YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE BOP BÖLÜM 2
Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilere baktığımız zaman özellikle 1950’li
yıllardan itibaren ideolojik kamplaşmanın zirve yaptığını görüyoruz. Ne
için? Çünkü 1955 yılında Ortadoğu’da bir gelişme var, bu Türkiye’nin
öncülük yaptığı Bağdat Paktı. Buradaki amaç Batı yanlısı devletlerin bir
araya gelmesi. Bunun şöyle bir açıklaması var; Türkiye, Sovyetler Bir-
liği’nden tehdit algılıyor ve kendisine benzer, kendisi gibi düşünen ülkelerle
bir ittifak yapmak istiyor. Ama Bağdat Paktı’nın oluşturduğu
karşı bir ittifak var. O dönemde Arap Dünyası’nda Arap milliyetçiliği
hakimdir. 1952’de Nasır başa geçmiş, Suriye’de art arda gelen çeşitli
darbeler gerçekleşmiş, 1958 yılında Irak’ta darbe olmuş. Bu manada
bağımsızlığını kazanan krallıklarda, cumhuriyetler oluşuyor. Devlet yönetiminde
bulunan bu kral ya da emirler, halkın taleplerini, önceliklerini
dikkate alan, politikalar izleyen kişiler değil. Bu kişiler, bir yandan
İngilizler ve Fransızlarla iş yapmaya devam eden, kendi konumlarını da
korumaya çalışan yönetimler.
Cumhuriyetçiler ise biz tam tersini yapıp kendi çıkarlarımızı değil halkın çıkarlarını savunacağız diyorlar. Eski bürokratlar, elitlerin yerini yavaş yavaş 1920’li-30’lu yıllardan itibaren eğitim alan başka türde insanlar almaya başlıyor. Bu insanlar önceden Osmanlı döneminde eğitim alan üst düzey askeri ve sivil bürokratlar ama daha çok eşrafın çocukları. Yani sıradan bir ailenin, kabilenin çocuklarıdır.
Ama yeni yapılan okullardan eğitim görenler, toplumun daha alt
orta kesimlerinden gelen kişilerdir. Bunlar özellikle orduda ve diğer
yerlerde görev alarak hızlı bir mobilizasyon süreci ile üst kademeye
doğru çıkıyorlar ve çıktıklarında şunu görüyorlar. Kralların, yöneticilerin
hala lüks içinde yaşadıklarını ve halkla çok da fazla temaslarının
olmadığını düşünüyorlar. Bunun sonucunda da eğer biz darbe yapar başa
gelirsek “Kalkınma sorunlarına, alt yapı sorunlarına, ülkenin gerçek
sorunlarına daha fazla önem vereceğiz. Eski sömürgecilerle olan ilişkiyi
de kendi lehimize düzenleyeceğiz.” diye düşünüyorlar. O yüzden de
bütün bu 1950’li-60’lı yıllarda sadece Ortadoğu’da değil pek çok yerde
post-kolonial bir dönem ortaya çıkıyor. Eski sömürgelerin bağımsızlık
kazandığı ve eski sömürgecilere karşı daha mesafeli daha sert tutumların
izlendiği bir dönem. 1952’de Mısır, 1953’te İran’da Musaddık Rejimi’nin
CIA destekli olması ve petrolün millileştirilmeye çalışılması, Ortadoğu’daki
yerel kaynakları doğrudan doğruya halkın taleplerine cevap
verecek şekilde kullanacağız düşüncesine itiyor. Suriye, Irak ve Mısır
böyle yönetimler ortaya çıkarken Türkiye’nin Batı yanlısı bir politika
izlemesi ve 1952’de NATO’nun bir üyesi olması, Türkiye-Suriye ilişkilerini
çok ciddi bir şekilde etkilemektedir. 1955 Bağdat Paktı yine önemli
bir kırılma noktası. Bağdat Paktı’na karşı Nasır önderliğinde çok büyük
bir tepki var. Bunun sonucunda, 1957 yılında Türkiye-Suriye bir gerginlik
yaşamıştır. Türkiye, Suriye sınırına asker gönderiyor. Sebebi ise,
komünist olduğu bilinen bazı kişilerin orduda ve bürokraside üst düzey
görevlere getirilmesidir. Türkiye bunu şu şekilde algılıyor; bu kişilerin
bu tür görevlere getirilmesi doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin
buradaki etkisini arttırıyor. Türkiye kendisini sıkışmış hisseti. Çünkü
Gürcistan ve Ermenistan o dönemde Sovyetler Birliği’nin bir parçası.
Güneyde de Suriye bu hale gelirse ki Suriye doğrudan doğruya Sovyetler
Birliği’nin uydusu haline gelecekti, Türkiye kapana kısılacaktı. Bir
taraftan Bulgaristan da Varşova Paktı’nın bir üyesidir. Bu durumda Türkiye,
olaylara tamamen Soğuk Savaş ve Sovyetler tehlikesi açısından
bakıyor ve o yüzden Türkiye ve Suriye 1957 yılının yazını oldukça
gergin geçiriyorlar. Bunun şöyle bir etkisi de var. 1957 yılında Türkiye’de
seçimler var. Seçimlerden önce o dönemdeki başbakan Menderes, iç
kamuoyundaki bazı sorunlardan dikkatleri dış kamuoyuna çekmek ve
bunun üzerinden bir dış politika yürütmek istiyor. Bu dönemdeki bu
gergin ilişkiler Soğuk Savaş döneminde çeşitli şekillerde devam ediyor.
Sonrasında ikili ilişkileri bu ideolojik kamplaşmayla beraber daha da
zorlaştıran, sıkıntıya sokan şeylerden birisi de, su kaynaklarının, doğal
kaynakların kullanımıyla ilgili bazı başka görüş ayrılıklarının aşamalı
bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Özellikle Türkiye’nin 1960’lı yıllardan
itibaren bugün hala belirli ölçülerde işlevsel olan GAP benzeri projeleri
devreye sokması ve su kaynakları ile ilgili bazı düzenlemeler yapması,
Türkiye’nin güneyinde kalan ülkeler için bazı sıkıntıları beraberinde
getiriyor. Bunlar 1930’lu-40’lı yıllarda çok fazla sorun değildi. Çünkü
o zamanki kişi başına düşen su tüketimi veya su kullanımıyla bugün su
kullanımı arasında çok fark var. O dönemdeki insanların günlük olarak
ihtiyaç duydukları su ile bugün ihtiyaç duyulan su farklıdır. İnsanlar daha
fazla su tüketiyor. Ve Türkiye çok su zengini bir ülke değil. Zaten Ortadoğu
Bölgesi su kaynakları bakımından oldukça fakir bir coğrafyadır.
Ne yazık ki küresel ısınma gibi etkenlerle daha da fakir hale geliyor.
Doğal kaynakların bir konu haline gelmesi 1960’lı-70’li yıllardan itibaren
oluyor. Uluslararası hukukta akarsuların kullanımı ile ilgili farklı
kavramsallaştırmalar var. Kimisi International River (Uluslararası Akarsu)
diyor, Türkiye ise bunu kesinlikle kabul etmiyor ve Transboundray
(Sınıraşan) akarsu olarak adlandırıyor. Türkiye’nin bu şekilde ifade etmesinin
sebebi, eğer International River olarak kabul ederse kaynağı
Türkiye’de bulunan akarsuların kullanımıyla ilgili doğrudan söz sahibi
olacaklar. Bu yüzden Türkiye sınıraşan akarsu olarak tanımlıyor. Hatta
Türkiye bu akarsuyun kaynağı bize ait ama hakça ilkeler çerçevesinde
güneydeki ülkelere zarar vermeyecek, onların kullanımıyla ilgili durumları
sıkıntıya düşürmeyecek su miktarını ayarlayacağını belirtiyor. Saniyede
500 m3 gibi bir rakam söz konusu olmasına rağmen Türkiye 700
m3’lük su bırakmayı taahhüt ediyor ve bırakıyor. Fakat özellikle Atatürk
Barajı’nın yapıldığı dönemde ve daha önce Karakaya ile Keban barajlarının
yapımı sırasında Fırat ve Dicle’nin üzerinde belirli dönemlerde
su tutmak için bir yöntem izleniyor. Türkiye’nin bu yöntemle bu sulardan
yararlanan diğer ülkeleri tarımsal üretimlerini olumsuz şekilde etkileyerek,
ekonomilerine zarar vererek, su gibi temel bir kaynağı kullanarak
kendilerini cezalandırdığını iddia ediyorlar. Bu manada çeşitli dönemlerde
çeşitli görüşmeler yapılıyor fakat büyük ilerlemelerin olduğunu
söylemek mümkün değil. Kimse kendi argümanlarında çok büyük değişiklik
yapmıyor fakat yakınlaştırıcı bazı uygulamalar ve düzenlemelerin
olduğu da görülür. 1960’lı, 70’li yıllardan itibaren Türkiye’nin iddialı
baraj projeleri, iddialı sulama projelerini devreye sokması ve aynı dönemde
benzer uygulamaların Suriye, Irak gibi ülkelerde de yapılması
tarafları belli konularda ayrıştırıyor. Çünkü, özellikle Ortadoğu ülkelerinde
yeni yetişen elitler, toplumun alt kesimlerine nazaran suyun tarımsal
üretim için ne kadar önemli olduğunu ve bu su kaynakları ile araziler
verimli bir şekilde kullanılırsa tarımsal üretime nasıl bir katkı sağlayıp
başka alanlara aktarma peşindeler. O yüzden de Suriye, Irak ve diğer
ülkelerde bu konularda eski yöneticilerden daha ısrarcı oluyorlar. O
bakımdan doğal kaynaklar ve su konusu daha fazla gündeme gelmeye
başlıyor. Bununla ilintili olarak 1970’li, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de
bazı grupların Suriye tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu
sefer de onlarla başka siyasi kartları Türkiye’ye karşı devreye sokmaya
çalışıyorlar. PKK örneğinde bunu biliyoruz ama öncesinde de 1970’li
yıllarda çeşitli sol grupların da aynı şekilde Suriye’de zemin buldukları
ve bir dönem Lübnan’daki iç savaşın da etkisiyle (Lübnan’daki iç savaş
1975-1990 yılları arasındadır.) o dönemki iç savaş sırasında Lübnan’ın
tam anlamıyla bir karmaşa içerisinde olduğu dönemlerde Bekaa Vadisi’nde
çeşitli sol grupların varlığı da yine ikili ilişkilere etki eden bir
durum. Suriye’de sayısı çok olmamakla birlikte Ermeni gruplar var.
Tehcir sonrasında Türkiye’den Suriye ve daha sonra Lübnan’a göç ettirilmiş
belirli kesimler var. Tarihsel olarak bu gibi kişilerin Türkiye’ye
karşı oldukça negatif algıları var. Bu gibi unsurlar da ikili ilişkilerde
tarihteki negatif algıların oluşmasında bir etkendir. Her iki ülkenin yaşadığı
ulus inşa süreçlerinde ortak düşman, tam manasıyla düşman değilse
de herkes kendi ulusunu, kendi milletini yücelten; kendi ulusunu,
milletini yüceltirken diğer milletleri biraz daha kötüleyen, eleştiren bir
durum var. Örneğin Suriye’nin tarih yazımına bakıldığında Osmanlı ile
ilgili pozitif atıfları göremezsiniz. Sanki Emeviler’den sonra tarih kopmuş
ve 1946’dan sonra yeniden başlamış gibi bir algı söz konusudur. Bu
yüzden inşa sürecinde en yakın düşmana daha fazla tepki gösteriyorsunuz.
Onu daha kötü gösteriyorsunuz. Cemal Paşa’nın Suriye valiliği
dönemindeki bazı uygulamalardan dolayı da bir tepki var. Fakat bu
tamamen Cemal Paşa’nın suçu değil. 1. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu
çok kötü bir ortam var. Aynı dönemde çok büyük bir kıtlık var, bir yandan
tehcir var, savaş var o yüzden insanların hafızasında son 3-5 yıl
hatta son 10 yıl çok kötü bir şekilde hatırlanıyor. Durum böyle olunca
doğrudan doğruya Osmanlı ile ve Türklerle ilişkilendirildiği için o algı
gayet negatif. Bir de yeni kurulan yönetimler, eski yönetimleri kötüleyip,
kendi yönetimlerini övmek gibi bir politika izleyince ulus inşa sürecinde
bu da karşılıklı algıyı zorlaştıran bir diğer unsur. Yakın döneme gelecek
olursak, 1980’li yıllardan itibaren PKK’nın ikili ilişkilerde bir
faktör olarak devreye girdiğini görüyoruz. Çeşitli sol gruplar zaten Suriye’de
zemin kazanıyorlardı, 1984’de PKK’nın faaliyetlerine başlaması
ve git gide artan bir şekilde Suriye’nin bunu Türkiye’ye karşı bir kart
olarak kullanmasıyla beraber ilişkilerin daha da gerginleştiğini, daha da
zor bir döneme girildiğini görmemiz mümkün. Sonuçta Türkiye’nin su
kaynakları üzerindeki kontrolüne karşı; Suriye yönetimi PKK kartını ve
güvenlik kartını kullanarak Türkiye’den bazı tavizleri koparmayı amaç-
lıyor. Bunun sonucunda da oldukça gergin 1980’ler ve 1990’lar yaşandığını
söylememiz mümkün. Bu durum 1999’a kadar sürdü. 1998 sonbaharında
bir meclis açılışında şöyle hatırlayın; 1990’lı yıllarda buna
benzer şeyler oldu bazı suikast girişimleri oluyor, bazı yine talepler var
bu manada sıkıştırılmaya çalışılıyor. Tabii unutulmaması gerek 1980’li
yıllarda hala soğuk savaş mantığı var. Örnek vermek gerekirse 1980’li
yıllarda Türkiye, Suriye’yi tehdit etti; o zamanki Soğuk Savaş mantığı
buna izin vermezdi. 1990’lı yıllarda olayı değiştiren parametreler var.
Bunlardan birincisi 1989’da Berlin Duvarı yıkılıyor, 1991’de Sovyetler
Birliği çözülüyor ve artık Sovyetler Birliği diye bir şey olmayınca, Suriye’nin
Sovyetler Birliği üzerinden belirli şeyleri yapması zora giriyor.
O dönemde Suriye ve Rusya arasında yakın bir ilişki var. Hala daha
yakın ilişkileri var ama şu var; Hafız Esad Sovyetler Birliği’nde eğitim
görmüş bir pilot, Beşar Esad ise İngiltere’de eğitim görmüş birisi. O
dönemde çok daha yakın bir ilişkiden bahsetmemiz mümkün, o yüzden
de Soğuk Savaş’ın iki kampı, bölgesel aktörlerin başlarına buyruk tavır
içerisine girmelerine sistem izin vermiyor. 1991 yılında Körfez Savaşı
sırasında Hafız Esad’ın yıllar sonra ilk defa Amerika ile bir temas içerisine
girdiğini görüyoruz. Irak’ın Kuveyt’den çıkartılması bağlamında,
Suriye’de bu koalisyonun bir parçası oluyor. 1990’lı yıllarda işin rengini
değiştiren bölgesel gelişmelerin daha ön plana çıkmaya başlaması,
PKK’nın 1993-1995 yıllarında zirve yapması ve Türkiye’ye karşı çok
büyük bir sorun oluşturması sonrasında Türkiye bu konuyu çözmek
anlamında önemli bir girişimde bulunuyor ve daha fazla bu konuya
öncelik veriyor. Suriye’yi sıkıştırmak için Türkiye başka bazı işbirlikleri
yapıyor, bazı yakınlaşmalar söz konusu. Bu yakınlaşma İsrail ile gerçekleşiyor.
1991 yılından itibaren barış süreci ile birlikte İsrail ve Filistin
ile ilişkiler seviyesini büyük elçilikler düzeyine çıkarıyor, 1993 sonrasında
git gide artan bir yakınlaşma var ve 1995-1996’dan itibaren bu
yakınlaşma artık askeri alanı etkiliyor. Türkiye’nin Askeri İşbirliği antlaşması,
Askeri Modernizasyon Antlaşması yaptığını görüyoruz. Her ne
kadar bunlar doğrudan doğruya bir ittifak ilişkisi olmasa da, yani karşılıklı
bir savunma yükümlülüğü getirmese de, bunlar Suriye açısından bir
tehdit oluşturuyor. O dönemde devlet başkan yardımcısı olan Abdulhalim
Haddam, Türkiye ve İsrail arasındaki yakınlaşmayı Arap Dünyası
için en büyük tehdit olarak nitelendiriyor ve bu durumdan acayip bir
rahatsızlık duyuyor. Bu gelişmelerle beraber 1998 sonbaharından itibaren
Türkiye’nin bu konuyu çok daha öncelikli bir konu haline getirmesi,
o dönemki cumhurbaşkanının meclis açılış konuşmasında doğrudan
doğruya Suriye’yi hedef alarak bazı açıklamalarda bulunması, aşamalı
bir biçimde tansiyonun arttırılması ile beraber ve en son o zamanki Kara
Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da açıklamalar yapması ve bunun sonucunda
tehdit ile beraber Öcalan’ın içeriden çıkartılması söz konusu
ve daha sonrasında Adana Protokolü’nün imzalanmasıyla Türkiye – Suriye
ilişkilerinde yeni bir dönem var. Dikkat edilmelidir ki, 1923 -1999
yılları arası hep sorunlu ilişkilerden bahsedilir. O yüzden 1999-2011
arasında Türkiye-Suriye ilişkileri açısından yaşanan iyi dönem, belirli
ölçülerde istisnayı oluşturuyor.
Çoğu zaman daha fazla sıkıntıların olduğu bir dönemden bahsetmemiz mümkün. 1999 sonrasına gelelim; Adana Protokolü imzalanıyor, Öcalan ve diğer PKK’lılar çıkartılıyor ve bunlara artık lojistik destek vermeyeceğini deklare ediyor Suriye, bunun sonucunda ikili ilişkilerde bir iyileşmenin olduğunu görüyoruz, bunun bir örneği 2000 yılında Hafız Esad ölünce gerçekleşiyor. (Niye Hafız
Esad daha önceki zamanlarda Türkiye’nin bu türden baskılarına rağmen
yapmıyordu veya niye 1998’in sonbaharında Öcalan’ı çıkarmak zorunda
kaldı? Çünkü dünya ilişkileri değişti, Soğuk Savaş yok, Sovyetler
Birliği yok, bölgesel güç değişmeye başlıyor, Türkiye diğer bölgesel
ittifaklarla Suriye’yi sıkıştırmaya çalışıyor, belki de artık bunun kullanım
ömrünün bittiğini düşünüyor ve bu gibi sebeplerle bunun bittiğini görüyoruz.)
2000 yılındaki önemli bir olay ve sonrasındaki şeyler Türkiye-Suriye
ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası; 2000 yılında Hafız Esad ölüyor,
Hafız Esad ölünce cenazesine katılanlardan birisi yeni seçilmiş olan
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Burada Türkiye’nin
verdiği mesaj şu; geçmişte epey bir sorunumuz oldu, savaşın
eşiğine geldik ama bunları unutup yeni bir döneme başlamamız mümkün
olabilir, biz buna hazırız, bu noktada atacağımız adımlar var. Türkiye bu
dönemde cenazeye katılarak yeni bir başlangıcın mesajını vermiş oluyor.
Daha sonrasında aşamalı bir biçimde ikili ilişkilerin git gide 2000’li
yıllarda 2011 yılına kadar ilerlediğini, iyileştiğini görmemiz mümkün.
2000-2011 yılları arası iki ülke arasındaki ilişkilerde geçmiş döneme
bakılarak farklı bir resim olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Türkiye’nin
genel dış politikasını etkileyen olaylardan birisi de; 2001 ekonomik krizi
ve sonrasında ihracatın Türkiye için kazandığı önem. Türkiye, 1980 ve
1990’lı yıllar boyunca PKK ve diğer sorunlardan kaynaklı güvenlik
endişeleri nedeniyle dış politikasına oldukça güvenlik odaklı bakıyor.
1999’dan sonra bir yandan PKK tehdidinin azalması, Türkiye’nin AB
adayı ilan edilmesi ile beraber artık güvenlik endişeleri dış politikada
daha az önemli hale gelmeye başlıyor, Ekonomi, kültür, diplomasinin diğer
alanları daha önemli hale geliyor. Bunun sonucunda da Suriye ve Irak
örneğinde olduğu gibi güvenliğin daha az etkili olduğu, ekonominin diğer
konuların önem kazandığı bir dış politika söz konusudur. Bu durum aynı
şekilde Suriye örneğinde de geçerli ve Suriye ile olan ilişkilerde güvenlik
perspektifi biraz daha geri planda kalıyor. Diplomasi, kültür, ekonomi
daha ön plana çıkmaya başlıyor. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz.
Ekonomi %12 küçülmüştü, bu durumu aşmak için Türkiye’de uygulanan
politikalardan birisi; yakın çevreyle dış ticareti geliştirme, bunun için
dış ticaret müsteşarlığı bir program geliştirdi ve yakın çevreyle ihracatı
geliştirecek bir politika izlemeye başladı. Yakın çevre olarak Suriye, Irak,
İran, Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan ve biraz daha etrafındaki halk.
bu bakımdan yakın çevreye ihracat yapmak Türkiye için daha öncelikli
bir hale geldi.
Ekonomik bir politika, dış politikayı da etkilemeye başladı ve Türkiye bu Ekonomik Önceliklerini devreye sokmaya başladı.
RAPOR NO; 38 ,
Mayıs 2015
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ
ORSAM ORTADOĞU YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI
Yayına Hazırlayan,
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2
GOP Çankaya/ANKARA
Tel: 0 312 431 21 55
ISBN: 978-605-4615-89-6
ANKARA - Mayıs 2015
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48
www.orsam.org.tr,
orsam@orsam.org.tr
***********
Kanli - Miras Sykes-Picot Anlaşmasından 100 Yıl Sonra,
“Sykes-Picot Anlaşması"ndan 100 Yıl Sonra " Kerry-Lavrov ABD & RUSYA Anlaşması " mı?
Muhalifler, 1916'da imzalanan ve Ortadoğu'nun bugünkü sınırlarını önemli ölçüde belirleyen "Sykes-Picot Anlaşması"nın, 100 yıl sonra "Kerry-Lavrov anlaşması" şeklinde ortaya çıkmasından ve yalnız bırakılmaktan endişe ediyor.
Cenevre'deki Suriyeli muhaliflerin görüşmelere olan inancı sarsılsa da masadan çekilen taraf olmak istemiyorlar. Muhalifler, 1916'da imzalanan ve Ortadoğu'nun bugünkü sınırlarını önemli ölçüde belirleyen "Sykes-Picot Anlaşması"nın, 100 yıl sonra "Kerry-Lavrov anlaşması" şeklinde ortaya çıkmasından ve yalnız bırakılmaktan endişe ediyor.
Al Jazeera'den Ayşe Karabat’ın Cenevre izlenimleri:
Cenevre'deki Hayalet
"Hayır, hayır...!"
Cenevre’deki President Wilson Oteli’nin lobisindeki sivil güvenlik görevlisi, fotoğraf kameramızı daha çantamızdan çıkarır çıkarmaz, böyle seslendi bize.
Çünkü bu otelin lobisine açılan toplantı salonlarında Suriyeli muhalifler ne yapacaklarını tartışıyor ve önlerindeki zor seçenekleri değerlendiriyorlar. Lobide, muhalifleri destekleyen ülkelerin diplomatları da cirit atıyor. Onlara fikir veriyorlar, pozisyon belirlemelerine yardımcı olmaya çalışıyorlar. Lobinin şu veya bu köşesinde tarihe yön verecek olan tartışmalar yaşanıyor.
Muhaliflerin müzakere ekibinde görüş ayrılıkları var, kimisi ‘gidelim buradan’ diyor, kimisi ne olursa olsun kalmaktan yana. Şimdilik ağır basan görüş ‘Masadan kalkan biz olmayalım.’ Ama bu da her an değişebilir.
Hatta sabah başka bir şey söyleyen bir muhalif, bir kaç saat sonra konuştuğumuzda başka bir fikri savunabiliyor.
Cenevre'de hayalet dolaşıyor
Muhaliflerin bir kısmının moralsiz olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Her ne kadar ABD, ‘Rusya hemen bombardımanı durdursun’ açıklaması yapmış olsa da "Acaba Ruslar ve Amerikalılar anlaştı ve ‘istikrar sağlansın da nasıl sağlanırsa sağlansın’ diye düşünüp Esed’in ilerlemesine izin mi veriyorlar?" diye düşünenler de var.
Moralinin epey bozuk olduğunu saklamayan ama adını vermek istemeyen karar alıcılar arasındaki bir muhalif şunları da söyledi:
"Hani Sykes-Picot vardı ya... Belki de ‘Kerry-Lavrov’ diye bir şeyden söz edecek çocuklarımız."
Birinci Dünya Savaşı devam ederken 1916 yılında Fransız diplomat François George Picot, İngiliz meslektaşı Sir Mark Sykes ile, Filistin’i İngiltere’ye, Suriye ve Lübnan’ı da Fransa yönetimine bırakan gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalamıştı.
Savaş bittikten sonra da Paris’te 1919 Ocak ve Haziran arasında Ortadoğu’yu da yeniden şekillendiren yüzden fazla görüşme gerçekleştirilmiş, bağımsız ve bütün olmayı hayal eden Arap milliyetçileri galipler tarafından ülkelerinin bölünmesine tanıklık etmek zorunda kalmıştı.
Cenevre’de de tüm bu görüşmelerin hayaleti dolaşıyor.
Muhalifleri destekleyen bir ülkenin üst düzey diplomatlarından biri muhaliflerin moralinin bozuk olduğunu gizlemiyor ama, bunun da bir taktik olduğu görüşünde.
"Ülke içinde rejim güçlerinin ilerlemesi biraz abartılıyor. Bir iki köy rejime geçmiş olabilir ama bu hep yaşanıyor, sonra geri alınıyor. Bu da masayı zorlama taktiği."
Rus destekli rejim Halep’te ilerliyor
Ama muhalifler Cenevre’deki görüşmelere ilişkin yol haritası belirlemeye çalışırken gözleri ve kulakları ülke içindeki gelişmelerde.
Rusya’nın havadan desteklediği rejim güçleri ve milisler Halep’te ilerliyor.
Oysa muhalifler Cenevre’ye gelmeyi kabul ederken net bir biçimde bombardımanın durması, insani yardım ulaştırılması ve kuşatmaların kaldırılmasını istemiş, bu konularda özellikle ABD’den kuvvetli sözler almışlardı.
Suriye’de BM rakamlarına göre 480 bin kişi kuşatma altında. 13 milyon insanın da acil yardım ihtiyacı var.
Muhalifler, bunların gerçekleşmesinin BM Güvenlik Konseyi Kararı ile bağlayıcılığa kavuştuğunu hatırlatıyorlar. Onlara göre bu insani konular müzakere edilemez. Dolayısıyla durum değişmemişken ve hem uluslararası güçler verdikleri sözleri tutmazken, hem de rejim ülke içinde ilerlerken burada görüşmelerin yapılamayacağını, yapılsa bile bir sonuç çıkmayacağını düşünüyorlar.
Ama masadan kalkarlarsa, soruna siyasal çözüm bulma iddiasındaki bir müzakere masasının uzun bir süre daha kurulamayacağının da farkındalar.
BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan Mistura da bunu açık açık dile getirdi. 2012’de ve 2014’de de soruna siyasal çözüm bulmak isteyen Cenevre görüşmeleri yapıldığını katıldığı yerel bir tv programında salı akşamı hatırlatan Mistura şunları söyledi:
"Beş yıllık bir savaştan sonra, taraflar birbirinden nefret ederken ve arada hiç güven yokken görüşmeler her an çökebilir tabii. Ama görüşmeler iki denemeden sonra bu kez de çökerse, Suriye için hiç umut kalmaz."
Muhalifler, görüşmelerden çekilirlerse, onları masaya oturtmak için epey uğraşan başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin desteğini de kaybedebileceklerinden endişe ediyorlar bir yandan da.
Muhaliflerin önündeki başka bir seçenek de masadan kalkmamak ama görüşmeleri dondurmak. Rusya bombardımanı sona erinceye kadar Cenevre’de kalmaya devam etmek ve görüşmelere gitmemek.
Bu seçeneği Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Yüksek Müzakere Heyeti sözcülerinden Nasan Ağa da dile getirdi. Ağa’ya göre, rejim ve Rusya Cenevre görüşmeleriyle alay ediyor.
BM Özel Temsilcisi Mistura, muhaliflerle Salı günü görüşememişti. Muhalifler randevuya gelmedi. Mistura Çarşamba günü akşamı da muhaliflerle görüşmek istiyor ama muhalifler bu toplantıya gidip gitmeyeceklerine henüz karar vermedi. Gideceklerse de şunu söyleyecekler:
"Siz BM olarak bize söz verdiniz. Ama yerine getirmiyorsunuz, getiremeyecekseniz, söyleyin başımızın çaresine bakalım."
***