Sykes-Picot Anlaşması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sykes-Picot Anlaşması etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Kasım 2017 Cuma

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU BÖLÜM 4

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU  BÖLÜM 4


 CIA Ajanlarının Çalışma Yöntemleri 

Mısır.da İngilizlerin kuklası Kral Faruk bir halk devrimi ile devrilince, yerine 
Cemal Nasır.ın başkanı olduğu bağımsız milliyetçi bir hükümet gelmişti. Kermit 
Roosevelt, derhal Kahire.ye Mlies Copeland.ın liderliğinde bir CIA timi göndererek, Nasır rejimine karşı ayaklanma ve psikolojik savaş çalışmalarını başlattı. Aynı tür hükümet devirme çalışmaları Suriye.de de yapıldı. Bu iki ülkenin halkları bugün de yaşananları unutmadı ve ABD.ye bakışlarında bu tecrübeler hep hafızalarında olmaya devam edecek. CIA.nın Ortadoğu.daki Arapçı programı bir propaganda çalışması ile birlikte yürütüldü ve bunun için ağzı laf yapan Arap konuşmacı ve entelektüellerinden “Ortadoğu.nun Amerikan Dostları” diye bir grup oluşturuldu. CIA tarafından fonlanan bu grup, görünüşte Arap yanlısı ve ABD.nin İsrail.e desteğini eleştiren kişilerden oluşuyordu. Eisenhower yönetimi başlangıçta Kermit Roosevelt.in uygulama stratejisine oldukça sempatik bakıyordu. Yeni dışişleri bakanı John Foster Dulles, Sovyetlere yanaşan Nasır aleyhine dönmüştü. Ancak, İsrail.e yönelik artan ABD kamuoyu desteği karşısında sonunda Arapçı stratejinin başarısız olmasına yol 
açtı55. Bu dönemde İngilizler gibi kahraman casus hikâyeleri çıkmadı çünkü Araplar zaten kendi hükümetlerini devirmek ve darbeler yapmak gibi örtülü işlere çok hazırdı. ABD bu üç ajanın kendi başına operasyonları sonucu Ortadoğu.da İngilizlerden kalan boşluğu doldurma ve yeni bir tür ilişki geliştirmede başarılı olamadı. Bunda ajanların farklı vizyonları ve kısa vadeli başarı arayışları kadar, ABD.nin İsrail yanlısı dış politikasının etkisi de etkili oldu. ABD.nin istihbarat operasyonları, ABD dış politikasının temel çerçevesini oluşturan George Kennan.ın Soğuk Savaş stratejisine odaklanmıştı56. 

CIA analizcilerinin topladıkları bilgilere göre yaptıkları analizler ne derse desin, 
ABD yönetimi Soğuk Savaş şartları içinde kendine müttefikler bulmaya çalışıyordu. 

Bugün Ortadoğu.da meydana gelen etnik ve dini bölünmeler kadar, İslamcı köktenci hareketlerin de doğuşunun arkasında da CIA vardır. CIA.nın görevi Amerika.nın bölgedeki çıkarlarını sağlamak için Dışişleri Bakanlığının bölgedeki işlerini kolaylaştırmaktı ama pratikte böyle olmadı. CIA.nın örtülü ve yarı resmi operasyonları başarılı olsa da Dışişleri Bakanlığının diplomatik stratejisi buna uyum sağlayamadı. Daha da açıkçası CIA.nın başarılı olduğu yerlerde Dışişleri Bakanlığı, İsrail.i memnun etmek ve aç gözlü petrol şirketlerini tatmin etmek yolunu seçti. Böylece CIA.nın başarıları Dışişleri, Beyaz Saray ve Kongre tarafından tersine çevrildi57. Miles Copeland, Nasır.ın Mısır.da iktidarı ele geçirmesine yardım etti. James Barrcks ve John Fistere, Ürdün.de Kral Hüseyin.i Amerikan düşmanlarından korudu. Ray Close, ARAMCO ile yakın çalıştı ve Kral Faysal.a Komünizme karşı İslamcı eğilimleri destekleyeceği bir Suudi gizli servisi kurdu ve böylece Nasır yanlısı Suudiler dizginlendi. Archie Roosevelt, Suriye ve Irak.ın birleşmesini ve böylece İsrail ve Suudi Arabistan.a tehdit oluşturmasını engelledi58. Bu işlerde ikili ilişkiler, ajanların liderlere ne kadar yakın ve samimi olduğu önemli idi. Copeland, Nasır.a ilk ismi (Cemal) ile sesleniyordu. Barrack, Kral Hüseyin.i her zaman "Hi, how're we doing?" diye selamlıyordu. Fistere.nin eşi eğitimsiz Kral Hüseyin.e çok güzel İngilizce konuştuğun söylüyordu. Archie Roosevelt, karısının sevgililerinden birine duruma zarar vermediği sürece sesini çıkarmayacağına söz veriyordu. Wilbur Crane Eveland, akşam yemeğine davet ettiğinde Lübnan Başkanı Camille Chamoun.n karısını arayıp en sevdiği yemeği söylüyordu. Bu ajanların yaptıklarını tek seferlik başarılardı ve uzun vadede Amerika için işler daha kötüye gidecekti. Çünkü uzun dönemli olarak ülkeyi 
organize etmek CIA.nın işi değildi. Kişisel başarı peşindeki CIA operatörleri için işleri yapmak vardı, birilerini yönetmek değil. Yönetme işi, Ortadoğu hakkında ancak birkaç kişinin bilgisi olduğu Washington.a bağlı çalışan planlamacılara aitti. CIA.nın bu planlamacılarla koordinasyonu iyi değildi. 

Çok para, CIA operatörlerine; Kralları, Başkanları ve Başbakanları korumak ya 
da ülke ordusundan bazı subayları yararlı kadrolara tayin ettirmek, geleceğin 
bürokratlarını ve bürokratlarını yetiştirmek (bunlar etnik kökenlerine dikkat ederek seçilir59), kritik işlerde yardımcı olacak barmenden taksi sürücüne göre bir dost grubu edinme işlerinde yarar. Zengin Amerika.nın parası, 50-60 ve 70.lerin çoğunda CIA ajanlarının tıpkı Lawrence gibi adam satın alma işini kolaylaştırdı. Suriyeli subaylara para verdiler ama hiçbir şey alamadılar. Paraya dayalı başarılar kısa süre sonra ciddi yenilgilere dönüştü. Copeland ve teşkilat, Nasır.ı kaybetti ve sonunda onu öldürmeye çalıştı. Suriye ve Irak birleşmedi ama iki kızgın ülke ortaya çıktı. Ürdün çalkantılı olmaya devam etti. Suriye ve Irak.taki yeni hükümetler anti-Amerikancı olmaya devam etti çünkü Washington.un onlardan istediklerini vermeleri mümkün değildi. Baas.ı Irak.ta iktidara getiren William Lakeland, daha sonra istenmeyen kişi ilan 
edildi. Miles Copeland, marazi yalancı idi; raporlarında yer alan önemli liderler ve Nasır ile toplantı raporlarının gerçekte olmadığı sonradan ortaya çıktı. Ama raporların içeriği çok önemli değildi çünkü Washington.da onlara bakarak eyleme geçecek kimse de yoktu. James Barracks, hasta derecede homoseksüeldi ve Lübnan barlarında kendine partner aradığı için birkaç kez resmi uyarı almıştı. Bu yüzden pek dikkate alınmadı ve daha sonra tayin edildiği Nijerya.da şüpheli bir şekilde öldü. Eveland, sabah kahvaltıda içmeye başlayan ve gün boyu içen bir alkolikti. Fortune dergisi halkla ilişkilerinden gelen Fistere, içi boş ve gürültülü konuşmaları ile sevilmeyen biri idi. Roosevelt kardeşler ise iş etkinliklerini geçersiz kılacak kadar kadınlarla ciddi problemler yaşıyorlardı. Archie.nin ilk karısı uşağı da dâhil herkesle yatmıştı. Kim, güzel kadınlarla konuşmakta sorun yaşardı. William Eddy, eski moda bir misyoner ve kendini 19. yüzyılda sanan bir aptaldı. Harry Kern, Araplardan nefret ettiğini açıkça söylediği için yerel halkla işbirliği yapmakta zorlanıyordu. Ajanların ortak bakışı ve yeterliliği konusunda ciddi eksilikler vardı. Yıllar sonra CIA bölge şefi olan James Critchfield bile hala Ortadoğu hakkında çok az şey biliyordu. Critchfield, Suudi istihbaratının başındaki Kemal Adham.ı Ortadoğu.daki en önemli iş adamlarından biri olarak görüyordu ki bu adam ölmüş bir bankaya (BBCI) 100 milyon dolar ödemişti. 

ABD, İslamcılarla işbirliği stratejisine geçiyor.. 

 Arap ve Müslüman dünyasında yıllardır güçlü bir seküler ulusalcılık vardı. 
Mısır.ın Cemal Abdül Nasır.ı seküler bir ulusalcıydı. Irak.ta bir yüzyıl öncesine 
uzanan, demokratikleşme çabaları ile birlikte güçlü bir seküler gelenek vardı. İran, yarım yüzyıl önce Muhammed Musaddık hükümetinin 1953.te yıkıldığı sırada seküler bir ulusalcı programa sahipti. ABD yönetimi seküler bir ulusalcı hareketin Ortadoğu petrolünü ele geçirmesinden ve onu bölgesel amaçlar için kullanmasından korkuyordu. ABD ve İslam arasındaki ilişkide Yeşil Kuşak Projesi önemli bir dönemeçtir. 1979 yılında Sovyetler Birliği.nin Afganistan.ı işgali karşısında ABD tarafından SSCB'nin etkisizleştirilmesi için Başkan Carter ve danışmanı Zbigniew Brzezinski'nin akıl hocalığında, ileride “Yeşil Kuşak Projesi” olarak anılacak bir sarmalama projesi oluşturulmuştu. Bu proje ile ABD, Sovyetler Birliği'nin başını çektiği sosyalist ideolojinin Kafkaslar, Ortadoğu ve Asya'da yayılması olasılığına karşı genelde İslami öğelerle kamufle edilen siyasi bir yönelim ortaya çıkarmaya çalışıyordu. CIA, başta Mısır, Çin, Polonya, İsrail olmak üzere dünyanın başka yerlerinden toparladığı her türlü silahı mücahitlere akıtıyor, terör ve imha ekipleri mücahitleri eğitiyor, kimyasal ve elektronik zamanlama aletlerinin nasıl kullanılacağını, bomba yapımını öğretiyorlardı. Söz konusu olan II. Dünya Savaşı'ndan beri yürütülen en önemli toplumsal dönüşüm projesiydi. Amaca ulaşılmış, SSCB ve Doğu Bloku tarihe karışmıştı. ABD, İslamcı partilere düşmanlık ya da onları iktidardan uzak tutmanın toplum mühendisliği açısından lehlerine olmayacağını düşünmekteydi. Batı göz ardı ettikçe Siyasi İslam kalacak, onlar iktidarda olunca daha ılımlı olacaklardı60. Artık bu işin ustası İngiltere ile birlikte İslami köktencilik ABD siyasetlerinin bir ürünü oldu. Buna karşılık seküler ulusalcılık onu düşman gören ABD tarafından zayıflatılmaya başlandı. 

 Büyük Ortadoğu Projesi ve Arap Baharı ile seküler ulusalcılığın hem içsel hem 
de dışsal başarısızlığı ve dış müdahalelerin yarattığı boşluk bir ölçüde İslami 
köktencilik tarafından doldurulmaya çalışıldı61. İslamcı partileri yönetimden 
çıkarmanın olumsuz etkilerinin daha negatif sonuçlar doğuracağından onları siyasi sisteme entegre etmek yolu seçildi. Bu nedenle, ABD yönetimi demokrasi geliştirme işinde parti seçimini bir kenara bırakarak İslamcı partilere yöneldi. Bunun anlamı bu partilere yardım karşılığında kendi koşullarının dayatılması idi. Arap dünyasındaki son ayaklanmalar İslamcılığı artırdı ve pek çok Batılı idealden daha da uzaklaştırdı. 

Ortadoğu.daki istikrarsızlığa liberal modernite, dini köktencilik, güçlü mezhep 
bölünmeleri ve ayakta kalmaya çalışan otoriter rejimler arasındaki çelişkiler 
damgasını vurmaktadır. Amerikan kurgusu, kimlik ve din üzerinden yeni dönüştürme metotları denemektedir. Askeri güce mümkün olduğu kadar başvurmak istemeyen ABD, bölgede on yıllardır geliştirdiği demokrasi geliştirme kurgusu içinde yer alan yerel ajanlarına, dışişleri memurlarına, özel kuvvetlerine ve CIA istasyonlarına, sosyal medya uygulamalarına daha çok yatırım yapmaktadır. Batı için Yeni Orta Doğu; radikal İslam ve İslami terörü besleyen kaynakların ve nihayet İslam.ın sonu anlamına gelmektedir. Eğer bir bölgeyi tamamen yok etmek istiyorsanız, ABD.nin tüm savaş köpeklerinin serbestçe saldıracağı belirli bir alan oluşturur, bazen düşman bazen dost görünen piyonlarla savaş ortamını anlaşılmaz ve hep sisli kalmasını sağlarsınız. 
Bugün Ortadoğu.da ABD Özel Kuvvetleri doğrudan savaşa giriyor, hava saldırıları ile istenen her hedef havadan vuruluyor ve CIA sürekli yeni grupları silahlandırarak ölüm kazanını sıcak tutuyor. Şii ve Sünniler birbirine kırdırılıyor, Kürtler Araplara karşı kullanılıyor ve IŞİD hep yerinde duruyor. Bugüne kadar dört ABD Başkanı Irak.ı bombaladı ve Obama.dan sonra gelecek beşincisi de buna devam edecek, savaş alanı sürekli genişleyecek. Sonuç olarak İslam dünyası içine sokulan fitnelerle birbirine düşürülürken, bu kaostan Batılılar ve İsrail kendi çıkarları için gerekli ortam ve fırsatları kullanacaklardır. Bu yüzden 1970.lerden beri Ortadoğu coğrafyasında laik yönetimler birer birer CIA.nın İslamcıları kullanarak tezgahladığı darbe ve iç savaşlarla devrildi ve bölgede haritasının değişmesi için gerekli terör ve kaos ortamı yaratıldı. CIA.nın Ortadoğu.daki faaliyetleri ile ilgili anlatacaklarımız aslında tam da 
burada başlıyor. Önümüzdeki yazılarda ülke ülke CIA faaliyetlerine ve İslamcılar ile ilişkilerine odaklanacağız. 



DİPNOTLAR;

1 OCI: Office of Coordinator of Information 
2 OSS: Office of Strategic Services 
3 Richard H. Immerman: The Hidden Hand: A Brief History of the CIA, Wiley-Blackwell, (2014), p.3. 
4 Richard K. Betts: The New Politics of Intelligence: Will Reforms Work This Time?, Foreign Affairs, (June 2004), p.5. 
5 Terence K. Hopkins, Immanuel Wallerstein: Geçiş Çağı, Dünya Sisteminin Yörüngesi: 1945-2025, Avesta Yayınları, Çev. N.Ersoy, İstanbul, 1999, s.29. 
6 Peter Dale Scott: American War Machine: Deep Politics, the CIA Global Drug Connection, and the Road to Afghanistan, Rowman & Littlefield Publishers, 2010, p.316. 
7 Ellen Hodgson Brown: Web of Debt, Third Millennium Press, (2007), p.142. 
8 SOA: School of The Americas. 
9 William Blum: Killing Hope: U.S. Military and CIA Interventions since World War II, Common Courage Press, (Monroe, Maine, 1995), p.56. 
10 Coleman McCarthy: The Consequences of Covert Tactics, Washington Post, (December 13, 1987). 
11 James F. Tracy: The CIA and the Media: 50 Facts the World Needs to Know, Global Research, (December 15, 2015). 
12 OPC: Office of Policy Coordination. 
13 Lisa Pease: The Media and the Assassination, in J. DiEugenio and L.Pease, The Assassinations: Probe Magazine on JFK, MLK, RFK and Malcolm X, 
    Port Townsend, (WA, 2003), p.300. 
14 Richard Helms: A Look Over My Shoulder: A Life in the Central Intelligence Agency, Random House, (New York: 2003), p.30-31. 
15 Deborah Davis: Katharine the Great: Katharine Graham and the Washington Post, National Press Inc, (Bethesda MD, 1987), p.139. 
16 Paul David Pope: The Deeds of My Fathers: How My Grandfather and Father Built New York and Created the Tabloid World of Today, 
    Phillip Turner/Rowman&Littlefield, (New York, 2010), p.309- 310. 
17 Victor Marchetti and John D. Marks: The CIA and the Cult of Intelligence, Alfred A. Knopf, (New York, 1974), p.362-363. 
18 Tom Hayden. Review of the CIA in Hollywood: How the Agency Shapes Film and Television by Tricia Jenkins, LA Review of Books, (2013), p.143. 
19 FTW Publicatons: The CIA's Wall Street Connections Transcript of interview with Michael C. Ruppert, Centre for Research on Globalisation (CRG), 
    (3 November 2001). 
20 Frances Stonor Saunders: Who Paid the Piper? The CIA and the Cultural Cold War, Granta Books, (1999), pp. 134-135 
21 James Petras: Financing and Manufacturing "Dissent" in America: The Ford Foundation and the CIA, Centre for Research on Globalisation (CRG), 
     (18 September, 2002). 
22 Russia Today: German Journo: European Media Writing Pro-US Stories Under CIA Pressure, RT, (October 18, 2014). 
23 John Prados: President.s Secret Wars: CIA and Pentagon Covert Operations From World War II Through the Persian Gulf, Elephant Paperbacks, 
    (Chicago, 1996), p.15. 
24 B.Hugh Tovar: Strenghts and Weakness in Past U.S. Covert Action, in Ed. Roy Godson: Intelligents Requirements For the 1980.s: Covert Action, 
    National Strategy Information Center, (Washington D.C., 1981), p.194-195. 
25 Todd Stiefler: CIA.s Leadership and Major Covert Operations: Rouge Elephants or Risk-Averse Buresucrats?, Taylor&Francis, Intelligence and Security, 
     Vol.19, No.4, (Oxon, Winter 2004), p.634-641. 
26 Loch K. Johnson: America.s Secret Power: The CIA in Democratic Society, Oxford University Press, (New York, 1989), p.14-37 
27 OSO: Office of Special Operations. 
28 Mario Del Pero: The Role of Covert Operations in US Cold War Foreign Policy, in Heike Bungert, Jan G.Heitmann, Michael Wala: Secret Intelligence in the 
    Twentieth Century, Frank Cass, (London, 2003), pp.69. 
29 Komite adını başkanı olan ABD.li Senatör Frank Church.ten almaktadır. 
30 William Blum: Haydut Devlet, Yeni Hayat Kütüphanesi, (İstanbul, Ağustos 2003), s.58. 
31 Theodore Shackley: The Third Option. An American View of Counterinsurgency Operations, Reader.s Digest, (New York, 1981), p.6-7. 
32 Shackley: ibid, (1981), p.7. 
33 Steve Kangas: A Timeline of CIA Atrocities, Global Research, (October 13, 2015). 
34 Steven Greenhouse: The Greening of U.S. Diplomacy: Focus on Ecology, New York Times, (October 09, 1995). 
35 Micah Zenko: Who Can.t America Kill?, The Atlantic, (Sep 7, 2011). 
36 Matt Egan: In-Q-Tel: A Glimpse Inside the CIA.s Venture Capital Aram, FoxBusiness.com, (June 14, 2013). 
37 Spencer Ackerman: CIA Chief: We.ll Spy on You Through Your Dishwasher, Wired, (March 15, 2012). 
38 Frank Konkel: The Details About the CIA.s Deal With Amazon, The Atlantic, (July 17, 2014). 
39 CTC: Counter Terrorism Center. 
40 Mark Mazetti: C.I.A. to Be Overhauled to Fight Modern Threats, The New York Times, (March 6, 2015). 
41 MEMC: Middle East Mission Center 
42 Emile Nakhleh: The CIA Reorganization and the Middle East, Lobelog Foreign Policy, (March 13, 2015). 
43 Bakınız Sait Yılmaz: Küresel Sermaye ve Türkiye, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2015). 
44 F. William Engdahl: A Century of War - Anglo-American Oil Politics and the New World Order Progressive Press; New Rev Un edition, (2012), p.67. 
45 Engdahl: ibid, (2012), p.30-36 
46 Engdahl: ibid, (2012), p.50-52 
47 Mahdi Darius Nazemroaya: The Powers of Manipulation: Islam as a Geopolitical Tool to Control the Middle East, Global Research, (July 2, 2011). 
48 David E. Kaplan: Hearts, Minds, And Dollars, US News, (8 May, 2005), p.1. 
49 Shadi Hamid: Is There Hope? Yes. The Emerging Consensus on Democracy Promotion, (November 05, 2005). 
50 MWOS: Muslim World Outreach Strategy. 
51 Hugh Wilford: America.s Great Game: The CIA.s Secret Arabists and the Shaping of the Modern Middle East, Basic Books, (2013), p.11. 
52 ABD.nin bu dönemde Ortadoğu.daki ajanları içinde bu üçlü dışında; James Russell Barracks, Joe Goodwin, George Britt, William Bucley, Robert Anderson, 
     Ed Applegate, Arthur Close, Reymond Close, James Critchfield, William Eddy, James Eichelberger, Joseph Ellender, Wilbur Crane Eveland, 
53 Wilford: ibid, (2013), p.22. 
54 Hüsnü Mahalli: Maniki Dünya İslam Coğrafyasının Kanlı Yüzyılı, Destek Yayınları, (İstanbul, 2016), s.28-31. 
55 Wilford: ibid, (2013), p.45. 
56 David H. Price: Three Pawns in the “Great Game The Early CIA in the Middle East, Middle East Report 271, (Summer 2014), pp.269-271. 
57 Said K. Aburish: Lost Victories: The CIA and the Middle East, 2004, p.3, www.iiwds.com/ said_aburish/a_lostvictories. 
58 Aburish: ibid, (2004), p. 3. 
59 Türkiye.den geleceğin lideri olarak seçilenler için bakınız; Sait Yılmaz: Türkiye.deki Amerika, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2014), s.329-330. 
60 NED: US will be „Satisfied. if Islamists win Egypt.s Election, Democracy Digest, (Nov 4, 2011). 
61 Noam Chomsky, Gilbert Achcar, Tehlikeli Güç, İthaki Yayınları, Edt.: S.R. Shalom, Çev.: Y.Alogan, (İstanbul, 2007), s.59. 



****

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU BÖLÜM 3

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU  BÖLÜM 3



CIA ve Ortadoğu 

 ABD.nin bugün en önemli müttefiki olan İngiltere.nin jeostratejistleri siyasi 
manipülasyon ve yıkıcı faaliyetlerin ustalarıdır. 20. yüzyılın ilk yarısında yani 
hegemonyayı ABD devralmadan önce Çeçil Rodes.in mirası olan New York ve 
Londra.daki süper kapitalist ve finansçı grup gerekli kaynakları sağlıyordu. Bugün de 80 milyar dolarlık küresel güvenlik fonu ile demokrasi geliştirme üzerinden örtülü işlerine devam ediyorlar43. Ağırlıkla Amerikalı ve İngilizlerden meydana gelen bu elitin amacı, demokrasi ve Amerikan anayasasına hizmet değil, küresel imparatorluklarını kurmaktı. Ortadoğu tarihi, bu elitin manipülasyonlarının anlaşılması için iyi bir çalışma alanıdır. 20. yüzyıla girerken İngilizler, kömürün yerini geleceğin enerji kaynağı olan petrolün aldığını görmüşlerdi ama işgal ettikleri yerde hemen ulaşacakları petrol yoktu. Petrol için ABD, Rusya veya Meksika.ya bağımlı olacaklardı. Böylece İngiliz ajan Sidney Rilley ve Avustralyalı jeolog ve mühendis William Knox D'Arcy önce 
İran.a gidip Rıza Han.dan petrol çıkarma haklarını 20 bin dolara aldılar44. 1961 yılına kadar İran.dan çıkan petrol gelirlerinin ancak %16.sı Şah.a verildi. Ancak, Almanlara karşı petrol yarışının kaybedilmemesi için Ortadoğu.ya da el atılmalı idi. 1899 yılında Almanya ve Osmanlı İmparatorluğu, Deutsche Bank.ın finanse edeceği Berlin-İstanbul-Bağdat demiryolu projesini imzalamışlardı. İngilizler bu hattın müttefikleri olan Sırplar izin vermedikçe gerçekleşmeyeceğini düşünüyorlardı. Bu yüzden 

Almanların Osmanlı, Avusturya-Macaristan ve Bulgaristan ittifakına karşı İngilizler Sırpları manipüle ettiler ve Birinci Dünya Savaşı.nı tetiklediler45. 1916.da yapılan Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu.nun Ortadoğu toprakları üzerinde petrol kuyularına göre Batı kolonileri haline getirilen bir devletler grubu ortaya çıkardı. 

İngilizler Doğu cephesinde Osmanlıya karşı 1.4 milyon asker kullanırken Fransızlar 1.5 milyon insan kaybettiler, 2.6 milyon asker de yaralandı. Ama savaş sonunda İngilizlerin Ortadoğu.da hala 1 milyon askeri vardı ve İngiliz General Allen Ortadoğu.nun diktatörü olmuştu46. İngilizlerin petrol haritasına göre Musul ve Kerkük.ün kuzeyinde petrol yoktu. Bu nedenle, Mondros Mütarekesi 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmış olduğu halde savaşa 6 günde daha devam edip, buraları da ele geçirdiler. Mondros.un çizdiği sınırlar bizim için hala Misak-ı Milli oldu ve Irak.ın parçalanması 1926 Anlaşması.nın kadük olması yani âli haklarımıza dönüş için fırsat olacaktır. 

 Ortadoğu bugünkü şeklini Osmanlı İmparatorluğu.nun bölge üzerindeki gücünü 
kaybetmesi ve İngiltere ile Fransa.nın daha sonra da Amerika.nın bölge üzerinde etkin rol alması ile aldı diyebiliriz. Ortadoğu coğrafyasındaki ülkelerden bazıları o dönemdeki isimleri ile var olurken bazıları sonradan devlet yapısını kazanmışlar ve daha çok petrole dayalı hegemonik güç paylaşımlarının sonucu suni haritalar dâhilinde yeni devletler olarak ortaya çıkmışlardır. Büyük güçlüklerle elde edilen bağımsızlığın ardından insanların kaderlerinin iyileştirilmesi konusunda iki ideolojik görüş oluştu; Arap milliyetçiliği ve İslamcılık. II. Dünya Savaşı.na kadar olan dönemde henüz küresel güç olamayan ABD, enerji kaynakları için İngiliz ve Fransızlar arasından Ortadoğu.da kendi şirketlerinin pay almasına uğraş vermişti. 1930.ların başında ABD şirketleri önce Suudi Arabistan.da bir dayanak noktası sağladı. Bu dönemde İngiltere (uydu devlet) stratejisi ile Ortadoğu.da kendi kendini yöneten devletler görüntüsü gerisinde, çeşitli anayasal ve diğer düzenlemelerle bu ülkeleri yönetme yolunu seçmişti. II. Dünya Savaşı sırasında ABD ile İngiltere arasında Suudi 
Arabistan.ın denetimi konusunda bir çekişme yaşandı. ABD, İngiliz stratejisine 
devraldı ancak buna çevre devletler denilen şeyi ekledi. Arap olmayan bu devletler (Türkiye, 1967 yılı sonrası İsrail ve devrim öncesi İran) sözde polis veya jandarma rolü oynayacaktı. Nitekim İran hariç, bu sistemin üyeleri ve jandarmaları pek çok krizden yara almadan çıktılar ve korundular. Geçen dönem içinde halkın tabanına yayılan gerçek demokrasi yerine en üst düzeydeki elit bir grubun yönettiği bir demokrasi taklidi ortaya çıkınca bu durum köktendincilerin işine yaradı. ABD, seçimlerde istediği liderler seçilmediği için demokrasi konusunda ısrarlı olmadı. ABD.nin Arap dünyasına yönelik politikası büyük ölçüde bölgedeki statükonun korunmasının ABD çıkarlarına en iyi hizmet edeceği yönündeydi. Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün, Bahreyn, Kuveyt ve Fas gibi ülkeler ABD ile iyi ilişkiler içinde idi. 

 11 Eylül saldırıları, ABD.nin Ortadoğu politikası için de yeni bir dönemin 
başlangıcı oldu. Bush yönetimi terörizmin kaynağı olan siyasi olguları ortadan 
kaldırmak için en iyi yolun bölge ülkelerine demokrasi getirmek olduğuna 
inanmaktaydı. 2002 yılında telaffuz edilmeye başlanan Büyük Ortadoğu Projesi, 
İslam.ı yeniden tanımlama ve coğrafyayı Batının çıkarlarına entegre etmek için 
dönüşüm projesi idi. Projenin esası; 22 ülkede rejim değişiklikleri yanında, İslam.ı yeniden tanımlama ve kendi küresel çıkarlarına hizmet edecek yeni bir İslamcı nesil yaratmaydı47. 11 Eylül saldırıları sonrası yanlış adımlar atan ABD, psikolojik harekât timlerinden, CIA.nın örtülü operasyoncularına, açıkça finanse edilen medya ve think-tank kuruluşlarına kadar bir yapılanma içinde, Ortadoğu.da Müslüman toplumların çehresini değiştirmek için on milyonlarca doların harcanmakta olduğu bir kampanya başlattı48. Amerika, Ortadoğu.ya demokrasi ihracına 1990.ların başında sivil toplumu geliştirmek için kurduğu programlar ile başlamıştı. 11 Eylül 2001 ile birlikte demokrasi geliştirme işlerinde iki eğilim ortaya çıktı49; 

(1) Teorik de olsa terörizm ile demokrasi eksikliği arasında nedensel bir ilişki kuruldu. 
(2) ABD, Ilımlı İslam.a yatırım yapmaya başladı. İslamcıların şiddet yanlısı olmayanlarının siyasi sürece dâhil edilmesine karar verildi. Milyonlarca dolar Batı yardımı Arap dünyasındaki küçük NGO.lara, zayıf siyasi partilere ve parlamentoda yer alsın diye kadın kuruluşlarına aktarıldı. ABD demokrasi geliştirme kurgusunun ana unsurları olan NED, IRI ve NDI demokratikleşme programları ile aslında demokrasi getirmeyecek bu işe öncü oldular. 

Uygulanmakta olan plan ılımlı Müslüman ülkelerdeki vakıflar, reform grupları gibi üçüncü taraflarla işbirliği yaparak demokrasi, kadın hakları ve tolerasyon gibi değerlerin geliştirilmesini öngörmekte idi. En az iki düzine ülkede bu maksatla ABD; İslamcı radyoları, TV şovlarını hatta okul müfredatlarını değiştirmek, İslamcı think-tank kuruluşlarını ve politik atölye çalışmalarını desteklemek için fonlar kullanıldı. Amerika.nın “Müslüman Dünyaya Erişim Stratejisi (MWOS)50”, Müslüman devletler, özel vakıflar ve sivil toplum örgütleri-NGO.lar ile işbirliğini öngörüyordu. CIA, para, insan ve vasıta konusunda oldukça desteklenerek MWOS uygulamasına geçti. 
Paralar yurt dışındaki CIA istasyonları kullanılarak aktarıldı. İstihbarat operatörleri web sayfaları ve Arap haber medyası ile işe başladılar. CIA.nın Ulusaşan Konular Ofisi ise çeşitli kilit ajansların gönderdiği değerlendirmeleri birleştirmek için “Global İletişim ve Etki Timi” kurdu. 1.3 milyar dolarlık bir bütçe alan Kamuoyu Diplomasisi altı ülkenin (Çin, Mısır, Fransa, Endonezya, Nijerya ve Venezüella) nasıl etkilenebileceğini belirlemek üzere strateji konferansları düzenledi. Bu dönemde CIA ve Dışişleri Bakanlığı.ndan daha etkin gözüken ise ABD Kalkınma Ajansı (USAID) idi. 

Soğuk Savaş dönemi CIA ajanları 

 Bugün Ortadoğu.nun gerçeği tüm demokrasi ve özgürlük söylemine rağmen 
ABD.nin dünyanın en iğrenç rejimleri ittifak halinde nispeten modern ve laik rejimlerini uzun süredir İslamcılar ile değiştirmekte ve bölgenin açık ve örtülü savaşlarla kan gölüne haline getirilerek, Müslümanların birbirine kırdırılması ve göçler yolu ile soykırım uygulanmasıdır. Ortadoğu.nun bugününü anlamak için CIA.nın 1940 ve 50.lerde başlayan oyunlarının son 70 yıldır bölgeye verdiği zararları bilmek gereklidir. 

Ortadoğu.daki ilk döneminde (1940.ların ortasından 1950.ler boyuna) CIA içinde özellikle üç isim öne çıkmıştı51; Kermit ve Archie Roosevelt (ikisi de eski başkan Theodore Roosevelt.in torunu idi) örtülü operasyonlar konusunda lokomotif görevinde idiler52. Kim Roosevelt, önce savaş zamanında Kahire.de OSS içinde istihbarat John Fistere, Robert Ransom Haig, Elmo Hutcheson, Harry Kern, William Lakeland, Armand Meyer gibi ajanlar da öne çıkar ama bunların faaliyetleri pek çok kimse için bir anlam ifade etmez. operasyonlarında yer aldı. 1952.de Mısır.da Nasır.ın Özgür Subaylar isyanı (Operasyon Straggle), 1953.de İran.da Musaddık.ın devrilmesinde (Operasyon Ajax) operasyonlarında yer aldı. Archibald Roosevelt, II. Dünya Savaşı esnasında Arapça ve Arap kültürü dersi aldı ve 1947.de CIA Grup istasyon şefi, ardından 1951-1953 arasında Beyrut.ta ve daha sonra İstanbul.da CIA istasyon şefi oldu. Lübnanlı eşi Selwa Showker yanında çalıştı. Daha sonra Amerika.nın Sesi Radyosu.nun (VOA) CIA kadrosunda yer aldı. Üçlünün diğer adamı olan Miles Copeland ise aristokrat bir 
aileden gelmeyen, Alabamalı, çok akıllı ve dinamik bir gençti. II. Dünya Savaşı 
esnasında Londra.da askeri istihbaratta çalışan Miles Copeland, daha sonra OSS 
kontr-espiyonaj bölümünde çalıştı. 1947.de CIA.nın kurulmasının ardından Şam.da CIA istasyon şefi oldu. Suriye.de Mart 1949.de askeri darbe ile Albay Hüsnü El-Zaim.in iktidara gelmesini sağladı ve 1953.de Booz, Allen Hamilton.un çalışanı olarak Kahire.ye geldi. Burada CIA adına Nasır ile ekonomik yardım işlerini düzenledi ve Nasır ile yollar ayrılınca Beyrut.a geldi. 1957.deki Lübnan seçimlerinin yönlendirilmesinde çalıştı. Roosevelt.ler onu kanatlarının altına aldılar ve üçü Ortadoğu.daki Amerikan istihbarat faaliyetlerini yönettiler. 20-30.lu yaşlardaki bu üçlüye verilen görev Ortadoğu.dan Sovyetlerin ellerini uzak tutmak ve petrolü ele geçirmek idi. 



Resim: Archibald ve Kermit Roosevelt, Miles Copeland 

 Kim Roosevelt.in nosyonuna göre; İngiliz ve Fransızların çizdiği haritadan 
doğan Arap ülkeleri Amerikan ekseninde tutulacak, Arap milliyetçiliğini destekleyenler hedefte olacaktı. 1948 yılında İsrail.e yenilen Arapların hayal kırıklığı ve ABD.nin İsrail.in yanında yer alması, Sovyetler için önemli bir fırsat yaratmıştı. Bu durum meydanın Sovyetlere kalmasına ve petrolün ABD.ye garantili gidişine engel olabilirdi. Amerikalı ajanlar hemen Dışişleri Bakanlığı ile yakın temasa geçerek günlük brifingler ile durumu nasıl düzelteceklerini tartışmaya başladılar. Washington.daki büyük şefleri diplomatlar ile büyük resmi tartışıyorlardı. Ajanlar böylece Suriye.de rejimin değiştirilmesi emrine itaat ettiler ama Washington.a bunun kötü sonuçları hakkında çok fazla etki edemediler. 1953 yılında İran.da başbakan Muhammed Musaddık.a 
darbe yapıldığında CIA.nın Ortadoğu bölümünün başında Kermit (Kim) Roosevelt vardı. İtalya.da gelerek Arapça ve Arap kültürü öğrenmiş, İsrail karşıtı gibi görünerek Arap liderlerin sempatisini kazanmıştı. 1949.da Ortadoğu.daki CIA örtülü operasyonlarının başına getirildi. 1951.de Amerika.nın Ortadoğu Dostları.nı kurulmasında etkili olan Roosevelt, vatandaş diplomasisi ile CIA.nın ön cephesinde oynuyordu53. Roosevelt, Arap yanlısı gözükerek 1967 yılına kadar İsrail lobisine karşı bir denge kurdu. ABD çıkarlarının ancak İsrail dengelenirse gelişeceğine inanıyordu. Eisenhower ve Dulles, ona açık çek vermişlerdi. Eisenhower yönetimi, Mısır.da onun çabası ile önce Cemal Nasır tarafını seçmiş, 1956 Süveyş Kanalı krizinde Mısır.ın yanında yer almış ama sonunda Nasır, Sovyet tarafına kaymıştı. 

 19. yüzyılda casusluk savaşlarının ilki Orta Asya.nın kontrolü için Rusya ve 
İngiltere arasında yapılmış ve Rudyard Kipling tarafından tanıtılmıştı. İngiliz ajanlara ilk verilen görev Almanların 1903.de döşemeye başladığı Berlin-Bağdat demiryolunu engellemekti. Bu yüzden Lawrence önce 1910.da Cerablus.a gelmiş ve burada arkeolojik kazı yapan İngiliz ekibine katılmıştı. Arapça ve biraz Türkçe bilen Lawrence, İslam dini ile ilgili çok şey öğrenmişti. Camiye giderek Araplara “sahte Müslüman Osmanlıyı dinlememeleri” gerektiğini söylüyordu. Lawrence.ın arkeolojik kalıntılar diye çizdiği haritalar Syces-Picot.a hazırlıktı. Irak.ta ise Gertrude Bell, Lawrence.dan daha başarılı olmuş, Irak haritasını çizmiş, bugünkü Ortadoğu.nun verilerini hazırlamıştı. Arapça ve Farsça bilen Bell, önce kazı ekibinin başındaki David Hogarth.ı yakınlaşmak istemiş ama yüz bulamayınca kendisinden 17-18 yaş küçük olan Lawrence.a ilgi duymuş, homoseksüel olduğunu duyunca çok üzülmüştü. Lawrence.ın erkek sevgilisi Dahum, Bell ile İngiltere.nin o dönemki Mersin ataşesi Wyle arasındaki aşk ilişkisine de mani olmak istemişti. Bu aşk trafiğine kocası arkeolog olan Agahtha Christe de katılmıştı54. Sonradan İngiltere.nin başbakanı olacak Churcill, ajanları Kahire.de bir araya getiriyor, bölgedeki gelişmeleri değerlendiriyorlardı. Ortadoğu.da görev alan ilk nesil CIA memurları bu savaştan etkilenmiş ve Ortadoğu.da İngilizlerden farklı bir şeyler yapmak istemiş olsalar da İngiliz-Rus rekabetinin farklı bir versiyonu denemeye başladılar. Bu ajanlar 1910.ların Lawrence.ı gibi eğlence seven, romantik birileri değil, 1950 ve 60.ların ilk nesil “kovboy” ajanları idi. Çoğu oldukça açık çalışıyordu. Archie Roosevelt.in eşi Beyrut İstasyon Şefi idi ve “Bayan Casus” olarak çağrılıyordu. Miles Copeland.in lakabı “Vaiz”, James Barracks.ın ise CIA Meyvası” idi. ABD.nin yanlış politikaları, açıklığı ve 
saflığı iç içe geçmişti. İngiliz, Fransız ve Rus ajanlara göre çok paraları vardı ve 
Komünizm şeytanına karşı kısa vadeli başarılar peşinde idiler. Yani gelecekle ve 
yaptıklarının uzun vadeli sonuçları ile pek ilgili değildiler. CIA.nın başarıları 
diplomatların önünü açacaktı ama bazen bu başarılar öyle utanma yarattı ki Dışişleri bile sahiplenmedi. 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU BÖLÜM 1

CIA VE ORTADOĞU - 70 YILIN BİLANÇOSU,
BÖLÜM1


CIA ve Ortadoğu; 70 yılın bilançosu.. 

Doç.Dr.Sait YILMAZ 

 Giriş 

ABD kurulduğunda beri güvenlik kültürü önemli değişimlerden geçti. 1929 
yılında ABD Dışişleri Bakanı Henry Stimson “Centilmenler başkasının mektubunu 
okumaz” diyerek, bir şifre kırma operasyonunu reddetmişti. 1950.lerin başında Kore Savaşı.nda General MacArthur, gerilla savaşı gerekli dediğinde de Kongre “Bu Amerikan kültürüne uygun değil” diyerek, reddetmişti. 1941 yılında yani II. Dünya Savaşı.na hazırlanırken ABD Başkanı Roosevelt, Bilgi Koordinatör Ofisi.nin (COI1) kurulmasına onay vermiş ve bu istihbarat servisinin başına General William Donovan getirilmişti. 1942 yılında COI, örtülü faaliyetlere uygun olarak düzenlenirken Stratejik Hizmetler Ofisi.ne (OSS2) dönüştü. İngilizlerden kopya edilerek, teşkilatın içine ülkenin en zengin ve en güçlü kişilerini alınarak elit kişilerden kurulu bir yapı kuruldu. 

1943 yılında Donovan, Roma.daki Katolik Kilisesini Anglo-Amerikan casusluk 
operasyonlarının merkezi haline getirdi. Soğuk Savaş boyunca Vatikan ve ABD, en uzun süreli istihbarat ittifaklarından biri oldu. 1945 yılında OSS kaldırıldı, örtülü operasyonlara son verildi, zararsız bilgi toplama ve analiz işlerine dönüldü. Bu dönemde “Paperclip Operasyonu” ile bazı Naziler, Sovyetlere karşı kullanılmak için Amerika.ya kaçırıldı. Bunlardan en önemlisi, Hitler.in üst düzey casusu ve Sovyetler Birliği içinde istihbarat ağı kuran Reinhard Gehlen idi. Gehlen, göçmen Nazi casuslarını kullanarak ABD için Rusya.daki şebekeyi yeniden harekete geçirdi. Bu ajanlar arasında Alfred Six, Emil Augsburg, Klaus Barbie, Otto von Bolschwing ve Albay Otto Skorzeny gibi Yahudi kamplarında adı “kasap” olarak anılan isimler öne çıkıyordu. Gehlen Örgütü, sonraki 10 yıl boyunca yani OOS ve CIA arasındaki dönemde sadece Sovyetler Birliği.ne karşı istihbarat yapan bir köprü örgüt oldu. Ancak, sağlanan istihbaratın çoğu düzmece idi. Amerikalıların gözünde önemini kaybetmek istemeyen Gehlen, 1948 yılında Sovyetler ile savaşın an meselesi olduğunu ve Batının önleyici bir darbe vurması gerektiğini savunuyordu. 1950.lerde ise “füze açığı” hikâyesi ile tehdidi daha da büyüttü. Ruslar, Gehlen örgütü içine sızmışlar ve dezenformasyon yapıyorlardı. 

 1947 yılında Ulusal Güvenlik Kanunu ile “Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA)” ve 
“Ulusal Güvenlik Konseyi (NSC)” kuruldu. 1947 yılında Yunanistan.da Komünist 
isyancılara karşı sağ kanata askeri yardım yapıldı ve Soğuk Savaş boyunca CIA, 
Yunan liderlerinin işlediği suçları görmezden geldi. CIA.yi ilk dizayn edenler tüm 
görev ve kaynakları teşkilatın ana görevi olan istihbarat toplama, analiz ve dağıtımı üzerine düşünmüşlerdi ama kısa sürede sık ve karmaşık bir şekilde örtülü faaliyetlere yöneldiler. İstihbarat üretme işinde, ne kadar doğru değerlendirme yaparlarsa yapsınlar işler iyi gitmedi yani doğru değerlendirmeler bile doğru politikalara yol açmadı3. Bunun nedeni karar verici konumunda olan başkanların ön yargılarının ya da kendi özel düşünce sistemlerinin aşılamaması idi. Bu aynı zamanda, başkanların CIA içindeki atamalarına hatta örtülü operasyonu yapacak birimleri seçimine kadar olumsuz etki etti. Analizci çok zor kanıtların arasından bir sonuca ulaşmış olsa da bürokrasi içinde çatışan çıkarlar, ara kademelerdeki kişilerin farklı bakış açıları, ideolojileri başlangıçtaki sonucu değiştirdi. İstihbarat toplama ve örtülü faaliyetler, değerlendirme ve analiz arasındaki iç çekişmeler CIA tarihi boyunca devam etti. 


Kişisel etkilenmeler Küba olayında olduğu gibi yanlış politikalara yol açtı. CIA, NSC üzerinden Başkan.a bağlı idi ve üzerinde Kongre de dâhil herhangi bir demokratik denetim yoktu. CIA kanununda; teşkilatın “..NSC tarafından verilecek diğer işleri ve görevleri yapar” maddesi ile örtülü faaliyetler için gerekli kapı açılıyordu. CIA, 1948 yılında Wall Street avukatı Frank Wisner.in başkanı olduğu Politika Koordinasyon Ofisi ile örtülü faaliyetler bölümünü teşkil etti. Bölümün gizli yönergesine göre sorumlulukları arasında şunlar bulunuyordu; propaganda, ekonomik savaş, önleyici doğrudan eylem (sabotaj, anti-sabotaj, imha ve kurtarma dâhil), düşman ülkelere karşı yıkıcı faaliyetler (Özgür Dünyayı tehdit eden ülkelerde direnişçi gruplara el altından destek, yerel anti-komünist unsurlara yardım). 1949 yılında Radyo Free Europe kurularak, özellikle Soğuk Savaş boyunca Amerikan propaganda ağının kilit unsurlarından biri teşkil edildi. 

ABD güvenlik politikalarının 1940.lardan beri iki temel amacı vardı4; (1) Siyasi 
ve ekonomik olarak liberal dünya düzeninin geliştirilmesi, bölge petrolüne garantili nüfuz. (2) Komünist güçlerin çevrelenmesi ve caydırılması. Buna 11 Eylül 2001 sonrası iki hedef daha eklendi; (3) Terörizmle küresel mücadele. (4) Ortadoğu.nun dönüşümü. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD stratejisinin hedefi başta Ortadoğu olmak üzere dünya genelinde petrol ve ekonomi üzerinde denetim sağlayarak, kendine bağımlı ilişkiler geliştirmekti5. Suudi petrollerine hâkim olan ARAMCO şirketinin hisseleri daha önce Rockefeller ailesine ait dört şirket arasında paylaştırılmıştı. Bu dört şirket 1944'te bir araya gelerek ARAMCO'yu kurmuşlardır. Ortadoğu petrollerinin yüzde 99'u yedi büyük petrol şirketinin kontrolü altındadır. Bu şirketlerin beşi Yahudi Rockefeller ailesine aittir. Geriye kalan iki şirketten Shell'in sahibi Marcus Samuel ve Royal Dutch'ın sahibi Wiliam Detending de Yahudidir. 1971.de ulusal güvenlik danışmanı olan Henry Kissinger, 1973.de petro-dolarları ABD.ye döndürmenin de yolunu bulmuş, yedi kız kardeş inanılmaz gelirler sağlamıştı. 

1974 yılında petrol fiyatları aniden artınca, ABD ile Suudi Arabistan arasında yapılan gizli anlaşmalar ile petro-dolarların Amerikan ekonomisine dönüşü garanti altına alındı6. Petrol, dolar karşılığı satılacak, karşılığında ABD, Suudi Arabistan.a silah ve teçhizat verecekti. Bu anlaşmanın Suudiler için asıl faydası, hanedanı iktidarda tutma garantisi idi7. Artık, ABD doları altın ile değil petrol ile destekleniyordu. Bu anlaşma ile Suudi ailesinin özel ve sürekli payı korunmakta, diğer yandan OPEC içinde fiyatların belirlenmesinde Suudilerin desteği sağlama alınmakta idi. Artık petrol almak isteyen her ülke FED.ten para satın almak zorunda idi. Bu borç paralar sadece kâğıt üzerinde veri idi ama yüz milyarlarca dolar bu yolla ABD bankalarına yazıldı. Kısaca, ABD, 1940 ve 50.lerde Ortadoğu.da iki özel ilişki geliştirdi. Birincisi İsrail ile ve ne olduğu gayet açıktır. İkincisi S.Arabistan ile güvenlik ve askeri yardım karşılığı petrol sözü idi. 

CIA ve İş Dünyası 

 CIA.nın kurulduğu yıllarda Dışişleri Bakanı olan John Foster Dulles ve kardeşi 
CIA Direktörü Allen Dulles, öncesinde Wall Street.in en güçlü hukuk firmasında 
avukat ve banker idiler. Reagan döneminin CIA Direktörü Bill Casey de öncesinde Wall Street.de avukat ve borsacı idi. New York Borsası Başkan Yardımcısı Dave Doherty de CIA.dan emekli idi. CIA direktörlerinden ve bakan George H.W. Bush, ülkenin en büyük 11. savunma şirketi olan Carly Group.a danışmanlık yaparak, Wall Street.de oldukça etkili idi. CIA Direktörlerinden John Deutch ise Citigroup yönetim kuruluna girdi. CIA operasyonları başlangıçta Amerikan iş dünyasının çıkarlarının korunmasına odaklandı. Çeşitli ülkelerde halk tarafından, demokratik yöntemlerle seçilmiş liderler önlerindeki en önemli engeldi. Çünkü bu liderler milliyetçi ideoloji ile ekonomilerini geliştirmek, zenginliği halka dağıtmak, ülke kaynaklarını yabancıların elinden alıp millileştirmek istiyor, Amerikan şirketleri tarafından kendilerinden istenen 
reformlara karşı çıkıyor, korumacı bir politika izlemeye çalışıyorlardı. CIA.nın işi ise Amerikan iş dünyasının çıkarlarını korumak için muhalefeti düzenlemek oldu. Bu muhalefet ideolojik çekişmelerin yoğun olarak yaşandığı Soğuk Savaş.ın ilk 
döneminde karşı taraf sol ve komünist ilan edilerek, sağ diye bilinen kesimlerden seçildi ve silahlı kuvvetler içinden bir grup ile temas edilerek askeri darbeler düzenlendi. Yapılan pazarlık şu idi; eğer ülke ekonomisini yabancı yatırımcılar için uygun hale getirirseniz, sizi iktidara getireceğiz. Mevcut iktidarın gönderilmesi için seçilen muhalif gruplar kiralanmakta, eğitilmekte ve birlikte çalışılmakta idi. Örtülü işler mekanizmasının kullandığı yöntemler içinde; propaganda, sahte oy sandıkları, satın alınmış seçimler, tehdit, şantaj, cinsel entrikalar, yerel basında yayınlatılan sahte hikâyeler, muhalif partilerin içine sızma ve bölme, adam kaçırma, işkence, ekonomik sabotaj, ölüm mangaları ve suikastlar önde gelmekteydi. Bu yöntemler sonunda ülkede bir askeri darbeye yol açacak anarşi ortamını beslemekte ve ülkenin başına ABD çıkarlarına uyacak bir diktatörün getirilmesi ile anarşi sakinleşmekte idi. 

Ancak, iş bununla da bitmemekte, bu diktatörün güvenlik mekanizması CIA 
tarafından eğitilmeye ve kontrol altında tutulmaya devam edilerek; iş dünyasının düşmanlarına yönelik sorgulama, işkence ve cinayetlere devam edilmekte idi. 

 Ülke genelinde insan hakları ihlalleri yapılırken kurbanların adı Komünistler 
idi. Ama çoğu durumda ortada bir Komünist tehdit yoktu. Muhalifler genellikle 
köylüler, liberaller, ılımlılar, işçi sendikası liderleri gibi yurtsever ve ulusalcı muhalefet idi. Yukarıdaki senaryo CIA.nın meşhur “Amerikalılar Okulu”nda (SOA8) öğretildi ve pek çok ülkede benzer şekilde uygulandı9. Bu okul Panama.da açılmış sonra Georgia.da Fort Benning.e taşınmıştı. Okulun “Diktatörler Okulu” ya da “Katiller Okulu” gibi takma adları vardı. Latin Amerikalı subaylar kendi ülkelerinde uyguladıkları sorgulama, işkence ve cinayet yöntemleri bu okulda öğrenmişlerdi. 1987 yılına kadar CIA.nın örtülü operasyonları ile 6 milyon kişi öldü10. İronik olan yapılan CIA müdahaleleri genellikle Amerika.nın siyasi hedeflerini sağlayamadı. Yeni iktidara getirilen bir diktatör bile kendisi için kurulan CIA mekanizmasından kurtularak kendi polis devletini kurma yolunu seçiyor ama iktidarda kalmak için de CIA.nın 
dediklerini yapıyordu. Böylece dediklerini yaptığı sürece CIA, bu diktatörlerin 
acımasızlıklarına ve ordu, istihbarat, polis gibi güvenlik aygıtı üzerindeki kontrollerine göz yumdu. CIA için en büyük endişe konusu boomerang etkisi idi yani halka rağmen yapılan darbe sonunda daha büyük bir dalga ile yapılanları tersine çevirebilirdi. İran.da Şah.ın devrilmesi bumerang etkisi idi. Demokrasiyi devirip, diktatörü getiren CIA, başka bir demokrasi dalgası ile mağlup oluyor ama kendini hala demokratik dünyanın lideri diye tanımlıyordu. CIA bu dönemde reforme edilemedi, kurumsal ve kültürel olarak yozlaştı, pek çok suç ve yolsuzluklara bulaştı. Ancak, CIA.nın kuruluşunun 50. yıldönümünde konuşan ABD Başkanı Bill Clinton şöyle demekteydi; 

“Zaruri olarak, Amerikan halkı senin cesaretinin tam hikâyesini hiçbir zaman 
bilmeyecek”. CIA.yı başarılı bir istihbarat teşkilatı olarak değerlendirmek zordur. 
Hizmet edilen Amerikan çıkarları genellikle ülkenin değil, zengin bir sınıfın başka 
ülkelerdeki iş çıkarları ya da ABD.ye bu ülkelerden ucuz iş ve kaynak getirilmesidir. 

Bunlar yapılırken o ülkelerin iç işleri, insan hakları yok sayılmıştır. Amerikan istihbarat örgütleri üzerindeki denetimin çok az olması suç işlemekte onları özgür kılmıştır. 

 CIA ve Medya 

 İkinci Dünya Savaşı.ndan beri, CIA ABD.nin ana güç unsurlarından biri oldu. 
CIA, dış medyanın yönlendirilmesinde de önemli işlevler edindi. Propaganda işleri dışında medya ile ilişkileri; kişiler, yerli halk, olaylar ve çeşitli konular hakkında bilgi toplamayı da hedefledi. CIA.nın medya operasyonları (Mockingbird) ile ilgili bir özet yapalım. Mockingbird, CIA.nın öncüsü OSS (1942-1947) ile başlayan sonra CIA ile devam eden Avrupa.daki gazetecilerden oluşan bir ağın ve psikolojik savaş uzmanlarının merkezinde olduğu medya faaliyetlerini kapsamaktadır11. Bu faaliyetlere katılan Dışişleri Bakanlığı.nın Siyaset Koordinasyon Ofisi (OPC12) mevcudu 1949.da 302 iken 1952.de 2.812.e çıkmıştı. Diğer ülkelerde 3.142 sözleşmeli personeli vardı13. United Press.in Berlin Bürosu tarafından kara propaganda programının merkezinde olduğu bir basın kolordusu kurulmuştu14. 

Muhabir, köşe yazarı, kitap yazarı, editör ya da Radyo Free Europe gibi 800 kadar haber ve bilgi kuruluşu bu ağın içinde idi. Her birinin ayrı bir kod ismi, ayrı bir işlevi vardı15. İngilizce ya da başka dilde pek çok basın hizmeti, süreli yayın ve gazete CIA.nın işlerini örtmek için kullanılmaya başlandı. CBS, Times ve Newsweek içindeki CIA çalışanları ve sağlanan imkânlar çok daha ileri düzeyde idi. Bunlara ABC, NBC, Associated Press, UPI, Reuters, HearstNewspapers, Scripps-Howard gibi yayın organları da ilave edilebilir. En az 53 uluslararası medya şirketi CIA.nin cephesi olarak belirlenmiş ve mali olarak desteklenmekteydi16.  Muhabirler ve haberciler CIA tarafından resmi eğitim programına tabi tutulmaktaydı. 1960.ların sonundan itibaren CIA içinde odak faaliyet alanı örtülü işlerden istihbarat analizine kaymaya başlayınca bu alanda yeni personel alınmaya başlandı17. CIA.nın örtülü faaliyetleri ilgili pek çok kitap ve yayın sansüre uğradı. 1960.ların sonundan 1980.ler boyunca süren Gladyo operasyonları ile CIA ve NATO tarafından kurgulanan Avrupa.da sivil hedeflere terörist saldırılar kamuoyundan saklandı. Gladyo ile ilgili ilk haber ancak 1990.larda İtalyan başbakanı Giulio Andreotti.nin sürece katıldıklarını itiraf etmesi ile ortaya çıktı. 

Hollywood ise CIA.nın imajını düzeltmek için Argo ve Zero Dark Thirty gibi filmler yapmaya yönelmişti18. 

 CIA.nın medya yönlendirmesi ve medya ile finans ilişkileri bugün 1970.lere 
göre çok daha etkin bir roldedir. Öte yandan Amerikan halkının Afganistan ve Irak savaşlarında olanlar, Suriye.de iç savaş çıkarılması, IŞİD.in doğuşu gibi pek çok konuda gerçeklerden haberi hala yok ya da duyarsız hale getirildi. Amerikan medya mensupları 1960.lardaki siyasi suikastlar ya da CIA.nın uyuşturucu trafiğindeki rolü gibi konuları hiçbir zaman sorgulayamadılar. 1947 yılında çıkarılan Ulusal Güvenlik Kanunu.na göre CIA.nın bütçesi gizli idi ama o dönemlerde yıllık 30 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyordu. 1990.larda Senatör Carl Levin, uyuşturucudan kazanılan her yıl 300 milyar doların ABD bankacılık sistemi ile dolaşıma girdiğini belgeledi. Özbekistan, Laos, Vietnam gibi ülkelerden tonlarca eroin CIA.nın Air America uçakları ile ABD ve Avrupa.ya taşınıyordu19. CIA.nın hayırseverlik (fliantropik) kurumlar ile ilişkisi 1950.lerin başından itibaren sürekli artmıştır. Böylece arkasında CIA.nın olduğu projelerin para kaynağı örtülü hale gelmiştir. 1976 yılında ABD Kongresi tarafından yapılan soruşturmada uluslararası aktivitelere sağlanan 700 bağışın %50.sinin aslında CIA tarafından verildiği ortaya çıktı20. Amerikan kültürel hegemonyasının yayılması ve sol siyaset ve kültürel etkinin azaltılmasında Ford Vakfı ile CIA arasındaki işbirliği en önde geleni idi. 

Ford Vakfı, ABD hükümetinin uluslararası kültürel propaganda uzantısı olarak çalışıyordu. Örtülü ödenekler gençlik grupları, sendikalar, üniversiteler, yayın evleri ve diğer özel kuruluşlara ilişkin programlara gitti. Bu listeye daha sonra insan hakları grupları eklendi. Ford Vakfı-CIA işbirliği ile bir yayınevi (Intercultural Publications) kurularak iki dergi (Perspectives ve Der Monat) çıkarılmaya başlandı21. 2014 yılında Alman gazeteci Udo Ulfkotte yazdığı “Satın Alınan Muhabirler” adlı kitabında haber ve makalelerin CIA ve Alman istihbaratı tarafından kendi isimleri kullanılarak yazıldığını itiraf etmekteydi22. Soğuk Savaş boyunca Komünizm ve insan hakları olgularını kullanan bu vakıflar bugün hala terörizm ve demokrasi kavramları ile ABD politikalarına uyum göstermeyen ülkelere karşı baskı aracı olarak kullanılmaktalar. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


****

12 Eylül 2016 Pazartesi

YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE BOP BÖLÜM 2






YENİDEN ŞEKİLLENEN ORTADOĞU VE BOP  BÖLÜM 2


     Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkilere baktığımız zaman özellikle 1950’li 
yıllardan itibaren ideolojik kamplaşmanın zirve yaptığını görüyoruz. Ne 
için? Çünkü 1955 yılında Ortadoğu’da bir gelişme var, bu Türkiye’nin 
öncülük yaptığı Bağdat Paktı. Buradaki amaç Batı yanlısı devletlerin bir 
araya gelmesi. Bunun şöyle bir açıklaması var; Türkiye, Sovyetler Bir-
liği’nden tehdit algılıyor ve kendisine benzer, kendisi gibi düşünen ülkelerle 
bir ittifak yapmak istiyor. Ama Bağdat Paktı’nın oluşturduğu 
karşı bir ittifak var. O dönemde Arap Dünyası’nda Arap milliyetçiliği 
hakimdir. 1952’de Nasır başa geçmiş, Suriye’de art arda gelen çeşitli 
darbeler gerçekleşmiş, 1958 yılında Irak’ta darbe olmuş. Bu manada 
bağımsızlığını kazanan krallıklarda, cumhuriyetler oluşuyor. Devlet yönetiminde 
bulunan bu kral ya da emirler, halkın taleplerini, önceliklerini 
dikkate alan, politikalar izleyen kişiler değil. Bu kişiler, bir yandan 
İngilizler ve Fransızlarla iş yapmaya devam eden, kendi konumlarını da 
korumaya çalışan yönetimler. 

  Cumhuriyetçiler ise biz tam tersini yapıp kendi çıkarlarımızı değil halkın çıkarlarını savunacağız diyorlar. Eski bürokratlar, elitlerin yerini yavaş yavaş 1920’li-30’lu yıllardan itibaren eğitim alan başka türde insanlar almaya başlıyor. Bu insanlar önceden Osmanlı döneminde eğitim alan üst düzey askeri ve sivil bürokratlar ama daha çok eşrafın çocukları. Yani sıradan bir ailenin, kabilenin çocuklarıdır. 
Ama yeni yapılan okullardan eğitim görenler, toplumun daha alt 
orta kesimlerinden gelen kişilerdir. Bunlar özellikle orduda ve diğer 
yerlerde görev alarak hızlı bir mobilizasyon süreci ile üst kademeye 
doğru çıkıyorlar ve çıktıklarında şunu görüyorlar. Kralların, yöneticilerin 
hala lüks içinde yaşadıklarını ve halkla çok da fazla temaslarının 
olmadığını düşünüyorlar. Bunun sonucunda da eğer biz darbe yapar başa 
gelirsek “Kalkınma sorunlarına, alt yapı sorunlarına, ülkenin gerçek 
sorunlarına daha fazla önem vereceğiz. Eski sömürgecilerle olan ilişkiyi 
de kendi lehimize düzenleyeceğiz.” diye düşünüyorlar. O yüzden de 
bütün bu 1950’li-60’lı yıllarda sadece Ortadoğu’da değil pek çok yerde 
post-kolonial bir dönem ortaya çıkıyor. Eski sömürgelerin bağımsızlık 
kazandığı ve eski sömürgecilere karşı daha mesafeli daha sert tutumların 
izlendiği bir dönem. 1952’de Mısır, 1953’te İran’da Musaddık Rejimi’nin 
CIA destekli olması ve petrolün millileştirilmeye çalışılması, Ortadoğu’daki 
yerel kaynakları doğrudan doğruya halkın taleplerine cevap 
verecek şekilde kullanacağız düşüncesine itiyor. Suriye, Irak ve Mısır 
böyle yönetimler ortaya çıkarken Türkiye’nin Batı yanlısı bir politika 
izlemesi ve 1952’de NATO’nun bir üyesi olması, Türkiye-Suriye ilişkilerini 
çok ciddi bir şekilde etkilemektedir. 1955 Bağdat Paktı yine önemli 
bir kırılma noktası. Bağdat Paktı’na karşı Nasır önderliğinde çok büyük 
bir tepki var. Bunun sonucunda, 1957 yılında Türkiye-Suriye bir gerginlik 
yaşamıştır. Türkiye, Suriye sınırına asker gönderiyor. Sebebi ise, 
komünist olduğu bilinen bazı kişilerin orduda ve bürokraside üst düzey 
görevlere getirilmesidir. Türkiye bunu şu şekilde algılıyor; bu kişilerin 
bu tür görevlere getirilmesi doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin 
buradaki etkisini arttırıyor. Türkiye kendisini sıkışmış hisseti. Çünkü 
Gürcistan ve Ermenistan o dönemde Sovyetler Birliği’nin bir parçası. 
Güneyde de Suriye bu hale gelirse ki Suriye doğrudan doğruya Sovyetler 
Birliği’nin uydusu haline gelecekti, Türkiye kapana kısılacaktı. Bir 
taraftan Bulgaristan da Varşova Paktı’nın bir üyesidir. Bu durumda Türkiye, 
olaylara tamamen Soğuk Savaş ve Sovyetler tehlikesi açısından 
bakıyor ve o yüzden Türkiye ve Suriye 1957 yılının yazını oldukça 
gergin geçiriyorlar. Bunun şöyle bir etkisi de var. 1957 yılında Türkiye’de 
seçimler var. Seçimlerden önce o dönemdeki başbakan Menderes, iç 
kamuoyundaki bazı sorunlardan dikkatleri dış kamuoyuna çekmek ve 
bunun üzerinden bir dış politika yürütmek istiyor. Bu dönemdeki bu 
gergin ilişkiler Soğuk Savaş döneminde çeşitli şekillerde devam ediyor. 
Sonrasında ikili ilişkileri bu ideolojik kamplaşmayla beraber daha da 
zorlaştıran, sıkıntıya sokan şeylerden birisi de, su kaynaklarının, doğal 
kaynakların kullanımıyla ilgili bazı başka görüş ayrılıklarının aşamalı 
bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Özellikle Türkiye’nin 1960’lı yıllardan 
itibaren bugün hala belirli ölçülerde işlevsel olan GAP benzeri projeleri 
devreye sokması ve su kaynakları ile ilgili bazı düzenlemeler yapması, 
Türkiye’nin güneyinde kalan ülkeler için bazı sıkıntıları beraberinde 
getiriyor. Bunlar 1930’lu-40’lı yıllarda çok fazla sorun değildi. Çünkü 
o zamanki kişi başına düşen su tüketimi veya su kullanımıyla bugün su 
kullanımı arasında çok fark var. O dönemdeki insanların günlük olarak 
ihtiyaç duydukları su ile bugün ihtiyaç duyulan su farklıdır. İnsanlar daha 
fazla su tüketiyor. Ve Türkiye çok su zengini bir ülke değil. Zaten Ortadoğu 
Bölgesi su kaynakları bakımından oldukça fakir bir coğrafyadır. 

Ne yazık ki küresel ısınma gibi etkenlerle daha da fakir hale geliyor. 
Doğal kaynakların bir konu haline gelmesi 1960’lı-70’li yıllardan itibaren 
oluyor. Uluslararası hukukta akarsuların kullanımı ile ilgili farklı 
kavramsallaştırmalar var. Kimisi International River (Uluslararası Akarsu) 
diyor, Türkiye ise bunu kesinlikle kabul etmiyor ve Transboundray 
(Sınıraşan) akarsu olarak adlandırıyor. Türkiye’nin bu şekilde ifade etmesinin 
sebebi, eğer International River olarak kabul ederse kaynağı 
Türkiye’de bulunan akarsuların kullanımıyla ilgili doğrudan söz sahibi 
olacaklar. Bu yüzden Türkiye sınıraşan akarsu olarak tanımlıyor. Hatta 
Türkiye bu akarsuyun kaynağı bize ait ama hakça ilkeler çerçevesinde 
güneydeki ülkelere zarar vermeyecek, onların kullanımıyla ilgili durumları 
sıkıntıya düşürmeyecek su miktarını ayarlayacağını belirtiyor. Saniyede 
500 m3 gibi bir rakam söz konusu olmasına rağmen Türkiye 700 
m3’lük su bırakmayı taahhüt ediyor ve bırakıyor. Fakat özellikle Atatürk 
Barajı’nın yapıldığı dönemde ve daha önce Karakaya ile Keban barajlarının 
yapımı sırasında Fırat ve Dicle’nin üzerinde belirli dönemlerde 
su tutmak için bir yöntem izleniyor. Türkiye’nin bu yöntemle bu sulardan 
yararlanan diğer ülkeleri tarımsal üretimlerini olumsuz şekilde etkileyerek, 
ekonomilerine zarar vererek, su gibi temel bir kaynağı kullanarak 
kendilerini cezalandırdığını iddia ediyorlar. Bu manada çeşitli dönemlerde 
çeşitli görüşmeler yapılıyor fakat büyük ilerlemelerin olduğunu 
söylemek mümkün değil. Kimse kendi argümanlarında çok büyük değişiklik 
yapmıyor fakat yakınlaştırıcı bazı uygulamalar ve düzenlemelerin 
olduğu da görülür. 1960’lı, 70’li yıllardan itibaren Türkiye’nin iddialı 
baraj projeleri, iddialı sulama projelerini devreye sokması ve aynı dönemde 
benzer uygulamaların Suriye, Irak gibi ülkelerde de yapılması 
tarafları belli konularda ayrıştırıyor. Çünkü, özellikle Ortadoğu ülkelerinde 
yeni yetişen elitler, toplumun alt kesimlerine nazaran suyun tarımsal 
üretim için ne kadar önemli olduğunu ve bu su kaynakları ile araziler 
verimli bir şekilde kullanılırsa tarımsal üretime nasıl bir katkı sağlayıp 
başka alanlara aktarma peşindeler. O yüzden de Suriye, Irak ve diğer 
ülkelerde bu konularda eski yöneticilerden daha ısrarcı oluyorlar. O 
bakımdan doğal kaynaklar ve su konusu daha fazla gündeme gelmeye 
başlıyor. Bununla ilintili olarak 1970’li, 1980’li yıllardan itibaren Türkiye’de 
bazı grupların Suriye tarafından desteklenmesi söz konusu. Bu 
sefer de onlarla başka siyasi kartları Türkiye’ye karşı devreye sokmaya 
çalışıyorlar. PKK örneğinde bunu biliyoruz ama öncesinde de 1970’li 
yıllarda çeşitli sol grupların da aynı şekilde Suriye’de zemin buldukları 
ve bir dönem Lübnan’daki iç savaşın da etkisiyle (Lübnan’daki iç savaş 
1975-1990 yılları arasındadır.) o dönemki iç savaş sırasında Lübnan’ın 
tam anlamıyla bir karmaşa içerisinde olduğu dönemlerde Bekaa Vadisi’nde 
çeşitli sol grupların varlığı da yine ikili ilişkilere etki eden bir 
durum. Suriye’de sayısı çok olmamakla birlikte Ermeni gruplar var. 
Tehcir sonrasında Türkiye’den Suriye ve daha sonra Lübnan’a göç ettirilmiş 
belirli kesimler var. Tarihsel olarak bu gibi kişilerin Türkiye’ye 
karşı oldukça negatif algıları var. Bu gibi unsurlar da ikili ilişkilerde 
tarihteki negatif algıların oluşmasında bir etkendir. Her iki ülkenin yaşadığı 
ulus inşa süreçlerinde ortak düşman, tam manasıyla düşman değilse 
de herkes kendi ulusunu, kendi milletini yücelten; kendi ulusunu, 
milletini yüceltirken diğer milletleri biraz daha kötüleyen, eleştiren bir 
durum var. Örneğin Suriye’nin tarih yazımına bakıldığında Osmanlı ile 
ilgili pozitif atıfları göremezsiniz. Sanki Emeviler’den sonra tarih kopmuş 
ve 1946’dan sonra yeniden başlamış gibi bir algı söz konusudur. Bu 
yüzden inşa sürecinde en yakın düşmana daha fazla tepki gösteriyorsunuz. 
Onu daha kötü gösteriyorsunuz. Cemal Paşa’nın Suriye valiliği 
dönemindeki bazı uygulamalardan dolayı da bir tepki var. Fakat bu 
tamamen Cemal Paşa’nın suçu değil. 1. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu 
çok kötü bir ortam var. Aynı dönemde çok büyük bir kıtlık var, bir yandan 
tehcir var, savaş var o yüzden insanların hafızasında son 3-5 yıl 
hatta son 10 yıl çok kötü bir şekilde hatırlanıyor. Durum böyle olunca 
doğrudan doğruya Osmanlı ile ve Türklerle ilişkilendirildiği için o algı 
gayet negatif. Bir de yeni kurulan yönetimler, eski yönetimleri kötüleyip, 
kendi yönetimlerini övmek gibi bir politika izleyince ulus inşa sürecinde 
bu da karşılıklı algıyı zorlaştıran bir diğer unsur. Yakın döneme gelecek 
olursak, 1980’li yıllardan itibaren PKK’nın ikili ilişkilerde bir 
faktör olarak devreye girdiğini görüyoruz. Çeşitli sol gruplar zaten Suriye’de 
zemin kazanıyorlardı, 1984’de PKK’nın faaliyetlerine başlaması 
ve git gide artan bir şekilde Suriye’nin bunu Türkiye’ye karşı bir kart 
olarak kullanmasıyla beraber ilişkilerin daha da gerginleştiğini, daha da 
zor bir döneme girildiğini görmemiz mümkün. Sonuçta Türkiye’nin su 
kaynakları üzerindeki kontrolüne karşı; Suriye yönetimi PKK kartını ve 
güvenlik kartını kullanarak Türkiye’den bazı tavizleri koparmayı amaç-
lıyor. Bunun sonucunda da oldukça gergin 1980’ler ve 1990’lar yaşandığını 
söylememiz mümkün. Bu durum 1999’a kadar sürdü. 1998 sonbaharında 
bir meclis açılışında şöyle hatırlayın; 1990’lı yıllarda buna 
benzer şeyler oldu bazı suikast girişimleri oluyor, bazı yine talepler var 
bu manada sıkıştırılmaya çalışılıyor. Tabii unutulmaması gerek 1980’li 
yıllarda hala soğuk savaş mantığı var. Örnek vermek gerekirse 1980’li 
yıllarda Türkiye, Suriye’yi tehdit etti; o zamanki Soğuk Savaş mantığı 
buna izin vermezdi. 1990’lı yıllarda olayı değiştiren parametreler var. 
Bunlardan birincisi 1989’da Berlin Duvarı yıkılıyor, 1991’de Sovyetler 
Birliği çözülüyor ve artık Sovyetler Birliği diye bir şey olmayınca, Suriye’nin 
Sovyetler Birliği üzerinden belirli şeyleri yapması zora giriyor. 
O dönemde Suriye ve Rusya arasında yakın bir ilişki var. Hala daha 
yakın ilişkileri var ama şu var; Hafız Esad Sovyetler Birliği’nde eğitim 
görmüş bir pilot, Beşar Esad ise İngiltere’de eğitim görmüş birisi. O 
dönemde çok daha yakın bir ilişkiden bahsetmemiz mümkün, o yüzden 
de Soğuk Savaş’ın iki kampı, bölgesel aktörlerin başlarına buyruk tavır 
içerisine girmelerine sistem izin vermiyor. 1991 yılında Körfez Savaşı 
sırasında Hafız Esad’ın yıllar sonra ilk defa Amerika ile bir temas içerisine 
girdiğini görüyoruz. Irak’ın Kuveyt’den çıkartılması bağlamında, 
Suriye’de bu koalisyonun bir parçası oluyor. 1990’lı yıllarda işin rengini 
değiştiren bölgesel gelişmelerin daha ön plana çıkmaya başlaması, 
PKK’nın 1993-1995 yıllarında zirve yapması ve Türkiye’ye karşı çok 
büyük bir sorun oluşturması sonrasında Türkiye bu konuyu çözmek 
anlamında önemli bir girişimde bulunuyor ve daha fazla bu konuya 
öncelik veriyor. Suriye’yi sıkıştırmak için Türkiye başka bazı işbirlikleri 
yapıyor, bazı yakınlaşmalar söz konusu. Bu yakınlaşma İsrail ile gerçekleşiyor. 
1991 yılından itibaren barış süreci ile birlikte İsrail ve Filistin 
ile ilişkiler seviyesini büyük elçilikler düzeyine çıkarıyor, 1993 sonrasında 
git gide artan bir yakınlaşma var ve 1995-1996’dan itibaren bu 
yakınlaşma artık askeri alanı etkiliyor. Türkiye’nin Askeri İşbirliği antlaşması, 
Askeri Modernizasyon Antlaşması yaptığını görüyoruz. Her ne 
kadar bunlar doğrudan doğruya bir ittifak ilişkisi olmasa da, yani karşılıklı 
bir savunma yükümlülüğü getirmese de, bunlar Suriye açısından bir 
tehdit oluşturuyor. O dönemde devlet başkan yardımcısı olan Abdulhalim 
Haddam, Türkiye ve İsrail arasındaki yakınlaşmayı Arap Dünyası 
için en büyük tehdit olarak nitelendiriyor ve bu durumdan acayip bir 
rahatsızlık duyuyor. Bu gelişmelerle beraber 1998 sonbaharından itibaren 
Türkiye’nin bu konuyu çok daha öncelikli bir konu haline getirmesi, 
o dönemki cumhurbaşkanının meclis açılış konuşmasında doğrudan 
doğruya Suriye’yi hedef alarak bazı açıklamalarda bulunması, aşamalı 
bir biçimde tansiyonun arttırılması ile beraber ve en son o zamanki Kara 
Kuvvetleri Komutanı’nın Hatay’da açıklamalar yapması ve bunun sonucunda 
tehdit ile beraber Öcalan’ın içeriden çıkartılması söz konusu 
ve daha sonrasında Adana Protokolü’nün imzalanmasıyla Türkiye – Suriye 
ilişkilerinde yeni bir dönem var. Dikkat edilmelidir ki, 1923 -1999 
yılları arası hep sorunlu ilişkilerden bahsedilir. O yüzden 1999-2011 
arasında Türkiye-Suriye ilişkileri açısından yaşanan iyi dönem, belirli 
ölçülerde istisnayı oluşturuyor. 

Çoğu zaman daha fazla sıkıntıların olduğu bir dönemden bahsetmemiz mümkün. 1999 sonrasına gelelim; Adana Protokolü imzalanıyor, Öcalan ve diğer PKK’lılar çıkartılıyor ve bunlara artık lojistik destek vermeyeceğini deklare ediyor Suriye, bunun sonucunda ikili ilişkilerde bir iyileşmenin olduğunu görüyoruz, bunun bir örneği 2000 yılında Hafız Esad ölünce gerçekleşiyor. (Niye Hafız 
Esad daha önceki zamanlarda Türkiye’nin bu türden baskılarına rağmen 
yapmıyordu veya niye 1998’in sonbaharında Öcalan’ı çıkarmak zorunda 
kaldı? Çünkü dünya ilişkileri değişti, Soğuk Savaş yok, Sovyetler 
Birliği yok, bölgesel güç değişmeye başlıyor, Türkiye diğer bölgesel 
ittifaklarla Suriye’yi sıkıştırmaya çalışıyor, belki de artık bunun kullanım 
ömrünün bittiğini düşünüyor ve bu gibi sebeplerle bunun bittiğini görüyoruz.) 
2000 yılındaki önemli bir olay ve sonrasındaki şeyler Türkiye-Suriye 
ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası; 2000 yılında Hafız Esad ölüyor, 
Hafız Esad ölünce cenazesine katılanlardan birisi yeni seçilmiş olan 
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer. Burada Türkiye’nin 
verdiği mesaj şu; geçmişte epey bir sorunumuz oldu, savaşın 
eşiğine geldik ama bunları unutup yeni bir döneme başlamamız mümkün 
olabilir, biz buna hazırız, bu noktada atacağımız adımlar var. Türkiye bu 
dönemde cenazeye katılarak yeni bir başlangıcın mesajını vermiş oluyor. 


Daha sonrasında aşamalı bir biçimde ikili ilişkilerin git gide 2000’li 
yıllarda 2011 yılına kadar ilerlediğini, iyileştiğini görmemiz mümkün. 
2000-2011 yılları arası iki ülke arasındaki ilişkilerde geçmiş döneme 
bakılarak farklı bir resim olduğunu görüyoruz. Bu dönemde Türkiye’nin 
genel dış politikasını etkileyen olaylardan birisi de; 2001 ekonomik krizi 
ve sonrasında ihracatın Türkiye için kazandığı önem. Türkiye, 1980 ve 
1990’lı yıllar boyunca PKK ve diğer sorunlardan kaynaklı güvenlik 
endişeleri nedeniyle dış politikasına oldukça güvenlik odaklı bakıyor. 
1999’dan sonra bir yandan PKK tehdidinin azalması, Türkiye’nin AB 
adayı ilan edilmesi ile beraber artık güvenlik endişeleri dış politikada 
daha az önemli hale gelmeye başlıyor, Ekonomi, kültür, diplomasinin diğer 
alanları daha önemli hale geliyor. Bunun sonucunda da Suriye ve Irak 
örneğinde olduğu gibi güvenliğin daha az etkili olduğu, ekonominin diğer 
konuların önem kazandığı bir dış politika söz konusudur. Bu durum aynı 
şekilde Suriye örneğinde de geçerli ve Suriye ile olan ilişkilerde güvenlik 
perspektifi biraz daha geri planda kalıyor. Diplomasi, kültür, ekonomi 
daha ön plana çıkmaya başlıyor. 2001 yılındaki büyük ekonomik kriz. 
Ekonomi %12 küçülmüştü, bu durumu aşmak için Türkiye’de uygulanan 
politikalardan birisi; yakın çevreyle dış ticareti geliştirme, bunun için 
dış ticaret müsteşarlığı bir program geliştirdi ve yakın çevreyle ihracatı 
geliştirecek bir politika izlemeye başladı. Yakın çevre olarak Suriye, Irak, 
İran, Gürcistan, Yunanistan, Bulgaristan ve biraz daha etrafındaki halk. 
bu bakımdan yakın çevreye ihracat yapmak Türkiye için daha öncelikli 
bir hale geldi. 

   Ekonomik bir politika, dış politikayı da etkilemeye başladı ve Türkiye bu Ekonomik Önceliklerini devreye sokmaya başladı. 



RAPOR NO; 38 , 
Mayıs 2015 
ORTADOĞU STRATEJİK ARAŞTIRMALAR MERKEZİ 
ORSAM ORTADOĞU  YAZ OKULU SEMİNERİ,PROGRAMI 

Yayına Hazırlayan, 
Dr. Tuğba Evrim Maden
Kazım Özalp Mahallesi Rabat Sokak No: 27/2 
GOP Çankaya/ANKARA 
Tel: 0 312 431 21 55 
ISBN: 978-605-4615-89-6 
ANKARA - Mayıs 2015 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: +90 (312) 430 26 09 & Faks: +90 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr, 
orsam@orsam.org.tr 


***********

Kanli - Miras Sykes-Picot Anlaşmasından 100 Yıl Sonra,









“Sykes-Picot Anlaşması"ndan 100 Yıl Sonra " Kerry-Lavrov ABD & RUSYA Anlaşması "  mı?



Muhalifler, 1916'da imzalanan ve Ortadoğu'nun bugünkü sınırlarını önemli ölçüde belirleyen "Sykes-Picot Anlaşması"nın, 100 yıl sonra "Kerry-Lavrov anlaşması" şeklinde ortaya çıkmasından ve yalnız bırakılmaktan endişe ediyor.
Cenevre'deki Suriyeli muhaliflerin görüşmelere olan inancı sarsılsa da masadan çekilen taraf olmak istemiyorlar. Muhalifler, 1916'da imzalanan ve Ortadoğu'nun bugünkü sınırlarını önemli ölçüde belirleyen "Sykes-Picot Anlaşması"nın, 100 yıl sonra "Kerry-Lavrov anlaşması" şeklinde ortaya çıkmasından ve yalnız bırakılmaktan endişe ediyor.

Al Jazeera'den Ayşe Karabat’ın Cenevre izlenimleri:




Cenevre'deki Hayalet

"Hayır, hayır...!"

Cenevre’deki President Wilson Oteli’nin lobisindeki sivil güvenlik görevlisi, fotoğraf kameramızı daha çantamızdan çıkarır çıkarmaz, böyle seslendi bize.
Çünkü bu otelin lobisine açılan toplantı salonlarında Suriyeli muhalifler ne yapacaklarını tartışıyor ve önlerindeki zor seçenekleri değerlendiriyorlar. Lobide, muhalifleri destekleyen ülkelerin diplomatları da cirit atıyor. Onlara fikir veriyorlar, pozisyon belirlemelerine yardımcı olmaya çalışıyorlar. Lobinin şu veya bu köşesinde tarihe yön verecek olan tartışmalar yaşanıyor.
Muhaliflerin müzakere ekibinde görüş ayrılıkları var, kimisi ‘gidelim buradan’ diyor, kimisi ne olursa olsun kalmaktan yana. Şimdilik ağır basan görüş ‘Masadan kalkan biz olmayalım.’ Ama bu da her an değişebilir.
Hatta sabah başka bir şey söyleyen bir muhalif, bir kaç saat sonra konuştuğumuzda başka bir fikri savunabiliyor.
Cenevre'de hayalet dolaşıyor

Muhaliflerin bir kısmının moralsiz olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Her ne kadar ABD, ‘Rusya hemen bombardımanı durdursun’ açıklaması yapmış olsa da "Acaba Ruslar ve Amerikalılar anlaştı ve ‘istikrar sağlansın da nasıl sağlanırsa sağlansın’ diye düşünüp Esed’in ilerlemesine izin mi veriyorlar?" diye düşünenler de var.
Moralinin epey bozuk olduğunu saklamayan ama adını vermek istemeyen karar alıcılar arasındaki bir muhalif şunları da söyledi:
"Hani Sykes-Picot vardı ya... Belki de ‘Kerry-Lavrov’ diye bir şeyden söz edecek çocuklarımız."
Birinci Dünya Savaşı devam ederken 1916 yılında Fransız diplomat François George Picot, İngiliz meslektaşı Sir Mark Sykes ile, Filistin’i İngiltere’ye, Suriye ve Lübnan’ı da Fransa yönetimine bırakan gizli Sykes-Picot Anlaşması’nı imzalamıştı.
Savaş bittikten sonra da Paris’te 1919 Ocak ve Haziran arasında Ortadoğu’yu da yeniden şekillendiren yüzden fazla görüşme gerçekleştirilmiş, bağımsız ve bütün olmayı hayal eden Arap milliyetçileri galipler tarafından ülkelerinin bölünmesine tanıklık etmek zorunda kalmıştı.
Cenevre’de de tüm bu görüşmelerin hayaleti dolaşıyor.

Muhalifleri destekleyen bir ülkenin üst düzey diplomatlarından biri muhaliflerin moralinin bozuk olduğunu gizlemiyor ama, bunun da bir taktik olduğu görüşünde.
"Ülke içinde rejim güçlerinin ilerlemesi biraz abartılıyor. Bir iki köy rejime geçmiş olabilir ama bu hep yaşanıyor, sonra geri alınıyor. Bu da masayı zorlama taktiği."
 
 


Rus destekli rejim Halep’te ilerliyor

Ama muhalifler Cenevre’deki görüşmelere ilişkin yol haritası belirlemeye çalışırken gözleri ve kulakları ülke içindeki gelişmelerde.
Rusya’nın havadan desteklediği rejim güçleri ve milisler Halep’te ilerliyor.

Oysa muhalifler Cenevre’ye gelmeyi kabul ederken net bir biçimde bombardımanın durması, insani yardım ulaştırılması ve kuşatmaların kaldırılmasını istemiş, bu konularda özellikle ABD’den kuvvetli sözler almışlardı.
Suriye’de BM rakamlarına göre 480 bin kişi kuşatma altında. 13 milyon insanın da acil yardım ihtiyacı var.
Muhalifler, bunların gerçekleşmesinin BM Güvenlik Konseyi Kararı ile bağlayıcılığa kavuştuğunu hatırlatıyorlar. Onlara göre bu insani konular müzakere edilemez. Dolayısıyla durum değişmemişken ve hem uluslararası güçler verdikleri sözleri tutmazken, hem de rejim ülke içinde ilerlerken burada görüşmelerin yapılamayacağını, yapılsa bile bir sonuç çıkmayacağını düşünüyorlar.
Ama masadan kalkarlarsa, soruna siyasal çözüm bulma iddiasındaki bir müzakere masasının uzun bir süre daha kurulamayacağının da farkındalar.
BM Suriye Özel Temsilcisi Staffan Mistura da bunu açık açık dile getirdi. 2012’de ve 2014’de de soruna siyasal çözüm bulmak isteyen Cenevre görüşmeleri yapıldığını katıldığı yerel bir tv programında salı akşamı hatırlatan Mistura şunları söyledi:

"Beş yıllık bir savaştan sonra, taraflar birbirinden nefret ederken ve arada hiç güven yokken görüşmeler her an çökebilir tabii. Ama görüşmeler iki denemeden sonra bu kez de çökerse, Suriye için hiç umut kalmaz."
Muhalifler, görüşmelerden çekilirlerse, onları masaya oturtmak için epey uğraşan başta ABD olmak üzere, Batılı ülkelerin desteğini de kaybedebileceklerinden endişe ediyorlar bir yandan da.
Muhaliflerin önündeki başka bir seçenek de masadan kalkmamak ama görüşmeleri dondurmak. Rusya bombardımanı sona erinceye kadar Cenevre’de kalmaya devam etmek ve görüşmelere gitmemek.
Bu seçeneği Suriyeli muhaliflerin oluşturduğu Yüksek Müzakere Heyeti sözcülerinden Nasan Ağa da dile getirdi. Ağa’ya göre, rejim ve Rusya Cenevre görüşmeleriyle alay ediyor.
BM Özel Temsilcisi Mistura, muhaliflerle Salı günü görüşememişti. Muhalifler randevuya gelmedi. Mistura Çarşamba günü akşamı da muhaliflerle görüşmek istiyor ama muhalifler bu toplantıya gidip gitmeyeceklerine henüz karar vermedi. Gideceklerse de şunu söyleyecekler:

"Siz BM olarak bize söz verdiniz. Ama yerine getirmiyorsunuz, getiremeyecekseniz, söyleyin başımızın çaresine bakalım."





***