İsmet İnönü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İsmet İnönü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2019 Cumartesi

BELLEKLERDEN SİLİNMEYE YÜZ TUTAN BİR GÜN, LOZAN SULH BAYRAMI. BÖLÜM 1

BELLEKLERDEN SİLİNMEYE YÜZ TUTAN BİR GÜN, LOZAN SULH BAYRAMI., BÖLÜM 1




Gurbet GÖKGÖZ*
* Dokuz Eylül Üniversitesi, Öğretim Görevlisi (31.md.), (gurbet.gokgoz@deu.edu.tr).


Özet

Lozan Antlaşması, Türkiye’nin uzun ve yıkıcı savaş yılları sonrasında bağımsız 
bir ülke olarak yaşamasını garanti altına alan bir antlaşmadır. Kurtuluş Savaşı’ı sonrasında Lozan’da itilaf güçleriyle birlikte aynı masaya oturmaya hak kazanan Türkler, konferansın sonucunu uzun süre sabırla beklediler. Bu bekleyişleri 23 Temmuz 1923 günü son buldu. Ve başta kapitülasyonlar olmak üzere bağımsızlıklarını engelleyen tüm yaptırımları kaldırma fırsatı yakaladılar. 
Bu önemli gün Türkler tarafından uzun yıllar Lozan Sulh Bayramı şeklinde 
kutlandı. 
Her yıl Lozan Sulh Bayramı günlerinde üniversite çevreleri, halkevleri ve belediyeler tarafından anma törenleri, konferanslar, yarışmalar düzenlendi.
Lozan Sulh Bayramı veya kutlamaları 1923-1950 arasında düzenli, Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle yalnızca sınırlı bir çevre tarafından kutlanan bir gün haline dönüştü.

Giriş

Türklerde bayram kutlamaları erken dönemden beri devam eden bir 
gelenektir. Bunun ortaya çıkışında yaşam koşulları ve dini inanışlar etkilidir. 
Kutlama kültürü bireyin aidiyetlik duygusuyla da orantılıdır. Milliyetçilik kavramı 
ve ulus devletlerin önem kazanmasıyla birlikte insanlar ulusal kimliklerine sahip 
çıkmaları gerektiğini düşünmeye başlar. Osmanlı dünyasında Müslümanlar her 
ne kadar dini bir kimlik altında toplansalar da özellikle Genç Osmanlılar ve onun 
devamı olan Jön Türkler sayesinde, ulusal kimlik anlamında Türk kimliğine sahip 
çıktılar. 

19. yüzyıl, Osmanlı Devleti için Batı dünyasının demokrasi deneyimlerini 
kendi dünyasında da içselleştirmeye başladığı bir dönem olarak görülür. Sened-i 
İttifak, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve ardından aydınların yoğun uğraşları sonucunda başarıya ulaştıkları ve padişahın (II. Abdülhamit) egemenlik gücünü ilk kez halkla paylaştığı I. Meşrutiyetin ilanı gelir. 3 Aralık 1876’da Meşrutiyet ilan edildi; ancak bu uygulama kısmında birçok sorunu da beraberinde getirdi ve Osmanlı dünyasının ilk meşrutiyet denemesi kısa sürede rafa kalktı. Osmanlı aydınları bu durum karşısında göreli olarak uzun sayılabilecek bir sürede örgütlenerek 23 Temmuz 1908’de meşrutiyet rejiminin yeniden ilan edilmesini sağladılar. İlkine oranla ikincisi, halk tarafından da daha bilinçli olarak sahip çıkılan bir rejim olmuştur.

İlber Ortaylı tarafından da “İmparatorluğun en uzun yüzyılı” olarak 
nitelendirilen 19. Yüzyılın sonlarında giderek artan bir şekilde demokratik yönetim biçimlerinin önemi algılanmaya başladı. Ulus olma bilinci de bu süreçte özellikle Türk ulusu üzerinde derin izler bıraktı ve Yeni Türkiye’nin kuruluşuna giden yolda köklü dönüşümlere sahne oldu. 

1. II. Meşrutiyet Dönemi’nde Ulusal Bayram Algısı.,

II. Meşrutiyet’in bir dizi olay ve isyan sonrasında 23 Temmuz 1908’de 
ilan edilmesiyle artık Osmanlı Devleti’nde önemli bir döneme girildi. Artık Türk 
aydını ve Türk halkı egemenlik kavramını içselleştiriyor, elindeki gücün ne kadar 
değerli olduğunu anlıyordu. Türk aydını çok uzun zamandır bu günü bekliyordu. 
Özgür olacağı, günlerin özlemiyle yanıp tutuşan aydınlar artık amaçlarına kısmen ulaşmışlardı. Önemli Türk aydınlarından Namık Kemal, bu bekleyişi rüyasında gördüğü Hürriyet adlı kıza anlattırıyordu. Rüyasında uygar dünyanın tüm simgeleri Osmanlı dünyasında, Osmanlı şehirlerindedir. Bu rüyada Halkı temsil eden vekillerin olduğu, güçler ayrılığının uygulandığı, sansürün olmadığı bir dünya vardır. Hürriyet konuştukça Namık Kemal’de geleceğe umutla bakmaktadır1. Aydınların hürriyet özlemleri Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle kısa bir süreliğine giderilecektir.

Bu anlamlı günün her yıl kutlanması gerektiğini düşünen bazı Mebusan Meclisi üyelerinin sundukları önerge sayesinde 10 Temmuz (Miladi: 23 Temmuz 1908) günü ulusal bayram olarak kabul edildi ve her yıl resmi makamlar ve halk tarafından coşkulu bir şekilde kutlanmaya başlandı. 

Meşrutiyet gibi önemli bir kavramın halk nezdinde anlamını bulması ve yerleşmesi bakımından büyük önem taşıyan Hürriyet Bayramı, Cumhuriyet’in ilanından sonra da kutlanmaya devam etti. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Ulusal bayram kutlamalarındaki coşku daha da arttı. 



Benzeri örnekleri bugün bile karşımıza çıkmaktadır. Ulus olma bilincinin sınandığı bu vb. günler halkın bir arada olduğunun, düşman olarak görülen devlet, toplum veya topluluklara karşı bir bütün haline geldiğinin gösterilmesi bakımından önemli bir simgedir. Bayramlar, Savaşın en zor dönemlerinde bir bakıma halka moral destek vermektedirler. 

Bu anlamda ulusal bayramlar, ulus-devlet kavramının pekiştirildiği ve tam da anlamını bulduğu; Devlet ve halk kitlelerinin bütünleştiği zamanlardır. Osmanlı dünyasında da, ülke emperyalist güçlere karşı savaşırken halkın buna karşı tepkisi ve desteği sanılandan daha önemliydi. Her ne kadar Hürriyet Bayramı kutlamalarının sönük geçtiği düşünülse de2 ülkenin önemli merkezlerinde kutlamalar devam etmiş, meydanlarda ateşli konuşmalar yapılarak her fırsatta ordunun yanında olunduğu dile getirilmiştir3.

Halkın bilinçlenip örgütlenmesine, bir anlamda kamuoyu yaratma gücüne 
Kurtuluş Savaşı sırasında da rastlamaktayız. Mondros Mütarekesi sonrasında 
gerçekleşen İzmir’in işgaline, halkın verdiği tepki dış basında önemli bir kamuoyu yaratmakla kalmamış mücadelenin ilerleyen dönemlerinde bu durum maddi desteğe de dönüşmüştü. Osmanlı Devleti’nin arkasında bir halk desteği vardı. Fakat Osmanlı bu desteği kullanma konusunda basiretsizlik gösterdi. İşgali gerçekleşen şehirlerde her geçen gün asayiş problemleri görülürken Müslüman halk bu durumdan en fazla etkilenen kesimdi. Daha birkaç yıl öncesine kadar her yıl büyük bir sevinçle kutladıkları ulusal bayramlar 1919’dan itibaren yasaklamalarla karşılaştı. Kendini onurlu ve bağımsız bir devlete ait hissetme düşüncesi her bireyin benliğinde olan bir duygudur. Oysa artık bağımsızlığından söz edilecek bir devlet düşüncesi yerinde bunu kendi çabasıyla gerçekleştirmeye çalışan Ulusal Güçler (Kuva-yı Milliye) vardı. Artık umutlar Anadolu’daydı. Bayram nidaları ise Onlardan gelecek haberlere bağlıydı. Yasaklamalar devam ederken kutlama günlerinde gazetelerde tek bir sütun habere bile yer verilmiyor, Resmi kişi ve kurumlardan uzak köşelerde 
ve sükûnet içinde saygı duruşları ve törenler yapılıyordu. Hürriyet Bayramları 
adeta hürriyet özlemi içinde geçer olmuştu. 

Bir devir kapanırken ona ait kutlamalarda yerini yavaş yavaş, yeni ve 
farklı bir söyleme sahip kutlama kültürüne bırakacaktır. 1920-1922 yılları arasında yasal olarak hala varlığını sürdüren Osmanlı Devleti, tören yapılmasını yasaklasa da Anadolu, çoktan bayram havası içindeydi. TBMM’nin açılışının ilk yılında itibaren 23 Nisan, Ankara da çeşitli etkinliklerle kutlanmaya başladı. 1922 yılında 23 Nisan törenlerinin yanı sıra 10 Temmuz (23 Temmuz) Hürriyet Bayramı ’da meclis başkanlığı düzeyinde yapılan bir törenle kutlanmaya devam etti4.

Cumhuriyetin bir rejim olarak benimsenmesinin ardından Hürriyet Bayramı algısı 29 Ekim Cumhuriyet bayramıyla bütünleştirilmeye başladı. Tabi bu durumun değişmesinin sebeplerinden birisi de tam da o günlere denk gelen Lozan Sulh Bayramı’dır. (konu ileride ayrıntılarıyla ele alınacaktır.)

 23 Temmuz Hürriyet Bayramı, Önceleri ayrı bir bayram şeklinde 
kutlanırken özellikle 1926 yılı itibariyle Hürriyet Bayramı kutlamaları her yıl 
giderek azalan bir hevesle kutlanmış 1935 yılından itibaren de (ulusal bayramlarla ilgili kanun gereğince) unutulmaya yüz tutmuştur. 1926 yılındaki kırılmanın temelinde Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik suikast girişimi vardır. Tarihte İzmir Suikastı olarak bilinen bu girişim önceden haber alınmasıyla durdurulur. Suikast girişimcileri ise kısa sürede yakalanarak İstiklal Mahkemelerinde yargılanırlar. 2 
Ağustos 1926 günü başlayan duruşmada Kara Kemal, Ziya Hurşit gibi isimlerin öne çıktığı görülmektedir. Davada İstiklal Mahkemesi savcısının iddiasına göre; Kara Kemal aslında Enver, Cemal ve Talat Beyler’ in adamıdır… İttihatçıları tekrar bir hükümet darbesiyle iktidara getirmek için çalışmaktadır ve bu amaç doğrultusunda da Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurdurmuş fakat bu belli olmasın diye kendisi partiye girmemiştir. Bu vb. iddialar mahkeme sonunda kabul edildi5. İttihat ve Terakki Partisi’nin, Cumhuriyet’in değerlerine karşı savaş açtığı düşüncesi elbette hoş karşılanmadı. 

Dönemin önemli gazetelerinden Vakit, 23 Temmuz tarihli baskısında “Türk 
Milleti asla nankör değildir. 23 Temmuz İnkılâbı’nı hazırlayan kimseleri takdir, hatta takdis etmiştir. Fakat ne kadar elim bir hakikattir ki bu adamlardan bir takımları mücahede-i milliyeden sonra inkılâbın tekâmülü. Milli istihsalin tahakkuku yolunda yardım vazifelerini ifaya devam edecek yerde, cumhuriyet inkılâbımızın ruhu olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya düşman kesilmiş, kendi menfaat ve mevkilerini temin etmek için suikastlar ile onun vücudunu 
izaleye çalışacak kadar ileriye bile gitmiştir.” Sözleriyle durumun Türk basınında nasıl algılandığını ortaya koymaktadır.

Böylece İttihat ve Terakki Partisi veya İttihatçılıkla özdeşleşen Hürriyet 
Bayramları’na bakış iyiden iyiye farklılaştı. Hürriyet Bayramları 1935 yılına kadar her yıl kutlanmaya devam etti. Bu tarihten sonra milli bayramların bir kanunla belirlenmesiyle resmi bayram niteliğini kaybetti. 

2. Bağımsızlık Yolunda Son Adım: Lozan ve Lozan Sulh Bayramları 
Türkiye, Ulusal Kurtuluş Savaşımı sonrasında Batılı güçlerle eşit şartlarda 
oturduğu Lozan masasından önemli kazanımlarla döndü. Batılı güçlere karşı 
verilen kurtuluş mücadelesinin, Mudanya Mütarekesi ve Lozan Antlaşmalarıyla 
sonlandırılması Türkiye Cumhuriyeti’nin en anlamlı günlerinden biridir. Mustafa 
Kemal, Lozan Antlaşması’nın yıl dönümlerinden birinde kendisini ziyarete gelen 
İstanbul Üniversitesi Talebe Cemiyeti Heyetine aşağıdaki konuşmayı yaparak, 
konunun önemine dikkat çekmiştir. 

‘‘Lozan antlaşması, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk milletli için siyasal 
bir zafer oluşturan bu antlaşmanın Osmanlı tarihinde eşi yoktur. Milletimiz bununla hakkıyla övünebilir ve Türk milleti yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini bilmesi gereken gençliğine bunu geçmişte kararlaştırılmış antlaşmalarla karşılaştırmasını önermelidir. Bu nedenle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal mücadelelere göğüs vererek sonucu elde etmede büyük bir anlayışlılık göstermiş olan İsmet Paşa’yı yücelterek anmak görevimdir… Gençliğin gerçek gösterişinden pek duygulandım. Lozan antlaşması imza 
gününün milli bayram olarak kabul edilmesi uygundur’’6. 

Lozan Antlaşması ile İtilaf Devletleriyle olan ilişkiler yeniden düzenlenirken, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olduğu uluslararası arenada kabul edildi. Bernard Lewis’in söylemiyle; “Uzun süreden beri aşağılık ve kölelik sembolü olarak kızılan Kapitülasyonlar tüm sonuçlarıyla kaldırıldı”7. Batılı Güçler Misak-ı Millîyi büyük ölçüde kabul etmek zorunda kaldılar. 
Elbette Lozan’da çözümlenemeyen meselelerde vardı; ancak sözünü ettiğimiz iki maddenin bile kabul edilmesi büyük bir önem taşımaktadır. 




İsmet İnönü önderliğinde Lozan’a giden heyetin dokuz ay süren yoğun 
çabaları sonrasında 17 Temmuz’da konferansın gidişi netleşti. İsmet İnönü, 
Atatürk’e hemen durumu bildirerek bir cevap istedi. İnönü’nün üç gün süren 
bekleyişi Atatürk’ün telgrafıyla yerini sevince bıraktı.

‘‘Elde ettiğiniz başarıyı en sıcak ve en içten duygularımızla tebrik etmek için 
antlaşmanın usulüne göre imza edildiğinin bildirilmesini bekliyoruz, kardeşim.’’

Ankara’nın gözü kulağı Lozan’dan gelecek haberlerdeydi. Bu haberi İsmet 
İnönü, Lozan’dan gönderdiği tarihi telgrafla Ankara’ya duyurdu. Telgrafta 
barış antlaşmasının 24 Temmuz günü öğleden sonra yapılacağı bildirilmekteydi ve haber hızla Anadolu’ya yayıldı.



17 Temmuz günü Meclisten tüm Türkiye’ye resmi bir tebliğ yayımlandı. 
Anadolu ajansı gururla bildiriyordu: “Baş delegemiz İsmet Paşa hazretlerinden gelen telgraf namede… Milli menfaatlerimize zararlı olmayacak, iktisadi bağımsızlığımızı ihlal etmeyecek makbul bir şekilde sonuçlandırıldığı...”8 Metnin birkaç güne kadar imzalanacağı bildirildi.

Lozan’a giden heyetten gelen haberler basın aracılığıyla halka duyuruluyordu. İsmet Bey’in başarılı görüşmeleri halkta heyecanları artırıyordu. Gazeteler ana sayfalarından analiz yazılarla durumu anlatırken arkada sayfalarda Lozan, karikatür çizerlerinin kaleminden gözlere hitap ederek adeta halkın psikoloji ve tansiyonu yansıtılıyordu. 

Kimi zaman İsmet İnönü, diğer yabancı temsilcilerle müsabakaya çıkan kaslı, dev bir pehlivana benzetilirken kimi zaman kör ebe oyununda barışı oynayan bir aktör olarak karşımıza çıkıyor. Görüşmeler uzadıkça halkın barış konusundaki sabırsızlıkları da yine karikatürlerle ortaya dökülüyor. 

Örneğin: Lozan trenini bekleyen iki kişi arasında şu konuşmalara yer veriliyor.

-Ya hu Lozan’dan gelen trenleri bekleye bekleye ayaklarıma kara sular inecek. Harp mi olacak sulh mu? Olacaksa olsun da biz de yapacağımızı ona göre bilsek.

-Nafile bekliyorsun azizim, ne sulhun olacağı var ne harbin. Avrupalıların 
maksadını anlayamadın mı? Vakit kazanıp bizim dâhili tefrikaya uğramamızı bekliyorlar ve 
o zaman dilediklerini bize kabul ettireceklerini zannediyorlar9.

Lozan, bağımsızlığın sembolü olmuştu. Bu önemli antlaşma için İngiltere’nin 
en önemli gazetelerinden Times, Türkleri kutluyor ve çabalarının önemini vurgulayan yazılar yayımlıyordu.



Yayımlanan bir makale Lozan’da Türklerin elde ettiği başarılar şöyle 
dillendiriliyordu; “Lozan konferansı nihayet sona yaklaştı. Müttefiklerle Türkler arasındaki son mücadelede bitti ve anlaşma yapıldı… Batı ile Türkiye arasında yeni bir ilişki şekli oluşmaktadır. Artık eski günler geçmiştir. 
Türk memleketlerinde ayrıcalıklar ve sultanlar devri kapanmıştır. Jön Türkler tarafından vaktiyle uygulanan Meşrutiyet, bu durumda pek az değişiklik yapmıştı. Şimdi yapılan değişiklik ise çok büyüktür. Lozan konferansında gelişen 
durumlarla Türkiye büyük devletlerle aynı ayak üzerinde konuşmuştur… 
Bu konferansta Türkiye, tam egemenlik ve bağımsızlık noktasında ısrar etmiştir. 
Artık bu devlet kendi başına yürümeyi istemektedir…”10.



Makalenin devamında ise Lozan’da masaya oturan Türkiye’nin eski Türkiye ile çok farklı olduğu artık yeni bir Türkiye’nin oluştuğu vurgulanıyordu. Mustafa Kemal’in tam da istediği buydu; Batı’nın Doğu’ya bakışını ve onu algılayışını kökten değiştirmek. Yaklaşık 3 yıl süren bağımsızlık mücadelesi, Anadolu halkının barışa olan özlemini artırmış, Çok değil kısa bir zaman önce kendi yurtlarında derin bir nefes alabilmek ve özgürce yaşayabilmek bir hayal iken artık o hayali gerçekleştirmeye bir adım daha yaklaşılmıştı.

1923 yılında, 23 Temmuz Hürriyet Bayramı İstanbul’da kutlanırken Ankara daha sönük geçti; çünkü aynı tarihlerde Ankara’nın gözü kulağı Lozan’dan gelecek haberlerdeydi. Lozan antlaşması ile Batılı devletlerle olan ilişkiler yeniden    düzenlenirken, Türkiye’nin bağımsız bir devlet olduğu milletlerarası arenada kabul edildi. Bu tarihi haberi İsmet İnönü Lozan’dan gönderdiği tarihi telgrafla Ankara’ya duyurdu. Telgrafta barış antlaşmasının 24 Temmuz günü öğleden sonra yapılacağı bildirilmektedir. Haber Anadolu’ya hızla yayılır. 

1923 yılının 24 Temmuz günü gazeteler barış haberini süslü sütunlarla 
duyurur. ‘’Bugün Sulh Bayramıdır.’’ manşetiyle yayımlanan Tercüman-ı Ahval’de 
Lozan kahramanlarının resimlerine yer verildi11. Aynı gün Ankara da yüz bir pare top atışı yapıldıktan sonra mecliste bir tören düzenlendi. Mecliste milletvekilleri heyecan içindeydi. Nihayet rahat bir nefes alınacaktı. İstanbul basını da Lozan zaferini kutlayan yazılar yayımlar. Tevhid-i Efkâr Gazetesi haberi, “Bugün sulh bayramı: hakiki halas(kurtuluş) ve istiklal bayramıdır” diyerek tam sayfa süslü baskılarla duyurdu12. İleri Gazetesi ‘’Tarihimizde İki Temmuz’’ olarak yayımladığı bir yazıda 1920 ile 1923 Temmuzlarını karşılaştırmaktadır13. Bilindiği gibi 1920 Temmuz’unda Sevr, Osmanlı’nın önüne koyulmuş ve imzalaması istenmiştir. Fakat tarih tekerrür eder ve aynı masaya bu kez eşit şartlarda oturan Türkiye Devleti’dir.



İstanbul ÜniversitesindeLozan Günü Kutlamaları.,

Bu tarihten sonra Lozan’da kazanılan başarılar her yıldönümünde yurt 
genelinde törenlerle kutlanmaya başladı. 23 Temmuz 1924’te ‘’Türk milletinin boynuna geçirilmek istenen esaret zincirlerinin kırıldığı gün’’ olarak duyuruldu14. Katlanılan onca sıkıntının ardından Anadolu artık rahat bir nefes almaktaydı. Çünkü Lozan, Anadolu için özgürlüğü temsil ediyordu. Kutlamalar her yıl bir öncekinden renkli görüntülere sahne oldu. ‘’Sulh Bayramı’’ adıyla kutlanmaya başlanan Lozan Günleri’nde her yer tatil edildi. Gazeteler o günlerde cıvıl cıvıldı. Özgürlüğü simgeleyen karikatürler, hatta şiirler. Sütunların neredeyse tamamı bu anlamlı gün için ayrılmaktaydı. 
Ayrıca Lozan Günü’nün 23 ve 24 Temmuz olmak üzere iki günde de kutlandığı 
görülmektedir. Her ne kadar ulusal bir bayram olmasa da resmi makamlar ve halkın birlikte kutlamaya özen gösterdiği günlerdir. Gazete manşetlerinden de anlaşılacağı gibi Lozan Antlaşması’nın yıldönümleri bayram günü olarak kabul edilmektedir15. 

Lozan’da elde edilen başarı tam anlamıyla Türkler için bir başarıydı. Bu nedenle 
halkın gözünde adeta bir savaş kazanılmış gibi görülmektedir. Makalenin ilerleyen bölümlerinde de Lozan Antlaşmasının yıldönümünü ifade etmek için zaman zaman Lozan Sulh Günü ya da Lozan Sulh Bayramı şeklinde bir söylem benimsenmiştir. 

1925 yılında Lozan’ın önemi basın yoluyla halka anlatılmaya devam 
eder. Cumhuriyet Gazetesi ‘’Sulh Bayramı Şerefine’’ adlı bir şiiri baş sayfadan 
okuyucularıyla paylaştı. Gün baş sayfanın tamamı Lozan Sulh Günü için ayrılmıştı:

Büyük Müncimizin Huzuru Dehasında 

Deha türkün kılıcından saçarak berrak celal,
Çık salın gök de, zafer silahıdır ey şanlı hilal,
Şimale sal, teş’edün ervahı dağılsın şu zilal,
Kalmasın teşne göklerde ne hasret ne malul,
Azim ve imanla kazandık, yaşasın istiklal! 


Yüksel ey sancağımız, can sana her lahza feda, 
Geç semahı, eriş taa geriye kıl hamd-ü hüde 
Arşın etrafını sarsında gazad-u şüheda,
Bir ağızdan edelim şevk-ü meserretle nida,
Cevher-i canla kazandık, yaşasın istiklal!


Kim demiş sevk-i tesadüftür olan yaramız,
Bilakis hep feleğin rahmanıdır işlerimiz,
Irkımın maha-sı dehasıydı, evet rehberimiz!
Yendi her müşkülü, zabitlerimiz, askerlerimiz:
Nur-u irfanla kazandık, yaşasın istiklal!

İzmir; Fuad Hulusi16

1927 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti, Lozan Günü 
çerçevesinde Fakülte’nin konferans salonunda düzenlenen törende konuşan fakülte hocalarından Reşat Bey, Lozan’ın hukuk-u düvel yani devletler genel hukukundaki yeri üzerine bir konuşma yaptı. Törene çeşitli fakültelerden pek çok hoca ve öğrenci de katıldı. Lozan Sulh Bayramı’nı her yıl törenlerle kutlamayı geleneksel hale getiren İstanbul Üniversitesi Talebe Cemiyeti tarafından aynı yıl Lozan Sulh Bayramı anısına çeşitli kartpostallar bastırıldı. Bu kartpostallarda Mustafa Kemal ve Lozan heyetinin çeşitli resimlerine yer verilmekteydi. Cemiyet törende yapılan konuşmaları da bastırma konusunda bir karar aldı17. Sulh Bayramı’nın beşinci yıl dönümünde de Darül-Hukuk Fakültesi’nde bir tören yapıldı ve bir önceki yıllardan daha parlak şekilde kutlandı. Cumhuriyet Gazetesi kutlama haberini ertesi gün manşetten verdi:




‘’Gençlik ve Halk Lozan Zaferini Muazzam Tezahürle Tesid ve Bize Zafer 
Kazandıranları Minnet ve Şükranla Yâd Edildi.’’

24 Temmuz günü İstanbul Üniversitesi’nin salonunda yapılan törene 
her yaştan izleyici katıldı. Gönüllü öğrenciler salonun her yerini bayraklarla donattılar. 
Törenin saat ikide yapılacağı önceden duyurulmasına rağmen halk erkenden 
sıraları doldurdu. 13.30 itibariyle oturulacak yer kalmamıştı. Durmadan Tezahüratlar ve marşlar çalınıp söyleniyordu. Bu sıcak yaz ayında buram buram terleyen izleyiciler, sıcağa aldırmadan töreni sonuna kadar izlemekte direttiler. Öyle ya! Bağımsızlığın onaylandığı bugünün Türkiye’de ne kadar coşkuyla kutlandığı herkese gösterilmeliydi.

Törene Reisi Cumhur Kâtib-i Umumiyesi (Genel Sekreter) Tevfik Bey, İçişleri 
Bakanı Şükrü Kaya ve Fırka Müftüsü Hakkı Şinasi Bey, Kars Milletvekili Ağaoğlu 
Ahmet Beyler katıldılar. Okunan İstiklal Marşı’nın ardından açılış konuşmasını 
yapmak üzere Talebe Cemiyeti Başkanı Munip Hayri Bey kürsüye geldi ve kalabalığı coşturan ateşli konuşmasına başladı:

 ‘’Aziz vatandaşlar, geldiğiniz için sizlere teşekkür etmeyeceğiz. Çünkü kıymetli 
huzurlarınızla şereflendirdiğiniz bu merasim uzun senelerdeki cümle hatıratın tesbit edildiği elim bir felaketten, bas-ü madelmevd (diriliş) Cümlesiyle sıyrılan kahraman Türk milletinin ulu gayesinin fazla bir inkişaf safhasıdır ki onu tesid (kutlamak) için yapılan merasime içten gelen bir arzu ile iştirak etmek her Türk vatandaşının mühim vazifesidir. Lozan muahedesi işte bize böyle bir vatan temin eyledi. Onu nasıl tesid etmeyelim. Türk tarihine kazandırdığı bu siyasi zafer muhterem ismet paşa hazretlerine gençliğin şükran hislerini bu vesileyle iblağ 
ediyorum”18.

Bu dönemde Lozan Sulh Bayramları’na daha çok devrimci kadronun önem 
verdiği görülürken Abdülhamid İstibdadı’nın yıkılışını ve Meşrutiyeti temsil eden 
Hürriyet Bayramları ise eskiyi temsil ettiği için üzerinde durulmayan bir gün 
olarak zihinlerde yer etmeye başladı. Hürriyet Bayramları 1935’e kadar düzenli 
olarak kutlansa da19 1923’ten itibaren her yıl dönümünde Hürriyet Bayramı ile 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı arasında bir fark olmadığı ve bu günlerin birbirlerini tamamlayan özellikleri olduğu vurgulanmaya devam edilmiştir.



‘’Türk milleti en çetin savaşlardan sonra 23 Temmuz’da noksan kalan inkılâbı 
tamamlamış ve cebbar (zorba) bir saltanatı def ederek onun yerine istiklali, hâkimiyet-i Milliye’yi cumhuriyet ederek kurmuş ve ilan etmiştir. Gözlerimizi biraz maziye çevirip ufak bir mukayese yaparsak 23 Temmuz 1908’ de atılan adımla 29 Ekim 1923’te elde edilen gayenin arasında küçük seneler içine sokuşmuş hazin bir tarih safhası görürüz. 

23 Temmuzda milletimiz elindeki zincirleri kırmış fakat ayağındaki onu azade bırakmayan zincirleri koparıp atmamıştı. Fakat nihayet bu zincirler 29 Ekim 1923’te koparıldı.’’20


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

3 Ekim 2017 Salı

Yaşanmış bir Olay...



Yaşanmış bir Olay...

Hatırlayalım
  - İstanbul Hükümetinin Harbiye Nazırı Ziya Paşa her zamanki yumuşaklığı ile;

 - "Beyler.." dedi
 - ".. İngilizlere kafa tutamayız. Adamların hiç şakası yok.

Daha geçen gün, bir bahane icat ederek  İzmit'i tekrar işgal ediverdiler."

Sarı Atlas döşeli büyük oda, nezaretin ileri gelen subayları ile doluydu. Hürriyet ve İtilaf Partisi yanlısı olan birkaç gerici subay dışında hepsi, Anadolu'ya geçmeye çoktan hazır, Ankara'nın
İstanbul'da kalmalarını gerekli gördüğü namuslu askerlerdi. 
Kapı açıldı, kapının boşluğu içinde yaver göründü:

- 'Emrettiğiniz yüzbaşı geldi efendim.'
- 'İçeri al.'

Nazır subaylara bilgi verdi:

- 'Az önce sözünü ettiğim talihsiz olayın faili.'

Yüzbaşı bekletmeden içeri girdi, kaygılı bakışlarla kendisini
izleyen subayların arasında hızla ilerleyerek nazırın masası önünde durdu, selam verdi:

- ' Yüzbaşı Faruk, İstanbul. Beni Emretmişsiniz.'

Uzun boylu, kumral, yakışıklı, biraz bıçkın havalı bir subaydı.

Nazır önündeki yazıya bakarak yumuşak sesle, 'Oğlum..' dedi, '.. dün akşam Beyoğlu'nda, İngiliz İnzibat Subayı Teğmen Miller'i, emre rağmen selamlamamışsın. Doğru mu?'

- 'Evet efendim, doğru.'

Nazır, dürüst subaya babacanca yol gösterdi:

- 'Herhalde görmediğin için selamlamadın, değil mi çocuğum?'
- 'Hayır efendim, gördüm.'

Nazırın canı sıkıldı:

- 'Niye selamlamadın öyleyse? 
Selamlamanız için emir verilmişti.'
- 'Rütbesi benden küçük olduğu için selamlamadım Paşam.

Askerlik töresince, 
Önce onun beni selamlaması gerekmez miydi?'

Ziya Paşa derin bir kederle ellerini açtı:

- ' Askerlik töresi mi kaldı a yavrum? 
Adamlar galibiyet haklarını kullanıyorlar.
İngiliz Komutanlığı bu sabah olayı protesto etti.
Mesele çıkarılacak zaman değil. 
Hemen şu müzevir Teğmeni bul da özür dile. 
Olayı kapatalım.'

Başıyla çıkması için izin verdi.

Ama yüzbaşı yerinden kıpırdamadı:

- 'Paşam, bir de beni dinlemenizi rica ediyorum.'

Nazır bıkkınlıkla, 'söyle bakalım' dedi.

Balkan savaşında teğmendim. 
Çanakkale'de üsteğmen,
Suriye cephesinde yüzbaşı oldum.
Ben bu rütbeleri tek başıma savaşarak almadım.
Her rütbemde binlerce şehidin ve gazinin hakkı var.
Onların hakkını korumak namus borcumdur.
Beni affedin, özür dileyemem.

Harbiye Nazırı bozuldu:

- 'Anlamadın galiba. Harbiye Nazırı olarak emrediyorum.'

Yüzbaşı sükûnetle, 'Anladım efendim' dedi, 
Apoletlerini bir hamlede söküp nazırın masasına bıraktı:

- 'Artık emrinizi dinlemek zorunda değilim!'

Selam vermeden dönüp kapıya yürüdü.

Oturan subayların, 
İstanbul'u tutan birkaçı dışında, 
Hepsi saygıyla ayağa fırladı.

Hepsinin rütbesi yüzbaşıdan daha büyüktü.

Gözleri dolarak, yüzbaşıya selam durdular...

Bu Cumhuriyeti böyle subaylar kurdular.

Cumhuriyetin nasıl kurulduğunu hiç unutmayın..

Bu Cumhuriyet acıyla, üzüntüyle, kanla ve şerefle kuruldu.

Yoksa onun bunun g.tünü yalayan şerefsizlere kalsaydı 
nah kurulurdu.

Bu gün de bir çok Şerefsiz;
O gün bu Cumhuriyetin kuruluşunda kanını akıtan ve her türlü emeği geçen o muhteşem insanların hakkında ileri geri
konuşuyorlar.

"Biz Daima hakikat arayan, onu Bulunca ve bulduguna kani olunca Açıkça söylemekten kaçınmayan insanlar olmalıyız." 
Mustafa Kemal Atatürk

Demek ki bu millet hak etmedi Mustafa Kemal'i...
Dünyanın sahiplenip hayran olduğu insan... 
Fazla geldi...


"Bir Ülkede Namuslular da..,
 En az Namussuzlar kadar Cesur olmak Zorundadırlar."    
İsmet  İnönü


***

4 Eylül 2016 Pazar

MUSUL-KERKÜK MESELESİNİN TARİHÇESİ BÖLÜM 1





MUSUL-KERKÜK MESELESİNİN TARİHÇESİ
BÖLÜM 1 




Musul Bölgesi, I. Dünya Savaşı sonlarına kadar Batılı kaynaklarda genellikle, Irak'tan ayrı olarak, yukarı "El-Cezire" bölgesi içinde gösterilmekteydi. I. Dünya Savaşı'ndan sonra ise bölge, siyasî sebepler yüzünden, bir başka deyişle İngiltere'nin menfaatleri gereğince, Irak'ın parçası olarak kabul edildi ve öyle tanımlandı.

Gerçekte bölge, son bin yıldır Türk egemenliği altında oldu. Musul, ilk olarak 1055-1056 yıllarında Selçuklu Devleti'ne bağlandı. Bu tarihten itibaren Türkleşen Musul, I. Dünya Savaşı sonuna kadar farklı Türk devlet ve beylikleri tarafından yönetildi ve Türkler tarafından bir vatan toprağı olarak kabul edildi. Osmanlı Devleti öncesinde bölgede hepsi de Türk devlet ve beylikleri sayılan Zengiler, Timurlular, Akkoyunlular ve Safeviler hakimiyet kurdu.

Musul, Osmanlı hâkimiyetine ise Yavuz Sultan Selim'in 1514 tarihli Çaldıran Seferi'yle girdi. Kanuni Sultan Süleyman'ın 1534-1535 yıllarında gerçekleştirdiği Bağdat Seferi'yle bu hâkimiyet perçinlendi. Osmanlı hâkimiyeti ile birlikte Musul; Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarından meydana gelen bir vilâyetin merkezi oldu. 20. yüzyılın başlarında Musul vilayetinin nüfusu 350.000 civarındaydı.


Yavuz Sultan Selim'in 1514 tarihli Çaldıran Seferi'ni tasvir eden bir tablo


Avrupalı sömürgeci devletlerin Musul üzerindeki emelleri ise, bu bölgenin çok önemli bir petrol yatağı olduğunun anlaşılmasıyla başladı. Özellikle İngiltere, 1910'lu yılların başından itibaren, gerek petrol kaynakları gerekse Hindistan yolu açısından taşıdığı stratejik yol nedeniyle Irak'ın geneline ve özellikel de Musul vilayetine göz dikti.
I. Dünya Savaşı, Avrupalı sömürgeci devletlerin hayallerini gerçekleştirmeleri için büyük bir fırsat oldu. Henüz savaş devam ederken İngiltere ve Fransa, gizlice imzalanan Sykes-Picot Anlaşması ile Ortadoğu'yu bölüşmüşler, Irak'ın İngiliz sömürgesi olması karara bağlanmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun Almanya safında savaşa katılması, İngiltere ile Osmanlı'yı Ortadoğu'da karşı karşıya getirdi. İngiliz saldırısı ile açılan Irak Cephesi'nde, Hindistan'dan gönderilen İngiliz kuvvetleri Basra'ya çıkarak kısa zamanda Bağdat'a kadar ilerlediler. Ancak Osmanlı Orduları İngiliz ilerleyişini durdurdu ve Irak Cephesi'nde önemli başarılar elde etti.
Burada özellikle 1916 yılındaki Kut'ul-Amer zaferini belirtmek gerekir. Dicle nehrinin kıyısındaki bu kasaba, İngilizler tarafından ele geçirildikten sonra Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusunca kuşatılmış ve İngilizler ağır kayıplar vererek teslim olmak zorunda kalmışlardır. I. Dünya Savaşı'nın tarihçesini anlatan bir makaleye göre, bu zafer, "İngiliz ordusunun tarihindeki en büyük aşağılanmadır. Türkler - (ve onların müttefiki olan) Almanya - içinse, çok önemli bir moral takviyesi olmuş ve Ortadoğu'daki İngiliz etkisini tartışılmaz bir biçimde azaltmıştır."1 Bu zaferin en önemli yönlerinden biri ise, bölgedeki Arapların hepsinin İngilizlere karşı Osmanlı ordusunun yanında yer almış, hatta bazılarının çatışmaya katılmış olmasıdır. Kut'ul-Amer, Osmanlı'nın Türk olmayan Müslüman tebasının, Osmanlı'ya sadakatini gösteren çok önemli bir tarihsel gerçektir ve tüm Arapların Osmanlı'ya ihanet ettikleri yönündeki asılsız söylemi geçersiz kılmaktadır.
















I. Dünya Savaşı'nda yenik düşen Osmanlı Devleti ile Müttefikler arasında ateşkes görüşmeleri Ekim 1918'de Limni Adası'nın Mondros 
Limanı'nda bulunan Agamemnon zırhlısında başladı. 30 Ekim 1918'de Müttefikleri temsilen İngiliz amiral Arthur Calthorpe ile Osmanlı 
heyeti arasında imzalanan antlaşma çok ağır maddeler içeriyordu.
   Yanda antlaşmayı imzalayan Osmanlı heyeti. Önde solda Rauf Bey (Orbay), yanında müsteşar Reşat Hikmet, arkada sağda heyetin kalbi 
Ali Bey (Türkgeldi), Tevfik Bey ve Bahriye yaveri Sait Bey görülmektedir.


Osmanlı orduları, Irak cephesindeki bu büyük başarıya rağmen, savaşın son iki yılında geri çekilmek zorunda kaldı. Ancak Irak'ın kuzeyini yine de başarıyla korudu. 30 Ekim 1918'de Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada Ali İhsan (Sabis) Paşa 6. Ordu Kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. İngilizler ise ani bir işgal hareketi ile Musul'a egemen olmak istiyorlardı.



Mondros Mütarekesi'ni imzalayan hükümette sadrazam olan Ahmet İzzet Paşa, Ankara'yla iyi ilişkiler kurmak istedi. Mustafa Kemal de bu deneyimli komutana, her dönemde saygı gösterdi, diğer komutanlardan ayrı tuttu. Resimde ortada Ahmet İzzet Paşa ve Mustafa Kemal 1917'de Diyarbakır'da.



Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andan (31 Ekim 1918 günü, saat 12.00'de) itibaren, 6. Ordu birlikleri batıdan doğuya doğru Rakka, Miyadin, Telâfer, Dibeke, Çemçemal, Süleymaniye hattı üzerinde yer alıyordu. İngiliz kuvvetleri ise EI-Hazar, Gayyare, Altınköprü, Kerkük, Hanikin hattında bulunuyordu.2 Yâni Mütareke'nin imzalandığı gün, Kerkük merkezi hariç, Musul ve Musul vilâyetinin büyük bir kısmı Osmanlı Ordusu'nun elinde idi. Mütareke hükümlerine göre bölgede bulunan bütün kuvvetlerin yerlerinde kalmaları gerektiği halde, İngiliz kuvvetleri buna uymadılar. İlerlemeye devam eden İngilizler, l Kasım'da Hamamalil'e girdiler. Buradan Musul'u işgal edecekleri tehdidinde bulunarak Türk kuvvetlerinin Musul şehrinden 5 km. kuzeye çekilmelerini istediler.
Ali İhsan Paşa, İngilizler'in bu talebini Sadrazam'a bildirdi. Bir seri telgraf görüşmeleri sonucunda Sadrazam, Ali İhsan Paşa'ya 8 Kasım tarihli telgrafı ile, kan dökülmesini engellemek için, 15 Kasım günü şehrin boşaltılması emrini verdi. Ali İhsan Paşa, bu emre uygun olarak 10 Kasım'da Musul'u İngilizlere terk etti, ordu karargahı ile birlikte Nusaybin'e doğru çekildi.3
Kısacası Musul, Mütareke hükümlerine ve uluslararası savaş kurallarına aykırı bir şekilde işgal edildi. Misak-ı Milli'ye göre güney sınırlarının tesbiti meselesinde Mütareke'nin yürürlüğe girdiği andaki ordumuzun fiili durumunun temel bir kıstas olarak dikkate alınması, bu nedenle son derece haklı ve önemli bir karardır ve İngiliz olup-bittisine karşı milli haklarımızı korumak anlamına gelmektedir.



Kerkük'ten bir görünüş
Misak-ı Milli, son Osmanlı Meclis-i Mebusan'ı tarafından 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumda kararlaştırıldı. Misak-ı Milli'nin birinci maddesi, Türkiye'nin güney sınırlarını belirliyordu. Bu maddede şöyle yazılıydı:


"Osmanlı Devleti'nin özellikle Arap çoğunluğunun yerleşmiş olduğu (30 Ekim 1918 günkü Mütareke yapıldığı sırada) düşman ordularının işgali altında kalan bölgelerin geleceğinin, haklarını serbestçe açıklayacakları rey sonucu belirlenmesi gerekir; söz konusu mütareke çizgisi içinde din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirlerine bağlı olan, karşılıklı saygı ve özveri duyguları besleyen soy ve toplum ilişkileri ile çevrelerinin koşullarına saygılı Osmanlı-İslâm çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümü ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiçbir nedenle birbirinden ayrılamayacak bir bütündür".


Buna göre mütareke hattı esas alındığında Musul, Kerkük ve Süleymaniye'nin ve diğer tarafta Hatay bölgesinin Anadolu'nun ayrılmaz bir parçası olduğu açıktı.
Mütareke anında Türk Ordusu'nun Gayyare'de bulunduğu gerçeği tüm kaynaklarca kabul edilmektedir. Sadece Kerkük sancağı 31 Ekim tarihi itibariyle İngiliz kuvvetlerinin eline geçmiş olarak gösteriliyorsa da Nejat Kaymaz, General Sedat Doğruer'in eserine dayanarak "Kerkük'ün de savaşın durması gereken saatten sonra İngilizler'in eline geçmiş olabileceği" ihtimalinin kuvvetle muhtemel olduğuna işaret etmektedir. Aslında bunun bir ihtimal olmadığını, kesin bir gerçeği ifade ettiğini Mustafa Kemal Paşa'nın tespitlerinden anlamak mümkündür. Mustafa Kemal Paşa daha Misâk-ı Mîllî ilân edilmeden önce Ankara'ya gelişinin ertesi günü Ziraat Okulu'nda yaptığı 28 Aralık 1920 tarihli konuşmasında haksız işgali dile getirerek Musul'un Mütareke anında Türk Ordusu'nun hâkimiyetinde bulunduğunu ifâde etmiş, İngiliz işgalini İstanbul'un işgalinde olduğu gibi haksız ve Mütareke hükümlerine uymayan bir teşebbüs olarak değerlendirmiştir.

Ancak İngilizler'in Musul'u işgal etmeleri askeri anlamda bir statü değişikliğinden başka bir anlam taşımayacaktı. Musul'u işgal ettiler, fakat bölgeye hâkim olamadılar. Bölgedeki aşiretleri kontrol altında tutma konusunda başarısız oldular. Kerkük ve Süleymaniye halkı İngiliz himayesine karşı direnişe geçti. Kürt, Arap veya Türkmen olsunlar, tüm Müslüman kabileler İngilizler'e vergi vermekte direnmişler, sık sık İngilizlere karşı eylemler düzenlemişlerdir. Musul halkı, Ankara'da ilk Meclis'in açılmasıyla güçlenen Millî Mücâdele hareketine de destek vermiştir. Hatta bölgede bulunan Araplar dahi İngilizler'e karşı Mustafa Kemal Paşa ile işbirliğine girmişlerdir. Tarihçi Mim Kemal Öke, İngiliz arşivlerine dayanarak Musul'daki Arap ve Kürtler'in, İngiliz himayesindeki Kral Faysal'a değil de Anadolu'daki Milli Mücadele hareketine dayanmayı tercih ettiklerini ifâde etmektedir".




Musul halkının tüm unsurlarının (Kürt, Türkmen ve Arapların) Osmanlı'ya ve yeni kurulan Ankara hükümetine karşı gösterdikleri bu sadakat karşısında Ankara hükümeti de duyarlı davranmıştır. Mustafa Kemal Paşa'nın 1 Mayıs 1920 tarihinde B.M.M.'nde yaptığı konuşma, Musul konusundaki düşüncesini ve savunduğu politikayı açık bir şekilde ortaya koymaktadır:


"Hep kabul ettiğimiz esaslardan birisi ve belki birincisi olan hudut meselesi tayin ve tespit edilirken, hudud-u millîmiz, İskenderun'un cenubundan (güneyinden) geçer, şarka doğru uzanarak Musul'u, Süleymaniye'yi, Kerkük'ü ihtiva eder. İşte hudud-u millîmiz budur dedik!"4

Mustafa Kemal Paşa ve Ankara hükümeti, Musul konusundaki bu kararlılığı Lozan Konferansı'na kadar olan süre içinde çeşitli vesilelerle gösterdi. İngilizler'in Ocak 1921'de Erbil ve Revanduz arasında bulunan ve Ankara Hükümeti'ni destekleyen "Sürücü Aşireti"ne saldırmaları üzerine Mustafa Kemal Paşa, Millî Müdâfaa Vekâleti'ne çektiği telgrafla Revanduz bölgesine asker gönderilmesini istedi".5 Bu görev Kaymakam ve Milis Yarbay Özdemir Bey'e verildi. Özdemir Bey, kuvvetleriyle başlangıçta bölgede oldukça önemli başarılar elde etti, ancak daha sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Özdemir Bey'in Revanduz'da kazandığı başarı, bölgedeki halk ve aşiretler üzerindeki nüfuzu Türk Genelkurmayı'nı Musul'un kurtarılması için bâzı askerî tedbirlerin alınmasına sevk edecekti. Dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa 7 Eylül 1922 tarihli yazıyla El-Cezire Cephesi Kumandanlığından, Musul'a taarruz için gerekli hazırlıkların yapılmasını dahi istedi.6


İsmet Paşa Ankara Hükümeti adına 24 Temmuz 1923 Salı günü saat 15:09 ile 15:15 arasında Lozan Barış Antlaşması'nı imzalıyor.


Görüldüğü gibi Ankara Hükümeti, daha Lozan Konferansı'nın başlamasından önce Musul'un gerekirse silah yoluyla kurtarılması için İngilizler'e karşı bir harekâtı göze almıştı. Kuşkusuz Musul halkının tamamına yakınının işgalci İngilizlere karşı Ankara Hükümeti'nin yanında yer alması, böyle bir harekatın hem nedeni hem de haklı gerekçesiydi. Ancak Türk Kuvvetleri'nden bir kısmının Batı Cephesi'ne kaydırılmak zorunda kalınması ve daha sonra Lozan Konferansı'nın başlaması, bu düşüncenin gerçekleşmesine engel oldu.
Lozan Konferansı'nda üzerinde en çetin tartışmaların yürütüldüğü konu ise "Musul Meselesi" oldu. Türkiye için hayatî bir öneme sahip olan Musul, I. Dünya Savaşı'nın galibi olarak Lozan Konferansı'na egemen olan İngiltere için de gerek zengin "petrol kaynakları" ve gerekse "Hindistan yolunun emniyeti" bakımından ele geçirilmesi zorunlu görülen stratejik ve ekonomik öneme sahip bir bölgeydi. Türkiye ise, haklı olarak, Misâk-ı Millî'nin vazgeçilmez bir parçası olan ve üzerinde yaşayan insanların da kendisiyle dil, din, kültür ve tarih bağlarıyla bağlı olduğu Musul vilayetine sahip olmak istiyordu. Lozan'a giden Türk heyetinin başında olan İsmet Paşa, gerek T.B.M.M.'de yaptığı konuşmada gerekse Sapanca'da trende iken gazetecilere verdiği demecinde Türk heyetinin amacının Misâk-ı Millîyi gerçekleştirmek olduğunu ısrarla vurgulamıştı.7
Musul meselesi, ilk olarak Lozan Konferansı'nın 23 Ocak 1923 tarihli oturumunda ele alındı. İsmet Paşa Türk tezini siyasî, tarihî, etnografik, coğrafî, ekonomik ve askerî açılardan geniş bir şekilde ve son derece tutarlı bir biçimde savundu.
İsmet Paşa'nın bu konuşması incelendiğinde Musul'un bir Türk toprağı olarak tanımlanmasındaki gerekçelerin yanı sıra İngiltere'nin ortaya koymaya çalıştığı iddiaları da çürüttüğü dikkati çekmektedir.
Türk tezinin dayandığı temel noktalardan biri etnik sebeplerdir. Musul vilâyetinde yerleşik nüfus, 503.000 kişi olarak gösterilmiş, Türk-Kürt ayrımı yapılmaksızın çoğunluğun Türk olduğu vurgulanmış ve bölgenin Anadolu'dan ayrılamayacağı belirtilmiştir. İsmet Paşa son resmî Türk istatistiklerine dayanarak Musul'u meydana getiren unsurları şu şekilde göstermiştir:8

Türk146.960
Kürt263.830
Arap43.210
Gayri Müslim31.000
TOPLAM503.000
İngiliz Heyeti'nin verdiği rakamlar ise şu şekildedir:
Türk65.895
Kürt452.720
Arap185.763
Hıristiyan62.225
Yahudi16.865
TOPLAM785.468


Bu rakamlardan anlaşılacağı gibi, Araplarla Müslüman olmayan grupların Musul vilâyeti nüfusu içinde azınlıkta, Kürtler'le Türkler'in çoğunlukta olduğunu İngiliz temsilcileri de kabul etmiştir. İsmet Paşa'nın ortaya koyduğu diğer argümanlar ise şu şekilde özetlenebilir:
  • Musul vilâyetinde oturanlar yeniden Türkiye'ye bağlanmayı ısrarla istemektedirler; çünkü, sömürgeleşmiş bir halk olmaktan çıkarak, bağımsız bir devletin yurttaşları olacaklarını bilmektedirler. (Bu, aslında Musul'un Türkiye'ye bağlanmasını gerekli kılan en önemli değerdir ve günümüz için de geliştirilecek bir "Musul stratejisi" için en önemli değer olmalıdır.)
  • Coğrafî ve siyasal bakımlardan, bu vilâyet, Anadolu'yu tamamlayan bir parçadır. Musul ancak Anadolu'ya bağlı kalmakla gerçek çıkış yerleri olan Akdeniz limanlarıyla sıkı ilişki kurabilecektir.
  • Hukukî bakımdan hâlâ Osmanlı Devleti'nin bir parçası olan Musul için İngiltere'nin yapacağı bütün antlaşmaların ve sözleşmelerin hukukî açıdan hiçbir değeri olamaz.
  • Anadolu'nun güney kesimlerini birleştiren yolların kavşak noktası olan Musul'un ticaret ilişkileri ve bu bölgenin güvenilirliği bakımından Türkiye'nin elinde olması zorunludur.
  • Musul vilâyeti, Türkiye'nin birçok başka parçaları gibi, savaşın durmasından sonra ve yapılmış sözleşmelere aykırı olarak Türkiye'den alınmıştır. Bu yüzden, aynı durumda kalmış öteki bölgeler gibi, Musul'un da Türkiye'ye verilmesi gerekir.

1 "Battles: The Siege of Kut-al-Amara, 1916";http://www.firstworldwar.com/battles/siegeofkut.htm
2 Türk İstiklâl Harbi I; Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı, Genel Kurmay Yay., Ankara, 1962, s. 79
3 Mim Kemal Öke; Kerkük-Musul Dosyası, İstanbul, 1991, s. 31
4 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri; Cilt I, s.74
5 Türk İstiklâl Harbi; Cilt IV, Güney Cephesi, Genel Kurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara, 1966, s. 267 
6 Türk İstiklâl Harbi; a.g.b., s. 282.; Kamuran Gürün; Savaşan Dünya ve Türkiye, Ankara, 1986, s. 390-391
7 Ali Naci Karacam; Lozan, İstanbul, 1971, s. 63
8 Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, Cilt I, İstanbul, 1993. s. 345.


29 Temmuz 2015 Çarşamba

İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?



İNÖNÜ ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK DÜZENİ NASIL KURDU?




Bu yazı serisine başlarken şunu açıkça beyan etmek isteriz ki; günümüzde Çağdaş Demokrasinin en tabii hali olan çoğunlukçu demokratik düzenin kuruluşunun hikâyesi hayli enteresandır. Bu konunun en az bilinen yönü; zamanın Milli Şefi olarak adlandırılan İsmet İnönü’nün oynadığı roldür. Biz birkaç bölüm devam edecek bu yazı serisi içinde bu dönüşün baş mimarı İnönü’nün rolünü anlatmaya çalışacağız.
Atatürk gibi İnönü’de “Demokrasi” idealine belki genç bir subayken sahip olmuştu, ancak uygulama imkânına yavaş yavaş sahip oluyorlardı. Bu yolda ilerlerken de hiçbir zaman Orduyu kullanmak akıllarından geçmedi. Orduyu siyaset dışında tutarken siyasi yaşamın temel direği olarak partilerine güvendiler. Hatta Serbest Fırka olayında olduğu gibi Atatürk’ten tarafsız kalması istendiğinde, Atatürk hiç bir zaman “Ordu’nun başına geçerim” gibi bir söz kullanmamış fakat “o zaman bende partimin başına geçer öyle mücadele ederim” sözleriyle kriz anında tek çözüm kaynağının siyasi parti olacağını açıkça ortaya koymuştur. Atatürk’ün kendisinden sonraki döneme “siyaset dışı kalmayı benimsemiş” bir Ordu devredişi, onun dikkati çekmeyen, ancak demokratik yaşama geçiş döneminde üzerinde durulması gereken en önemli miraslarından biridir.[1]

Rauf Orbay’ın anılarında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra İnönü’nün kendisine bir parti kurmayı teklif ettiğini ve Rauf Bey’in “Oh! Beyim siz yine Cumhur reisi ve biz yine muhalefette boğuşacağız” mealinde bir ifadeyle reddettiği belirtilmektedir. Tamamen Atatürk’ün izinden giden İnönü, yaşının 60’a dayandığı bir dönemde, ülkesini “çağdaş demokratik düzen”e bir kademe daha yaklaştıracak büyük adımı atmaya hazırlanıyordu. İnönü bu adımın da Atatürk’ün amacı olduğunu 10 Kasım 1962 tarihinde yaptığı bir radyo konuşmasında şu sözlerle ifade etmektedir:
“Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya savaşından önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı. Çünkü Atatürk temel kanaatte Cumhuriyetin ve millet hâkimiyetinin, iktidar ve muhalefet partileri rejiminde olacağına yürekten inanmaktaydı.”.[2]

“Demokratik rejim, Atatürk idaresinin amacı olmuştur. Atatürk idaresi demokratik rejimi hazırlama devridir,”[3]

İsmet Paşa’nın Demokrasi konusundaki görüşleri de şöyledir:
“Demokratik yönetim insanlık yönetimidir. Biz bu yönetimi bütün çizgileri ile getireceğiz, geliştireceğiz. Demokratik kurumlarımız tamamdır. Bir eksiğimiz ikinci partidir. Bu işin tarihçesi şudur: Eğer İttihat Terakki, Hürriyet ve İtilaf Fırkası girişimini her ne pahasına olursa olsun anlayışla karşılayabilmiş olsaydı, iki parti geleneği ve eğitimi şimdi yerleşmiş olacaktı. Sonradan Hürriyet ve İtilaf Fırkası işbaşına geçti ve kör tutkuları onları hainliğe kadar götürdü. Cumhuriyet döneminde Terakkiperver Fırkasını bizim arkadaşlarımız kurdular. Şeyh Sait isyanı bizi korkuttuğu için, henüz yeni olan devrimi korumak için bu kaygıyla partiyi kapattık. Ama bu iyi bir şey olmamıştır. Onu koruyacaktık, hata ettik. Koruyabilseydik, şimdi bu gelenek de yerleşmiş olacaktı.
Bu eksiği tamamlayacağız. Bu kadar devrim yapmış olanlar, bunu da başaracaktır. Bu kuvveti ben kendimde görüyorum. Yalnız on yıllık bir emek ister. Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan bütün uluslar Sırplar, Bulgarlar, Yunanlılar, hatta Araplar, Mısır becerir de Türkler yapamazlar mı? Böyle şey olur mu? Mutlaka bunu başaracağız. Baskı yönetimi kolaydır. Önemli olan demokrasiyi işletmektedir.İkinci partiyi koruyacağım, büyük partiye ezdirmeyeceğim. Bu parti Mecliste kurulacak orada kurulursa ona karşı da durumumuz aynı olacaktır.”[4]

1944–1945 yıllarına yaklaşırken Çankaya’daki akşam yemeklerine davet ettiği arkadaşları ile tartışırken ortaya koyduğu bu görüşler[5] İsmet Paşa’nın kesin kararlılığının belirtileridir. Bu akşam yemeklerine katılanların anlattıklarına göre, İsmet Paşa, bir parti kurulmasından yanadır ve çevresinde bunu kurabilecek adamlar aramaktadır. “Ekonomide bazı hükümetlerin, bazı kişileri zengin etmek için teşvik pirimi verdikleri gibi, İsmet Paşa’da parti kuracak olana bazı garantiler vermektedir”.[6]

Ahmet Şükrü Esmer İnönü’nün bu görüşlerini şu sözlerle teyit etmektedir.[7]
“Zorunlu demeyeceğim ama o günkü (1945 yılı) uluslararası şartlar İsmet Paşa’yı itti. İnönü zaten öteden beri çok partili hayatı kurmak kararındaydı. İnönü iktidara 1938’de geldi, fakat süratle savaşa doğru gidiliyordu. Savaş içinde çok partili bir hayat elverişli bir durum olmayacaktı. Onun için bekledi. Biz yerimizi demokrasiler cephesinde almıştık”.[8]

Suat Hayri Ürgüplüye göre “CHP içindeki büyük bir arkadaş grubu zamanın erken olduğunu öne sürüyorlar ve demokratik sisteme geçmek için İkinci Dünya Savaşının bitmesini ve memlekete sükûnet geldikten sonra bunun denemesinin yerinde olacağını telkin ediyorlardı. İnönü buna karşıydı. Ve enerjisiyle muhakkak bir an evvel demokratik hayata geçmeyi istiyordu”.[9]
Halk Partisi politikacılarının haklı olarak bazı endişeleri vardı. Onlar siyasi, sosyal, dini her türlü irticadan ürküyor, halkın isteği dışında yapılan bütün atılımların aleyhlerinde kullanılacağını tahmin ediyorlardı.
İsmet İnönü 19 Mayıs 1945’te yaptığı bir konuşmayla demokrasi ile ilgili tartışmalara yeni bir boyut kazandırmıştı.

“Memleketimizin siyasi idaresi Cumhuriyetle kurulan halk idaresinin her istikamette ilerlemeleri ve şartlarıyla gelişmeye devam edecektir. Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir. Büyük Meclisin şimdiye kadar parlak bir surette ispat ettiği hakikat halk idaresinin memleketi serbest düşüncelere ve hürriyet hayatına alıştırıp eriştirmesi ve geçmişte olan otoriter idarelerden daha kuvvetli olarak vatanda anarşiyi ve sözü ayağa düşürmeyi kaldırması olmuştur. Büyük Meclis az zaman içinde büyük inkılâplar geçirmiş bir memleketin sarsıntılara uğramadan, daha ziyade ilerlemesini temin edecektir”.[10]
Aynı günlerde İsmet İnönü’nün yakınlarında görülen ve ara seçimlerde memleketi Kocaeli’nden milletvekili seçilen hukuk profesörü Nihat Erim, o gece (19 Mayıs 1945) İnönü’nün görüşlerini şu şekilde ifade ettiğini söylemektedir.
“Bizim şimdiki sistemimiz baştaki şahsa dayanmaktadır. Bu türlü idareler ekseriya pek parlak başlar, hatta bir süre parlak devam eder. Fakat bunun sonu yoktur. Baştaki şahıs sahneden çekildiği zaman nasıl bir akıbetle karşılaşılacağı bilinemez. Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam zamanında yapamadıkları için yıkılmışlardır. Yıkıntının arasında da birçok zahmetlerle meydana getirilen bir eserin hepsi heba olmuştur. Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı murakabe ve muhalefet sistemlerine süratle geçmeliyiz”
“Ben ömrümü tek parti rejimi ile geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten vakit geçirmeden işe girişmeliyiz”[11]
Aynı günlerde Mecliste ünlü “Toprak Kanunu” tartışılıyor (4–18 Mayıs 1945) ve parti içi muhalefet şekilleniyordu. 7 Haziran’da verilen dörtlü takrir nedeniyle 11 Haziran günü CHP Genel İdare Kurulu önemli bir toplantı yapıyordu. Bu toplantıda İnönü arkadaşlarını dinledikten sonra görüşünü şu sözlerle belirtti:
“Bunu parti içinde yapmasınlar. Çıksınlar, karşımıza geçsinler, teşkilatlarını da kursunlar ve ayrı bir parti olacak mücadeleye girişsinler”.[12]
1940’ların ortalarında İnönü’nün arzusunun uzun zamandan beri rejimin daha liberalleşmesi olduğu biliniyordu. Dörtlü takriri veren milletvekillerinin İnönü’nün bu görüşlerini bilmediklerini iddia etmek ve İnönü’nün desteğini hesaba katmadan tamamen kendi insiyatifleri ile “büyük çıkışı” başlattıklarını söylemek inandırıcı olamayacaktır. İsmet Paşa “mini muhalefet”in niyetini anlamıştı, onları itmek, teşvik etmek ve kanat germek istiyordu. Muhalefet partisini Celal Bayar gibi tecrübeli bir arkadaşın kurması onun bir hayali idi. Bu konuda, o tarihte CHP Grubu Başkanvekili olan Kazım Özalp’in ilginç anıları vardır. Özalp (Paşa) hem İnönü’nün, hem de Bayar’ın yakın ve eski bir arkadaşı idi. İnönü kendisine defalarca Bayar’ın muhalefet partisini kurmasını arzuladığını bildirmiş, bunu Bayar’a duyurmasını talep etmiştir. Bayar her defasında kendisinin mazur görülmesini istemiş, böyle bir hareketi düşünmediği cevabını vermiştir. İnönü ısrarından vazgeçmemiş ve sık sık Özalp’a Ne oldu? Yapacak mı? sorusunu sormuştur.[1]

Aynı günlerde İnönü’nün kararlılığını öğrenen Saffet Arıkan, Recep Peker, Mümtaz Ökmen, Şemsettin Günaltay gibi aslar kendisine Paşam bu izni verirseniz sizin için öyle şeyler söylerler, öyle hakaretler yağdırırlar, öyle iftiralar atarlar ki dayanamazsınız, vazgeçiniz” dediklerinde İsmet Paşa “dayanırım” cevabını verecek[2] ve yeni bir parti kurulması çalışmalarını dikkatle izleyecektir.

Suat Hayri Ürgüplü Bayar’ın istifası üzerine yapılan durum değerlendirmesi sırasında, İnönü’nün kendisine “Ürgüplü, sen parti reisliği yaptın, bu kadar parti içindesin, partinin, senin kanaatiniz nedir?” diye sorduğu zaman “Bayar’ı iyi tanımadığını ancak behemehâl bir parti kuracağı” cevabını verince, İnönü kendi görüşlerini şöyle açıklar:
Sayın Bayar parti kuracaktır, bu memleket için hayırlı olacaktır. Müstakil grup yerine müstakil bir partiyle karşı karşıya kalacağız. Şimdi buna çalışmalısınız, hazırlığınızı yapın.[3]

Celal Bayar’ın o dönemle ilgili anıları da şöyledir:
“Saraçoğlu Şükrü’nün Başvekilliğinin ilk günlerinde İsmet Paşa beni köşke davet etti. İçerde havuzlu bölümde beni kabul etti. Yanında biri Yakup Kadri Bey olmak üzere bir kaç kişi vardı. Beni ilgilendirmeyen bir konuda biraz konuştular. İsmet paşa elimden tutarak;
– Size söyleyeceklerim var…. dedi iç hole götürdü. Orada bana:
– Sizinle beraber çalışacağız, arkadaşımız olacaksınız dedi. Ben olumlu, olumsuz karşılık vermeden yüzüne baktım, vedalaşarak ayrıldım. Birkaç gün sonra Şükrü Saraçoğlu davet etti. Bana grup başkanvekilliğini teklif etti. Düşünmek için mühlet istedim. İki gün sonra Refik Şevket İnce ziyaretime gelerek bu tekliften bahsetti ve kabul etmemi istedi. Hâlbuki ben hükümetin gidişini beğenmiyordum. Grup başkanvekili olmak beğenmediğim politikayı gruba hazmettirmek işini omuzuma almaktı.
– Müstakil Grup Başkanvekilliğini kabul ederim dedim.
Saraçoğlu’nun teklifini kabul etmediğimi İsmet Paşa’ya söylemem gerekir diye düşündüm. Randevu alarak köşke gittim ve çalışamayacağımı söylediğim zaman Paşa,
– Saraçoğlu çok üzülecek, dedi
Birkaç zaman sonra İstanbul’a gittim. Beni Harbiye’de bir eve götürdüler. Orada Topçu İhsan, Cafer Tayyar Paşa, Hasan Rıza Bey vardı. Tanımadığım birkaç kişi de bulunuyordu. Bir parti kurmak lazım geldiğini söylüyorlar, beni bu işe teşvik ediyorlardı. İzmir’e gittim, orada da halkın eğilimlerini yansıttıklarına inandığım kimseler aynı yolda teşvikler yaptılar.”[4]

İnönü çoğunlukçu demokratik düzene geçişi hızlandıran en önemli konuşmalarından birini 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışı sırasında yaparak Celal Bayar ve arkadaşlarına en büyük desteği verdi.
Her manasıyla bir ortaçağ kurumu olan imparatorluktan modern, medeni ve bütün insanlık prensiplerini temel tutan bir Cumhuriyet doğmuştur. Devletin karakterinin, bu kadar büyük değişiklikleri meydana getirebilmek için devrimci olması zaruridir. İlk devirlerde fesin yerine şapkanın giyilmesini, devletin laik bir Cumhuriyet olmasını ve Latin harflerini, bütün bunları açık ve uzun bir tartışma ile kabul ettirmemizi insaflı hiç kimse bekleyemezdi. Türkiye’de demokrasi usullerinin geçmişe ait hesapları yapılırken bütün büyük devrimlerin 1923’ten 1939’a kadar meydana geldiği ve altı seneden beri de bir Cihan harbi içinde bulunduğumuz unutulmamalıdır.

Bizim tek eksiğimiz hükümet partisinin karşısında bir parti bulunmamasıdır. Bu yolda memlekette geçmiş tecrübeler vardır. Hatta iktidarda bulunanlar tarafından teşvik olunarak teşebbüse girişilmiştir. İki defa memlekette çıkan tepkiler karşısında teşebbüsün muvaffak olamaması bir talihsizliktir. Fakat memleketin ihtiyaçları şevkiyle hürriyet ve demokrasi savaşının tabii işlemesi sayesinde başka siyasi partinin de kurulması mümkün olacaktır.
Tek dereceli olmasını dilediğimiz 1947 seçiminde milletin çoklukla vereceği oylar gelecek iktidarı tayin edecektir. O zamana kadar bir karşı partinin kendiliğinden kurulup kurulamayacağını ve kurulursa bunun Meclis içinde mi, dışında mı ilk şeklini göstereceğini bilemeyiz. Şunu biliriz ki, bir siyasi kurul içinde prensipte ve yürütmede arkadaşlarına taraftar olmayanların hizip şeklinde çalışmalarından fazla, bunların kanaatleri ve programları ile açıktan durum almaları, siyasi hayatımızın gelişmesi için daha yapıcı bir tutumdur.”[5]

Asım Us; o dönemdeki izlenimlerini şu sözlerle özetlemektedir:
“Öyle anlaşılıyor ki, dörtlü takrir parti Grubuna verildiği zaman, İsmet İnönü bunların fikri ayrılıklarını görmüş ve kendilerini bir karşı parti yapmaya mecbur edecek vaziyet almıştır. Partiden çıkarılmaları bunun neticesidir. İsmet İnönü, bir karşı parti teşkilinin demokrasinin gelişmesi bakımından zaruri olduğuna kani bulunduğu için, Demokrat Parti’nin kurulmasına yardım edecek (gibi) görünüyordu.”[6]

Bu arada CHP’nin sesi durumunda olan Ulus gazetesinde Falih Rıfkı Atay:
“Siz de partinizi kurunuz, programınızı yapınız, açık, belli fikirlerle meydana atılınız. Demokrasi memleketin ve milletin hayrını kendi düşündüklerinde gören partiler arasında bir savaşmadır.”[7] ve “Partiler kurulmak isteniyorsa da olmaz mı diyoruz? Partiler kurulmuştur da seçime katılmaktan mı menediyoruz” gibi yazılarla muhalefeti teşvik ediyordu.

1 Aralık 1945’te Bayar’ın yeni bir parti kuracağı açıklandı.[1] Bunun üzerine Hüseyin Cahit Yalçın “Demokrasinin gerçekleşmesi için en az iki partinin bulunması gerektiğini, (ikinci parti) için de en iyi çarenin mevcut fırka içinden, bazı şahısların ayrılarak, esas programda aynı görüşte kalmakla beraber, bir kontrol partisi vücuda getirmeleri olacağını söylemiş ve bunun çok faydasının görüleceğine inanmıştık. İşte şimdi bu yeni partiyi biz böyle bir kontrol partisi mahiyetinde görüyoruz”[2] sözleriyle yeni partiyi desteklerken, F.R. Atay’da Ulus’un 3 Aralık 1945 tarihli sayısında “Yeni Bir Muhalefet Partisi” başlığı altında yazdığı bir yazı ile tabiatıyla İsmet İnönü’nün onayı altında Celal Bayar’ı şu sözlerle teşvik ediyordu:

“Celal Bayar’ın Kemalizm davasına ve Türk devrim geleneklerine uygun bir muhalefet partisi kurmaya ve işletmeye muvaffak olmasını bizde en aşağı kendisi ve arkadaşları kadar dilemekteyiz. Celal Bayar bizim partimizde fazileti, dürüstlüğü ve ülkücülüğü ile şöhret kazanmıştır. Karşımızda bu vasıfta bir liderin muhalefet partisini kurmasından memnun olmamak imkânı var mıdır?”[3]
3 Aralık 1945’te CHP’den istifa eden Bayar’ı 4 Aralık günü yemeğe davet eden İsmet Paşa kendisi ile yeni parti kuruluşu, ana ilkeleri konusunda bir görüşme yapmıştır. Bu arada Bayar, yeni partinin rozeti ve programını da yanında götürmüştü. İnönü programı okuduktan sonra şu soruları sordu:

– “Terakkiperverlerde olduğu gibi, “İtikadı diniyeye riayetkârız diye bir madde var mı?”

Celal Bayar,
– Hayır Paşam. Laikliğin dinsizlik olmadığı var, cevabını verdi.
– Ziyanı yok. Köy Enstitüleriyle, İlkokul seferberliğiyle uğraşacak mısınız?
– Hayır
– Dış Politikada ayrılık var mı?
– Yok
– O halde tamam”[4]

Refik Şevket İnce’nin “Günlüğü”nde belirttiğine göre Celal Bayar, İnönü ile üç saat görüşmüş, İnönü kendisinin kuşkulandığı her şeyi sormuş. Celal Bayar fikirlerini söylemiş. Hepsine memnuniyetini göstermekle beraber;
“Çalışınız sizi ezdirmem” demiştir.[5]

Celal Bayar’da daha sonra bu görüşme ile ilgili olarak “Halk Partisinin sayın lideri İsmet İnönü Türkiye’de demokrasinin kurulmasını samimiyetle istiyordu” diyecektir.[6]

İnönü 75.doğum yıldönümünde Akis dergisinin kendisi ile yaptığı görüşme sırasında bu görüşme ile ilgili olarak şu sözleri söylemiştir:
“Sayın Celal Bayar hazırlamış olduğu Demokrat Parti Programını bana getirmek nezaketinde bulunduğu zaman, kendisi ile partisi hakkında ilk görüşmemiz oldu. Hiçbir zata, bir parti teşkil etme teklifinde bulunmadım”.[7]

İsmet Paşa Cumhuriyet’in kurucusu eski arkadaşlarından da o yıllarda şikâyetçidir ve şikâyetini şu sözlerle dile getirmektedir.
“Rauf Bey (Orbay) milletvekilliğini geri çevirir, elçilik önerilir, kabul etmez. Celal Bayar’a görev önerilir, geri çevirir. Mareşal geri çevirir. Neden? Biz ülkeye kötülük mü yapıyoruz? İhanet mi ediyoruz?”.[8]


Bütün bu olaylar bir ay sonra (7 Ocak 1946)’da kurulmuş olan Demokrat Parti’nin adım adım, her safhada İsmet Paşa’nın hoşgörüsü, izni, teşvik ve desteği ile kurulmuş olduğunu göstermektedir.[9]

İsmet Paşa Sovyetler Birliği ile siyasi gerginliğin artan bir tempo ile geliştiği bir dönemde ne bir “sol” ne de geriye dönüş özlemi ile yanan bir “sağ” muhalefeti göze alamazdı. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi muhalefet kendi güvendiği kişilerin kontrolünde kurulmalıydı. Bu nedenle Celal Bayar olabildiğince desteklenecekti:
Celal Bayar’ın “İnönü, ben Adnan Menderes ve arkadaşlarımızın kurduğu Demokrat Partide demokrasinin kurulmasını samimiyetle istemiştir”[10] şeklindeki açık ifadelerine rağmen mili mücadele döneminin ünlü ismi Ahmet Ağaoğlu Bey’in oğlu Samet Ağaoğlu’nun bu konudaki görüşleri tamamen olumsuzdur.

Mesela ben ve benim gibi bu partide sorumluluk yüklenmiş kimselerin büyük çoğunluğu İsmet Paşa’nın demokrasinin kurulmasını samimiyetle istediğine inanmamıştık. O kadar inanmamıştık ki, 10 yıl boyunca ileri sürdüğümüz belli başlı sloganlardan biri de “İnönü ile demokrasi kurulmaz” sözü oldu. Biz İsmet Paşa’yı hep demokrasi aleyhinde olarak kabul ettik, ona ve partisine hep bu silahla hücum ettik. Ben bugün de aynı inançtayım (1972). İnönü hiçbir zaman demokrasi kavramına samimiyetle bağlı olmamıştır”.[11]

Muhalefetin oluşmasında farklı görüşte olanlar da vardır. Bunlardan Hikmet Özdemir’in görüşleri şöyledir.[12]

“Gerçekte, İkinci Dünya Savaşı boyunca çektiği sıkıntıyı, karaborsayı, Milli Şef İsmet İnönü’ye ve CHP’ye bağlayan halk, bütün bunların sorumlusu diye gösterilen adamı ve bürokrasisini iktidardan uzaklaştırmak için uygun ortamı beklemiştir. Kaldı ki, DP’nin doğuşunu ve gelişmesini hazırlayan, programları ve önderlerinin söylevlerinden çok, halkın içinde tek parti rejimine karşı kendiliğinden gelişen muhalefet olmuştur. Nitekim DP önderlerinin 1946’ya kadar uzun süren bir muhalefetle, gazete çıkararak, örgütlenerek, tutuklanıp hapse girerek ün yapmış politikacılar olmadıkları bilinmektedir. 1945 ortasında Mecliste muhalif tutum ve harekete başlayanların, 1946’da kitlelerin önderi haline gelmeleri, dikkatle üzerinde durulması gereken bir olgudur”.[13]

1946 yılı başlarından itibaren DP teşkilatlanmaya başlarken İnönü, muhalefetin elinden bazı kozları almak ve partisine daha liberal bir biçim vermek için 25 Nisan’da yayınladığı bir bildiri ile CHP kurultayını 10–11 Mayısta olağanüstü bir toplantıya çağırıyordu. Bu kurultayda önemli kararlar alınmıştır. Bizzat İnönü’nün önerisiyle, kendisinin “Değişmez Başkan” sıfatı kaldırılmış, sınıf esasına göre dernekler kurulabileceği kabul edilmiş ve Türk tarihinde ilk defa olarak tek dereceli seçim sistemi kabul edilerek artık önemi kalmamış olan, parti içi muhalefet örgütü “Müstakil Grup”ta lağvedilmiştir, Bunun yanında 1947 yılında yapılması gereken genel seçimlerin 21 Temmuz 1946 tarihinde (2 ay kadar sonra) yapılması uygun görülmüştür.[14]

Ünlü 1946 seçimleri bu havada baskın şeklinde ve DP daha yurt çapındaki örgütlenmesini tamamlayamadan yapıldı. “46” seçimleri olarak anılacak bu seçim tartışmalı sonuçlarına rağmen Türkiye’de “tek dereceli” ve “çok partili” olarak yapılan ilk seçimdir. Seçim sonunda 403 CHP’li, 54 DP’li ve 8 bağımsız milletvekili Meclis’e girmiştir. Meclis 5.8.1946’da ilk toplantısını yapmış ve yeni hükümet Recep Peker tarafından kuruldu ve ülkede çok partili demokratik düzene geçiş için ilk adımlar çok tartışmalı bir siyasi yaşama doğru atılmaya başlandı.

Bu yazı serisini bitirirken şu gerçeği haykırmak isteriz ki; bütün aleyhte konuşmalara, ithamlara, yakıştırmalara rağmen Türkiye’de çok partili demokratik düzeni planlayan ve kuruluşunu hazırlayan Mustafa Kemal politikasının en yakın uygulayıcısı, ikinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü olmuştur. Günümüz politikacılarının siyasi rant elde etmek amacıyla bu onuru sadece Demokrat Parti ve onun liderlerine vermeğe çalışmaları pek doğru bir değerlendirme sayılamaz ve mümkün olduğu kadar derinlemesine ele aldığımız tarihi gerçeklerle uyuşmamaktadır.

Bize göre Demokrat Parti liderleri tarihi gelişmelerin kendilerine verdiği şansı çok iyi kullanmış ve tek parti iktidarı ve yapılan devrimlerden doğan hoşnutsuzluğun sonucu olarak 1950 seçimlerinde büyük bir oy desteği ile iktidar olmayı başarabilmişlerdir. Böylece ilk defa bir muhalefet partisinin normal bir seçim sonucu iktidara gelmesini başarmış ve çok partili demokratik düzeni başlatmışlardır.


Dr. M. Galip BAYSAN


DİPNOTLAR:

[1] F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15
[2] H.C. Yalçın, Tanin, s.12, 1945; F. ve B. Ahmad, a.g.e., s.15-16
[3] F.R. Atay, Ulus, 3.12.1945; Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[4] Tek Partiden Çok Partiye, s.41–42
[5] Milliyet, 1.10.19982; M. Kabasakal, a.g.e.,s.167
[6] Celal Bayar, Başvekilim, Menderes, s.9 (Derleyen İsmet Bozdağ, Baka Matbaası)
[7] Fahir Giritlioğlu, Türk Siyasi Tarihinde Cumhuriyet Halk partisinin mevkii-I, s.173 (Ayyıldız Matbaası, Ankara–1965)
[8] Celal Bayar Efsanesi, s.78
[9] T. Timur, a.g.e.,s.16
[10] S. Ağaoğlu, DP’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, Bir Soru, s.59 (Baba Matbaası–1972)
[11] Aynı eser, s.59
[12] Dr. Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker–1989)
[13] Hikmet Özdemir, Rejim ve Asker, s.17
[14] T.Timur, a.g.e., s.53; C. Eroğul, a.g.e.s., 14; F. ve B. Ahmad, a.g.e,s.20; M. Goloğlu, a.g.e.,s.46-52; K.H. Karpat, a.g.e.,s.137


..