ve ciddi kırılmalar meydana getirmesi öngörülmektedir.
Suriye’de 2011 Mart ayında başlayan ve şiddetini arttırarak şimdiye kadar
devam eden çatışmalar bölgesel istikrarsızlığı tetikleyici bir hal almış
durumdadır. Söz konusu gelişmelerin en yakından hissedildiği ülkelerin
başında ise Türkiye, İran ve İsrail gelmektedir. Her üç ülkenin de bu
gelişmeler karşısında farklı perspektiflere ve çıkarlara sahip olmaları Suriye
konusunda farklı tutum geliştirmelerine ve sorunun daha da karmaşık
bir hal almasına sebep olmaktadır. Özellikle bölgenin Türkiye ve İran’ın
söz konusu soruna ilişkin yaklaşımları, Suriye’deki gelişmelerin alacağı
seyri yakından etkilemektedir. İki ülkenin soruna yönelik geliştirdikleri
politikalardaki farklılıkların sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi, İran-
Suriye ilişkilerinin tarihsel seyrinin kısaca gözden geçirilmesiyle mümkün
olabilir.
1979 İran İslam Devrimi’nden Sonra İran-Suriye İlişkileri
İran, İmam Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen 1979 İslam Devrimi’nden
sonra Suriye ile münasebetlerini şahlık dönemine nazaran ciddi biçimde
geliştirmiştir. Suriye, İran İslam Devrimi’nden sonra İran’ın Arap Dünyası
içerisinde ilişkilerinin en iyi olduğu ülke olarak ön plana çıkmıştır. İki
ülkeyi, Arap-Fars çekişmesi, dünyadan izolasyon vb. tüm olumsuz etkenlere
rağmen, bir araya getiren sebep(ler) dönemlendirilmek suretiyle şu şekilde
özetlenebilir:
1-1979-1982: İran’da meydana gelen İslam Devrimi’nin (10 Şubat 1979) ilk
dönemleri Camp David Sözleşmesi’nin (17. 09. 1978) hemen sonrasına
ve bu sözleşmeyi esas alan Mısır-İsrail Barış Antlaşması’nın da (26.
03. 1979) hemen öncesine denk gelmekteydi. Adı geçen antlaşmanın
ardından Mısır’ın ve diğer bazı Arap ülkelerinin İsrail karşıtlığına resmi
olarak son vermelerinin sonucunda Suriye’nin yalnızlığa düşmesi,
buna karşılık İran’ın daha devrimin ilk aylarında İsrail büyükelçiliğini
kapatarak binasını da Filistin elçiliği için tahsis etmesi ve Filistin’e tam
destek sözü vermesi gibi gelişmelerden dolayı Suriye ile İran arasında
hızlı bir yakınlaşma başlamıştı. Devrimi tanıyan ilk Arap ülkesinin Suriye
olması ve Hafız Esed’in Ayetullah Humeyni’ye tebriklerini bildirmesi, söz
konusu yakınlaşmanın düzeyini göstermesi açısından önemlidir. İran’ın
da, gerek İslami bir rejime geçmesi gerekse devrimin hemen akabinde
başlayan İsrail karşıtlığı nedeniyle yaşadığı/yaşayabileceği izolasyon
durumunu aşmak açısından Suriye ile yakınlaşması ve Suriye’nin
desteğini kazanması gerekmekteydi. 1979 yılında Irak’ta iktidarı ele
geçiren Saddam Hüseyin’in kaygı verici kişisel özellikleri ve İran
topraklarının bir kısmını 22 Eylül 1980 tarihinde işgal ederek başlattığı
savaş Suriye tarafından endişeyle karşılandı. Saddam’ın olası bir zaferin
ardından kendi ülkesine de saldıracağını düşünen ve Irak’ın da Arap
liderliğinde söz sahibi olması ihtimali karşısında Suriye yönetimi, yaklaşık
sekiz yıl sürecek savaşta resmi olarak İran’ı destekleyen tek Arap ülkesi,
hatta dünyadaki tek ülke konumundaydı.
2-1982-1985: Bu yılların başında İsrail, Lübnan’ın güneyini işgal etmişti.
Suriye için zaten tehdit olan İsrail, bu sefer farklı bir cepheden kendisine
yaklaşıyordu. Tam da bu sırada İran destekli Hizbullah’ın kurulması17
ve derhal İsrail ile ABD güçlerine karşı eylemlerde bulunması
İran’la ilişkileri daha da sağlamlaştırmıştı.
3-1985-1988: Lübnan’da başlayan iç savaşta Suriye’nin Şii Emel Örgütü’nü,
İran’ın ise Hizbullah’ı desteklemesi ve iki örgütün aralarında yaşanan
çatışmalar ilişkileri gerginleştirse de, 1988’de, karşılıklı çabalar ve çeşitli
gelişmeler sonucu iki ülkenin arası yeniden düzelme eğilimine girdi.
4-1988-1991: İran-Irak savaşının bittiği bu dönemin başlarında, Lübnan’da
işbaşına gelen başkan Michel Aoun’un Suriye karşıtı eylemeleri ve Irak’ın
Kuveyt’i işgalini öne sürerek bölgeye giren ABD silahlı kuvvetlerinin
Suriye’yi tedirgin etmesi iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden ivme
kazanmasını sağladı.
1985-1988: Lübnan’da başlayan iç savaşta Suriye’nin Şii Emel Örgütü ’nü, İran’ın ise Hizbullah’ı desteklemesi ve iki örgütün aralarında yaşanan çatışmalar ilişkileri gerginleştirse de, 1988’de, karşılıklı
çabalar ve çeşitli gelişmeler sonucu iki ülkenin arası yeniden düzelme
eğilimine girdi.
1991-2003: Bu görece uzun süreyi taraflar daha çok silahlanma
konusunda birbirlerine yardım ederek geçirdiler. Nitekim 2000
yılında Hizbullah’ın yoğun mücadelesi sonucu İsrail’in, Güney Lübnan’dan çekilmek zorunda kalması bu çabaların iki ülke
açısından olumlu bir sonucudur.
5-1991-2003: Bu görece uzun süreyi taraflar daha çok silahlanma
konusunda birbirlerine yardım ederek geçirdiler. Hizbullah ve
Hamas’ı takviye ederek İsrail’e baskıyı arttırmak için uğraştılar. Nitekim
2000 yılında Hizbullah’ın yoğun mücadelesi sonucu İsrail’in, Güney
Lübnan’dan çekilmek zorunda kalması bu çabaların iki ülke açısından
olumlu bir sonucudur.18
6-2003-…: Bu dönemde başlayan İkinci Körfez Savaşı’nın ardından iki
ülkenin de ortak düşman olarak gördüğü Saddam’ın devrilmesi Suriye ve
İran açısından olumlu ve siyasi kazanım olarak karşılandı. Buna karşılık,
ABD’nin “teröre karşı savaş” söylemi çerçevesinde iki ülkeyi de hedef
tahtasına oturtması İran ve Suriye arasında belirli bir endişe yarattı. Bu nedenle, her iki ülke de Irak bağlamında ortak bir siyaset izlemeye başladı.
İran, Irak’ta büyük çoğunluğunu Şiilerin teşkil ettiği Amerikan karşıtı
grupları destekleyerek kontrolü Amerika’ya kaptırmamaya çabalarken,
Suriye’nin gayretleri ise, olası tehdit ve müdahaleleri önlemek için Irak’ı
dönem dönem sınırını kapatmaya kadar zorladı. Bu dönemin şüphesiz
ki en çarpıcı gelişmesi 2006 yılında İsrail’in Güney Lübnan’a saldırarak
Hizbullah’la savaşa girmesidir. Seyyid Ali Hamanei’ye yakınlığı malum
olan Hizbullah’ın bu savaştan adı konulmamış bir zaferle çıkması, Suriye
yönetimi ve halkının İran’a karşı sempatisini ve güvenini arttıran büyük
bir etken olmuştur.19
Neticede bu önemli kırılma-birleşme dönemleri ve barındırdığı olaylar,
her iki ülkenin ilişkilerinin bir tür ‘kader ortaklığı’ veya en azından ‘mantık
evliliği’20 düzeyinde ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Söz konusu siyasi
gelişmeler özellikle İran’ın ekonomik açıdan Suriye’ye büyük destek
vermesini de beraberinde getirmiş, bu kapsamda Suriye’ye düşük maliyetli
petrol ve ürünleri ile doğal gaz vb ihracatın yapılmasını sağlamıştır.
2011 Suriye Olayları ve İran’ın Tutumu
2011 yılı başlarında Arap Baharı tüm bölgeyi ve dünyayı etkilerken gözler
doğal olarak Suriye’ye de çevrilmişti. Burada da bir devrim, değişim veya
dönüşüm olacak mıydı? Diğer Arap ülkelerine göre birkaç ay gecikmeli de
olsa, Suriye’de de bir takım olaylar patlak vermişti. Batı ülkeleri, Türkiye
ve bazı Arap medyası ile siyasileri bu olayları, diğer ayaklanmalar gibi bir
özgürlük ve demokrasi hareketi şeklinde görüp yorumlamışlarsa da, İran’ın
konuya bakışı çok farklı olmuştur.
İran İslâm Devrimi sonrasında uygulanan “Yeşil Kuşak” politikası ile bölgede
tecrit edilmeye çalışılan İran yönetimi, İsrail’den ve İsrail üzerinden Batılı
ülkelerden, özellikle ABD’den tehdit algılamaktadır. Ortadoğu ve Kuzey
Afrika ülkeleri ile Suriye’deki olaylar patlak vermeden önce Suriye Devlet
Başkanı Beşşar Esed’in kendisini ziyareti sırasında bir demeç veren İran dinî
lideri Ayetullah Ali Hamanei “…Batı’lı ülkeler ve özellikle de Amerika hem
bölgede ve hem de kendi içerisinde çeşitli sorunlarla karşı karşıya olup,
bölgede ve hatta Lübnan’da dahi herhangi bir başarı sağlayamamıştır.
Bu şartlar altında İran, Suriye, Irak ve Türkiye arasında bir dayanışma
ve işbirliği ortamının sağlanması bölgenin yararınadır…” cümleleriyle
bu durumu net bir biçimde ifade etmiştir. Aynı toplantıda Hamanei “…
İran İslam Cumhuriyeti ve Suriye ortak bir siperde yer almışlardır ve
ortak hedeflere sahiptirler…” diyerek İran ve Suriye arasındaki ilişkilerin
dayandığı stratejik temele işaret etmiştir. Suriye olaylarının Türkiye ile derin
bir ayrılığa dönüşmesi, Türkiye’ye bir parçası konuşlandırılan NATO füze
savunma sisteminin İran tarafından şüpheyle karşılanması gibi hususlar
İran-Türkiye ilişkilerinde ufak çaplı bir krize de sebep olmuştur.
İran, Suriye’de yaşanan gelişmeleri dış destekli bir proje olarak
değerlendirmektedir. İran dinî lideri Ayetullah Ali Hamanei’nin Bi’set
Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmada Suriye olaylarını
“…Amerikalılar bölgede Mısır, Tunus, Yemen ve Libya’daki olayların benzerini çıkartmayı amaçlamış olup, direniş cephesindeki Suriye’yi karıştırmak peşindeler.
Ancak Suriye’deki olayların mahiyeti, bölge ülkelerindeki gelişmelerden
tamamen farklıdır. Bölge ülkelerindeki İslami uyanışın özü, anti-siyonist ve
anti-Amerikancı bir harekete dayanmaktadır. Ancak Suriye’deki olaylarda
Amerika ve İsrail’in parmağı açıkça görülmekte olup, biz İran halkının bu
bağlamdaki mantığı ve kriteri şudur ki, her nerede Amerika ve Siyonizm
lehine slogan atılırsa, bu hareket sapmaya uğramıştır. Elbette İran halkı ve
İslam nizamının bu mantık ve kritere dayalı direnişi düşmanı öfkelendirmekte
ve onların komplolarının artmasına yol açmaktadır. Ancak, dirençli İran
halkı mevcut duruşunu gevşeklik göstermeksizin sürdürecektir…” şeklinde
değerlendirmesi İran’ın Suriye politikasını anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bu
çerçevede Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyetin
İran’da kabulü sırasında da Suriye halkı lehine olan her türlü reformu
desteklediklerinin altını çizen Hamanei İran’ın Suriye’yi desteklemesinin
en önemli sebebi olarak Suriye’nin Siyonist direniş çizgisinde yer alıyor
olmasını göstermiş ve Suriye’de başlayan reform sürecinin devam etmesi
gerektiğini ifade etmiştir.21
İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın konuyla ilgili görüşleri
ise,‘Rehber’in sözlerinden çok farklı olmamakla birlikte, bazen daha
politik manevralarla sergilendiği bazen de İran’daki genel kabulün aksine
Suriye’deki göstericilere şiddet uygulandığını kabul eder bir nitelik taşıdığı
için önemlidir.
Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyetin İran’da kabulü sırasında da Suriye halkı lehine olan her türlü reformu destekledikleri nin altını çizen Hamanei İran’ın Suriye’yi desteklemesinin en önemli sebebi olarak Suriye’nin Siyonist direniş çizgisinde yer alıyor olmasını
göstermiştir.
Suriye olaylarının başlangıcında ve ortalarında daha ihtiyatlı bir dil kullanan Ahmedinejad, bugün gelinen noktada, Suriye yönetimini ve halkını, ayaklanmaları iyi bir şekilde idare etmelerinden dolayı tebrik
etmiş ve Batının bir tuzağı olarak değerlendirdiği bu oyuna gelinmemesi nin sevindirici olduğunu belirtmiştir.
Örneğin Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev ile yaptığı telefon görüşmesinde, Suriye’deki olayların çözümünü ve gerekli reformları yine Suriyelilerin yapması gerektiğini, dışarıdan müdahale olmamasının önemini vurgulamıştır.22 Ahmedinejad, benzeri ifadeleri BM genel sekreteriyle görüşmesinde de dile getirmiştir.23 Buna karşılık Ahmedinejad, Beşşar Esad’la bir görüşmesi sırasında isyancılara karşı şiddet uygulanmasına son vermesini ve askeri güçle hiçbir meselenin halledilemeyeceğini beyan etmiştir.24 Suriye olaylarının başlangıcında ve ortalarında daha ihtiyatlı bir dil kullanan Ahmedinejad, bugün gelinen noktada ise, Suriye yönetimini ve halkını, ayaklanmaları iyi bir şekilde idare etmelerinden dolayı tebrik etmiş ve Batı’nın bir tuzağı olarak değerlendirdiği bu oyuna gelinmemesinin sevindirici olduğunu belirtmiştir.25
İran İslam Cumhuriyeti’nin diğer yetkili makamları da Suriye’deki kalkışma
ve karışıklılar hususunda Ali Hamanei ve Ahmedinejad’ın görüşleriyle
aynı veya yakın doğrultudaki fikirlerini zaman zaman dile getirmişlerdir.
Bunlardan biri de İran’ın, Arap ve Afrika ülkelerinden sorumlu dışişleri
bakan yardımcısı Hüseyin Emirallahiyan’dır. Bir Türk gazeteci tarafından
Türk dışişlerinin son günlerdeki çıkışları hakkında kendisine yöneltilen bir
soru üzerine; İran’ın her yönden Suriye’yi desteklemeye devam edeceğini
ve Suriye halkının Esed’in himayesi altında istenilen reformlara sağlam bir
şekilde ulaşacağını beyan eden Emirallahiyan, buna karşılık muhaliflerin
silahlandırılmamasının da şart olduğunu söylemiştir. Aynı yetkili bir başka
görüşmesinde ise “İran’ın kırmızı çizgisi, Suriye halkı içindeki grupların
birbirlerini öldürmeleri ve ülkeye dışarıdan askeri müdahale olmamasıdır”
diyerek düşüncelerini dile getirmiştir.26 İran’ın BM daimi temsilcisi
Muhammed Hezai de, Suriye halkının reform sürecinde gösterebileceği
sabırsızlığın bölgeye felaket getireceğini ileri sürmüştür.27 Dışişleri bakanı
Ali Ekber Salihi, ‘direniş’28 hareketinin sonuna kadar süreceği mesajını
iletmiştir.29
Bu veriler ışığında bakıldığında, küçük farklar/farklılıklar dışında, İran’ın
resmi söyleminde kendi içinde herhangi bir ayrılığın bulunmadığı ve kendi
içerisinde bir tutarlığa sahip olduğu görülmektedir. Çeşitli devlet yetkilileri
ve milletvekillerinden oluşan ve bu noktada farklı düşünen küçük bir azınlık
grubu olsa da, güçlü olamayışları ve söylemlerinin süreksizliği onları
akamete ve etkisizliğe uğratmaktadır.
Yukarıda bahsi geçen siyasal kişiler ve onların oluşturduğu kurumsal
yapıların görüşlerinin yanısıra, göz ardı edilmemesi gereken bir unsur da,
şüphesiz ki İran halkıdır. İran halkı genel olarak devletin resmi görüşlerini
benimsemekle beraber, özellikle ‘yeşil hareket’e destek verenlerin ve diğer
görüşlerdeki bazı grupların, ülkelerinin Suriye’ye yardım etmesini daha
çok ekonomik yönlerden eleştirdiği ve zaman zaman seslerini yükselttiği
görülmektedir.
Bütün bunların dışında bir de gücü artık son zamanlarda iyice artan sosyal
medya, video paylaşım siteleri vb. türden internet ortamlarında konuyla
ilgili son derece zengin bir kaynak bulunmaktadır. ‘İslam Devrimi’ ve Suriye
yönetimi taraftarlarının kendilerini haklı göstermek üzere yoğun çaba
harcadıkları bu sitelerde, daha çok Batı ve Suriye yönetimi karşıtlarının
dünya medyasına sundukları görüntülerin sahteliği, bütün olup bitenin
aslında bir komplo ve göz boyamadan ibaret olduğu iddia edilmektedir.
Buraya kadar sunmaya çalıştığımız bilgiler ışığında, İran’ın Suriye olaylarına
bakışının, özellikle resmi makamlar bağlamında ortak bir söyleme yaslandığını
söylemek mümkündür. Tüm bunların dışında gerek İranlı yetkililerin
yaptıkları gayrı resmi konuşmalardan gerekse ‘Devrim’ (İran İslam Devrimi)
ve Suriye taraftarlarının aralarında yaptıkları konuşmalardan, aslında
Suriye’de hemen hemen hiçbir büyük halk ayaklanmasının yaşanmadığı,
katliamları yapanların bilakis göstericiler olduğu, bu göstericilerin çoğunun
halk tarafından tanınmadığı, dışarıdan veya Filistinli göçmenlerden parayla
tutulan adamlar30 oldukları yönünde genel bir kanaat çıkarmak mümkündür.
Bu kesimlere göre, Suriye olayları, dini inanç ve mezhep farklılıklarını
bahane eden, ama aslında ABD, İsrail ve genel olarak Batı’nın31 kışkırttığı,
bizzat para verip silahlandırdığı bir grup teröristin çıkarttığı olaylardan
öteye bir şey değildir. Hatta Suriye ordusundan ayrılan 2500 kadar askerin
“Muaviye Tugayları” adıyla birlikler kurmaları doğrultusundaki söylentiler32
ve benzeri iddialar kendilerinin bu tezlerini daha da güçlendiriyor. Çünkü
hiçbir aklı başında Sünni’nin yapmayacağı bu anlamsız isimlendirmenin
telaffuzu bile, karşı tarafı tahrik etmeye yetmektedir.
Suriye sorunu kapsamında, bütün bu reel-politik söylem ve iddiaların
yanısıra, ilgili çevrelerce pek gündeme getirilmeyen meselenin teo-politik
boyutuna da değinmek gerekmektedir. Bu boyutu, her ne kadar bilimsel
bir şekilde ortaya koymak en azından şimdilik mümkün olmasa da, Mehdi
inancının İslam âlemindeki, ama özellikle Şiiler arasındaki öneminin de İran-
Suriye ilişkilerinde bir belirleyicilik payı olduğu düşünebilir. Aslında Mehdi
inancını ve onun gelişini beklemeyi inançlarının merkezine oturtmuş bir
ulema kadrosunun en üst düzey yöneticileri oluşturduğu İran’da bu husus
kesinlikle görmezden gelinmemelidir. Resmi makamlarca doğrudan ‘İmam
Mehdi geliyor, çok yakında gelecek’33 tarzında sözler sarfedilmemiş olsa
da, bölgenin ve dünyanın yakın bir süre zarfında barışa ereceği, İsrail’in
ortadan kalkacağı, şu anki neslin bu büyük uyanışa tanıklık edeceği yönünde
resmi makamların söylediği sözler Mehdi’ye bir işaret olarak yorumlanabilir.
İran halkı genel olarak devletin resmi görüşlerini benimsemekle
beraber, özellikle ‘yeşil hareket’e destek verenlerin ve diğer görüşlerdeki bazı grupların, ülkelerinin Suriye’ye yardım etmesini daha
çok ekonomik yönlerden eleştirdiği ve zaman zaman seslerini yükselttiği görülmektedir.
En çok öne çıkan görüşİran’ın aslında tarihsel arkaplanına dayalı devlet geleneğinin dünyadaki bütün gelişmelere yansıyor oluşudur.
Bu görüşü savunanlar bir İslam devleti de olsa İran’ın aslında ulusal çıkarlarını düşünen ve derin amaçları olan bir devlet olduğu görüştür.
Sonuç ve Değerlendirme
Bütün bu veriler ve bilgiler ışığında, İran’ın Suriye’deki rejime sahip
çıkmaya ve bu rejimle ortaklığını sürdürmeye devam edeceğini söylemek
mümkündür. Suriye’deki olayların üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçmesine
rağmen, İran’ın aksi bir davranış sergilememiş olması ve hatta bu ülkeyle
birçok yeni yatırım ve ticaret anlaşması yapması
İran’ın Suriye yönetimine
desteğinin süreceğini göstermektedir. Ancak daha önce değinildiği gibi,
İran, Suriye’yi hatasız bir ülke olarak da görmemekte, aksine halkın samimi
isteklerine bir an önce olumlu cevaplar verilmesi noktasında Esed’i ve diğer
yetkilileri uyarmaktadır. Ancak İran, Suriye’deki reformların zaman alacağını
ve halkın sabırlı olması gerektiğini düşünmektedir. Bu noktada, İran’ın
hassasiyetinin daha çok samimi talepleri olan halk ile dışarıdan destekli
‘Siyonist’ planlara alet edilen ‘sözde halk’ arasında yapılan bir ayrıma dayalı
olarak şekillendiğini söylemek mümkündür. Ayrıca İran’ın dünya genelinde
‘mustazafların’ ve özelde İslam ülkeleri için ‘İslami’ kesimin yanında olduğu
yönündeki söylem de bu ülkenin Suriye olaylarıyla ilgili dünyaya vermek
istediği imaj ve mesajın önemli göstergeleridir.
Buraya kadar anlatılanlar, yazının başlığı da göz önünde bulundurularak
mümkün olduğunca objektif bir biçimde İran resmi makamlarının
Suriye’de yaşanan gelişmelere bakışını yansıtmaya çalışmıştır. Bununla
beraber daha sağlıklı bir analiz için İran’ın resmi söylemleri dışında İran
dışından uzmanların görüşleri, yorumları ve yaşanmış gerçeklerle olayların
değerlendirilmesinin gerektiği açıktır.
Bu bağlamda en çok öne çıkan görüşİran’ın aslında tarihsel arkaplanına
dayalı devlet geleneğinin dünyadaki bütün gelişmelere yansıyor oluşudur.
Bu görüşü savunanlar bir İslam devleti de olsa İran’ın aslında ulusal
çıkarlarını düşünen ve derin amaçları olan bir devlet olduğu görüştür. Bu
çıkarlar içerisinde dünyadan izole edilmek pahasına da olsa kendine has
bir yönetim biçimi ve dış politika uygulamaları ortaya koyarak ABD ve diğer
büyük güçlere karşı farklıbir model olarak dünya sahnesinde yer almak isteyişi
de bu tezin dayanakları arasında değerlendirilebilir. Bu noktada akla şu
sorular gelebilir: yukarıda verilen İranlı resmi makamların genel görüşlerine
göre Suriye’ye desteğin asıl gayesi Suriye’nin Siyonizm karşısındaki duruşu,
Filistin ve Lübnan’a (özelde Hizbullah’a) sağladığı destek olduğuna göre bu
‘ulusal çıkarlar’ Lübnan ve Filistin’i de kapsamaktadır; bölgenin demografik
yapısının ezici çoğunluğunu Arapların oluşturması, etnik olarak daha çok
Farsî ve Türkî temellere dayalı
İran’ın hangi planı dahilinde yer alabilir?
Ayrıca adı geçen üç ülkenin ekonomik durumları ve stratejik konumları gibi
etmenler göz önünde bulundurulduğunda neredeyse hiçbir cazibeleri
olmamasına ve alternatifi ülkeler (en başta Türkiye) zaten mevcut olmasına
rağmen İran, niçin son derece yüklü miktardaki maddi kaynağını adı geçen
bölgelere akıtmaktadır? Bunun yerine İsrail’e, Suriye ve İran’ın vereceği
küçük tavizler iki ülkenin de reel olarak daha çok yararına olmaz mı? Ayrıca
ulusal çıkarlardan kasıt topyekûn bir İran ulusunun mu yoksa Fars eksenli bir
ulusalcılığın çıkarları mı? İran’ın da her ülke gibi modern devletler sisteminin
bir gereği olan ulusal çıkarlarının olması doğaldır ancak bu çıkarların neler
olduğunun somut ve destekli bir şekilde yukarıda arz edilen ve/veya farklı
soruları da kapsayarak acilen cevaplanması gerekmektedir ki konuya ilgili
ülkeler bölge ve dünya barışına daha yapıcı eleştirilerde bulunabilsin.
Bir diğer görüşe göre ise İran, aslında evrensel bir insani ve/veya İslami
kaygı taşımamakta aksine sadece Şiiliğin gelişmesi ve yayılması için
çalışmaktadır, Suriye yönetimine de desteği bu yüzdendir. Bahsi geçen
görüşü savunanların en önemli argümanları: ‘Madem İran’ın evrensel insani
ve İslami kaygıları var o halde niçin Sünni Çeçenistan ve Çin’deki Uygurlara
yönelik destek vermemiştir?’. Son derece haklı görünen bu argümana karşı,
nüfusunun ağırlıklı çoğunluğu Şii olan Azerbaycan Cumhuriyeti’ne İran’ın
hiç de olumlu olmayan genel yaklaşımı, Azerbaycan-Ermenistan savaşında
Azerbaycan’a destek vermeyişi, hatta 2001 yılında Hazar denizi üzerinde
savaş uçaklarını uçurtan İran’ın Azerbaycan’a gözdağı vermesi, Irak’taki
Şiilere – ki Irak Şiiliği ile İran Şiiliğinin yapısı hemen hemen aynıdır - kayıtsız
şartsız destek vermemesi, bazen de onlarla fikirsel çatışmalara düşmesi
cevaplanmaya muhtaç önemli sorular olarak ortaya çıkmaktadır. Şiilik
eksenli düşüncenin Suriye ayağında ise oradaki Şii/Alevi olarak nitelenen/
adlandırılan azınlığın İran tarafından ne derece İslam dairesinde görüldüğü
ve kendilerine ne kadar yakın buldukları sorunsalı yer almaktadır.
İran’ın her ne kadar ‘Suriye Alevileri’ olarak bilinen Nusayrileri defalarca
Şiileştirmek yönünde atılımları34 olmuşsa da Nusayrilerin buna pek de sıcak
bakmadıkları bilinmektedir. Dolayısıyla Nusayrilere göre – ama sadece
göreli olarak -Şiiliğe daha yakın Türkiye Alevilerine karşı bile mesafeli ve
şüpheli yaklaşan İran siyasileri ve din adamlarının Suriye Alevilerini ne
derece kendi Şii inançlarına uygun olarak benimsedikleri muammadır.
İran’ın da her ülke gibi modern devletler sisteminin bir gereği olan
ulusal çıkarlarının olması doğaldır ancak bu çıkarların neler olduğunun
somut ve destekli bir şekilde yukarıda arz edilen ve/veya farklı soruları da kapsayarak acilen cevaplanması gerekmektedir.
Bütün bu belirtilen hususlar İran’ın, -göreli dahi olsa -Şiiliğe yakın duran mezhep, inanç ve tarikat gibi yapılara yakın durduğu gerçeğini
değiştirmemektedir.
Bununla beraber arz edilen soru işaretlerini ortadan kaldırmak ise daha
detaylı çalışmaları gerektirmektedir.
Ancak bütün bu belirtilen hususlar İran’ın, - göreli dahi olsa - Şiiliğe yakın
duran mezhep, inanç ve tarikat gibi yapılara yakın durduğu gerçeğini
değiştirmemektedir. Bununla beraber arz edilen soru işaretlerini ortadan
kaldırmak ise daha detaylı çalışmaları gerektirmektedir.
İsrail ile aslında danışıklı bir dövüş içinde bulunarak bölgede İran ve İsrail’in
birbirlerini destekleri yönünde henüz söylenti boyutunda komplo teorilerini
de çalışmanın bu kısmına eklemek gerekir.
Yukarıda sunulan üç ana görüşe ayrı ayrı inanlar olduğu gibi üçünün
birden de geçerli olduğunu kabul edenler bulunmaktadır. İran İslam
Cumhuriyeti’nin resmi söyleminin karşıtı olan ve İran’ın uluslararası
arenada tavır ve tutumlarını açıklamaya yönelik yukarıda sözü edilen teori
ve düşüncelerin somut olarak dile getirilişi son Suriye olaylarının ardından
daha da belirginleşmeye başlamışsa da, yine yukarıda sorulan soruların
henüz net cevaplarının olmayışı ve bu teorilerin/fikirlerin başka açılardan
da İran politikalarının seyrini tanımlamada yetersiz kalmaktadır. Bu soruların
cevaplanması ve teorilerin açıklığa kavuşturulması bölge ile konuya
müdahil diğer ülkelerin buna bağlı olarak da İran’ın kendisinin eylem ve
politikalarına olumlu yönde katkı yapacağı muhakkaktır.
Suriye’de Kriz ve Uluslararası Hukuk
Doç. Dr. Cenap ÇAKMAK
Suriye’de merkezi yönetime karşı başlayan isyanın üzerinden bir yıldan fazla
bir zaman geçmesine rağmen ülkede çatışma durumunu sona erdirecek bir
çözüm henüz ufukta görünmüyor. Esed rejimi katliam yapmak ve isyancılara
karşı aşırı güç kullanmakla suçlanırken gerek uluslararası toplum ve gerekse
de konu ile yakından ilgilenmesi beklenen İslam dünyası veya bölge
ülkeleri sorunu ve ihtilafı sonlandıracak bir yol haritası çizemiyor. İçinde
askeri seçeneklerin de dahil olduğu uç öneriler veya zorlayıcı önlemler ise
şimdiye değin siyasi öncelik ve hesaplar nedeniyle de masa dışında tutuldu.
Bu süreçte ise uluslararası hukukun kriz konusunda ne gibi önerilerinin veya
çözümlerinin olabileceği tartışıldı.
Kimilerine göre uluslararası hukukun ilgili mekanizma ve kuralları
Suriye’deki insanlık dramına müdahale etmek ve Esed rejimine karşı etkili
önlemler almak için elverişli iken kimilerine göre ise uluslararası hukuk
kuvvet kullanmayı öngören çözümleri dışlayıcı bir işlev görüyor. Bu görüşe
göre, zorlayıcı önlemlerde ısrar etmek uluslararası hukuku kötüye kullanmak
anlamına geleceği gibi meşru bir dayanak ve zeminden de mahrumiyete
de işaret ediyor. Büyük ölçüde hangi siyasi tutumun benimsendiğine bağlı
olarak farklı bir rol atfedilen uluslararası hukuk bu yönüyle bakıldığında
ilginç bir ikilem sunuyor. Bir yönüyle siyasi kaygılardan bağımsız normatif
bir çerçeve sunması beklenen uluslararası hukuk kurum ve mekanizmaları,
bir taraftan da aslında sahici ve kalıcı çözümler için siyasi realiteleri de
dikkate almak zorunda kalıyor.
Bu açıdan bakıldığında aslında Suriye ilginç bir örnek teşkil ediyor. Bir
taraftan Suriye’ye yönelik etkin tedbirler alınmasını isteyenler uluslararası
hukuka atıfta bulunurken, bir taraftan da Suriye’deki rejime karşı eylemsizliği
savunanlar da bunun uluslararası hukukun bir gereği olduğunu ifade ediyor.
Esed rejimi katliam yapmak ve isyancılara karşı aşırı güç kullanmakla
suçlanırken gerek uluslararası toplum ve gerekse de konu ile yakından
ilgilenmesi beklenen İslam dünyası veya bölge ülkeleri sorunu ve ihtilafı sonlandıracak bir yol haritası çizemiyor.
İnsancıl hukukun en önemli kaynağı olan Cenevre Sözleşmeleri’nin
ortak üçüncü maddesi “uluslar arası nitelikli olmayan silahlı çatışma” (armed conflict not of an international character) durumunda da
devletin sorumlu olduğu bazı noktaların altını çiziyor.
Buna ilave olarak, durum ne olursa olsun, uluslararası hukuk şu veya bu şekilde siyasi gidişatı ve konjonktürü dikkate almak zorunda. Diğer bir ifadeyle, bir yönüyle uluslararası hukuk mekanizmalarının devreye girmesini ve dikkate alınmasını siyasi tercihler ve gelişmeler belirleyebiliyor. Uluslararası hukukun uluslararası politika ile bu yakından ilişkisini netleştirdikten sonra Suriye örneğinde uluslararası hukukun imkânlarının anlaşılması biraz daha kolaylaşabilir.
Bu noktada ama Suriye’deki kriz ile ilgili olarak uygulanabilecek hukukun
tespit edilmesi önem kazanıyor. Krizde işlenen bireysel suçlar ile ilgili
sorumluluk ve buna bağlı olarak yapılacak kovuşturmalar mesela uluslararası
ceza hukukunun konusu iken Suriye devletinin veya merkezi hükümetinin
sorumlu tutulabilmesi veya işlenen kitlesel suçlara yönelik etkin tedbirler
alınabilmesi genel uluslararası hukukun ilgi alanına giriyor. Ve yine mesela
insancıl hukukun tatbik edilebilmesi ise bir çatışmanın varlığını gerektiriyor.
Dolayısıyla uluslararası hukukun Suriye krizinde hangi imkanlara sahip
olduğu, spesifik olarak hangi soruna odaklanıldığı na göre değişiklik arz
edebilmekte. Bu nedenle de özellikle devlet sorumluluğu ile bireysel cezai
sorumluluğu birbirinden ayırt etmek gerekiyor.
Bireysel sorumluluk bağlamında bakıldığında Suriye’deki olaylara veya
ihlallere tatbik edilebilecek iki tür hukukun olduğu söylenebilir. Bunlar
uluslararası insancıl hukuk ile uluslararası ceza hukukudur. Gerek insancıl
hukuk ve gerekse de uluslararası ceza hukuku sadece devletlerarasındaki
değil devlet dışı aktörlerin de müdahil olduğu silahlı çatışmalara bu hukuk
kurallarının tatbik edilebileceğini öngörüyor. İnsancıl hukukun en önemli
kaynağı olan Cenevre Sözleşmeleri’nin ortak üçüncü maddesi “uluslararası
nitelikli olmayan silahlı çatışma” (armed conflict not of an international
character) durumunda da devletin sorumlu olduğu bazı noktaların altını
çiziyor. Benzer şekilde uluslararası suçlar bağlamında bireysel sorumluluğu
düzenleyen Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Roma Statüsü de
“uluslararası nitelikli olmayan silahlı çatışmalar”a tatbik edilebilen bu 3.
maddenin ihlalini de savaş suçu olarak tanımlıyor.
İnsancıl Hukuk ve Silahlı Çatışma Hukuku
Ancak burada tabi konu açısından önemli olan nokta neyin “uluslararası
nitelikli olmayan silahlı çatışma” olarak tanımlanabileceği. Zira bu şekilde
tanımlanmayan çatışmaların veya diğer durumların insancıl hukuk
bağlamında devlet adına yükümlülük doğurması mümkün olmadığı gibi
uluslararası ceza hukuku bağlamında da bireysel sorumluluk kaynağı olması
söz konusu değil. Nitekim Roma Statüsü’nün savaş suçlarını düzenleyen 8.
maddesi yukarıda bahsi geçen 3. maddenin ihlali ile ilgili düzenlemenin
ayaklanma, kargaşa, izole şiddet olayları ve buna benzer durumları
kapsamadığını ifade ediyor.
Belirtmek gerekir ki Suriye’de devam eden çatışmaların taraflarından biri
olan isyancıların “silahlı çatışmalar hukuku”nun tanıdığı taraf olup olmadığı
tartışılabilir. Tam da bu hassasiyet nedeniyle Suriye merkezi yönetimi
isyancıları ısrarla terörist olarak tanımlıyor. Bu bir devletin yargı yetkisi
iddia edebilmesi bakımından önem arz ediyor. Zira koruma prensibine
göre herhangi bir ülke kendi egemenliğine yönelik eylemler konusunda
yargı yetkisi iddia edebiliyor. Bu prensibe göre mesela egemenliğe yönelik
eylemin söz konusu devletin ülkesinde meydana gelmesi veya söz konusu
devletin vatandaşı tarafından gerçekleştirilmiş olması gerekmiyor. Diğer
bir ifade ile böyle bir durumda kişisellik ve ülkesellik prensiplerini aşan bir
yargı yetkisi iddia edilebilmesi söz konusu. Ama bundan daha önemlisi de
aşağıda biraz daha detaylı açıklanacak olan “ Muharip ayrıcalığı ”nın sadece
insancıl hukukun tatbik edilebildiği silahlı çatışmalarda geçerli olması.
Elbette Suriyeli muhaliflerin isyancı ve bu kategoriye uygun bir grup teşkil
ettiği iddia edilebilir. Ve “ Uluslararası nitelikli olmayan silahlı çatışma ” nın tarafı olduğu için de yürüttüğü çatışmaya insancıl hukukun tatbik edilebileceği
iddia edilebilir. Ancak bir çatışmanın bu kategoride değerlendirilebilmesi
için çok temel birkaç şartı sağlaması gerekiyor.
Birincisi,
Hukuki hükümete karşı isyan eden tarafın organize bir silahlı gücü ve eylemlerinden sorumlu bir otoritesinin olması şart. Söz konusu tarafın ayrıca kontrol ettiği belirli bir bölgede hareket etmesi ve Cenevre Sözleşmeleri hükümlerine uyma araçlarına da sahip olması bekleniyor.
İkincisi,
Yasal hükümetin bu örgüt veya gruba karşı askeri yöntemlere başvurmak zorunda kalması. Ancak bu grubun askeri bir biçimde örgütlenmiş olması ve yasal hükümetin yetkili olduğu ülke içinde belirgin bir bölgeyi kontrol ediyor olması da aranan şartlardan bir diğeri.
Üçüncüsü,
(a) yasal hükümet isyancıları düşman olarak tanımış olmalı, ya da
(b) Kendisinde düşman olmakla ilişkili hakların varlığını iddia etmeli, ya da
(c) ilgili ihtilaf BM Genel Kurulu veya BM Güvenlik Konseyi gündeminde uluslararası barışa bir tehdit veya saldırı eylemi olarak tartışılıyor olmalı.
Dördüncüsü,
(a) isyancıların, bir devletin niteliklerine sahip olmayı hedefleyen bir örgütünün olması,
(b) isyancıların sivil otoritesinin ülke sınırları içinde belli bir bölgede halk üzerinde fiili yetki kullanabilmesi (KCK meselesi işte bunun için son derece önemli),
(c) isyancı örgütün silahlı güçlerinin organize bir otoritenin yönetiminde
Suriye Krizi’nde Bölgesel olması ve savaş hukuku kurallarına uymaya hazır olması ve
(d) isyancı sivil otoritenin Sözleşme hükümleri ile bağlı olmaya rıza göstermesi gerekiyor.
Suriyeli muhaliflerin isyancı ve bu kategoriye uygun bir grup teşkil ettiği iddia edilebilir.
Ve “uluslararası nitelikli olmayan silahlı çatışma”nın tarafı olduğu
için de yürüttüğü çatışmaya insancıl hukukun tatbik edilebileceği iddia
edilebilir.
Uluslararası ceza hukuku bağlamında sorumluluğa atıfta bulunabilmek için ortada insancıl hukukun tatbik edilebileceği bir çatışmanın
varlığı gerekmez.
Diğer bir ifade ile uluslararası ceza hukuku çerçevesinde çatışmasız bir
ortamda işlenen suçlar açısından da kovuşturma mümkün olabilmekte.
Buradan hareketle sadece sokak gösterilerinden müteşekkil bir isyan veya
ayaklanmanın silahlı çatışmalar hukukunun konusu olacağını söylemek pek
mümkün değil. Ancak Özgür Suriye Ordusu gibi ayırıcı işaretleri ve silahlı
bir gücü olan bir grup ve bununla ilişkilendirilebilecek siyasi bir otorite
merkezi bu şartı pekala sağlayabilir. Dolayısıyla en azından Özgür Suriye
Ordusu’nun belli bir güce erişmesi ve kumanda sınırları ve çerçevesinin
belirmesinin ardından insancıl hukuk bağlamında sorumluluktan söz
edilebilir duruma gelinebilecektir.
Uluslararası ceza hukuku bağlamında sorumluluğa atıfta bulunabilmek
için ise ortada insancıl hukukun tatbik edilebileceği bir çatışmanın varlığı
gerekmez. Diğer bir ifade ile uluslararası ceza hukuku çerçevesinde
çatışmasız bir ortamda işlenen suçlar açısından da kovuşturma mümkün
olabilmekte. Evrensel yargı kapsamında değerlendirilen uluslararası suçların
işlenmesi halinde bireysel sorumluluk doğabilmekte ve bu sorumluluk
neticesinde uluslararası yargılama gerçekleştirilebilmekte. Nitekim BM
İnsan Hakları Konseyi’nin Suriye ile ilgili hazırladığı raporda insanlığa karşı
suçlardan bahsederken savaş suçlarından söz etmemesi çatışmasız ortamda
işlenen suçların varlığını göstermekte.
Burada önemli olan nokta insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları gibi ihlallerin
bireyler eliyle gerçekleşmiş olması. Diğer bir deyişle bu suçlardan dolayı
doğrudan bir devleti veya hükümeti teknik anlamda suçlamak söz konusu
değildir. Yani mesela Esed’i insanlığa karşı suçlardan yargılamak mümkün
olsa bile bu, Suriye’deki hadiselere müdahale için yeterli bir gerekçe
olmayabilir. Bu noktada önemli olan mesela bu suçların işlenmesinde devlet
sorumluluğunun olup olmadığının tespit edilmesidir.
Modern uluslararası sistemin üzerinde oturduğu iki temel ilkeden söz
etmek mümkündür. Bu iki ilke aslında uluslararası hukuk açısından da ihlal
edilemeyecek sınırları çizmesi bakımından önem taşır. Bunlardan birincisi
devletlerin eşit ve egemen olduğu, diğeri ise bu devletlerin iç işlerine
müdahale edilmemesi ilkesidir. Bu iki temel ilkenin birçok pratik yansıması
ve sonucu olmuştur. Bunlardan bir tanesi mesela sınırların dokunulmazlığı,
diğeri ise devlet başkanlarının bağışıklığıdır.
Ancak zaman içerisinde özellikle iç işlerine karışmama ilkesinin istisnalarının
gelişmeye başladığını görüyoruz. Bunun ilk önemli örnekleri insan hakları
hukukunda kendini gösterirken daha yakın dönemlerde uluslararası ceza
hukuku da bu konuda önemli açılımlar sağladı. Bunun bir sonucu olarak
bugün mesela devlet başkanları, uluslararası suçlar nedeniyle sorumlu
tutulabilmekte ve yargılanabilmekte.
Ancak daha da önemlisi, egemenlik, iç işlerine karışmama ve sınırların
dokunulmazlığı hala genel ilke ve kurallar olmakla birlikte bazı özel
durumlarda bunlara istisnalar getirilebilmekte. İkinci Dünya Savaşı sonrası
yeniden kurulan siyasi düzende bu istisnaların temel gerekçesi olarak
uluslararası güvenlik ve istikrar gösterilmiştir. Diğer bir ifadeyle, devletlerin
savaş açma hakkı ellerinden alınmış ve kuvvet kullanma dahil zorlayıcı
tedbirlere başvurma yetkisi BM Güvenlik Konseyi’ne verilmiştir. Ve bu
çerçevede küresel siyasi sistemin güvenlik ve istikrarına tehdit olabilecek
durumlarda Konsey’in tedbir alabileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla Konsey
kararı ile devletlerin iç işlerine müdahalenin yolu bu şekilde açılabilmiştir.
Ancak daha yakın tarihlere bakıldığında ise devletlerin iç işlerine müdahale
etme gerekçesinin farklı bir forma büründüğü söylenebilir. Artık bir
devletin iç işlerine müdahale edilmesinin temel gerekçesi olarak devletin
uluslararası hukuktan kaynaklanan sorumluluklarının yerine getirmemesi
veya getirememesine atıfta bulunuluyor. Koruma sorumluluğu denilen
bu sorumluluk temelde, bir devletin ana unsurlarından biri olan halkın
korunmasına işaret ediyor. Dolayısıyla, bir devlet, koruma sorumluluğunu
yerine getiremediği takdirde iç işlerine müdahale edilmeme ilkesinin ardına
sığınamamakta.
Peki bir devletin bu sorumluluğunu yerine getirmediğinin tespiti nasıl
yapılabilir? İşte insancıl hukuk veya uluslararası ceza hukuku burada önemli
bir rol oynuyor. Yeni yeni ortaya çıkan koruma sorumluluğu kavramına göre
bir devletin sorumluluğunu ihlal ettiği, işlenen uluslararası suçlardaki payı
veya katkısı ile belirlenebiliyor. Diğer bir ifade ile bir çatışma veya karmaşada
işlenen ve normalde bireysel sorumluluk gerektiren soykırım, insanlığa karşı
suçlar veya savaş suçlarının işlenmesinde merkezi otoritenin katkısı veya
teşviki sorumluluğun yerine getirilmediği şeklinde değerlendirilebilir. Ve bu
da uluslararası ilişkilerin temel ilkelerinden biri olan iç işlerine karışmama
ilkesinin bir istisnası haline gelebilir.
Ancak Suriye örneği için konuşacak olursak, bu kadar kaba bir şekilde tarif
edilen kavram çerçevesinde Suriye’ye kolayca müdahale edilebileceği
sonucuca varılmamalı. Her şeyden evvel tartışmalı ve aydınlanmaya muhtaç
çok sayıda sorun bulunmakta. Bunlardan en önemlisi BM Güvenlik Konseyi
onayı olmaksızın, sorumluluğun yerine getirilmemesi durumunda yine de
müdahale imkanı var mı?
Suriye örneği için konuşacak olursak, bu kadar kaba bir şekilde tarif edilen kavram çerçevesinde Suriye’ye kolayca müdahale edilebileceği
sonucuca varılmamalı. Her şeyden evvel tartışmalı ve aydınlanmaya
muhtaç çok sayıda sorun bulunmakta.
Amaç her durumda, devletin korumadığı halkı korumak olmak durumunda.
Bununla ilgili dengeyi sağlamanın zorluğu ise ortadadır.
Bu nedenle de müdahale olsa bile bunun sonuçları uzunca bir süre
tartışılmaya devam edecektir
Diğer bir ifade ile acaba Konsey kararı olmadan Suriye’ye koruma sorumluluğu na atıfla müdahale etmek mümkün mü?
İkinci önemli sorun da böylesi bir müdahale yapılsa ve meşruiyet sağlansa
bile bu müdahalenin amacı ne olmalı? Normalde yapılacak müdahalenin
yine de iç işlerinden bağımsız olması beklenmelidir. Yani mesela Suriye
muhaliflerini iktidara getirmek ve Esed rejimini devirmek böylesi bir
müdahalenin amacı olamaz. Amaç her durumda, devletin korumadığı halkı
korumak olmak durumunda. Bununla ilgili dengeyi sağlamanın zorluğu ise
ortadadır. Bu nedenle de müdahale olsa bile bunun sonuçları uzunca bir
süre tartışılmaya devam edecektir.
Türk Dış Politikasında Suriye Dönüşümü: Güvenliğe Geri Dönüş
Doç. Dr. Murat ÇEMREK
Başlıktan da anlaşılacağı üzere bu mütevazı çalışma, Türk Dış Politikasının
(TDP) Suriye’ye dair dönüşümünü kısaca incelemeye matuftur. Burada
“dönüşüm” kavramı hem kavramın en vulgar, basit ve sözlükteki etimolojik
karşılığıyla var olan formunun ötesine geçmesi yani bir önceki formunu
aşmasıyla ulaştığı yeni formu ve değişikliği kastetmektedir. Diğer anlamda
ise, döngüsel tarih anlayışının bidayetten nihayete eren çizgisi bağlamında
1998 Adana Mutabakatı ile başlayan Türkiye-Suriye ilişkilerindeki pozitif
ilerlemenin Suriye yönetimi protestoculara “sniper” dâhil olmak üzere orantısız
güç kullanması sonrasında artan ölüm olaylarının artık katliama varması
sonrası geri döndürülemez bir noktaya gelmiştir. Burada da ilginç olan,
Türkiye, Arap Baharı başladığında veya Suriye’de protestolar başladığında
değil ölüm olayları artık katlanılmaz bir düzeye ulaştığında bu adımı atmıştır.
TDP, on yılı aşkın bir süredir “örnek” gösterilen ilişkilerini elbette bir anda
çöpe atması beklenemeyeceği için geliştirilen iyi ilişkilerden elde edilen
bakiyeyi Suriye rejimi üzerinde “nush ile uslandırma” ve ikinci aşamada
da “tekdir” noktasına getirmiştir. Bu aşamalardan sonuç alınamadığı için
TDP yapıcıları uluslararası toplumla beraber hareket etmenin ötesinde sivil
ölümleri önleme amacıyla öncü bir rol oynama girişimine yönelmiştir. İşte
dönüşümden kastımız olarak form değişikliği, birinci altı ayında tedricen
değişen üslubun artık formu değiştirmesidir.
Suriye’de yaşananlar artık hiç kimsenin yadsıyamayacağı ve gözlerini
kapayamayacağı sadece bölgesele değil küresel bir güvenlik sorununa
dönüşmektedir. En son Esed yönetiminin bile kınadığı Hula’da 32’si çocuk
olmak üzere kadın-erkek demeden 108 masum insanın hunharca öldürülmesi
on üç Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkenin ve Türkiye’nin ülkelerindeki Suriye
büyükelçilerini personanongrata (istenmeyen adam) ilan etmesiyle zirveye
ulaştı. Bu şartlar altında başta ABD ve büyük ölçüde hegemonik bir şekilde
tanzim ettiği uluslararası kamuoyunun önündeki diplomatik seçenekler yerini
hızla askerî tercihlere bırakma eğilimi göstermektedir. Kimse söylemese de
Suriye’de adı konmamış bir “ İç Savaş ” yaşanmaktadır.
TDP, on yılı aşkın bir süredir “Örnek” gösterilen ilişkilerini elbette bir anda çöpe atması beklenemeyeceği için geliştirilen iyi ilişkilerden elde
edilen bakiyeyi Suriye rejimi üzerinde “ Nush ile Uslandırma” ve ikinci aşamada da “Kö Tekdir ” Noktasına getirmiştir.
Türkiye’nin AK Parti iktidarında başta askerî ve oligarşik vesayeti
aşma girişimleri bağlamında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi
ve Anayasa değişikliğine dair referandumlar katılımcı demokrasiyi de
pekiştiren örnekler olarak bölgenin demokratikleşmesiyle sağlam bir zemin kazanacaktır.
Elbette “iç savaş” dediğimizde Ortadoğu’da en iyi bilinen haliyle din ya da
mezhep üzerinden silahlanan grupların devletin Weberyen anlamda şiddet
üzerindeki monopol otoritesini aşarak birbirlerini yok etmesinden ziyade,
içinde belirgin miktarda devlet terörü barındıran ve ülke içinde Hobbesian
anlamda bir doğal durumun oluşmasını kastediyoruz. Zaten devlet otoritesi
çözüldükçe devlet bu çözülmeyi önlediğini gösterebilmek için daha çok
şiddete başvurmakta ve bu da diğer tarafın karşı koyma şiddetini arttırdıkça
şiddet sarmalı büyümektedir. Nihayetinde şiddet sarmalı devletin şiddet
üzerindeki tekel konumunu daha fazla aşındırdığı bir kısır döngüye doğru
evirilmektedir. Şiddet diyalog kapılarını kapattıkça sivil siyasetin varlık
sebebi olan meseleleri konuşarak çözmek rafa kaldırılmaktadır ve artık
silahlar konuşmaktadır. İşte Türkiye’nin Suriye konusundaki kilit konumu
sadece 910 km’lik uzun sınırı, ortak tarih, akrabalık bağları, Türkiye’nin
bölgesel etkinliği değil ülkesindeki iç siyasetini özellikle askerî bürokrasinin
vesayetinden kurtararak sivilleştirdikçe bölgede siyasetini şiddetten
arındırma girişimleridir. Bu bağlamda, Türkiye’nin bölge halklarının
sandığa yansıması anlamında bile Arap Baharı’nı desteklemesi demokratik
standartlarını pekiştiren bir ülke olmanın ontolojik ve yapısal gerekliliğidir.
Türkiye’nin AK Parti iktidarında başta askerî ve oligarşik vesayeti aşma
girişimleri bağlamında Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ve Anayasa
değişikliğine dair referandumlar katılımcı demokrasiyi de pekiştiren örnekler
olarak bölgenin demokratikleşmesiyle sağlam bir zemin kazanacaktır. İşin
özü, Türkiye demokratikleştikçe bu konudaki ivmesi bulunduğu coğrafyadaki
diğer demokrasilerle mümkün olacağı için en azından bölgesel anlamda
demokratik barış kuramını imar etmek durumundadır.
Arap Baharı, Tunus ve Mısır’dan sonra 2011 Mart’ında Suriye’ye ulaştığında
protestoların başlamasıyla projeksiyonlar bu ülke üzerine çevrildikçe
Türkiye’nin de bu konuda takınacağı tutum bir odak noktası haline geldi.
1998 Adana Mutabakatı öncesinde Suriye’nin PKK’ya ve lideri Abdullah
Öcalan’a lojistik ve barınma desteği sağlamasından dolayı savaşmalarına
ramak kalan iki ülke arasındaki ilişkiler, Hafız Esed’in ölümü sonrasında
koltuğunu devralan oğlu Beşşar Esed’in ziyareti -ve özellikle AK Parti’nin
2002 Kasım’ında iktidara gelişiyle-tarihinin hiçbir döneminde olmadığı
kadar çeşitlenmiş ve her geçen gün derinleşmişti.
11 Eylül saldırıları sonrasında Afganistan ve Irak işgalinin yarattığı
kasvetli ortam ve uluslararası izolasyonu aşmak için Suriye, Türkiye’ye
güçlü bir motivasyonla yaklaşırken Türkiye de Ortadoğu’da pekiştirmek
istediği nüfuzunu bir ölçüde Suriye’yi küresel sisteme entegre ederek
gerçekleştireceğini fark etti. Türkiye de bu konuda Suriye’ye hocalık
vazifesini şevkle üstlendi. 2007’de Serbest Ticaret Antlaşması’nın yürürlüğe
girmesine aynı yıl imzalanan “Türkiye ile Suriye Arasında İşbirliği Mutabakat
Zaptı” eşlik etmiş ve Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Anlaşması’nın
imzalanmasıyla da stratejik ortaklık düzeyine çıkan işbirliği, ortak Bakanlar
Kurulu toplantısı, vizelerin kaldırılması ve Ürdün ile Lübnan’ın da parçası
kılındığı
Şamgen Antlaşması ile taçlandırıldı. Atılan bu adımların hem iki
ülke arasında hem de bölgede taşları yerinden oynatıp kartları yeniden
belirleyecek ve kimsenin daha önce düşünmeye bile cesaret edemediği
devrimsel bir ivme kazandırdığı ortadaydı.
Türkiye-Suriye ilişkileri bugün yeniden Adana Mutabakatı öncesine hatta
daha kötü bir döneme girmiştir. İki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesinde
kat edilen onca mesafeye rağmen bu denli kötüleşmesinde elbette gelişi
ve sonuçları öngörülemeyen Arap Baharı kadar Türkiye’nin Suriye’deki
dönüşümü uzun zamana yayan ıslahatçı bir yaklaşımın gerçekliğini yitirmesi
büyük rol oynamıştır. Türkiye, Suriye’yi küresel sisteme entegre etmeyi
üstlendiğinde bunun bir gecede olmayacağı için hem Suriye’nin dönüşüm
imkanlarını hem de sistemin Suriye’yi hazmetme kapasitesi arasındaki ince
hassas dengeyi yakalamak zorundaydı. Bundan dolayı zaman “en iyi ilaç”
gibi duruyordu.
Türkiye’deki dış politika yapımının hükümet kanadı, “eksen kayması”
tartışmaları bir yana, Ortadoğu diktatörleri ve monarşileriyle başta ekonomik
merkezli olmak üzere ilişkileri derinleştirmeyi benimsemişti. Aslında AK
Parti’ye kronik muhalefetleri ve iktidarda bulunmasından duydukları
rahatsızlıklarını Türkiye’nin Batı kampından koptuğu vehmini dillendirmekle
kendilerini görevlendiren ülkedeki laikçi çevreler, Türkiye’nin Ortadoğu’ya
yakınlaştıkça ekseninin ve şaftının kaydığını ifade ediyorlardı. Dünyayı ve
zamanı hala Soğuk Savaş refleksleriyle okuyan bu güruha göre Türkiye,
Batı’nın azat istemez bir kölesi olmalı ve Türkiye’nin belki de coğrafî
yakınlığından dolayı en çok etkili olabileceği Ortadoğu bölgesini unutmaya
devam etmeliydi. Türkiye, Ortadoğu ülkelerin demokratikleşmesinde
doğrudan bir rol oynamak yerine karşılıklı vize muafiyetiyle bu ülke
halklarının Türkiye’deki demokratik dönüşümü yerinde görerek zamanla
içselleştireceklerini umuyordu. Fakat Arap Baharı evdeki hesabı altüst
edercesine çok hızlı bir şekilde diktatörlükleri sel misali önüne katarken
Ortadoğu monarşileri petrol gelirleri ve/ya toplumlarındaki hegemonik
altyapılarıyla ömürlerini şimdilik biraz daha uzatmış gözükmektedir.
Türkiye, Arap Baharı Kuzey Afrika’da ilerlerken Suriye’ye hızlı bir
şekilde yenilenen konjonktür karşısında bir yol haritası sunmuş ve
Esed yönetiminden de aldığı taahhüt bağlamında talep edilen
değişimi itidalle kabullenmesini beklemiştir.
Siyasetin ekonomi ayağını yadsımadan Türkiye’nin bütün yapmak
istedikleri ulusal, bölgesel ve küresel piyasalardan bağımsız değildir.
Türkiye elbette büyüyen ekonomisi için genel anlamda tüketim kalıpları
modernleşmese de nüfusu genç Ortadoğu pazarlarını kaptırmaması
gereğinin farkındadır.
Türkiye, Arap Baharı Kuzey Afrika’da ilerlerken Suriye’ye hızlı bir şekilde
yenilenen konjonktür karşısında bir yol haritası sunmuş ve Esed yönetiminden
de aldığı taahhüt bağlamında talep edilen değişimi itidalle kabullenmesini
beklemiştir. Öte yandan Suriye ise yönetim, Esed ailesi, Baas Partisi, el-
Muhaberat, Nusayri kliği hatta ve hatta toplumun seküler unsurlarının
etkinliği protestolarının kanlı bir şekilde bastırılmasının önünü açmıştır. Bu
şartlar altında Türkiye’nin başta Suriye’de değişimin mümkün olacağına dair
umut dolu beklentisi yerini derin bir hayal kırıklığına ve sivil protestoculara
uygulanan orantısız güç sonucunda katliama varan ölümlerin artmasıyla
öfkeye bırakmıştır.
Öte yandan, Fuat Keyman’ın AK Parti’nin TDP anlayışını “realist proaktivizm”
olarak nitelendirmesinden hareketle, 1 Mart 1848’deki Avam Kamarası
konuşmasında “Bundan dolayı bu ülke ya da şunun İngiltere’nin ezeli
müttefiki ya da ebedi düşmanı olarak yaftalanması dar bir siyasadır. Ezeli
müttefiklerimiz ve ebedi düşmanlarımız yoktur. Çıkarlarımız ezeli ve ebedidir
ve görevimiz bu çıkarları takip etmektir” (”Therefore I say that it is a narrow
policy to suppose that this country or that is to be marked out as the eternal
ally or the perpetual enemy of England. We have no eternal allies, and we
have no perpetual enemies. Our interests are eternal and perpetual, and
those interests it is our duty to follow.” Speech to the House of Commons,
1 March 1848, Hansard’s Parliamentary Debates. 3rd series, vol. 97, col.
122) diyen siyasî kariyerine Muhafazakâr Parti’de başlayıp Liberal Parti’de
tamamlayan dönemin Britanya Dışişleri Bakanı Lord Palmerston’un sözlerini
en azından hatırda tutmasını beklenirdi. Bu minvalde, AK Parti iktidarının
daha önce “eksen kayması” tartışmalarında eleştiri konusu yapılan
politikalarının yerini Arap Baharı eşliğinde gelen zikzaklar, tutarsızlıklar hatta
Başbakan Erdoğan’ın “NATO’nun Libya’da ne işi var” deyip sonra NATO
komutasında en büyük deniz muhrip gücünü göndermesindeki savrulma ön
plana çıktı. Eğer bu dönüşümler realizmin gerekleriyse hükümetin Suriye
konusunda insan yaşamını merkeze alan söylemi giderek ahlâkîliğini ve
gerçekliğini yitirmektedir. Yok eğer bu yapılanlar proaktivizmin gerekleriyse
yani herkesten önce adım atmak gerekliliğine dair bir tavır ise, Türkiye en
son Hula’daki katliam sonrasında ancak on üç AB ülkesi gibi Suriye’nin
büyükelçisini “personanongrata” ilan edebilmiştir. Bu anlamda proaktivizm
değil ancak arkada kalmak sözkonusudur.
Siyasetin ekonomi ayağını yadsımadan Türkiye’nin bütün yapmak istedikleri
ulusal, bölgesel ve küresel piyasalardan bağımsız değildir. Türkiye elbette
büyüyen ekonomisi için genel anlamda tüketim kalıpları modernleşmese
de nüfusu genç Ortadoğu pazarlarını kaptırmaması gereğinin farkındadır.
Aslında bu eleştirileri yaparken Türkiye’nin dış politika yapımına hadi
kuruluşundan beri değilse bile Soğuk Savaş boyunca sirayet etmiş “akmaz,
kokmaz ve bulaşmaz” bir dış politika yapımının en azından önce çeperini
sonra da cevherini kırma gayretlerinin yaşadığı sancılı süreç olarak da
okumak gerekir. Türkiye, Cumhuriyetin kuruluşuyla unuttuğu bir coğrafyayı
ve politika yapma usulünü hatırlamaya çalışmaktadır ve seksen-doksan yıllık
unutması sistemli bir şekilde becerilmiş bir hafızayı tazeleme çabaları kolay
olmazken oluşan yoğun atalet yerini hemen proaktivizme bırakmamaktadır.
AK Parti politikalarını destekleyen yayınlarıyla bilinen Zaman’daki 02 Kasım
2011 tarihindeki “Sıfır Sorunsuz Komşu” başlıklı köşe yazısında -daha
önce AB Karma Parlamento Komisyonu’nda Eşbaşkanlık da yapan- Joost
Lagendjik, TDP’yi inceleyen yabancı analistlerin büyük çoğunluğunun
özel görüşmelerinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve mimarı olduğu
“komşularla sıfır sorun” politikasıyla ile ilgili şakalarında en çok “sıfır sorun”
kavramını ti’ye aldıklarını belirtiyor. Lagendjik’e göre, Türkiye’nin bırakın
komşularıyla sorunlarını sıfırlamasını, azaltamadığı gibi sınırları daha
sorunlu hale gelmiştir. Lagendjik, “Davutoğlu’nun fikirlerini gerçekleştirmek
için yorulmak bilmez çabalar, komşularla sıfır sorun değil, sorunsuz sıfır
komşu yaratmış durumda. Buna dair kanıt listesi de cesaret kıracak raddede
uzun” derken AB ile tıkanan üyelik müzakerelerini, Kıbrıs’la hâlâ çok kötü
olan ilişkileri, Ermenistan’la ilişkileri iyileştirme çabalarının başarısızlığını ve
buna rağmen Azerilerde yol açtığı rahatsızlığı, İran ile NATO füze savunma
kalkanına ev sahipliği ve Suriye’ye dair farklı tutumların arayı açmasını,
Türkiye-İsrail arasındaki “keskin söylemleri ve kopan diplomatik ilişkileri,” ve
en önemlisi Şam rejimine yönelik değişikliği saymaktadır.
Lagendjik, German Marshall Fonu (GMF) tarafından hazırlanan Arap
Baharı’nın Türk dış politikası üzerindeki etkilerini inceleyen bir rapora
verdiği referansla; Mısır, Libya ve Suriye’deki isyanların “[TDP’]deki bir dizi
tutarsızlığı açığa vurdu[ğunu] ve Davutoğlu’nun stratejisine ‘içkin normatif
ve reelpolitik boyutlar arasındaki gerilimi’ ön plana çıkardı[ğını] belirtiyor.
Aynı yazar 15 Nisan 2012’deki adı geçen gazetedeki “Annan’ın Suriye
Planı Ortadaki Tek Seçenek” başlıklı köşe yazısında Türkiye’nin Suriye’ye
olası bir tek taraflı askerî müdahalede bulunmayacağına dair umudunu
belirtirken Suriye askerlerinin sınır ihlâli içeren Türkiye topraklarına ateş
açmasına Başbakan Erdoğan’ın NATO anlaşmasının 5. maddesine atıfta
bulunarak karşılık vermesini hatalı buluyor.
Suriye konusunda Türkiye’deki özellikle liberal entelektüellerden
gelen eleştiriler, Davutoğlu’nun vurgu yaptığı güvenlik özgürlük
dengesinde Türkiye’nin dış politikasını “ Desecuritize ” ettikçe özgürlükler lehine ekonomik alanda işbirliğine vurguyla
örtüşüyordu.
Başbakan Erdoğan’ın “Suriye iç meselemiz” ifadesinden bu yana her geçen gün militer çözüme doğru evirilen ve gittikçe sertleşen söylemler, Türkiye’nin “ Soft power ” olmaktan vazgeçip “ Hard power ” olmaya mı gittiğinin sorgulanmasına da sebebiyet
vermektedir.
Lagendjik Türk hükümetine Suriye ile savaş bahsini kapatıp ortada başka seçenek olmadığından hareketle Annan Planı’nın işlemesi için çaba göstermesini tavsiye ediyor.
Elbette Nisan ortasındaki tavsiyeler, zaten ölü doğan Annan Planı’nı daha
da işlevsizleştirirken diplomasinin önü giderek tıkanmakta ve Suriye’deki
hem iktidar hem de muhalif unsurlar adeta tüm dünyayı kıyamete icbar
etmek için uğraşmaktadırlar.
Davutoğlu’nun çeşitli vesilelerle Türkiye’nin artık Soğuk Savaş’ın ‘kanat
ülke’si değil bölgesinin ‘merkez ülke’si ve ‘akîl ülke’si olduğundan dem
vurmasından hareketle Türkiye’nin TDP’de yaşadığı söylem ve pratik
düzeyde yaşadığı dönüşüm, hem ontolojik olarak teori ve pratik arasındaki
sosyal bilimlerde eşyanın tabiatı gereği ahlâk ve reelpolitik arasındaki
uçurum hem bu bölgede politika üretmenin zorluklarını içermektedir.
Aslında şu an TDP’de yaşanan, var olan tansiyonun su yüzüne çıkmasından
başka bir şey değildir. Suriye konusunda Türkiye’deki özellikle liberal
entelektüellerden gelen eleştiriler, Davutoğlu’nun vurgu yaptığı güvenlik-
özgürlük dengesinde Türkiye’nin dış politikasını “desecuritize” ettikçe
özgürlükler lehine ekonomik alanda işbirliğine vurguyla örtüşüyordu. Fakat
bugün gelinen noktada tam tersine TDP’nin eski “güvenlikçi” algısı daha
ön plana geçmiş gözükmektedir. Yazının başlığında da ifade ettiğimiz
güvenliğe geri dönüş TDP’nin güvenlikçi reflekslerinin ön plana çıkmasını
ifade ettiği gibi bu güvenlik endişelerinin sadece ulusal sınırları içermediğini
bölgeye dair de endişelerle şekillendiği ifade etmek gerekir. Güvenli
boğucu etkisiyle dozajı arttıkça özgürlüklere ket vurmasından hareketle
siyasetin sivil unsurlarını yok ederek militerleşmekte ve böylece de diplomasi
giderek sakıt kalmakta. Hatta bu haliyle Suriye’ye askeri müdahale ihtimali
belirginleştikçe “komşularla sıfır problem”den “sırf sorun” ve “sıfır komşu”
anlayışına doğru irredentist bir algı toplum nezdinde beslenmektedir.
Başbakan Erdoğan’ın Iraklı mevkidaşı Maliki ile girdiği mezhep polemiği,
İran ile iyiden iyiye su yüzüne çıkan Soğuk Savaş, Suriye konusunda Rusya
ile farklı kamplarda yer alınmasının getirdiği gerilim ne demek istediğimizi
anlatmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın “Suriye iç meselemiz” ifadesinden
bu yana her geçen gün militer çözüme doğru evirilen ve gittikçe sertleşen
söylemler, Türkiye’nin “soft power” olmaktan vazgeçip “hard power” olmaya
mı gittiğinin sorgulanmasına da sebebiyet vermektedir. Bu konuda belki
dikkate değer bir teselli, 23-30 Aralık 2011 tarihleri arasında dördüncüsü
yapılan Büyükelçiler Konferansı’nın temasının “Türk Dış Politikasının Temel
Dayanakları: Demokratik Değerler ve Ulusal Çıkarlar” olarak belirlenmesinin
TDP’nin hedeflerini perçinlemesi açısından önemli olduğudur. Bugün zaten
tartışılan bu değerlerin bölgede nasıl hayata geçirileceğidir. Üsluba gölge
düşüren ise Başbakan Erdoğan’ın kısa süre önce yaptığı Suudi Arabistan
ve Katar ziyaretlerinde Arap Baharı’nı boğan ve manipüle eden iki ülkenin
liderleriyle aynı görüşte olduklarını açıklamasıdır. Türkiye’nin bölgenin
demokratikleşmesinde demokrasi düşmanı arkaik monarşilerden medet
umması, Türkiye’nin “ileri demokrasi” çıtasına da gölge düşürmektedir.
Sonuç olarak, AK Parti’nin yaklaşık on yıllık iktidarındaki TDP yaklaşımını
özetleyen “komşularla sıfır sorun” politikası Suriye özelinde yakaladığı
başarıyla TDP’nin “amiral gemisi” iken bugün gelinen nokta itibariyle
“yumuşak karnı”/ “Aşil topuğu” haline gelmiştir. Bu geriye ket vurma basit bir
epistemolojik dönüşüm olmayıp ontolojik olarak en güçlü noktanın bağımsız
değişkenlerin etkisiyle nasıl da en zayıf halka haline gelebileceğinin en
billur örneğidir. Bir savaş çeşitli rıza üretim teknikleriyle elbette rasyonize
edilebilir ve böylece de meşrulaştırılabilir fakat hangi yol benimsenirse
benimsensin Türkiye yanı başındaki ABD’nin Irak’ı işgaline ve sonrasında
bugün Suriye’den daha fazla sivilin ölmesiyle sonuçlanmasına dair tutumunu
sorgulamadıkça yapacağı hamle ister tek başına ister bir koalisyonun parçası
olarak olsun bu tasarrufun ahlâkîliğine gölge düşürecektir. Bu bağlamda,
Suriye farklı bir düzlemde TDP’nin motoru olmaya devam etmektedir.
Türkiye, Suriye konusunda nasıl bir çözüm bulursa bulsun bundan sonra
TDP’nin hangi yönde, hangi üslup ve mekanizmalarla ilerleyeceğine ışık
tutacaktır.
(Bu yazının daha önceki bir versiyonu Stratejik Düşünce 2012 Mayıs
sayısında yayınlanmıştır.)
AK Parti’nin yaklaşık on yıllık iktidarındaki TDP yaklaşımını özetleyen
“ Komşularla Sıfır Sorun” politikası Suriye özelinde yakaladığı başarıyla TDP’nin “Amiral gemisi ” iken bugün gelinen nokta itibariyle “Yumuşak Karnı”/ “Aşil Topuğu” haline gelmiştir.
Suriye Misak-ı Millîsi
Suriyeli muhalefet grupları 1 Nisan 2012’de İstanbul’da gerçekleşen
Suriye’nin Dostları Toplantısı’ndan sonra Suriye Misak-ı Millîsi’ni açıkladılar.
- Suriye medeni, demokratik, çoğulcu, bağımsız ve özgür bir devlettir. Bu
devletin egemenliği demokratik süreçle halk tarafından belirlenir.
- Bugünkü gayrı meşru yönetimin devrilmesinden sonra kurulacak geçici
geçiş hükümeti özgür ve nezih bir seçim düzenlenmesini taahhüt eder.
Seçimler sonucunda kurucu meclis oluşur ve bu meclis bu sözleşmede
yeralan ilkeleri içeren yeni bir anayasayı oluşturur ve özgür referandum
çerçevesinde halka sunar.
- Yeni Suriye, demokratik bir cumhuriyet olacak ve düşünce, etnik ve din
aidiyetine bakmaksızın vatandaşlarını hukukun egemenliği çerçevesinde
eşit gören anayasal düzene dayalı olacaktır.
- Doğacak yeni demokraside devlet ve toplum içerisinde insan haklarına
saygı temel ilke olacaktır.
- Suriye halkı içinde barındırdığı farklı kültür, İslami, Hıristiyan veya
herhangi bir dini inanca mensup olmaktan kaynaklanan inanç
çeşitliliğinden iftihar duymaktadır. Tüm katmanlara mensup şahıslar,
dışlanmadan, ayrımcılığa uğramadan bu birliktelikteki yerini alır.
- Anayasa, Suriye toplumunun katmanları arasında dine, mezhebe dayalı;
Arap, Kürt, Asuri-Süryani, Türkmen ve diğer etnik unsurlar arasında ayrım
yapılmayacağını vurgular. Suriye’nin toprak ve halk birliği çerçevesinde
bunların haklarını tanır.
-Ülkede özgür, nezih ve periyodik seçimler düzenlenir. Çok partili sistem
kurulur. Suriye’de demokratik, siyasi hayata katılma yönünde isteği
bulunan bir vatandaşın önüne herhangi bir engel konulamaz.
- Özgür seçimle gelen parlamento meclisi halkın iradesini ve çıkarlarını
yansıtır. Parlamento, içinden çıkacak olan hükümetlere de meşruiyet
kazandırır. Suriye Başkanı halk veya parlamento tarafından özgürce
seçilir. Birey veya herhangi bir konseye yönetim verilmez.
- Seçilecek hükümet, yargı ve kurumlarının bağımsızlığını
şüpheye mahal
vermeyecek şekilde tamamen güvence altına alır.
-Vatandaşların uluslararası anlaşmalar çerçevesinde görüş ve ifade
özgürlüğü, tercih ve inanç özgürlükleri dahil genel ve özel özgürlüklerini
korur.
- Devlet, kadın hak ve özgürlüklerine riayet eder.
- Yeni devlet, dini katmanların haklarını en üst düzeyde korur, din, inanç
ve fikir özgürlüğünün fiiliyata dönük veçhelerini güvence altına alır.
- Resmi otoritenin tümü, devlet kurumları ve kurumlardaki çalışanlar,
halkın hizmetinde olur; aksi olmaz.
- Kimseye, cezadan kaçmaya müsaade edilemez. Ceza ilkeleri yasalara
göre ve adil bir yargı yoluyla yine adil bir şekilde pekiştirilir.
- Suriye silahlı kuvvetleri siyasi otoriteye tabi olur. Bugünden sonra
siyasi hayata ve rejimin çıkarlarını muhafaza etmek için müdahalede
bulunmasına izin verilemez.
-Güvenlik teşkilatları, yasama otoritesinin gözetiminde olabilmeleri,
vatandaş ve vatanın hizmetinde bulunabilmeleri amacıyla yasal ve
anayasa temelleri üzerine yeniden yapılandırılır.
- Yeni Suriye, ülkeler arasındaki hak ettiği yere kavuşacaktır. Bölgesel
ve uluslararası ilişkilerin de ise karşılıklı çıkar, işbirliği ve ortak çalışma
ilkeleri esasa alınacaktır.
- Suriye, bölgede istikrar faktörü olmak için Arap Ligi kapsamında
çevresindeki Araplar içerisindeki aktif rolünü geri kazanacaktır.
- Suriye tüm meşru yöntemlerle Golan Tepelerini geri almaya çalışır.
Haklarını geri alma konusunda yaptıkları mücadelede Filistin halkına
destek verecek, hedeflerine ulaşabilmeleri için Filistinliler arasındaki
birliğin muhafazasına katkıda bulunacaktır.
- Suriye ekonomisi ve çalınan kamu malları kanlı rejim ve soyguncu
grupların elinden alınarak halkın hizmetine sunulacaktır. Devlet,
dürüst rekabet ve piyasa yasaları çerçevesinde ekonomik özgürlüğün
perçinleşmesine çalışır. Ayrıca devlet, ulusal zenginliğin adil dağılımını
sağlamakla yükümlüdür.
Suriye İçin Annan Barış Planı
1. Suriye halkının istek ve endişelerine yanıt sunacak Suriye öncülüğünde
bir siyasi süreç
2. Sivillerin korunması için BM gözetiminde her tür silahlı şiddete son
verilmesi
a) Hükümet meskun alanlara asker sevkini ve silah kullanımını durdurup
buralarda bulunan askerleri çekecek
b) Muhalefet çatışmalara son verme taahhüdünde bulunacak
3. Tüm taraflar çatışma yaşanan bölgelere insani yardım sevkini sağlayacak
ve insani amaçlarla her gün iki saatlik sükunet dönemleri sağlanacak
4. Yetkililer keyfi şekilde tutuklanmış kişilerin serbest bırakılması sürecinin
hızını ve kapsamını artıracak
5. Yetkililer ülkede gazeteciler için hareket serbestîsi temin edecek
6. Yetkililer toplanma ve barışçı şekilde gösteri yapma hakkına saygı
gösterecek. Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler
Son Notlar ;
AVRUPA BİRLİĞİ’NİN SURİYE POLİTİKASI
Doç. Dr. M. Murat ERDOĞAN
1. Bu konuyla ilgili son derece ayrıntılı bir derleme ve analiz için
Bkz.: Dr. Dilek Yiğit, “Avrupa Birliği’nin Suriye’deki Olaylara Karşı
Tutumu” <http://www.sde.org.tr/tr/haberler/1611/avrupa-birligininsuriyedeki-
olaylara-karsi-tutumu.aspx>
FRANSA’NIN SURİYE POLİTİKASI
Zeynep SONGÜLEN İNANÇ
2. Bkz. O. Sander, Siyasi Tarih, 1918-1994, Ankara, İmge Kitabevi,
2005; F. Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, 1914-1995, İstanbul, Alkım
Yayınevi, 2005; M. A. Okur, “Emperyalizmin Ortadoğu Tecrübesinden
Bir Kesit: Suriye’de Fransız Mandası”, Bilig, Sayı 48, 2009, s. 137-156.
3. P. Larrouturou, “Trente ans de relations complexes entre les présidents
syriens et français”, Le Monde, 29.04.2011.
4. R. H. Harboun, “La Politique française avec la Syrie”, http://www.
mandelmike.fr/harboun//index.php ?option=com_content&task=vie
w&id=939&Itemid=151.
5. Fransa’nın Suriye Büyükelçiliği, http://www.ambafrance-sy.org/
Presentation,22.
6. “Daha Fazla Gözlemci mi, İnsani Koridor Mu?” Radikal, 19.04.2012,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&Arti
cleID=1085414&CategoryID=81.
7. “Fransa Suriye’ye Müdahale Şartını Açıkladı”, Radikal, 18.11.2011,
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=HaberYazdir&ArticleI
D=1069951 .
8. “La France prête à intervenir en Syrie?” Le Point, 30.11.2011,
http://www.lepoint.fr/monde/la-france-prete-a-intervenir-ensyrie-
29-11-2011-1402017_24.php .
SURİYE KRİZİ VE İSLÂM DÜNYASI
Doç. Dr. Ahmet UYSAL
9. http://www.thenational.ae/news/world/asia-pacific/malaysiancrackdown-
ahead-of-mass-rally-planned-by bersih
RUSYA’NIN SURİYE POLİTİKASI
Amine YAZICI
10. ARMAOĞLU Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914- 1995, İstanbul 2004
11. Çevreleme Politikası, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), Soğuk
Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin (SSCB) yayılmacı politikasına
karşı izlediği askeri, ekonomik ve diplomatik unsurlar içeren dış politika
stratejisidir. Dışişleri Bakanlığı’nın SSCB danışmanı George F. Kennan,
SSCB’deki rejimin yumuşayacağı ya da çökeceği beklentisiyle «Rusların
yayılmacı eğilimlerinin, uzun dönemli, ama sarsılmaz ve uyanık
bir politikayla çevrelenerek denetim altına alınmasını» gerektiğini
söylemiştir.1947’deki Truman Doktrini çevreleme politikasının ilk
yansımasıydı. Amacı komünizmin yayılmasını engellemek, ABD’nin
güvenliği ile yurtdışındaki etkisini geliştirmek ve bir domino
etkisini engellemek olan çevreleme politikası Sovyetler Birliği’nin Doğu
Avrupa, Çin, Kore ve Vietnam’da giriştiği genişleme politikasına karşı
oluşturulmuştu.
12. KARABULUT Bilal, “Karadeniz’den Ortadoğu’ya Uzanan Bir Dış Politika
Geçmişten Günümüze Suriye-Rusya İlişkileri”, Karadeniz Araştırmaları,
Sayı: 15, Güz 2007, s.67-88
13. A.g.e. s.73 SDE Analiz
14. A.g.e. s.75
15. Yakın çevre doktrini ile Rusya Federasyonu eski Sovyet topraklarını
nüfuz alanı olarak kabul etmiştir.
16. Renkli Devrimler, Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta ve Doğu Avrupa
ile Kafkaslar ve Ortadoğu’da bir dizi yönetim değişikliği meydana
gelmiştir. Sırasıyla Sırbistan (Eylül 2000), Gürcistan (Kasım 2003),
Kıbrıs (Aralık 2003), Ukrayna (Kasım 2004), Romanya (Kasım ve Aralık
2004), Lübnan (Şubat 2005) ve Kırgızistan (Mart 2005)’da meydana
gelen yönetim değişiklerine verilen isimdir.
İRAN’IN SURİYE POLİTİKASI
Uğur KÖROĞLU
17. Sami Mobayad, “Syria’s One True Friend-Iran,” Asia Times, 12 Temmuz
2006.
18. Konuyla ilgili detaylı bilgi için bkz.: Çavuşî, Meryem, Ber-resi-yé
Revâbét-é Îrân ve Sûriye Be’d ez Énghelab-é Éslâmî-yé Îrân (19792001),
yüksek lisans tezi, Allame Tabatabai Üniversitesi, Hukuk ve Siyasal Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, Tahran-İran.
19. Altı dönemi kapsayan bu tasnif,United States Institute of PeaceThe Iran
Primer’ın resmi sitesinde yer alan http://iranprimer.usip.org/resource/
iran-and-syria adresindeki Goodarzi, Jubing’in Iran and Syriaadlı
makalesinde yapılmıştır.
20. Sinkaya, Bayram, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 33, s. 40, Eylül 2011,
Ankara.
21. Tüm alıntılar İran İslam Cumhuriyeti lideri Ayetullah Seyyid Ali
Hamanei’nin resmi internet sitesinden yapılmıştır;
http://www. khamenei.ir
22. İran İslam Cumhuriyeti Resmi Devlet Sitesi www.dolat.ir
23. www.dolat.ir
24. 8 Eylül 2011 tarihli Aftab News haber ajansının haberi.
25. Suriye özel temsilcisi Faysal Mikdad ile Ahmedinejad’ın görüşmelerinden,
Asr-ı İmruz Haber Ajansı, 28 Mart 2012
26. www.dolat.ir,
27. www.dolat.ir,
28. İran ve Suriye, kurdukları ittifaka son zamanlarda Mukavemet/Direniş
Hattı adını vermektedirler.
Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler SDE Analiz
29. www.dolat.ir
30. “U.S. secretly backed Syrian opposition groups,” The Washington Post,
18 April 2011.
31 “Iran calls Syrian protests a Western plot,” Reuters, 12 Nisan 2011.
32 Fatih Altaylı, Habertürk Gazetesi, 22 Şubat 2012.
33. Bu yazı hakkında incelemeler yaparken konuyla ilgili medyamızda da çıkan ve İranlı yetkililere dayandırılan “Mehdi geliyor” şeklindeki haberlerin kaynakları araştırılmasına rağmen bu tarz bir ifadelere rastlanılmadı.
34. Talhamy,Yvette,
The Syrian Muslim Brothers and the Syrian-Iranian
Relationship, The Middle East Journal, Volume 63, Number 4, p. 563
Autumn 2009, Washington-USA. SDE Analiz
..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder