ÖMER TURAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖMER TURAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Ekim 2020 Salı

1968 İSYAN, DEVRİM, ÖZGÜRLÜK - BİR MUHALEFET DALGASI OLARAK 68. BÖLÜM 3

1968 İSYAN, DEVRİM, ÖZGÜRLÜK - BİR MUHALEFET DALGASI OLARAK 68. BÖLÜM 3



2018’in sonunda yayımlanan ve Türkiye’de 68 eylemcilerinin yararlandıkları fırsat ve destekler ile karşılarına çıkan tehditleri titizlikle inceleyen Jakobenlerden Devrimcilere: Türkiye’de Öğrenci Hareketlerinin Dinamikleri (1960-1971) başlıklı kitabında Emin Alper, uluslararası protesto dalgasının sokağa çıkanlar için belirgin bir özendirme etkisi olduğunu belirtiyor. Alper’in ifadesiyle, 68 konjonktüründe Vietnam, “Türkiye öğrencileri arasında da anti-emperyalist milli mücadelenin sembollerinden biri haline” gelmişti. Alper, Türkiye’de anti-emperyalist heyecanın yükselmesinde üçüncü dünyacılık gibi fikirlerin etkisi olduğunu ama bunlardan çok ABD’nin Johnson mektubu ile Türkiye’ye ihanet etmiş olduğu yönündeki yaygın hissin etkisini görmek gerektiğini belirtiyor. Alper’e göre, solcular anti-emperyalist fikirleri Kıbrıs krizi ve Johnson mektubuna başvurarak özgürce ve meşru bir şekilde yayma fırsatı bulmaktaydılar.21

21 Emin Alper, Jakobenlerden Devrimcilere: Türkiye’de Öğrenci Hareketlerinin Dinamikleri (1960-1971), Çev. Eylem Yenisoy, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2018, s. 37. 

 “Tek Hareket mi?”, “birden fazla hareket mi?” sorusu çerçevesinde McAdam ve meslektaşlarının sunduğu modeli ile Wallerstein’in 1968 üzerine tezlerini çapraz okumaya devam edersek, Wallerstein’in üçüncü tezi olan 68’in eski soldan kopuş olduğu tespitini de hatırlamak gerekmekte. Bu Türkiye 68’i için de geçerlidir. Türkiye’deki öğrencilerin de sosyalizm perspektifleri Sovyetler Birliği hattından uzakta şekillenmiştir. Bunda McAdam, Tarrow ve Tilly’nin “harekete geçiren yapılar” dedikleri mecraların rolünü teslim etmek gerekir. Aralık 1965’te TİP Gençlik Kolları üyelerince kurulan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), iletişim, koordinasyon ve bağlılığı arttıran bir “harekete geçiren yapı”dır. Kerem Ünüvar’ın bu kitapta yer alan çalışmasında vurguladığı üzere, “FKF, kendi lokallerini kurabilen, sosyal aktiviteleri pekiştiren, üniversite yaşamına ve idari yönetimin tasarruflarına müdahale yollarını oluşturan, TİP’in politikaları çerçevesinde işçi ve  köylülerin mücadelelerine destek veren bir gençlik örgütlenmesi”dir. 

Tam da “harekete geçiren bir yapı” olarak FKF bize, Türkiye 68’inin TİP’i yaratan sosyalist rüzgârın dışında düşünülemeyeceğini hatırlatır. 

Bu bağlantı ile “harekete geçiren yapı” (FKF) ile “çerçeve belirleme süreçleri” arasındaki ilişkiyi de hatırlayabiliriz. TİP ve liderleri ortak yorum belirlenmesinde önemli rol üstlenmişler, özellikle Mehmet Ali Aybar’ın yüksek sesle yaptığı Sovyetler Birliği eleştirisi, Wallerstein’in tezinde söylediği üzere, yeni kitleselleşen dalganın eski sol ile mesafeli şekilde oluşmasına yol açmıştır. Aybar açıkça Leninist parti modelini eleştirmekle kalmamış, Ağustos 1968’de Varşova Paktı Çekoslovakya’yı işgal edince bu müdahaleciliğe de sert şekilde karşı çıkmıştı.22

     22 Kimi zaman gözden kaçan bir detayı hatırlamak TİP’in “çerçeve belirleme süreci” olarak gücünü anlamak adına önemlidir: 

Aybar’ın itirazlarıyla birlikte, Parti’nin diğer önemli adı Behice Boran da (sonradan konumunu gözden geçirse de) ilk aşamada Prag’a Sovyet işgaline karşı çıkar. Boran Boran 27 Ağustos 1968 tarihli Milliyet’te şunları yazmıştı: “Sovyetler Birliği’nin Varşova Paktı’nın diğer dört üyesi ile birlikte Çekoslovakya’ya yaptığı askerî müdahalenin hiçbir yönden haklı, hatta gerçekçi politika bakımından geçerli görülebilecek yanı yoktur. […] Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfı diktatörlüğü partinin, hatta parti içinde belirli bir kadronun gitgide tek bir kişinin müstebit, keyfî idaresi şeklini almıştır.” Bkz. Uğur Mumcu, Aybar ile Söyleşi: Sosyalizm ve Bağımsızlık, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1993, s. 54.

    Türkiye 68’inde gözlenen eski soldan kopuşun süreç içinde yerini daha muğlak bir resme bıraktığını, Sovyet modelinden ilham almış olan Mihri Belli’nin öğrenci hareketi üzerinde etki sahasını genişlettiğini de hatırlamak gerekiyor.23

23 Bu noktaya dikkatimi çeken Emin Alper’e teşekkür ederim. 


Ant dergisinin İnci Tuğsavul Özgüden tarafından tasarlanmış olan, 26 Kasım 1968 tarihli kapağı. Özetle, protesto dalgasını “harekete geçiren yapılar” neydi sorusu üzerinden okumak, “tek hareket mi?”, “birden fazla hareket mi?” sorusunda ibreyi farklılıklara doğru çevirir. Fakat tam da bu noktada “harekete geçiren yapılar”ın sabit olmadığını da hatırlamak gerek. Ünüvar’ın yazısı bize FKF’de başlayan sürecin nasıl evrildiğini ve zamanla öğrencilerin “harekete geçiren yapı”yı dönüştürerek nasıl Dev-Genç’i kurduklarını anlatıyor. Benzer şekilde Deniz Cenk Demir’in kapsamlı makalesi Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nda (DDKO) bulunmuş TİP üyesi Kürt gençlerin Ekim 1970’de toplanan 4. Kongre’de harekete geçtiklerini, kimi Doğulu delegeleri de yanlarına alarak kongrenin havasını etkilediklerini ve böylelikle (1971’de Anayasa Mahkemesi’nin partiyi kapatmaktaki ana gerekçesini oluşturacak olan) TİP’e Kürt sorunu ile ilgili tarihi bir karar aldırıldıklarını aktarıyor. 

Başka bir ifadeyle, “harekete geçiren bir yapı” olarak TİP de değişmez değildir ve aktivistlerin fikirleriyle etkileşim halindedir. 

“Tek hareket mi?”, “birden fazla hareket mi?” sorusu üzerine düşünürken “çerçeve belirleme süreçleri” üzerine de düşünmek gerekiyor. 

Bu kitapta bir araya gelen makaleler farklı ülkelerdeki 68 dalgalarına dair farklı ilham kaynakları hakkında geniş bir ufuk turu sunmakta. Bülent Somay devrim tahayyüllerinin izini Anglosakson ülkelerin müzik mecralarında sürdüğü yazısında 1960’ları çevreleyen tüm temaların, yani gençlik başkaldırısı, cinsel özgürlük / devrim talebi, keyif verici maddelere heves, yersiz-yurtsuzluk, ulus/vatan fikrine isyan, tembellik hakkı talebi, Şark mistisizmine yoğun bir merak ve “Amerikan Hayat Tarzı”nın kuru gerçekçiliğine fantazi/bilim kurgu üzerinden karşı çıkışın 1950’lerin hazırladığı düşünsel zeminde belirdiğini söylüyor. Somay’a göre, “Beat” kuşağı edebiyatçılar, yaşam tarzı açısından Amerikan kurulu düzeninden ayrılmaları ve “ Amerikan Rüyası” na dair alaycı reddiyeleri ya da İngiliz romancı Tolkien’in 1954’te yayımlanan romanı Yüzüklerin Efendisi’nin 1960’larda politikleşen şarkı sözleriyle olan ilişkisini görmek mümkündür. Axel Çorlu, Fethiye Beşir ve Alper Akyüz’ün makaleleri ırkçılık karşıtlığından feminizme ve ekolojist kaygılara uzanan bir yelpazede farklı ülkelerdeki 68 protestocularının ilham kaynaklarını serimliyor. Rudi Dutschke yazısında Tanıl Bora “Kızıl Rudi”nin nasıl Camus, Sartre gibi varoluşu felsefecileri ikinci plana itip Marksizm’le uğraşmaya başladığını ve Rosa Luxemburg’u keşfettiğine değiniyor. Luxemburg’un Sovyet modeline olan eleştirel mesafesi Dutschke için de önemli olacak ve Dutschke 1917 Rusya’sındaki sosyalizm modelinin örnek alınamayacağını vurgulayacaktır. 

Bu ilham kaynaklarının yanı sıra Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki 68’lilerin “çerçeve belirleme süreçleri”ne daha doğrudan etki etmiş, ortak tanım, yorum, itirazların şekillenmesine katkıda bulunmuş isimler de vardır. Bu bağlamda ilk olarak Herbert Marcuse’yi anmak gerekir. Batı Almanya’da öğrenciler Frankfurt Okulu kuramcılarına heyecanla yönelirlerken, Adorno bu heyecana karşılık vermemiş, Habermas ise öğrencilerin hedeflerini desteklemesine karşın, yöntemlerine şerh düşmüş, bu şerhini “solcu kargaşalar, çocuksuluk, devrimcilik oynamak” gibi sert ifadelerle dile getirmişti.24

24 Matthew G. Specter, Habermas: Entelektüel Bir Biyografi, Çev. İsmail Ilgar, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 135-136. Habermas’ın öğrenci protestolarına ilişkin değerlendirmeleri için ayrıca bkz. Jürgen Habermas, “İdeoloji” Olarak Teknik ve Bilim, Çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: YKY, 1997, s. 66-68.

Frankfurt Okulu’nun Batı Almanya’daki mensuplarının bu tavrına karşın, o dönemde ABD’de yaşayan Marcuse hem harekete destek veriyor, hem de yazdıklarının protestocular tarafından okunmasını önemsiyordu. Sozialistische Deutsche Studenten’un (Almanya Sosyalist Öğrenciler 

Birliği, SDS) davetiyle Temmuz 1967 Batı Almanya’ya gelen Marcuse, Batı Berlin’de “Ütopyanın Sonu” ve “Radikal Muhalefette Şiddet Meselesi” başlıklı konferanslar verir.25

25 Herbert Marcuse, Five Lectures: Psychoanalysis, Politics, and Utopia, Londra: Penguin, 1970. 

 Marcuse konferanslarında yeni bir sosyalizm tanımının gerekli olduğundan söz eder, özgür bir toplumun fiiliyata geçirilmesi için gereken tüm materyal ve entelektüel güçlerin hazır olduğunu, bu nedenle radikal dönüşümün bir ütopya olmadığını vurgulayarak mücadele çağrısı yapar. Marcuse’nin ifadesiyle mücadele hem bilincin özgürleşmesini, hem de mevcut toplumun iktidar yapısında yarıklar oluşturmayı hedeflemelidir.

Siyahilerin ezilmişliğinden, Fransa’nın Cezayir’de yaptığı katliamlardan, feminizmden ve Vietnam Savaşı’ndan söz eden Marcuse, öğrenci hareketini  küresel dönüşüm gücü olarak görse de, öğrencilerin doğrudan devrimci bir güç olmadığını da söyler. Marcuse konferanslarında şiddet konusuna da değinir ve kimi durumda şiddet kullanımının kaçınılmazlığından söz eder. Marcuse için temel ayrım, sistemin ayrılmaz parçası olan yapısal şiddet ile bunu bitirmeye yönelik şiddet arasında, yani gerici ve devrimci şiddet arasında, ya da başka bir deyişle baskıcıların ve baskıya maruz kalmışların şiddeti arasındadır. 

Marcuse’nin ifadesiyle çatışmayı kendinden menkul bir amaç haline getirmek hem gereksiz hem de sorumsuz bir tavır anlamına gelmekteydi. 

Fakat kurumsallaşmış şiddet ile çatışmaya girmenin kaçınılmaz bir yönü de vardır.

ABD’de ve Avrupa’da Marcuse önemli bir figür olarak “çerçeve belirleme süreçleri”nin içinde yer alırken Türkiye’de durum neydi? O dönemde May Yayınları peş peşe üç Marcuse kitabının çevirisini yayımladı: Aşk ve Uygarlık (1968), Tek Boyutlu İnsan (1968) ve Sovyet Marksizmi (1969). Bu üç kitabın Türkçeye çevrilmesi elbette önemlidir ve Marcuse’nin Türkiyeli kimi 68 aktivistlerinin zihninde yeri olduğuna işaret eder. Ayşen Uysal bu kitapta yer alan makalesinde belirttiği üzere, çeviriler düşünce ve pratiklerin transferinde önemli olsa, bu çeviriler üzerinden Türkiyeli öğrenciler için Marcuse’nin belirleyici bir ilham kaynağı olduğunu söylemek mümkün değildir. Türkiye’deki protesto dalgasının üzerine inşa edildiği “çerçeve belirleme süreçleri”ne bakarken esas olarak yerel kaynakların belirleyici rolünü tespit etmek gerekiyor. Bu bağlamda öncelikle, 1961’de çıkmaya başlayan ve Haziran 1967’e kadar devam eden Yön dergisinin ve Doğan Avcıoğlu’nun etkisini vurgulamak şarttır. Altı yıl boyunca haftalık olarak yayımlanan Yön’ün temel etkisi, Marksizm ve sosyalizm kelimelerini tabu kelimeler olmaktan çıkarıp onlara görünürlük kazandırmak olmuştur. 

Yön ve Avcıoğlu, sosyalizmi sık sık kalkınmacılıkla bir tutar ve halkçı bir kalkınma doktrini olarak konumlandırır. Sosyalizm sayesinde Türkiye’nin hızlı kalkınması mümkün olabilecektir.26

26 Ömer Turan, “Doğan Avcıoğlu”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt 9: Dönemler ve Zihniyetler, Ömer Laçiner (der.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2009, s. 159-179.

 Avcıoğlu’nun başyazıları ile Yön’ün teşvik ettiği, Atatürk gençliğinin “milli uyanışı”dır. Bu milli uyanış ile gençlik “yabancı petrole, Coca-Cola’ya, Sana ve Vita’ya” ve yabancı biralara hayır diyecektir; çünkü bütün bunlar devletleri, tüccarları, profesörleri içine alan dev bir menfaat şebekesiyle ilişkilidir.27

27 Doğan Avcıoğlu, “Gençliğe Çağrı”, Yön, No. 91, 25 Aralık 1964, s. 3.

 Yön sıklıkla okurlarına üçüncü dünyacılık perspektifi ile Batı dışı coğrafyalardan haberler aktarır. Okurlar dergide Jean-Paul Sartre’ın “Emperyalizmle Nasıl Savaşılır?” sorusuna verdiği yanıtı bulurlar. 

Yön’ün kırdığı tabuları düşünürken, derginin “Kürt Meselesi”ni kapağına taşıdığını da hatırlamak gerek. Avcıoğlu 1966’da kaleme aldığı bir yazıda, sosyalistler de dâhil olmak üzere kimsenin Kürt meselesi tabusunu tartışmaya cesaret edemediğini, oysa bir etnik grubun sahip olduğu kültür değerlerinin eritilmesinin sosyalizmin temel felsefesine aykırı olduğunu söylüyordu. Avcıoğlu’na göre sosyalistler için bu önemli mesele hakkında düşünme zamanı gelmişti.28

28 Doğan Avcıoğlu, “Kürt Meselesi”, Yön, No. 194, 16 Aralık 1966, s. 3.

Yön kapandıktan sonra Avcıoğlu Türkiye’nin Düzeni’ni 1968’de yayımlar. Bu kitap sadece Kemalizm, sosyalizm ve kalkınmacılığın bir sentezini sunmuyor, aynı zamanda sonraki dönemlerde az rastlanır bir düzeyde tarihsel perspektifi dolaşıma sokuyordu. Emre Can Dağlıoğlu bu derleme kitap için kaleme aldığı makalesinde Türkiye’nin Düzeni’nin çerçevesi ve etkisini detaylarıyla ele alıyor. Avcıoğlu ve Yön’ün etkisini hesaba katarken, bu mecrada demokrasi şüpheciliğinin de yaygınlaştırıldığını eklemek gerek. Dağlıoğlu’nun da belirttiği üzere tutucu güçler koalisyonunun kitle üzerindeki etkisinin aşılamayacağını savunan Avcıoğlu, sandığın beklenen sonucu vermeyeceğini öne sürer. TİP’in parlamento odaklı mücadelesinin isabetsiz olduğunu savunan Avcıoğlu’na göre sosyalizm milliyetçi devrimciler olarak nitelediği askerlerin ve aydınların iktidarı ele geçirmesi ile kurulacaktır. Bu demokrasi şüpheciliğinin 68’liler üzerinde etkisi olduğunu söylemek gerek. 

Türkiye 68’ine dair “çerçeve belirleme süreçleri”ni düşünürken, her ne kadar çok belirgin bir Avcıoğlu hattı olsa da, süreç boyunca çıkan başka kitapların da 68’lilere farklı ufuklar açtığını söylemek mümkündür. Kemal Tahir’in 1967’de çıkan Devlet Ana romanı Osmanlı’yı “kerim devlet” olarak, yani Batı’daki “ceberut devlet”e benzemeyen, koruyuculuğu temelinde meşru olan bir devlet şeklinde okumayı önerir. 

Yine 1967’de yayımlanan Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu’ndaysa Sencer Divitçioğlu, Marksizm’in ATÜT kavramsallaştırmasını takip ederek, Osmanlı devletini despotik bir yapı olarak değerlendirir. 

1968’te Ahmed Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim kitabının ilk baskısı yapılır; kitapta “Pasaporta ısınmamış içimiz / Budur katlimize sebep suçumuz” dizeleriyle 1943’te General Mustafa Muğlalı’nın emriyle yapılan 33 Kurşun katliamı lanetlenir. 1969’da çıkan Düzenin Yabancılaşması: Batılaşma kitabında ise İdris Küçükömer hem kapsamlı bir Batılılaşma, hem de CHP ve tek-parti dönemi eleştirisi sunar. 

Özellikle Küçükömer’in tezlerinin 68’liler tarafından ilgiyle karşılandığını söylemek gerek.29

29 68’lilerin yazdıklarından aktivist öğrenciler ile İdris Küçükömer’in kişisel ilişkilerinin de iyi olduğunu anlıyoruz; örneğin, Osman S. Arolat, Bir Gençlik Liderinin Anıları: 1959-1974, İstanbul: Türkiye İş Bankası, 2018, s. 166-167.

O dönemde yayımlanmış bu kitapları hızlıca hatırlamak, Türkiyeli 68’lilerin “çerçeve belirleme süreçleri”nde Avcıoğlu tarzı sol-Kemalizm’in etkisiyle birlikte, öğrencilerin tahayyüllerinin Kemalizm’le sınırlı olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. 

Çapraz okumaya Wallerstein’in dördüncü tezi ile devam edersek, Wallerstein karşıt kültür (counter-culture) pratiklerinin devrimci coşkunun içinde yer almasına karşın siyaseten 1968’in merkezinde yer almadığını belirtir. Derlemenin ilk yarısında yer alan çalışmaların tamamı ama özellikle Axel Çorlu ve Bülent Somay’ın makaleleri bize karşıt kültür pratikleri hakkında ilginç detaylar sunmakta. Wallerstein’in karşıt kültür olarak sıraladığı unsurlar, Türkiye’deki 68 deneyimine dâhil olmayan unsurlardır. Bu kapsamda Çorlu ve Somay’ın çalışmalarını Türkiye bağlamıyla asimetrik bir kıyaslama olarak da okumak mümkün. Fakat Türkiye 68’inde karışımıza çıkan protesto dalgasının kültürel alana temas etmediğini de düşünmemek gerek. Bilge Seçkin Çetinkaya’nın “Devrim için Hareket, Hareket için Tiyatro: 1968’de Sokaklar, İşçiler ve Gençler” başlıklı çalışması, “Devrim İçin Hareket Tiyatrosu”na odaklanarak, tam da 68 dalgasının mevcut kültürel üretim biçimlerini dönüştürme çabasını anlatıyor. Benzer şekilde, Süreyya Berfe’nin ilk şiir kitabının FKF tarafından basıldığını, İsmet Özel’in FKF marşını kaleme aldığını, Ataol Behramoğlu’nun FKF kurucuları arasında yer aldığını da hatırlamak gerekiyor.

Türkiye 68’inin kültürel alana temasını konu edinmişken Behramoğlu’nun “Bir Gün Mutlaka” şiirine de değinmek şart gözükmekte.30

30 Roni Margulies, “1968’in Şiiri: ‘Bir Gün Mutlaka’”, Sözcükler, No. 73, 2018, s. 69-71. 

 1965’te yazılan bu şiir 68’lilerin protestolarında yüksek sesle okunur. Şiirin son dizeleri kolektif bir eylemin sloganı gibidir: “Bir gün mutlaka yeneceğiz! Bir gün mutlaka yeneceğiz! / Bunu söyleyeceğiz bin defa! / […] / Ben ve sevgilim ve arkadaşlar yürüyeceğiz bulvarda / Yürüyeceğiz yeniden yaratılmanın coşkusuyla / Yürüyeceğiz çoğala çoğala […]” Şiirin açılışı Demek Lüküslü’nün bu derlemede yer alan makalesinde ve önceki çalışmalarında vurguladığı 68 hareketinin önceki kuşaklarla kopuş üzerinden kendisini var ettiği tespitinin dizelere yansıması gibidir adeta.31

31 Demet D. Lüküslü, Türkiye’nin 68’i: Bir Kuşağın Sosyolojik Analizi, Ankara: Dipnot, 2015.

 Artık sevişmek, yürüyüş ve silah aynı bağlamın içinde düşünülmektedir: 

“Bu gün seviştim, yürüyüşe katıldım sonra / Yorgunum, bahar geldi, silah kullanmayı öğrenmeliyim bu yaz / Kitaplar birikiyor, saçlarım uzuyor, her yerde gümbür gümbür bir telaş.” “Bir Gün Mutlaka”da karşımıza çıkan dünyaya dair bir merakın politik tavırla hemhâl olmasıdır. Dizelere yansıyan tahayyülün içinde Descartes’a, gazetelere ve Vietnamca şiirlere dair merak, bireyin tek başına kurtuluşundan bahseden şairlere lanet, kapitalistlere yönelik öfke, mevcut toplumun yarattığı hüzün tortusu, birazdan gelecek polisler ve dünyanın öbür ucundaki dostlar kendilerine yer bulur. Şiir hüzün ile umudun dengesini kurar. Behramoğlu’nun dizelerinde coşku, sokaklara fırlamak ve kurulu düzenin değişeceğine dair inanç vardır: “Bitecek bir gün bu zulüm, bitecek bu han-i yağma.” 

“Tek hareket mi?” “birden fazla hareket mi?” sorusu üzerine düşünürken “fırsat ve tehdit”lerin her ülkede farklılaştığını da hatırlamak gerek. Emin Alper Jakobenler den Devrimcilere kitabında üniversite öğrencilerinin toplumdaki yüksek statülerinin gençler için önemli bir fırsat sunduğunu belirtiyor. Alper’in ifadesiyle 27 Mayıs sonrasında gençler, devrim olarak kodlanan darbenin kahramanları olarak görülüyor, böylelikle devrimcilikten söz etmenin önü açılıyordu. 1960’ların başındaki hâkim siyasal perspektif, gençliğe dinamiklik, idealizm ve ulusun çıkarlarını koruma misyonu atfediyordu. Bu çerçevede, öğrenciler, kendilerini var olan milli söylem dâhilinde mobilize etme fırsatı yakalıyorlardı.32

32 Alper, a.g.e., s. 35. 

 Bu fırsatı, Özgür Mutlu Ulus’un bu derleme kitap için kaleme aldığı çalışmasında yer alan sağcı basının bile protesto dalgasının ilk aşamasında öğrencilerin taleplerini önemsediği tespiti ile ve Zafer Toprak’ın İstanbul Üniversitesi Senatosu’nun taleplere karşı ilk aşamada uzlaşmacı ve reformcu bir üslup benimsediği tespiti ile birlikte düşünmek gerek. Öğrencilerin maruz kaldıkları tehditler de her ülkenin siyasi ve toplumsal dengesinde şekillenmektedir. Adalet Partisi hükümetinin desteklediği komando kampları ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi odağında milliyetçilerin sokak gücü kazanması solcu öğrencilerin eylem repertuvarlarına tek başına belirlemese de, kayda değer şekilde etkilemiştir.33

33 Alper, a.g.e., s. 326-328 ve 336-338.


4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

1968 İSYAN, DEVRİM, ÖZGÜRLÜK - BİR MUHALEFET DALGASI OLARAK 68. BÖLÜM 1

1968 İSYAN, DEVRİM, ÖZGÜRLÜK - BİR MUHALEFET DALGASI OLARAK 68. BÖLÜM 1



ÖMER TURAN.,

Sarıdemir Mah. Ragıp Gümüşpala Cad. No: 10

34134 Eminönü/İstanbul

Tel: (0212) 522 02 02 - Faks: (0212) 513 54 00 

www.tarihvakfi.org.tr - tarihvakfi@tarihvakfi.org.tr

© Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2019

Yayıma Hazırlayan

Y. Doğan Çetinkaya

Editöryel Okuma

Gökhan Demir

Kitap Uygulama

Aşkın Yücel Seçkin

Kapak Görseli

6. Filo’yu protesto için 16 Şubat 1969 günü yapılan yürüyüşün erken saatleri.

Kaynak: A Cloud of Black Smoke Photographs from Turkey 1968-72.


Kapak Tasarımı

Haluk Tuncay

Baskı

Yıkılmazlar Basın Yayın Prom. ve Kağıt San. Tic. Ltd. Şti.

Evren Mahallesi, Gülbahar Cd. 62/C, 34212 Bağcılar/İstanbul 

Tel: (0212) 630 64 73

Yayıncı Sertifika Numarası: 12102

Matbaa Sertifika Numarası: 11965

Birinci Basım: Haziran 2019

ISBN 978-975-333-366-5

Kitabı derleyenler ve yazılarıyla katkıda bulunanlar, bu kitaptaki makalelerinden doğan telif ücretlerini Tarih Vakfı’na bağışlamıştır. 

Bu eser Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği’nin katkılarıyla basılmıştır. 

Tarih Vakfı olarak teşekkür ederiz...

1968: İSYAN, DEVRİM, ÖZGÜRLÜK,

DERLEYEN

ÖMER TURAN

TARİH VAKFI YURT YAYINLARI

İÇİNDEKİLER

1 Giriş: Bir Muhalefet Dalgası Olarak 68  Ömer Turan

29 Yuvarlak Masa Toplantısı: 68’lilerin Gözünden 1968 

Nadire Mater, Fatmagül Berktay, Masis Kürkçügil

51 Mayıs 68 ve Toplumsal Hareketlerin Uluslararası Dolaşımı 

    Ayşen Uysal

67 ABD Bağlamında 1968: 

     Genel Temalar, Toplumsal Dinamikler ve Temel Sorular 

     Axel B. Çorlu

87 Kadın Kurtuluş Hareketi’nin 68’i 

     Fethiye Beşir 

103 Rudi Dutschke ve Batı Almanya’da ‘68 

      Tanıl Bora  

135 1968’in Ürünü Olarak Çevreci, Ekolojist ve Yeşil Hareketler 

       Alper Akyüz 

149 Orta ve Doğu Avrupa’da 1968: 

      Marksizmin Rönesansını ve Sosyalist Demokrasiyi Tartışmak 

      Ateş Uslu 

189 ‘Burada Bir Şeyler Dönüyor’: Devrim Olarak Müzik 

        Bülent Somay  

209 1968 ve Radikal Sinema: 

       Avrupamerkezci Bir Bakışın Ötesine Geçmek 

       Esin Paça Cengiz,

227 Gençlik Mitinin Lütuf ve Lanetinin Gölgesinde 

       Türkiye’nin 68 Kuşağı 

       Demet Lüküslü,

247 1968-1969 İstanbul Üniversitesi Boykot ve İşgalleri 

       Zafer Toprak, 

275 Türkiye’de 1968 ve Eğitime Dair Talepler 

       Cemil Boyraz

297 Hippiler, Delikanlılar, Devrimciler: Türkiye Basınında 68 

       Özgür Ulus Mutlu

333 68’de Öğrenci-İşçi Dayanışması: İşçi-Gençlik Elele! 

       Hakan Koçak

357 68 Rüzgarında Türkiyeli Kürtler 

       Deniz Cenk Demir

407 FKF’den Dev-Genç’e: Türkiye’de 1968 Öğrenci Hareketleri ve Sol 

      Kerem Ünüvar

429 Türkiye 68’inde Kadınlar 

      Ayşe Köse Badur, 

447 68’li Kadınlar ve Ataerkiyle Pazarlık Deneyimleri 

      Zeynep Beşpınar ,

485 Yarın Yarın: 1968’in Romanında Kadın Olmak 

       Çimen Günay-Erkol,

499 Köylüler, Devrimciler, Toprak, İşgal: Bitmeyen ‘68 

      Begüm Özden Fırat, 

523 Türkiye 68’inin Best-Seller ı: Türkiye’nin Düzeni 

       Emre Can Dağlıoğlu, 

549 Devrim için Hareket, Hareket için Tiyatro: 1968’de Sokaklar, İşçiler ve Gençler 

      Bilge Seçkin Çetinkaya,


561 Türkiye 68’ini Kaynaklar Bağlamında İncelemek:  TÜSTAV Arşivlerinde 1960’lı Yıllar ve 12 Mart Dönemi,

 Erden Akbulut - Erol Ülker

573 Yazarlar

GİRİŞ:

BİR MUHALEFET DALGASI OLARAK 68


ÖMER TURAN

    Bu derleme kitap, Toplumsal Tarih’in Mayıs 2018’de yayımlanan “İsyan, Devrim, Özgürlük: 50 yıl sonra 1968” başlıklı özel sayısının genişletilmesi ile oluştu. Özel sayıda yer alan makalelerin tamamı (bazıları daha uzun hâlleri ile olmak üzere) kitapta tekrar okurların dikkatine  sunuluyor. Ayrıca Toplumsal Tarih’te yer almayan altı çalışma derleme kitap için kaleme alındı ve böylelikle karşımıza 1968’in farklı boyutlarına odaklanan, 22 bölüm ve bir yuvarlak masa toplantısı dökümünden oluşan 1968: İsyan, Devrim, Özgürlük başlıklı derleme çıktı. 

Yıl dönümleri tarihsel dönemeçleri, önemli olayları hatırlamak ve analiz etmek için önemli bir fırsat verir. Hele aradan 50 yıl geçtikten sonra bir tarihsel olaya bakmak, bu olayın izleyen döneme etkilerine dair bir çerçeve geliştirmeye de olanak tanır. 1968 dünyanın farklı ülkelerinde öğrencilerin benzer itiraz ve tahayyüllerle sokaklara çıktıkları, bir yanda içinde yer aldıkları eğitim sistemini, diğer yanda kapitalist düzenin genelini ve süregiden savaşları sorguladıkları bir yıldı. Fransa’dan ABD’ye, Çekoslovakya’dan Türkiye’ye, Japonya’dan Meksika’ya  uzanan ve bir takvim yılına sığmayan eylemlerle gençler daha önce örneği görülmemiş bir muhalefet dalgası yarattılar. Bu protesto dalgasında öğrenciler daha spesifik konulardaki itirazlarla çıktıları yolda giderek devrim sloganlarından güç aldılar ve örmekte oldukları muhalefet dalgasını genel bir isyana evrilttiler. 68’liler yaşadıkları toplumun genel kabullerini sorgulayarak özgürlük taleplerini dile getirdiler. 68’in meydan okumasından geleneksel sol siyaset de payına düşeni aldı. Arrighi ve meslektaşlarının ifadesiyle, bu muhalefet dalgasında “merkezi bir yönelim yoktu, hesaplanmış bir taktik planlama yoktu.”1

1 Giovanni Arrighi, Terence K. Hopkins, Immanuel Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Çev. B. Somay, S. Sökmen, C. Kanat, 3. basım, İstanbul: Metis Yayınları, 2015, s. 100.

 Patlayan dalga hedef aldıkları sistemin aktörleri için olduğu kadar dalgayı meydana getiren aktivistler için de sürpriz niteliğindeydi. 68’in muhalefet dalgasında üniversite öğrencileri farklı ülkelerde yürüyüşler ve forumlar düzenlediler, üniversitelerinde boykotlar yaptılar ve binaları işgal ettiler. İşçi sınıfının eylemlerine destek verdiler. 68’liler eylemleriyle ülkelerinin gündemlerine çok güçlü bir şekilde müdahil oldular. Klasikleşmiş sloganlarını hatırlayacak olursak, imkânsızı istemeye cesaret eden bir tahayyülün peşindeydiler. Türkiye’de karşımıza çıkan “Eğitim Düzenden Ayrılamaz” sloganı ile öğrenciler eğitimin kapitalizmin yeniden üretilmesindeki rolünü de sorgulamaktaydılar. 

Bu derleme kitap 1968 öğrenci hareketlerinin sadece Türkiye’ye odaklanan bir analizinin eksik kalacağı perspektifinden yola çıkıyor. 

Bu çerçevede kitabın ilk yarısında yer alan makaleler 68 öğrenci hareketlerinin farklı ülkelerde nasıl deneyimlendiğine odaklanıyor. Elbette 68’in dünya çapında eksiksiz bir dökümünü sunmak gibi ansiklopedist bir hedef bir derleme kitabın ölçeğini hayli aşar. Fakat yine de burada yer alan yazılar 68’in farklı ülkelerde nasıl bir eylem dalgası, entelektüel gündem ve etki yarattığına dair bir bakış sunmakta. Derlemenin ikinci yarısındaki yazılar ise 68’in Türkiye’de nasıl deneyimlendiğinde odaklanıyor. 

68’lilerle yapılmış sözlü tarih çalışmalarında çoğunlukla hareketin aktörleri de, dâhil oldukları protesto dalgasının Türkiye ile sınırlı olmadığını vurgular. O dönemde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi olan ve 1967’de Hacettepe Fikir Kulübü’nü kuranlar arasında yer alan Uğur Cilasun şunları söylüyor: 

“Fransa’daki hareketler Ankara ve İstanbul’da patlak veren olaylara çok benziyor. İki tarafta da kürsü sistemi var, dolayısıyla iki tarafta da klasik üniversiteye başkaldırı olarak görüyorum yaşananları. İşte hoca sultası, kürsülerin babadan oğula geçmesi. […] 

   Biz tıpkı bir Amerikan üniversitesiydik, bizim öyle bir sorunumuz yoktu. Bağımsızlık ve antiemperyalizm o zamanki gençliğin en önemli özelliğiydi; pat dedi bu öne çıktı. 

Bizde de giderek düzene doğru bir başkaldırıya dönüştü, Türkiye’nin özel koşullarından ötürü. Bu nedenle, sadece marşa basma aşamasında Avrupa’daki olaylar etkili oldu, bundan sonra seçilen yol ve o yoldan alınan hızı Türkiye’nin kendine özgü koşulları belirledi.”2

2 Nadire Mater, Sokak Güzeldir: 68’de Ne Oldu?, İstanbul: Metis Yayınları, 2009, s. 43.

O dönemde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü öğrencisi olan Osman Saffet Arolat ise içinde bulunduğu hareketi Avrupa’daki öğrenci protestolarıyla şöyle kıyaslıyor:

“Avrupa’da 68 kuşağı yeni değerler yaratmaya çabalıyor, biz ise yaratılmış değerleri öğrenmeye, Türkiye’nin tanımadığı, suç saydığı sosyalizmi ve ona bağlı bir siyasal yelpazelenmeyi tanımaya çalışıyoruz. Buna bağlı olarak antiemperyalist bir tutum sergiliyoruz. Onlarsa tanınmış siyasi yelpaze içinde reddettiklerine oynuyor. Yani Avrupa’da reddiye hâkim.”3

3 Mater, a.g.e., s. 67.

   Bu alıntılarda karşımıza çıkan dünyanın farklı yerlerindeki protestolar arasındaki etkileşim ve farklılaşma 1968’den bugüne toplumsal hareketler literatürünün önemli bir gündemini oluşturmuştur.4

4 Toplumsal hareketler literatürünün şekillenmesinin 68 hareketiyle ilişkisini de vurgulamak lazım. 

   68 bir akademi eleştirisi olduğu ölçüde araştırma gündemlerine de etki etti. Küresel ölçekte gözlenen muhalefet dalgası, hem sosyal bilimlerde toplumsal hareketlerin bir alt-disiplin olarak belirginleşmesine katkıda bulunmuş hem de bu alt-disiplinin inceleme konularından biri olmuştur. 68 sonrasında sosyal bilimlerde kitlelerin işlevsel kayıtsızlığını normal ve istenir olarak gören modellerin etki sahaları gerilemiş, toplumsal hareketlere ve kolektif eylemlere odaklanan çalışmaların sayıları artmıştır. 

 Konuya ilişkin uluslararası literatürde önemli fikir ayrılıklarından biri farklı ülkelerdeki eylemlerinin nasıl yorumlanacağına ilişkindir. Başta Immanuel Wallerstein olmak üzere, dünya-sistemi kuramı çerçevesini benimseyen yazarlar 1968’i dünya ölçeğinde başarısız bir devrim olarak görürler ve vurguyu “dünya devrimi”ne yaptıkları ölçüde hareketin tekliğinin altını çizerler. Wallerstein’in ifadesiyle 1968 tek bir devrimdir.5

5 Immanuel Wallerstein, “1968, Revolution in the world-system: theses and queries”, Theory and Society, Cilt 18, No. 4, 1989, s. 431-449.

Giovanni Arrighi, Terence Hopkins ve Immanuel Wallerstein’e göre, 1960’ların ortalarından başlayan ve yaklaşık 10 yıl süren devrimci dalganın iki hedefi vardır. Birinci hedef kapitalist dünya-sisteminin hâkim güçleridir. Antikapitalist tahayyül hareketin belirgin özelliklerindendir. 

İkinci hedef ise Arrighi ve meslektaşlarının “eski sol” diye tarif ettikleri parti ve iktidarlardır. Batı Avrupa’da sosyal demokrat partiler, 

SSCB ile onun yörüngesindeki reel sosyalist iktidarlar ve o çizginin Batı’daki komünist partileri ile küresel güneydeki ulusal kurtuluş hareketlerinin mirasçıları “eski sol”a dâhildir.6

6 Arrighi, Hopkins, Wallerstein, a.g.e., s. 112. 

    Toplumsal hareketler literatürünün “çekişmeci siyaset” kanadı ise bu teklik vurgusuna karşı çıkar. Fransa Almanya, İtalya ve ABD’de 1968 kapsamındaki çekişme periyoduna bakan Doug McAdam, Sidney Tarrow ve Charles Tilly, bu farklı ülkelerdeki hareketler arasında ilişki olsa da, bunların “tek büyük bir hareket”in parçası olmadığını vurgularlar.7

7 Douglas McAdam, Sidney Tarrow, Charles Tilly, Dynamics of Contention, Cambridge: Cambridge University Press, 2004, s. 29. 

 Elbette bu yaklaşımı benimseyenler de farklı öğrenci hareketleri arasında ilişki olduğunu teslim ederler. Dahası Sidney Tarrow farklı öğrenci hareketlerinin şiddet içermeyen doğrudan eylemler (nonviolent direct action) bakımından da belirli bir eylem repertuvarı ortaklığı olduğunu belirtir.8

8 Sidney Tarrow, Power in Movement: Social Movement and Contentious Politics,    Cambridge: Cambridge University Press, 2004, s. 103. 

Fakat bu yaklaşımın esas vurgusu farklı ülkelerdeki öğrenci hareketlerin farklılıklarını öne çıkarmaya yöneliktir. 

Bu yaklaşıma göre, Fransa 68’indeki öğrenci protestoları ile ABD’deki öğrenci protestoları arasında önemli farklar mevcuttur. Tarrow’un ifadesiyle, 

Fransa bağlamındaki protesto dalgası daha geç patlak vermiş, hızla yaygınlaşmış ve ülkenin genel siyasetine etki ederek bir politik karışıklık yaratmıştır. Buna karşın ABD bağlamındaki eylemler daha uzun erimli bir sürecin sonucunda, bir merkezden yoksun olarak ortaya çıkıp, daha uzun süren protesto kampanyalarına evrilmiştir.9

9 Tarrow, , a.g.e., s. 176. 

 ABD ve Fransa’da filizlenip gelişen 68 hareketinin farklı ülkelere, farklı siyasal bağlamlara nasıl aktarıldığı sorusu hakkında bu derlemede yer alan makalesinde Ayşen Uysal da farklılıkları ve özgünlükleri öne çıkaran ikinci perspektifi önemsiyor. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

20 YIL SONRA GÜNEŞE YOLCULUK., BÖLÜM 2

20 YIL SONRA GÜNEŞE YOLCULUK., BÖLÜM 2

 


 İnsan Ne Okursa Odur.



TEMEL KARŞITLIK

 Güneşe Yolculuk’u Levinas üzerinden okuma odağına dönersek, bu okuma için gereken filmin omurgasını oluşturan zıtlığı ele almaktır. Bu karşıtlık

“öteki”ne dair iki olası tavrın arasındaki karşıtlığa denk düşer. Ötekine dair tavırlardan birincisi, toplumun genelinde hâkim olan düşmanca tavırdır. Bu tavrı esas olarak milliyetçiliğin “biz” vurgusu ve dışlayıcı tarzı ile ilişkili düşünebiliriz.

 Bu yaygın tavrın teorik düzlemdeki kuramcısı ve savunucusu olarak Carl Schmitt’i görmek mümkündür. Schmitt, siyaseti bir dost/düşman ayrımı temelinde tanımlar ve bu ayrımı hem siyasetin doğasını hem de öteki meselesini anlamak için önemser. Schmitt için siyaset dost ve düşman arasındaki ayrıma, savaş açma kararı alınmasına ya da bir grubu öteki olarak etiketlemeye indirgenebilir.

 Schmitt için farklı alanlarda, farklı antitezler mevcuttur: Ahlâki alanda iyi-kötü, estetik alanda güzel-çirkin, iktisadi alanda kâr getiren-kâr getirmeyen antitezleri gibi. Ancak dost-düşman antiteziyle diğer antitezler arasında bir nedensellik ilişkisi yoktur. Dost-düşman ikileminin şekillenmesinde iktisat, estetik ya da ahlâk temelli bir nedensellik yoktur. Düşmanın ahlâksız, çirkin ya da iktisadi bakımdan rakip olmasına gerek yoktur, o her hâlükârda yabancı ve ötekidir (Schmitt, 1996: 27).

 Schmitt’e göre düşman, sadece bir dövüşken topluluk benzer bir toplulukla karşı karşıya geldiğinde ve bir husumet ortaya çıktığında var olur.

Böyle bir durumda düşman tamamen kamusaldır ve her şey kamusal olduğundan bütün ulus, bu ilişki sayesinde birleşmiş bir kamusallığa ulaşır.

Schmitt, her ulus için diğer uluslarla kesinti ya da aracı olmaksızın karşı karşıya gelmenin bir gereklilik olduğunu söyler. Schmitt, böylelikle ulusal kimlik edinme sürecinin başka toplulukları düşman ya da öteki olarak tanımlayarak / etiketleyerek yapıldığının altını çizmiş olur ve ilaveten bunun  kesintisiz bir süreç olması gereğini de vurgular.

 Siyasi yapı, devlet, ancak ve ancak bir öteki/ rakip gruplaşması olduğunda var ve egemen olabilir; aksi halde var olamaz.

 Schmitt, gayet açık biçimde, düşman kelimesini kullanırken bir benzetme, bir analoji yapmadığını söyler. Schmitt’e göre dost ve düşman metaforya da sembol değildir. Somut ve esas anlamlarıyla anlaşılmaları gerekmektedir. Siyaset, dostane olmayan ötekilere karşı sürekli bir hazırlığı zorunlu kılar. Schmitt dost/düşman kavrayışını fiziki çarpışmayla ilişkilendirir ve fiziki öldürmenin altını gerçek bir olasılık olarak çizer (Schmitt, 1996: 33).

 Güneşe Yolculuk’un hemen başında perdeye yansıyan, millî maç sonrası gözlenen saldırganlıklar sanki Schmitt’in yazdıklarının bire bir canlandırılmasıdır. Milliyetçi bir söylemin içinden üretilmiş bir biz ve onlar yaklaşımı sonucunda; “onlar” kavramının geçişkenliği ya da çokanlamlılığıyla, yabancı bir takıma karşı kazanmış olmak, hemen Kürtlere edilen küfürlerle başka bir dost / düşman ilişkisine transfer edilir. Bu noktada, Benedict Anderson’ın milliyetçiliğin kökeninin öteki karşısındaki korku ve öfkede yattığı fikrine mesafeli yaklaştığını hatırlamak gerekir.

Anderson (1995: 159) milliyetçiliğin fedakâr bir sevgi temelli olduğunu söyler. Dolayısıyla, Shmitt’in yazdıklarının milliyetçiliğin tek kuramsal açıklaması olduğu düşünülmemelidir. Ancak, Güneşe Yolculuk’ta yansıyan millî maç sonrası çıkan olayları Türkiye gerçeğinin realist bir anlatımı olarak değerlendirmek mümkündür.

 Bu olaylarda tam da Schmitt’in çizdiği çerçeveye oturan tutumlar sergilenmektedir: Net bir “biz” tasviri, açık bir düşman tanımı, gerçek bir olasılık olarak öldürme girişimi.

Ve daha da kötüsü bu durum o ana özgü olmaktan çok, toplumun genelini temsil kabiliyetini haiz sıradan bir örnek olaydır. Toplumun genelinde ötekine bakış; sıklıkla düşman kavrayışının işin içinde olduğu, çoğu zaman gerçek bir olasılık olarak öldürmenin gündeme gelebileceği bir psikolojiye dayanmaktadır.5

 Filmde bu tutum, sadece millî maç sonrası olaylarda değil, polisin esmer bir insana davranışında ya da kapılara konan kırmızı çarpı işaretlerinde de görülür. Ancak toplumun genelinde gözlenen “biz ve onlar” kavrayışı filmde esas olarak, toplumun genelinin hem Berzan’ı, hem de Mehmet’i öteki olarak görmesi şeklinde tezahür eder. Milliyetçi “biz” için hem Zorduç’tan gelmiş Berzan, hem Tire’den gelmiş Mehmet yabancı, tehlikeli ya da genel anlamda ötekidir. Birisinin doğudan, birisinin batıdan gelmiş olması durumu değiştirmez; zaten “biz ve onlar” kavrayışı kendisini rasyonel düşünme yoluyla temellendirmez. Doğulu olmak, esmer olmak ya da başka herhangi bir kişisel özellik ya da farklılık öteki olarak kodlanmaya, “biz ve onlar” kavranışında “onlar” kısmına düşmeye yeter. “Onlar” olarak kodlanan Mehmet ve Berzan sistemin kendi içine almak istemediği, dışladığıdır aynı zamanda. Sistem onlara yaşam alanı bırakmak istemez ya da minimum alanda yaşamalarını talep eder. Ustaoğlu’nun eleştirdiği tutum budur ve ötekine yaklaşım bağlamında sunduğu alternatifi Levinas üzerinden okunabilecek olan Mehmet-Berzan dostluğu ile işler.

LEVİNAS: ÖTEKİNE SORUMLULUK VE BARIŞ

 Güneşe Yolculuk’ta karşımıza çıkan ötekine dair yaklaşım önerisinin felsefi karşılığını Levinas’ın çalışmalarında bulmak mümkündür. Ustaoğlu’nun filmi düşünürken Levinas okuyup okumadığı sorusu üzerinde durmak gerekmez, çünkü her film gibi bu film de farklı okumalara açıktır ve Levinas üzerinden yapılan okuma, filme ilişkin olası değerlendirmeler den sadece birini oluşturmaktadır.

 Bu noktada kısaca Levinas’ın ötekine ilişkin bakışını hatırlamak gerekiyor. Levinas felsefesinin temel zemini öteki ile kurulacak ilişkidir (Türk, 2013: 34). Levinas 1920’lerin sonlarında Husserl’in fenomenoloji derslerini takip eder. Zeynep Direk’in ifadesiyle Levinas’ın fenomenolojide “yeni” bulduğu şey, “yönelimsellik” kavramıdır. Fenomenoloji tecrübeye dayanır. Tecrübe yöneldiğine anlam verir ve onu içine taşır. Direk’e göre, bilincin yönelimselliği, ilke olarak “bilincin her zaman bir şeyin bilinci” olduğu şeklinde anlaşılabilir (Direk, 2016: 9).

Levinas’ın felsefesini etikin etiki olarak görmek mümkündür (Bergo, 2011).

 Çünkü Levinas’ın temel uğraşı, aşkınlık, varlık ve öteki odaklarına bakarak özneler arası ilişkilerin anlamını keşfe çalışmaktır. Bu kapsamda Levinas’ın

düşüncesinin doruk noktası, öznenin başkası için sorumluluk duyması şeklinde betimlenişi olarak tanımlanabilir. Levinas için etik, varlığı temel konu kabul eden ontolojiye göre mutlak bir önceliğe sahiptir (Soysal, 1999: 169). Levinas, Bütünlük ve Sonsuz kitabında amacını “etik olanın tüm diğer yapıların dayandığı indirgenemez bir yapı olarak önceliğini kurmak” şeklinde tarif eder (Türk, 2013: 30). Levinas’a göre, ötekiyle rastlaşma bir an için ona duyulan sorumluluktur. Schmitt’te geçen öteki kavramı ne denli kolektif bir kavrayışa işaret ediyorsa, Levinas için de öteki o kadar bireyseldir. Levinas öteki derken tekil insanların karşılıklı konumlarına işaret eder. Levinas’a göre bu bağlamda söz konusu olan yakınına duyulan sorumluluk, komşu sevgisi, Eros’suz aşk, merhamet, etik anın tutkuya dayalı ana baskın olduğu sevgidir. Levinas yıpranmış ve bozulmuş bir kelime olan sevgi ile kendisini çok rahat hissetmez ve bunun yerine “kendini ötekinin yazgısından kavrama” demeyi tercih eder (Levinas, 1999a). Onun için sevgi, öznenin kendi varlığını ötekinin yazgısı üzerinden/aracılığıyla kavramasıdır.

 Gerçekte, kişi/insan/özne ötekinden, o suç işlediğinde de, başka insanlar suç işlediklerinde de sorumludur. Bu, insan bilincinin de özünü oluşturur.

Levinas, bu bilincin kişide ya da en azından Levinas’ın kendisinde şu şekilde formüle dökül-düğünü belirtir: “Bütün insanlar birbirlerinden sorumludurlar, hele ben herkesten çok.” Bu formülasyon ötekiyle olan ilişkinin aşka bağlı transandantal boyutuyla ilişkilendirilebilir. Levinas’ın ifadesiyle, tek mutlak değer kendine oranla başkasına öncelik vermenin insanca olanağıdır. Bu, ermişlik ülküsü/ideali olarak adlandırılmalıdır.

Levinas (1999b) şöyle der:

 Ötekinde Tanrı’nın gerçek mevcudiyeti vardır. Ötekine olan ilgimde, Tanrı’nın Sözünü duyarım. Bu bir mecaz değildir, yalnızca son derece önemli de değildir, harfi harfine doğrudur. Ötekinin Tanrı olduğunu söylemiyorum, ama yüzünde Tanrı’nın sözünü duyduğumu söylüyorum.

 Ancak bu transandantal boyut, bireyi hiçleyen bir cemaatçiliğe cevaz verir nitelikte değildir. Çünkü sorumluluk bir bireyleşmedir, bireyleşme ilkesidir.

 “İnsan maddeylemi yoksa biçimlemi bireyleşir?” sorunu bağlamında Levinas, bireyleşmenin ötekine duyulan sorumluluk olduğunu düşünür.

 Öteki, Düşman, Olay adlı kitabında Duygu Türk, Levinas felsefesinde ötekine karşı sorumluluğun adaletin temeli olduğunu belirtir. Levinas kendisini ben’i kendine yeterli ve özdeş, doğal bir varlık olarak merkezîleştiren Batı felsefesi geleneğinden ayırır. Bu gelenek özgürlüğü adalete öncelediği ölçüde adaletsizlik felsefesine dönüşmüştür.

 Ötekiyle ilişki devlet iktidarı altında kurgulandığında, hem ben hem de öteki aynılaştırmanın şiddetine maruz kalırlar. Bu aynılaştırma şiddetinin tümleştirici bir etkisi söz konusudur.

Türk’ün ifadesiyle, Levinas, “ontoloji, varlık, ben, aynı ile siyaset, devlet, savaş gibi kavramlar arasında bir paralellik kurar ve tümlük nosyonunu bu kavram ve düzeylerin ortak keseni olarak değerlendirir.” (Türk, 2013: 37) 

Bu kapsamda Levinas öteki ile ilişkiyi sorumluluk etiki üzerinden kurmayı önerdiğinde, tümleştirici etkileri belirgin olan tüm süreçlere karşı çıkmaktadır.7

Güneşe Yolculuk’un afişinde “Dostluk ve Barış İçin Bir Film” ibaresi yer almaktaydı. Afişte yer alan barış vurgusunu yorumlayabilmek için, Levinas’ın yine etik ve sorumluluk kavramları üzerine geliştirdiği tartışmanın içinde yer alan barış üzerine söylediklerini hatırlamak yararlı olur.

Levinas için barış, saldırı yokluğuyla değil kayıtsızlık durumunun karşıtı olarak tanımlanabilir. Barış sorumluluktur ve öteki için düşünmektir.

Kayıtsızlığın olduğu yerde barış olmaz. Farklılığın ya da ötekinin ötekiliğinin karşısında kayıtsızlık, barışı engeller. Etik bir öteki için sorumlulukla eşanlamlıdır barış. Levinas barışın aşkınlık içerdiğini de düşünür. Etik barış içinde ilişki; içte eritilemeyen, eşsiz ötekiye, indirgenemez olan ötekiye, biricik ve benzersiz olan ötekiye doğru yönelir (Levinas, 1998). Zaten Levinas için savaş bir ahlâksızlıktır. Bütünlük ve Sonsuz kitabı için kaleme aldığı önsözde Levinas bunu şöyle açıklar:

 Savaş hâli, ahlâkı askıya alır; edebi kurumları ve mecburiyetleri ebediyetlerinden çekip çıkarır; koşulsuz buyrukları belirsiz bir süre için fesheder.

Gölgesi, insanların eylemlerinin üstüne düşüverir hemen. Savaş, ahlâkı besleyen çetin tecrübelerden biri, en büyüğü olmakla kalmaz; ahlâkı gülünç kılar. Savaşı öngörmenin her yolu kullanarak sanatın, politikanın, aklın kullanımının ta kendisi olduğu buyurulmuştur. Politika ahlâka zıttır, tıpkı safdilliğin felsefeye zıt olduğu gibi... (Levinas, 2016: 91)

Levinas’ın ifadesiyle şiddet kişileri incitmek ve yok etmekle kalmaz.

Daha da önemlisi şiddet kişilerin devamlılıklarını bozar, onlara kendilerini  tanıyamayacakları roller oynatır ve kendi tözlerine ihanet etmelerine sebep olur. Levinasçı yaklaşımda barış ancak benmerkezci tutumların kırılmasıyla mümkün olabilir. Hegemonik olan benmerkezci tutumların ilk ifadelerinden biri ve açıklayıcı bir özeti Sokrates’in “kendini tanı” düsturudur. Levinas’a göre bu öneri erken doğan kuramsal aklın evrenselliğinde bir kırılma yaratmıştır. Kuramsal akıl kendini gereğinden fazla önemsemiş, benmerkezli bir hale gelmiş ve diyaloğun gereğini yadsımıştır. Diyaloğun hak ettiği önemi bulamaması, bireyselin evrenseli kucaklayamamasını getirmiştir. Yakın döneme kadar “öteki zihinler” probleminin Batı felsefesi için bir rahatsızlık kaynağı oluşturması ve kişiler arası arkadaşlık alanının oluşamamış olması (Murphy, 1995: 203), Levinas’ın sözünü ettiği kırılmayla açıklanabilir.

 Öteki, Düşman, Olay adlı kitabında Duygu Türk, Levinas’ın felsefesinde savaşın ahlâkî yükümlülükleri askıya alan katı bir gerçeklik olarak değerlendirildiğini vurgular.

 Bir katı gerçeklik olarak savaş, dışında kalınamayacak bir belirleyicilik gücüne sahiptir. Levinas’ın önerisi, savaşa karşı bir kesinlik düzeyinde barışı temellendirmektir.

 “Güneşe Yolculuk” (Yeşim Ustaoğlu).

 Levinas bu noktada barışın kurulmasını siyasetten değil, ahlâktan beklemek gerektiğini söyler (Türk, 2013: 31). Barış, kuramsal aklın evrenselliğindeki kırığın kapatılmasıyla mümkün olur ancak. Bunun yolu da “ötekini tanı”maktan geçer. 

Barışın koşulu ötekini tanımak ve ona karşı sorumluluk duymayı etikin bir gereği saymaktır.

 Levinas’ın felsefesinde ötekine sorumluluk fikrinin yerine dair bu genel değerlendirmeden sonra tekrar filme dönmek gerekmektedir.

 Güneşe Yolculuk’ta etik bir duruş olarak ötekine duyulan insani sorumluluk önemli bir yer tutar. Bir yanda, başlangıçta Berzan’ın Mehmet’e gösterdiği dayanışma ve finalde Mehmet’in Berzan için yaptığı fedakârlık, ayrıca Arzu’nun film boyunca Mehmet’e her anlamda yardımcı olması Levinas’ın altını çizdiği sorumluluk duyma gereğine uygun duruşlar olarak göze çarpar. Berzan’ın Mehmet’e önce iş ve kalacak yer ayarlaması, sonra kendi evini açması, Arzu’nun Mehmet’e bileziklerini vermesi, Mehmet’in Berzan’ı Zorduç’a defnedebilmek için onca zorluğu göze alması hep bu kapsamda değerlendirilmelidir.

Yönetmen bir yanda bunları dostluk ve sorumluluk duyma örnekleri olarak gösterirken; film boyunca, aslında toplumun genelinde daha sık rastlanan sorumluluk duymama, insancıl ahlâk gerektirdiği halde dayanışma göstermeme ya da kısaca kayıtsızlık örneklerini de aktarmaktadır.

Ustaoğlu kendi üslubu içinde bu farklı tutumları bir siyah beyaz zıtlığı içinde yansıtmaz, klişelerle görünür kılma kolaylığını seçmez, ancak fark yine de belirgindir. Örneğin, Mehmet gözaltından çıktığında, sokakta kanlar içinde yürürken kimse kendisiyle ilgilenmez. Aynı kayıtsızlık, kaldığı hana vardığında da devam eder. Ev arkadaşları da Mehmet’i en zor zamanında evden kovarlar.

Bu tür kayıtsızlıklara karşı Güneşe Yolculuk’un eleştirel bir tavrı vardır ve sorumluluk duymanın gereği açıkça belirtilir. Çevresindeki insanlar

için sorumluluk duyma, filmin üç ana karakterinin de hesapsızca kendiliklerinden yaptıklarıdır.

 Bu vurgu, Levinas’ın tek mutlak değer ve insanca bir olanak olarak kişinin kendisine oranla başkasına öncelik vermesi ifadesini hatırlatır.

 Levinas’ın öznenin varlığını öteki üzerinden kavraması, öznenin yazgısını ötekinin yazgısı aracılığıyla idrak etmesi şeklinde ifade ettiği ötekine yöneliş süreci de Güneşe Yolculuk’un senaryosunda kapsanan bir unsurdur. Mehmet kendi dışlanmışlığının ne derece somut olduğunu sadece yaşadığı gözaltı sürecinde değil aynı zamanda Berzan’la olan dostluğu ilerledikçe kavrar. Berzan’ın öldürülmesi sonrasındaysa Mehmet’in kafasında, yaşadığı sosyal çevre içinde kendi durabileceği yer daha da belirgin hale gelir. Zorduç’a gitmesiyle, yani güneşe doğru yolculuğa çıkmasıyla kendi yazgısı iyice netleşir. Levinas bireyleşmenin ötekine duyulan sorumluluk olduğunu düşünür. Sorumluluk bir bireyleşme ilkesidir. Levinas’ın bu katkısı da Mehmet ile Berzan’ın dostluğunu ve Mehmet’in nasıl bir dönüşüm yaşadığını anlamakta kayda değerdir. Mehmet, Berzan’da sadece şehre tutunma tüyoları ya da yaşamını sürdürmeye yarayan bir dostluk ortamı bulmaz. Bu ilişki onun kişiliğini bulmasına da yardımcı olur.

Finalde Berzan’a duyduğu sorumluluk gereği çıktığı yolculuk onu zorluklarla tek başına başa çıkabilmede, önceden kendisinin de tahmin edemeyeceği bir konuma oturtur.

Sorumluluk duyarak bireyleşme hakkında düşünürken filmdeki bir diğer imgeyi, Mehmet’in kullandığı saç boyasını da hatırlamak kaçınılmazdır.

Mehmet çöplerin arasından sarı bir saç boyası bulur. İstanbul’dan ayrılmadan önce saçlarını sa-rıya boyar. Amacı her zaman bir sorun kaynağı olarak beliren esmerliğini örtmektir. Mehmet’in bu denemesini Frantz Fanon’un sömürgecilik bağlamında sözünü ettiği travmayı hatırda tutarak yorumlamak mümkündür. Fanon’a göre sömürgecilik sürecinde tâbi haline getirilmiş özne, kolonileştirilmiş olan özne; arzulanması öğretilen beyazlığa asla erişemeyeceğini ya da değersizliği öğretilen kendi renginden asla kurtulamayacağını anladığı anda psişik travma ortaya çıkar (Loomba, 2000: 202).

Mehmet’in esmer olması nedeniyle yaşadığı sorunlardan sonra, saçını sarıya boyayarak bunu, bir bakıma değiştiremeyeceğini bile bile değiştirmeye çalışması, Fanon’un tasvir ettiği travmayı hatırlatır.

Fanon ezilenlerin psikolojisi ve yabancılaşmaları üzerinde dururken, aşağılık kompleksinin başlıca iki sürecin ürünü olduğunu söyler. Bunlardan biri ekonomik süreçtir. Diğeri ise aşağılık kompleksinin içselleştirilmesi, tenselleştirilmesi, ten rengiyle özdeşleştirilmesi sürecine denk düşer

(Fanon, 1995: 13-14 ve 209-218). Bu iki süreç de Mehmet karakterinde iç içe geçmiş şekilde beyaz perdeye aktarılır. İşinden atılmış ve maddi açıdan zor duruma düşmüş olan Mehmet, içinde bulunduğu zorlukların ana nedeni olarak giderek ten (ve saç) rengini görmeye başlar ve tam da Fanon’un tasvir ettiği süreçte, kendi tenine (ve saçına) bir yabancılaşma yaşar. Yolculuğa çıkmadan önce saçını sarıya boyamış olan Mehmet, sorumluluğunu yerine getirdikçe olan bitene dair daha farklı bir bakış açısına erişir, bir bakıma bireyleşir. 

 Zorduç’a yaklaştığında saçından boyayı çıkarır. Bu bir bakıma yukarıda sözü edilen ötekine dönüşme, Berzan’a dönüşme ekseninde bir edimdir; ancak, öte yandan Mehmet’in kendisiyle, kendi ten ve saç rengiyle de barışmasıdır. Bu kendisiyle barışma süreci; sorumluluğunu yerine getirmeye yaklaştığında meydana geldiğinden, Levinas’ın sözünü ettiği “sorumluluk bir bireyleşme ilkesidir” fikriyle örtüşür.

 Filmin serimlediği temel karşıtlığa dönersek, ötekini düşmanlaştırma ve ötekine sorumluluk duyma olasılıklarını konu edinip, önerisini ikincisinden yana koyduğu noktada Güneşe Yolculuk Levinas’ın barış fikrine yaklaşır. Etikin etikine odaklanan bir felsefeci olarak Levinas için ötekine duyulan sorumluluk ve bu sorumluluğun etiki savaş hâlinin karşıtıdır. Savaş ilkeleri ve ahlâkı feshederken barış ise ancak etikin kurulması, özellikle de ötekine yönelimselliğe dayanan bir etikin kurulması ile mümkün olur. Aslında Güneşe Yolculuk’un yaptığı da tam olarak budur: Karakterlerin karşılıklı geliştirdikleri sorumluluk, toplumun genelinde gözlenen düşmanlaştırma pratiklerinin karşıtını inşa eder. Bu sorumluluk önermesi üzerinden film, politik olarak barış perspektifini savunur.

 

SONUÇ

 Asuman Suner Hayalet Ev adlı kitabında yeni Türkiye sinemasının politik filmlerinin esas olarak “ulusal aidiyet”, “ulusal kimlik” ve kimlik meselelerini sorunsallaştırdığını vurgular. Suner’e göre bu politik filmler izleyiciyi ezberlerini bozmaya, “Türkiye’de yaşanan toplumsal/tarihsel süreçlere ilişkin hegemonik söylemin sunduğu bakış açısının dışında görme/düşünme biçimleri”ne davet eder (Suner, 2006: 289). Suner’e göre Güneşe Yolculuk tam da bu daveti yaptığı ölçüde son dönem Türkiye sinemasında politik bir filmdir. Güneşe Yolculuk Kürtlerin deneyimlerini anlatırken, kimliklerin geçişkenliğine de odaklanır. Hikâye kimlik üzerinden değil, kimlik kaydırması üzerinden anlatılır (Suner, 2006: 271). Güneşe Yolculuk Tireli Mehmet’in dönüşümünü anlatırken milli bir sinemanın asla soramayacağı soruları sorar ve tam da bu nedenle karşımıza çıkan ulus-ötesi bir filmdir (Robins ve Aksu, 1999).

 Bu yazı ise Levinas’ın ötekine sorumluluk etiki ve barış vurgusu odağında film hakkında yeni bir okuma sunduğu ölçüde filmin sorunsalında yeni bir katman tespit ediyor. Film boyunca iki insan arasında oluşan dayanışma ve dostluk, toplumun genelinde gözlenen ötekini düşman gören perspektifin karşıtı ve panzehri olarak sunulmakta. Levinas’ın önerdiği gibi, insanın başka insanlar için sorumluluk duyması, hem barışı hem de dostluğu oluşturmanın yolu olarak gözükmektedir.

 Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk’taki önerisi de budur.

 

KAYNAKÇA

 Akdeniz, Bige, (2001). “Batı’dan Güneşe Yolculuk”, Deniz Derman (ed.), Türk Film Araştırmalarında Yeni Yönelimler: 1, İstanbul: Bağlam Yayınları, s. 123-127.

Anderson, Benedict, (1995). Hayali Cemaatler: Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, İstanbul: Metis Yayınları.

Arslan, İbrahim, (2018). “Güneşe Yolculuk Filminin Yeniden Okunması: Yansıyan Bir Düzey Olarak Mehmet”, Teorik Bakış, sayı 11, s. 103-126.

Bergo, Betinna, (2011) “Emmanuel Levinas”, Stanford Encyclopedia of Philosophy, 

https://plato.stanford.edu/entries/levinas/,erişim tarihi 18 Eylül 2018.

Bora, Tanıl, (2018). Türkiye’nin Linç Rejimi (6. baskı), İstanbul: Birikim Yayınları.

Direk, Zeynep, (2016). “Sunuş”, Emmanuel Levinas, Sonsuza Tanıklık (3. baskı), İstanbul: Metis Yayınları, s. 7-39.

Doğruöz, Hakan Ş., (2007). “Sinemada 12 Eylül: Bellek Yitimine

Direnmek ve Temsil Stratejileri”, Birikim, sayı 222, s. 68-80.

Dönmez-Colin, Gönül, (2012). Öteki’nin Sinemaları: Ortadoğu ve Orta Asya Sinemalarında Kişisel Bir Yolculuk, İstanbul: Agora Kitaplığı.

Fanon, Frantz, (1995). Siyah Deri Beyaz Maskeler, İstanbul: Sosyalist Yayınlar.

Güleryüz, Behçet, (2018), “Yeni Türkiye Sineması’ndan Yeşilçam’a Mağlupların Zamanda Yolculuğu”, Deniz Bayrakdar (ed.), Türk Film

Araştırmalarında Yeni Yönelimler: 14, İstanbul: Bağlam Yayınları, s. 49-60.

Levinas, Emmanuel, (1998). “Birlik Üzerine” Felsefelogos, sayı 2, çev. Medar Atıcı, s. 97-102.

Levinas, Emmanuel, (1999a). “Felsefe, adalet ve aşk”, Felsefelogos, sayı 7, çev. Medar Atıcı, s. 99-110.

Levinas, Emmanuel, (1999b). “Aşkın ikirciliği”, Felsefelogos, sayı 7, çev. Melih Başaran, s. 111-112.

Levinas, Emmanuel, (2016). Sonsuza Tanıklık (3. Baskı), İstanbul: Metis Yayınları. 

Loomba, Ania, (2000). Kolonyalizm Postkolonyalizm, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Murphy, John W., (1995). Postmodern Toplumsal Analiz ve Post-modern Eleştiri, İstanbul: Eti Kitapları.

Robins, Kevin ve Asu Aksoy, (1999). “Derin millet: Millet sorunu ve Türk sinema kültürü”, Toplum ve Bilim, sayı 88, s. 180-197.

Schmitt, Carl, (1996). The Concept of the Political, Chicago: Chicago University Press.

Soysal, Ahmet, (1999). Birlikte ve Başka, İstanbul: Kabalcı.

Suner, Asuman, (2006). Hayalet Ev: Yeni Türk Sinemasında Aidiyet, Kimlik ve Bellek, İstanbul: Metis Yayınları.

Şahin Fırat, Bahar, (2014). “Türkiye’de ‘Doksanlar’: Devlet Şiddetinin Özgünlüğü ve Sürekliliği Üzerine Bir Deneme”, Güney Çeğin ve İbrahim Şirin,

Türkiye’de Siyasal Şiddetin Boyutları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 369-401.

Türk, Duygu, (2013). Öteki, Düşman, Olay: Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset, İstanbul: Metis Yayınları.

Yücel, Müslüm, (2008). Türk Sinemasında Kürtler, İstanbul: Agora Kitaplığı.

 

DİPNOTLAR;

 1 Güneşe Yolculuk daha önce de karşılaştırmalara konu edilmiştir. Güneşe Yolculuk’u Kürt kimliği örtük şekilde perdeye taşıyan ve kalkınmacı perspektifin  unsurlarını taşıyan Atıf Yılmaz’ın Toprağın Kanı (1966) filmiyle karşılaştırılması için de de karşımıza Kürtçe karakter isimleri çıkar.

Fakat Sürü’de Kürt kimliğine dair göndermeler karakter adları ile sınırlıdır. Türk Sinemasında Kürtler adlı kitabında Müslüm Yücel (2008: 156), Sürü’nün

Kürtlerin yaşantısını Kürtlere hiç gönderme yapmadan anlattığını belirtir. bkz. (Güleryüz, 2018).

2 2007’ye kadar çekilmiş 12 Eylül filmlerine dair ufuk açıcı birdeğerlendirme için bkz. (Doğruöz, 2007).

3 1999 Berlin, Berlinale, AGICOA, “Blue Angel” Ödülü. 1999İstanbul, Altın Lale, En İyi Türk filmi, En İyi Yönetmen, FIBRESCI Türkiye, Hürriyet Gazetesi izleyici ödülleri. 1999 TroiaGümüş Yunus ve OSIS ödülleri. 1999 Benodit Jüri Ödülü. 1999 Kudüs Mansiyon Ödülü. 1999 Bitola Altın Kamera Ödülü. 1999 Sao Paulo Jüri Mansiyon Ödülü. 1999 Vallodoid Jüri Özel Ödülü. 1999 John Templeton Avrupa Film Ödülü.

4 Bu tasvir senaryoda sunulan Arzu’nun Almanya’da doğup büyümüş olduğu bilgisi ile desteklenir.

5 Türkiye’deki politik ortamın linç kültürü ile ilişkisine dair genel bir değerlendirme için bkz. (Bora, 2018).

6 Filmin farklı okumaları bağlamında, Arslan’ın (2018) Güneşe Yolculuk’u “bir başkasına dönüşme” hikâyesi olarak okuyan yorumlara düştüğü şerhi hatırlamak mümkündür. Güneşe Yolculuk’da farklı okuma olasılıkları bağlamında bir diğer örnek için bkz. (Güleryüz, 2018).

7 Burada amaçlanan Güneşe Yolculuk okuması çerçevesinde Levinas felsefesinin genel hatları serimlenmektedir. Levinas’ın eserinin geneline bakıldığında ise yer yer zıtlıklar içeren farklı bakışların olduğu gözükmektedir. Levinas’ın “başkalıkta bir düşmanın da olabileceği”ne dair ifadesi de Levinas çalışan felsefeciler için bir “mesele” teşkil etmektedir. Bu konuda bir tartışma için bkz. (Türk, 2013: 96-103).

 ***

20 YIL SONRA GÜNEŞE YOLCULUK., BÖLÜM 1

20 YIL SONRA GÜNEŞE YOLCULUK., BÖLÜM 1

 

 

SİNEMA

 20 yıl sonra Güneşe Yolculuk*

 ÖMER TURAN,

 

(*) Bu yazı, “ Ötekine Sorumluluk ve Barış ” başlığıyla Est & Non dergisinde yayımlanmış metnin ( Sayı 5-6, Ekim-Kasım 2000, s. 95-103 ) baştan yazılması ile oluşmuş ve kısa hâli Kasım 2018’de İstanbul’da düzenlenen 1. Ulusal Sinema ve Felsefe Sempozyumu’nda sunulmuştur.

    Güneşe Yolculuk’u 2000’de metnin ilk hâlini yazarken Hakan Doğruöz ile, 2018’de metnin ikinci hâlini yazarken ise Pınar Dinç ile tartışma olanağı

buldum. Ayrıca Pınar Dinç metnin son hâlini okuyarak yorumlarını benimle paylaştı. İkisine de teşekkür ediyorum.

 Bu yazı Yeşim Ustaoğlu’nun Güneşe Yolculuk (1999) filmini ve filmde “öteki” sorunsalına dair sunulan perspektifi, Emmanuel Levinas’ın felsefesi

üzerinden yorumlamayı amaçlıyor. Yazının temel iddiası Levinas felsefesinin “ötekine sorumluluk” odağında sunduğu perspektifin Güneşe Yolculuk’un ana meselesini anlamada önemli bir katkı sunacağıdır. Yazı boyunca Güneşe Yolculuk, Levinas’ın “ Ötekine Sorumluluk etiki ” ve “ Barış Düşüncesi” üzerinden yorumlanmakta. Bu yorumun filmin politik derdinin yeniden yorumlanmasına katkıda bulunacağı iddiası, yazının çıkış noktasını oluşturmaktadır.

 Güneşe Yolculuk filmini 1990’lar Türkiye sinemasının politik bir örneği olarak görmek mümkündür. Film Kürtçe bir şarkı ile açılır; filmin içinde Kürtçe diyaloglar yer alır. Ana karakter Mehmet’in hayatının akışı Kürtçe bir kaset ile yakalanması ile değişir.

   Filmin İlk yarısı İstanbul’da polis şiddetini, işkenceyi ve gözaltındaki kayıpları perdeye taşır.

   İkinci yarıda ise, yani Mehmet’in Urfa’da hayalî bir yerleşim olan Zorduç’a yolculuğu ile birlikte kamera bu kez sokakları dolduran panzerlere, Askeri kontrol noktalarına, Askerlerin el koyduğu Gündem gazetesine çevrilir.

 Filmde Ustaoğlu kurgu görüntülerin arasına gerçek görüntüler de yerleştirir. Başka bir ifadeyle, film boyunca gerçeklik politik bir sembol olarak dışlanmaz, tersine film sıradan sayılabilecek olayların gerçekliği üzerine inşa edilir (Akdeniz, 2001). Polis şiddeti ve cezaevlerindeki açlık grevi gerçek görüntülerle izleyiciye aktarılır. Bununla birlikte, senaryonun akışında evlere konan kırmızı çarpı işaretleri önemli bir işleve sahiptir.

 Bir söyleşisinde Yeşim Ustaoğlu çarpı işaretinin nefreti ve koyu tenliyi kınamayı simgelediğini belirtmekte (Dönmez-Colin, 2012: 215).

    Bu sembol tercihi ile Ustaoğlu genellikle mezhep temelli dışlama ve şiddet örneklerinde gözlenen bir sembolü Kürt kimliğinin yaşadığı bir pratiği düşünürken hatırlatmış olur.

 Karşımıza çıkan Kürtçe diyaloglar, Kürtçe kaset ve Kürtçe şarkılar üzerine düşünürken, Güneşe Yolculuk’u, 1970’lerin hararetli politik ortamında çekilmiş olan Yılmaz Güney’in Sürü (1978) filmi ile kıyaslamak, Ustaoğlu’nun benimsediği politik tavrı anlamak adına önemlidir.1  

 Her iki film Buna karşın Güneşe Yolculuk.,

 Kürt kimliğine göndermeler yapar. Her iki film de yol hikâyesidir. Fakat Sürü sorunların çözümünün Ankara’da arandığı bir filmdir; buna karşın Güneşe Yolculuk’ta çıkılan yol Urfa’ya doğrudur.

 Güneşe Yolculuk’un politik bir film olduğunu düşünürken, filmin sadece Kürt kimliğine, bu kimliğin geçişkenliğine ve Kürt kimliğinin şiddet deneyimleriyle ilişkisine odaklandığını hatırlamak yetmez. Bir politik film olarak Güneşe Yolculuk’un devlet şiddetini perdeye taşırken yaptığı tercih de önemlidir. Güneşe Yolculuk’tan önce ve sonra Türkiye sinemasında darbelerle ilgili bir dizi film çekilmiş ve bu filmlerde devlet şiddeti konu edilmiştir.2 

 Devlet şiddeti sinemada genel olarak darbe dönemleri odağında ele alındığı ölçüde bu şiddet bir “istisna hali” olarak konumlandırılmış

olur (Arslan, 2018). Güneşe Yolculuk ise devlet şiddetini doğrudan 1990’ların bağlamına yerleştirir. Faili meçhul cinayetler, kayıplar, işkence ve köy boşaltmalar bu bağlamın unsurları arasındadır (Şahin Fırat, 2014). Bu unsurlar Güneşe Yolculuk’ta belirgin bir şekilde perdeye yansır. Başka bir ifadeyle film Kürt kimliğinin maruz kaldığı şiddeti somut bir bağlama oturttuğu ve hem Cumartesi Anneleri gibi direnme odaklarına hem de öteki ile kurulacak ilişkide alternatif bir tahayyüle kadrajda yer verdiği için politik niteliğe sahiptir.

 Güneşe Yolculuk filmini felsefe bağlamında okumanın ya da başka bir ifade ile söylersek bir felsefecinin perspektifinden yararlanarak yeniden yorumlamanın gerekçesi nedir? Filmde karşımıza çıkan genel bir “öteki” meselesidir. Filmin ilerlediği düzlemi ötekine dönüşmek olarak özetleyebiliriz.

Filmin öteki meselesine dair yaklaşımı “ötekine sorumluluk” çerçevesini benimsemektedir. İzmir’in Tire ilçesinden Mehmet ve Zorduçlu bkz. (Güleryüz, 2018). 2007’ye kadar çekilmiş 12 Eylül filmlerine dair ufuk açıcı bir değerlendirme için bkz. (Doğruöz, 2007).

 Berzan filmin ana karakterleridir. Mehmet oldukça esmerdir. Çoğu kişi onun Tireli olduğuna, yani Türkiye’nin Batı’sından olduğunda inanmamakta ve onun Kürt olduğunu düşünmektedir. Mehmet, Tire’den İstanbul’a birkaç ay önce gelmiştir, İSKİ’de çalışmakta ve alt katında atölyeler olan eski bir hanın üst katındaki bekâr odasında kalmakta-dır. Berzan ise ağırlıklı olarak Kürtçe kasetler satan bir seyyar satıcıdır. İki yıldır İstanbul’da olan Berzan politik biridir. Berzan’ın Kürt siyasal hareketi ile bağları film boyunca izleyiciye hissettirilir. Filmde Mehmet ile Berzan’ın dostluk, bağlılık ve dayanışmaları, üçgenin Mehmet’in sevgilisi Arzu’yla tamamlanması ile anlatılır. Güneşe Yolculuk’u Levinas bağlamında okumanın birincisi gerekçesi Mehmet ile Berzan’ın dostluk ve dayanışmasının bir “ötekine sorumluluk” örneği oluşturmasıdır. Levinas bireyleşmenin ötekine duyulan sorumluluk olduğunu düşünür. Levinas’ın öznenin varlığını öteki üzerinden kavraması, öznenin yazgısını ötekinin yazgısı aracılığıyla idrak etmesi şeklinde ifade ettiği ötekine yöneliş süreci Güneşe Yolculuk’un merkezî unsurudur.

 Yazı üç bölümden oluşmakta. Birinci bölümde Güneşe Yolculuk’un Ustaoğlu’nun bir önceki filmi İz ile olan olası bağları tartışılıyor ve filmin olay örgüsü serimleniyor. İkinci bölümde filmin beyaz perdeye taşıdığı temel karşıtlık ele alınıyor ve ötekine dair düşmanlaştırıcı tavır ve bu tavrı yorumlarken yardımcı olacak kuramsal zemin tartışılıyor.

 Üçüncü bölüm ise Levinas felsefesinin ana hatlarını ve filmle Levinas arasındaki bağları vurguluyor. Bu bölüm Levinas’ın barış fikrini tartışmaya dâhil ederken, bir yandan da ikinci bölümde serimlenen düşmanlaştırma tavrının zıddı olarak ötekine sorumluluk tavrının filmde nasıl yer bulduğu ele alınıyor.

 GÜNEŞE YOLCULUK


 Güneşe Yolculuk’u Levinas’ı akılda tutarak okumak, Ustaoğlu’nun ilk filmi İz (1994) ile ikinci filmi arasındaki olası (ve genel olarak gözden kaçmış) bağları da ortaya çıkartabilir. İz, 1994’de İstanbul Film Festivali’nde yılın En İyi Türk Filmi ödülünü kazanmasına rağmen vizyonda gösterim şansı bulamamış bir yapım. Kafkaesk ögeler içeren ve genel olarak kapalı bir anlatıma sahip olan İz’den sonra Ustaoğlu, sinemaseverlerin karşısına politik mesajının altını açıklıkla çizen Güneşe Yolculuk’la çıkınca, bazı eleştirmenler yönetmenin iki filmi arasında bir kopukluk olduğunu vurguladılar. İki film arasında belirli bir farktan söz etmek mümkün olsa da, bu iki filmi hiçbir tematik ortaklığı olmayan iki yapıt olarak nitelemek hatalı olur. İz’in ana karakteri, emekliliğine az kalmış olan Kemal komiserdir (Aytaç Arman). Yüzü parçalanarak ölen bir adamın dosyası başka polisler tarafından intihar kanaatiyle kapatılır. Ancak ana karakter bunun bir cinayet olduğunu düşünmektedir.

 Diğer Polislerin tepkilerine karşın olayın üzerine gitmeye çalışır. Giderek meselenin aslını öğrenmek onun için polis kimliğinin dışında, onu aşan bir merak haline gelir. Ancak kendi çabasıyla meseleyi anlamaya çalıştıkça, olası ipuçlarının sırayla yok olduğunu fark eder. Sürekli olarak maktulün bir fotoğrafına ulaşmayı dener, ama bunu bir türlü başaramaz. Maktulün yüzü hiçbir iz bırakmaksızın yok olmuş gibidir.

    Komiser Kemal giderek kendi yüzünü de göremediğini fark eder. Bir bakıma komiser giderek maktule dönüşmüş, aynaya baktığında dahi kendi yüzünü göremez olmuştur. Bu kurgu, hem öteki için duyulan sorumluluk çerçevesinde, daha çok da ötekine dönüşme örneği olarak Levinasçı bir okumaya açıktır.

 Güneşe Yolculuk’un Levinas üzerinden okunmasına geçmeden önce filmin olay örgüsünü hatırlamak gerekiyor. Çeşitli uluslararası festivallerde pek çok ödül3 alan Güneşe Yolculuk esas olarak İstanbul’a yeni gelmiş iki genç erkeğin Mehmet (Nevruz Şahin) ile Berzan’ın (Nazmi Kırık) dostluk, bağlılık ve dayanışmalarını anlatır. Filmin başında Berzan’ın geldiği yer olan Zorduç’un Irak sınırına yakın bir yer olduğu dışında bilgi verilmez. Finalde buranın, muhtemelen inşa edilen bir baraj nedeniyle, sular altında kalmış bir yerleşim olduğu görülür.

İzmir’in bir ilçesi olan Tire’nin gerçekliğine karşıt olarak, Zorduç hayalî bir yerleşimdir.

 1999 Berlin, Berlinale, AGICOA, “Blue Angel” Ödülü. 1999 İstanbul, Altın Lale, En İyi Türk filmi, En İyi Yönetmen, FIBRESCI Türkiye, Hürriyet Gazetesi izleyici ödülleri. 1999 Troia Gümüş Yunus ve OSIS ödülleri. 1999 Benodit Jüri Ödülü. 1999 Kudüs Mansiyon Ödülü. 1999 Bitola Altın Kamera Ödülü. 1999 Sao Paulo Jüri Mansiyon Ödülü. 1999 Vallodoid Jüri Özel Ödülü. 1999 John Templeton Avrupa Film Ödülü.

 Bir gün, Mehmet, bir Millî maçı izlemek için kahveye gider. Maçın galibiyetle sonuçlanmasıyla birlikte sevinç gösterileri saldırganlığa ve kavgaya dönüşür. Saldırgan grubun içinden Kürtlere yönelik küfürler duyulur. Bir arabanın camları kırılır ve bu sırada, büyük bir olasılıkla galibiyet sonrası yaşanan sevinç ve saldırganlığa katılmadığı için ya da esmer olduğu için kalabalık Mehmet’i de yumruklamaya başlar. Herkes Mehmet’e saldırırken, bir kişi yardım eder. İki kişi kaçarlar, kalabalıktan iki kişi de onları uzun süre kovalar.

 Yardım eden Berzan’dır. Böylece biri Batı’dan diğeri Güneydoğu’dan gelmiş iki ana karakter tanışmış olurlar.

 Filmin izleyen bölümünde yönetmen, gerek Mehmet ile Arzu’nun gerekse Mehmet ile Berzan’ın ilişkilerindeki gelişmeleri anlatır. Bir tarafta bir flört, diğer tarafta bir dostluk gelişmektedir.

Ancak, bir gün Mehmet binmiş olduğu minibüste bulunan bir silah yüzünden gözaltına alınır. Polis Mehmet’in üzerinde, Berzan’ın hediyesi bir Kürtçe kaset de bulur. Polis Berzan’ı arar, kaçmayı beceren Berzan meselenin Mehmet’le ilgili olduğunu arkadaşından duyar ve Mehmet’in başının polisle dertte olduğunu anlar.

 Berzan daha önceden hiç tanışmadığı Arzu’yu bulur. Arzu’ya Emniyet’e gitmesini söyler. Arzu ile Berzan Mehmet’in gözaltında olduğunu öğrenirler fakat beklemekten başka yapılabilecek bir şey yoktur. Emniyet’te geçen bir haftanın sonunda Mehmet dışarı çıkar. Bir hafta işkence, tehditler, iyi polis kötü polis oyunları ile geçmiştir. Polisler özellikle bu kadar esmer bir insanın Tireli olduğuna inanmamışlardır. Dışarı çıktığında Mehmet’in sadece yüzü değil, bütün kıyafetleri de kan içindedir. Bitkin bir halde, kaldığı yere doğru yürümeye başlar. Kalabalık sokaklardan geçer ama kimse bu kanlar içinde, ayakta zor duran insanla ilgilenmez. Kaldığı hana varır. Atölyeler de normal olarak çalışmaktadır. Böyle bir insana karşı sokaktaki kayıtsızlık sanki atölyelerin çalışmasında daha bir görünür olmuştur. Mehmet uykuya dalar. Uyandığında, kaldığı odanın kapısında kırmızı bir çarpı işareti olduğunu fark eder. Mehmet Emniyet’ten çıktığından bu yana kimseyle konuşmamıştır. Yönetmen bu zamanı tamamen diyalogsuz olarak kurgulamıştır. Mehmet’e ağır geçen bir haftadan sonra gelen ilk ileti bu kırmızı çarpıdır. Zaten ikinci ileti de oda arkadaşlarının “Tireli”yi artık orada istemedikleri ni söylemeleri olur. Oda arkadaşları baskı gördüklerini de söylerler; birisi durumu “kusura bakma” diyerek özetler.

 İşini de kaybeden Mehmet’e yardım eden yine Berzan olur. Ona iş ve kalacak yer ayarlar. Bu arada Berzan da polisin kendisi üzerindeki baskısı arttığından seyyar kaset işini bırakır, bir İstanbul-Urfa otobüsüne muavin olur. Ancak, Mehmet’in kaldığı yeni yerin camında aynı kırmızı çarpı belirir.

Bunun üzerine Mehmet, Berzan’ın evinde kalmaya başlar. Filmin başından beri ara ara seyirciye cezaevlerinde açlık grevleri olduğu ve bunların giderek uzadığı bilgisi verilmektedir. Bir sabah ilk ölüm haberi gelir. Bir arkadaşı gelen Berzan insanların toplandığı yere gitmek için daha Mehmet yataktayken aceleyle, ancak ona bir miktar para bırakmayı da ihmal etmeden, evden çıkar. Kısa süre sonra Mehmet de evden çıkar ve gösterinin yapıldığı yere gider. Ama protesto gösterisinde Berzan öl(dürül) müştür.

 Filmde güçlü bir genç kadın olarak tasvir edilen Arzu4 o ana kadar olduğu gibi yine Mehmet’e koşulsuz destek sunar. Morgda Berzan’ın cenazesinin alınmasını o ayarlar. Cenazeyi morgdan aldıktan sonra Mehmet, Berzan’ı Zorduç’a götürmek istemektedir. Arzu Mehmet’e kolundaki bilezikleri verir. Mehmet önceden çalıştığı otoparktan bir kamyonet çalar. Berzan’ın evinde son bir gece geçirir. O son gecede Mehmet yaşadıklarından bunalmış halde ve Berzan’la yaptıklarını hatırlayarak sinir krizi geçirir ve bir yandan Berzan’dan öğrendiği gibi dans eder. Sanki bu sahne, Ustaoğlu’nun Umut’un son sahnesine yaptığı atıfla, Yılmaz Güney sinemasına gönderilmiş bir selam gibidir. Bu yarı kriz anından sonra Mehmet dostunu, dostunun memleketine, Zorduç’a götürmeye hazır hale gelir bir bakıma. Yolculuk, bir gündoğumunda İstanbul’dan başlar. Mehmet, doğudan yükselen güneşe doğru yola çıkar.

 

“ Güneşe Yolculuk ” (Yeşim Ustaoğlu).

 Bölgeye vardıktan sonra kamyonet bozulur. Mehmet yola, tabutla birlikte, köy minibüsleri ve trenle devam eder. Trende yanına bir genç oturur,

Mehmet’e nereye gittiğini sorar. Mehmet Zorduç’a gittiğini söyler. Genç adam “Zorduçlu musun?” der. Mehmet kafasıyla olumlu cevap verir ve karşındakine nereli olduğunu sorar. Genç adam Tirelidir, askerliğini komando olarak yaptığı için oradadır. “Keşke asker olarak gelmeseydim buralara” der. Mehmet “Tireli bir arkadaşım vardı, tanır mısın? Adı Mehmet Kara” diyerek genç adama kendisini tanıyıp tanımadığını sorar.

Olumsuz yanıt alır.

 Bir bakıma bu sahne Güneşe Yolculuk’un hem genel, hem de Levinasçı okuma bağlamında kilit sahnesidir. O ana kadar ne zaman Tireli olduğunu söylese ten rengi nedeniyle karşısındakini inandıramayan, insanların sinsi bir yalancı gözüyle baktıkları Mehmet bir bakıma kendisini artık ölen Berzan’ın yerine koymaktadır. Tirelilikten vazgeçmiştir, zaten bu, kimsenin ona yakıştıramadığı hatta sahip olmasına izin vermediği bir kimliktir.

 Zorduçlu olduğunu söylediğinde ise karşıdan bir itiraz gelmez. İlk kez nereli olduğunu söylediğinde inandırıcı olabilmektedir. Zaten kendisini sorduğunda da Tire’de tanınmadığını fark eder. Tirelilikten Zorduçluluğa geçiş, belki de Mehmet’ ten Berzan’a dönüşümü de yansıtan bir semboldür.

Bu dönüşüm Levinas’ın ahlâk anlayışıyla okunabilir: Benin ötekine yönelmesi, öteki için var olması ve hatta ötekine dönüşmesi.

 Buraya kadar Güneşe Yolculuk hakkında yazılanlar filmin genelini ana hatlarıyla hatırlamak, öteki sorununu ve Levinas’ı akılda tutarak yapılan bir okuma için gerekli olan noktaları serim-lemekten ibarettir. Filmin bütün imgelerini kapsamak bu yazının amacı değildir. Bu nedenle, su borularını dinlemeye yarayan flüt, Arzu ile Mehmet arasında “seni seviyorum” ifadesinin sadece Almanca dile getirilişi, otelci adam gibi pek çok imgesel unsur burada anılmamaktadır.

 2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

 ***