ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ABD etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Kasım 2020 Cumartesi

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 5

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 5


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,



İsrail, bu amaçla Erbil’de büyük ve modern bir havaalanı inşa etmiştir. (Harita-2) 


ABD ve İsrail, Şah döneminde (1950’lerden 1970’lere kadar) yaptıkları 
uygulamanın aynısını, fakat tam ters yöne gerçekleştirmektedirler. O zaman 
Kürtleri kullanarak Irak içlerinde terörist eylemler düzenlemek için İran topraklarından yararlanıyorlardı. Şimdi İran’a karşı Irak topraklarından yararlanmaktadırlar. Değişmeyen, tek şey Kürtlerin kullanılıyor olmasıdır. 
Son dönemde Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin Türkiye’ye yönelik olumsuz yansımaları PKK terörünün tırmanışa geçmesinde kendisini göstermiştir. 
Terör tırmanırken, Türk Ordusu’nun kayıpları da giderek artmaktadır. 
Terörist saldırılar, genellikle Kuzey Irak’ta üslenen gruplarca gerçekleştirilmekte, 
Türkiye’nin terör üslerinin ortadan kaldırılması yönündeki istemleri ise, sağır kulaklardan dönmektedir. ABD’nin bu konuda etkisiz kalması, bu ülkenin yetkili organlarınca, Irak’taki Amerikan işgaline karşı süre giden direnişe dayandırılmakta dır. Irak’ta zor durumda bulunan ABD, yalnızca Kuzey Irak’taki Kürtlerin desteğine sahiptir; PKK’ya karşı askeri bir operasyon düzenleyerek bu tek destek noktasını da yitirmeyi göze alamaz denmektedir.61 

İran, Kuzey Irak’ta kendisi için tehdit oluşturan yapılanmaya karşı gerekli önlemleri almış, askeri müdahale ile sınırda belli bir güvenlik koridoru oluşturmuş tur. Türkiye ise, tüm kayıplarına karşın bunu bir türlü yapamamıştır. Askeri kanatla hükümet arasındaki bir tür “kedi-fare oyunu”62 yüzünden aylardır süren müdahale söylentilerinin içi bir türlü doldurulamamıştır. Hükümet, Batı’nın, 
kendisi için yaşamsal olduğunu düşündüğü maddi desteğini yitirmekten çekinmektedir. 

Öte yandan asker kanadının da bazı kaygıları olduğu anlaşılmaktadır. 
Kuzey Irak’a yönelik bir askeri operasyonun anlamı, sınırın 3-5 kilometre 
içini hedef alan sınırlı bir müdahale değildir. Türkiye, sıcak takip hakkını kullanarak, bunu zaten her zaman yapmaktadır. Sorun, daha derin bir harekâtın 
Batı tarafından tolore edilmeyeceği endişesidir. 

Türkiye, 1983-1997 yılları arasında 36 kez Kuzey Irak’a yönelik sınırötesi 
operasyon yapmıştır. Hatta 1997 yılında 50 bin askerle sınırın 200 kilometre 
içine kadar girilmişti. Fakat o zaman koşullar çok farklıydı. Bağdat’ta, 
Kürt irredentist ulusçuluğuna gem vurulması gerektiği konusunda Ankara ile 
aynı görüşte olan Saddam Hüseyin yönetimi vardı. ABD, Türkiye ile arasındaki 
NATO ittifakını bugünkünden çok daha fazla önemsiyordu. Irak, dünyanın 
bir numaralı gündem maddesi değildi. Bugün, Bağdat’ta merkezî otorite diye 
adlandırılabilecek bir yönetim yoktur; ülke fiilen işgal altındadır. Kuzey Irak’ta 
de facto Kürdistan yönetimi iş başındadır. ABD ve İsrail başta olmak üzere tüm 
Batı’nın desteğine sahip olan bu yönetim, PKK’nın arkasında durmaktadır. 
Soğuk Savaş dönemindeki ve 1990’lardaki önceliklerini büyük ölçüde değiştirmiş 
olan ABD’nin stratejik hesapları içinde Kürtlerin ağırlığı ciddi olarak artmış bulunmaktadır. Türkiye’nin ise, her ne olursa olsun Batı’dan kopamayacağı 
ve denetim altında tutulacağına kesin olarak inanılmaktadır. Bir sonraki 
adım, Kerkük’ün Kürdistan özerk yönetimi sınırları içine dâhil edilmesi 
olacaktır. Türkiye’nin karşı çıkışlarına bakılmaksızın, bu süreç de kararlılıkla 
uygulanmaktadır. Kerkük’ün zengin petrol yataklarına da bu yolla el koyma 
beklentisi, ABD ve İsrail’in gözünde Kürtlerin değerini daha da arttırmaktadır. 
Fakat hepsinden önemlisi, tıpkı 90 yıl önce İngiliz emperyalistlerinin gördüğü 
gibi, ABD-İsrail ikilisi de Kürt ulusçuluğunu, bölgeye yönelik en güçlü potansiyel jeo-stratejik silah olarak görmektedir. Bu silahı kullanarak, kritik Türk-Arap-İran üçgenini denetim altında tutabileceklerini hesaplamaktadırlar. ABD ve İsrail, nihai amaçlarının bağımsız Kürdistan yaratmak olduğu gerçeğini açığa vurmaktan özenle kaçınmaktadırlar. Bu arada, bir yandan terör konusunda Türkiye’ye umut verici mesajlar gönderirken, bir yandan da PKK’ya el altından silah ve lojistik destek sağlamaktadırlar. Irak’taki varlığının uzun süreli olacağını hesaplayan ABD, burada Kore modelini uygulayarak 14 kalıcı askeri üs kurmayı tasarlamaktadır. Kürt medyasına göre bu üslerden 3 tanesi Kuzey Irak’ın Kürt bölgelerinde -Erbil, Dohuk ve Süleymaniye’de-kurulacaktır.63 Bu ise, ABD’nin Türkiye’deki İncirlik üssüne olan gereksinimini büyük ölçüde ortadan kaldıracak bir gelişmedir. Türk Ordusu’nun sınır ötesi operasyon yapacağı söylentileri artınca, iki Amerikan uçağı Türkiye-Irak sınırını “yanlışlıkla” ihlal etti. Bu, Amerikan diplomasisinin ince bir uyarısıydı. “Sınırı geçersen karşında beni bulursun” denmek isteniyordu. Bundan kısa bir süre sonra, yıllardır sözde Ermeni soykırım savlarına karşı çıkan ve bu konuda Amerikan Kongresi’ndeki girişimleri sürekli olarak etkisiz kılan ABD’deki en büyük Yahudi lobi kuruluşu AIPAC, Ermeni soykırım savlarını tanıdığını açıkladı. 
Türkiye’nin İsrail nezdindeki yoğun girişimleri sonucunda AIPAC, açıklamasını 
geri çekti ve Türkiye’ye bu konuda herhangi bir yaklaşım değişikliği bulunmadığı güvencesi verildi. Kuşkusuz ne AIPAC’ın İsrail hükümetinden, ne de İsrail’in ABD’den bağımsız hareket etmesi söz konusu değildir. Yani bu da yine ince bir diplomasi oyunuydu. Türkiye’ye “uyumlu” davranmazsa nelerin olabileceği anımsatılıyordu. 

Türkiye tüm bu uyarıları dikkate almayıp, Kuzey Irak’a kapsamlı bir müdahalede 
bulunsaydı, bu stratejik bir hata olurdu. Bir yıl önce Güney Lübnan’a müdahale eden İsrail Ordusu’nun Hizbullah direnişini kıramadığı ve hedeflerine tam olarak ulaşamadığı gözden kaçırılmaması gereken bir gerçektir. Kaldı ki, Kuzey Irak’a müdahale eden Türk Ordusu, karşısında yalnız gerilla güçlerini değil, yıllardır Amerikalı ve İsrailli uzmanlarca eğitilip silahlandırılan düzenli “Kürt Ordusu”nu bulabilirdi. Türk Ordusu, kendisini Kürtlerin, Arapların, İranlıların, Amerikalıların, İsraillilerin dahil olduğu bir büyük bataklığın içinde bulabilirdi. Olasılıkla bu, Kuzey Irak’taki de facto Kürdistan devletinin resmen tanınması sürecini kısaltan bir gelişme olurdu. Resmen tanıma için zaten fırsat kollayan Batılılar, bunu bir fırsat olarak değerlendirebilirlerdi. 

Sonuç: 

Bölgeyi Bekleyen Gelecek Bağımsız “Kürdistan” devleti projesinin gerçek sahibi ve mimarı, başından beri İsrail’dir. İsrail, “peripheral strategy” adını verdiği temel stratejisi içinde önemli bir yer tutan Kürdistan stratejisini daha 1930’larda, İsrail devleti kurulmadan önce oluşturmuş, o zamandan beri de başarıyla uygulayarak bugün gelinen noktaya ulaşmıştır. Kürdistan tasarısının, Türkiye Cumhuriyeti topraklarını hedef almadığını düşünmek saflık olur. Kuzey Irak’ta kurulacak bir 
devlet, hiç kuşku yok ki, daha uzun dönemli bir planın ilk halkasını oluşturacaktır. 
Gelecekte Ortadoğu için suyun petrolden çok daha büyük bir stratejik değer kazanacağı da, Ortadoğu’nun su kaynaklarının Doğu Anadolu’da bulunduğu 
da, gelecekte bu kaynakları denetleyebilen gücün, tüm Ortadoğu’yu denetleyeceği de bir sır değildir. Nitekim İngiliz istihbarat uzmanlarının bu saptamayı daha 90 yıl önce yapmış olduklarını gördük. Bu bağlamda, İsrail’in, GAP bölgesinden bol miktarda toprak satın alması elbette bir rastlantı değildir. 

İsrail’in Kürtlere ilgisi ne yenidir; ne de amaçsızdır. İsrail’in Kürtlere ve 
Kürt coğrafyasına duyduğu ilgi, uzun vadeli stratejisinin bir gereğidir. 64 
İsrailli, Alman ve Hintli genetik uzmanlarından oluşan bir araştırma ekibince yapılan kapsamlı bir araştırmanın sonuçları 2001 yılında açıklanmıştır. 
Ekibin başında Hebrew Üniversitesi profesörlerinden Ariella Oppenheim 
ve Marina Feurman bulunuyordu. Araştırma raporunda Yahudilerle Kürtler 
arasındaki genetik benzeşmenin, Yahudilerle Araplar arasındaki genetik yakınlıktan daha fazla olduğu ileri sürülüyordu.65 Oysa Araplarla Yahudilerin 
aynı etnik kökenden -Sami kökünden- geldikleri ve konuştukları dillerin de 
-Arapça ve İbranice- Semitik dil grubundan olduğu bilinmektedir. Kürtler ise 
İranî dilinin lehçelerini konuşmaktadırlar. Dolayısıyla araştırmanın inandırıcılığı 
ve bilimsel geçerliliği son derece tartışmalıdır. Tarihte ırkçılıktan en fazla zarar görmüş halk olan Yahudilerin, ırksal köklerini araştırmak, Kürtlerle aralarında ırksal bir yakınlık kurmak ve bunu tam da bu dönemde yapmak gereksinimini duymuş olmaları dikkat çekicidir. Bu “bilimsel” araştırmanın arkasında geleceğe ilişkin siyasal hesapların bulunduğu anlaşılmaktadır. 

Bugün Kuzey Irak’ın yönetsel denetimi görünüşte IKDP ve IKYB’nin elindedir. Ancak bu gruplar, ekonomik, siyasal ve askeri olarak ABD ve İsrail’in 
güdümü altındadırlar. Barzani ve Talabani, Batılı velinimetlerinin istek ve beklentileri doğrultusunda hareket ederek özerklik ve bağımsızlık yönünde ortak 
savaşım verdikleri görüntüsünü yaratmaya çalışsalar da, aralarında geçmişe 
dayanan derin bir düşmanlık bulunmaktadır. IKDP’nin daha feodal ve gelenekçi, 
IKYB’nin daha seküler bir anlayışa sahip olmasının yarattığı farklılık bir yana, ancak aşiret örgütlenmesinin yapısal zaaflarıyla açıklanabilecek aşılması olanaksız güvensizlik ve çekememezlikler, koşulların zorladığı ve Batılıların elbirliğiyle teşvik ettiği aldatıcı işbirliği görüntüsünün altında gizlenmeye çalışılmaktadır.66 

Kuzey Irak’ın 1991 yılından bu yana süregelen hukuksal statüsünün uluslararası hukukta bir karşılığı bulunmamaktadır. Resmen bir mandat ya da himaye durumundan söz edilemez. Ama bölge 16 yıldır Bağdat’taki merkezî yönetime de bağlı değildir. 1991 yılında Turgut Özal’ın girişimiyle oluşturulan ve yine uluslararası hukukta hiçbir tanımı olmayan “güvenli bölge”nin ilan edilmesinden bu yana, Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinin özerkliği günden güne güçlenmiş ve ortaya de facto bir devlet çıkmıştır. 2003 yılındaki Amerikan işgali, Kürtlerin 1991 yılından beri elde ettikleri kazanımları konsolide etmiştir. Bugün Kuzey Irak’ta, kendi hükümetine, meclisine, ordusuna, polis gücüne ve devlet olmanın gerektirdiği tüm simgesel ve kurumsal altyapıya sahip bir örgütlenme vardır. 

Bu, aslında bağımsız bir devlettir. Tek gereksinimi, bunu resmen ifade edebilmesini sağlayacak şekilde uluslararası tanınma koşulunun yerine getirilmesidir. Bunu gerçekleşmesi ise, yalnızca bir zaman sorunudur.67 
Bununla birlikte, Kürtlerdeki toplumsal örgütlenmenin yapısını ve niteliğini iyi bilenler, bağımsız bir Kürt Devleti’nin kendi gücüyle ayakta kalması olasılığının son derece zayıf olduğunun ayrımındadırlar. Kürtlerin, kendi aralarında birlik ve bütünlük oluşturmaları kolay değildir. Daha 1918 yılında Arnold T. Wilson tarafından yapılan bu saptama halen geçerliliğini korumaktadır. Aşiret ilişkileri üzerine siyasi bir kurumlaşma yapılandırılamaz. Tarihin hiçbir döneminde, başka hiçbir etnik gruba, kendi siyasi yapılarını oluşturabilmeleri için 20. yüzyılda, özellikle de son 15 yılda Kürtlere verilen destek çapında bir destek verilmemiştir. Buna karşın Kürtler, aralarındaki anlaşmazlıkları aşarak kendi ayakları üzerinde durmayı başaramamışlardır. Bugünkü yapı, varlığını bütünüyle ABD askeri korumasına borçludur. Amerikan koruması kalktığı anda Kuzey Irak’taki “devlet” kâğıttan bir kale gibi birdenbire yıkılacaktır. O zaman Kürtler, onları “hain” kimliğiyle damgalamış olan diğer bölgesel güçlerle ilişkilerinde çok zor bir durumda kalacaklardır.68 

Bu gerçeği bildikleri için ABD ve İsrail, süreci kendi inisiyatifleri altında sonuçlandırmaya kararlı görünmektedirler. Başlangıçta Irak’ta göstermelik bir 
federasyon kurulsa bile, bu zorlama ve geçici bir yapılanma olacaktır. Amerikan işgali, Irak’ın toprak bütünlüğünü fiilen ortadan kaldırmıştır. Atılacak son adım, bu durumun resmen kabul ve ilan edilmesidir. (Harita-3) Bu adım atıldığında bölge, İsrail Devleti’nin kurulmasının yol açtığından çok daha büyük bir çatışma ve kaos ortamına sürüklenecektir. Çünkü İsrail Devleti’nin karşısında esas itibariyle yalnızca Araplar vardı. “Kürdistan” Devleti’nin karşısında ise, tüm bölge güçleri yer alacaktır. Ortaya çıkacak çatışma ve kaostan tüm bölge halkları zarar görecektir. Fakat kuşkusuz en ağır bedeli yine Kürtler ödeyecektir. Ama emperyalizme güvenilemeyeceği konusunda tarihten ders almayanların bu aymazlıklarının bedelini er geç ödemeleri kaçınılmazdır. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 4

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 4


Emperyalizmin Kürt Kartı, İhsan Şerif Kaymaz,Kürt sorunu,emperyalizm,İngiltere,İsrail,Irak,Türkiye,ABD,Suriye,


Kuzey Irak seçimlerinden 1 ay sonra, Haziran 1992’de, Irak Ulusal Kongresi 
Viyana’da ikinci toplantısını yaptı ve aralarında Barzani ile Talabani’nin 
de bulunduğu 8 kişilik bir heyeti Amerikan yönetimiyle görüşmelerde bulunmak 
üzere Washington’a gönderme kararı aldı. Heyet, 29 Temmuz 1992’de 
ABD Dışişleri Bakanı James Baker tarafından kabul edildi. İzleyen yıllarda, 
Amerikan yönetimiyle Kürt liderler arasındaki görüşmeler sık sık yinelendi. 
Üstelik bu süreçte Barzani, Talabani ve diğer Kürt temsilcileri ABD’ye Türkiye 
Cumhuriyeti’nin verdiği kırmızı pasaportlarla giriş yaptılar. 
Kuzey Irak’ta Türkiye’nin desteğiyle kurulan de facto Kürdistan Devleti, 
yine Türkiye’nin yardım ve desteğiyle kurumsallaşma olanağı buldu. 10 yılı 
aşkın süreyle Türkiye toprakları, “insani yardım” adı altında Kuzey Irak’a ulaştırılan ve nitelikleri çok tartışmalı olan yardım malzemelerinin geçirildiği ana 
güzergâh olarak kullanıldı. BM Güvenlik Konseyi’nin 1995’te aldığı 986 sayılı 
karar çerçevesinde Irak’ın petrol satışından elde ettiği gelirden Kuzey Irak’taki 
Kürt gruplara ayrılması şart koşulan % 15’lik bölüm ve Amerikan Kongresi’nin 
1998’de kabul ettiği “Irak’ı Özgürleştirme Yasası” çerçevesinde ABD’nin Iraklı 
muhaliflere yaptığı 97 milyon dolarlık maddi yardım, Türkiye toprakları kulla-
nılarak Kuzey Irak’taki Kürt gruplarına ulaştırıldı. Ayrıca bu gruplar, Türkiye ile 
yaptıkları sınır ticaretinden de önemli miktarda gelir elde ediyorlardı. “Çekiç 
Güç / Keşif Gücü” bünyesinde faaliyet gösteren Amerikan-İngiliz uçaklarının 
bu Kürt gruplarına, görev tanımlarıyla bağdaşmayacak biçimde bazı yardımlarda 
bulunduklarına ilişkin spekülasyonlar da hiç eksik olmadı.40 
Diğer yandan, Kuzey Irak’ta yaratılan ortam, burada üslenen PKK’nin 
Türkiye’ye yönelik eylemlerini daha kolay örgütlemesine olanak sağladı. Türkiye, 
1984’te Irak ile yaptığı anlaşmaya dayanarak, Kuzey Irak’a birkaç kez askeri 
operasyon düzenledi. Ama bir yandan PKK’nin üslenip örgütlenmesi için 
uygun ortamın hazırlanmasına katkıda bulunulurken, diğer yandan PKK’ya 
yönelik operasyonlar düzenlemenin inandırıcılığını elbette tarih sorgulayacaktır. 

1992’deki parlamento seçimlerinin üzerinden 2 yıl bile geçmeden, 
IKDP ile IKYB yanlıları arasında çatışma çıktı. Bu koşullarda parlamento 
ve hükümet faaliyetleri elbette sona erdi yani de facto yönetim çöktü. 1994 
Haziranı’nda, Türkiye devreye girerek, tarafları Silopi’de bir araya getirdi ve 
-her nedense- uzlaşmalarını sağlamaya çalıştı. Ancak Silopi görüşmelerinden 
sonuç alınamadı. Ağustos ayında, İran’ın desteklediği Talabani’ye bağlı 
peşmergeler, IKDP’nin yönetim merkezinin bulunduğu Erbil’i ele geçirdiler. 
Bundan sonra çatışmalar daha da şiddetlendi. ABD’nin devreye girmesiyle 
görüşme trafiği yeniden başlatıldı. 1995 Temmuz’unda Lizbon’da, aynı yılın 
Eylül’ünde Dublin’de bir araya gelen taraflar anlaşmaya varamadılar. Ekim 
ayında bu kez İran’ın girişimiyle Tahran’da masaya oturan IKDP ve IKYB’nin 
anlaşmaları yine mümkün olmadı.41 
1996 Temmuzu’nda hiç beklenmedik bir olay yaşandı. Irak Cumhuriyet 
Muhafızları, düzenledikleri bir operasyonla Erbil’deki IKYB denetimine son 
verdiler. Bölgede kuş uçurtmayan Çekiç Güç’e bağlı uçakların Cumhuriyet 
Muhafızları’nın Erbil’e kadar gelip, IKYB’yi kentten çıkardıktan sonra geri dönmelerine göz yummaları yeni soru işaretleri yarattı. Erbil’de yeniden denetim 
sağlayan IKDP peşmergeleri, kısa bir süre sonra IKYB’nin yönetim merkezi 
olan Süleymaniye’yi de ele geçirdiler. IKYB yanlısı Kürtler kitle halinde İran 
sınırına doğru kaçmaya başlayınca, ABD bir kez daha devreye girdi ve 23 Ekim 
1996’da taraflar arasında ateşkes antlaşması imzalanmasını sağladı. Antlaşma 
ile olayların başlangıcındaki duruma geri dönüldü. Böylece 2 yıldan uzun 
süren ve binlerce insanın ölümüne yol açan çatışmalar son buldu. 
Aralarındaki çatışmaya son veren Kürt gruplar, yine Türkiye’nin önayak 
olmasıyla, 1996 yılı Aralık ayında Ankara’da barış masasına oturdularsa 
da sonuç alamadılar. Bunun üzerine, yine ABD devreye girdi ve Barzani ile 
Talabani’yi 1998 Eylülü’nde Washington’da bir araya getirdi. Fakat antlaşma 
sağlanamadı. 2003 Martı’nda ABD müdahalesi gerçekleştiğinde, Kuzey Irak’ta 
iki siyasal ve yönetsel birim bulunuyordu. Erbil IKDP’nin, Süleymaniye ise 
IKYB’nin yönetim merkeziydi.42 
Bu arada dünya, bir başka olaya daha tanık oldu. Kuzey Irak’taki karşıt 
Kürt grupları arasındaki çatışmanın yarattığı kargaşa sırasında, çok sayıda 
özel eğitilmiş Kürt’ün ABD adına bölgede casusluk yaptıkları anlaşıldı. Amerikalılar, deşifre olan bu insanları, Türkiye üzerinden Pasifik Okyanusu’ndaki 
Guam Adası’na götürdüler. Kuzey Irak’ta Kürt Devleti’nin kurulması sürecinde 
kendilerinden yararlanıldığı anlaşılan bu insanların daha sonra ABD tarafından 
hangi amaçlarla kullanıldıkları bilinmiyor. Ama izleyen yıllardaki çeşitli 
Amerikan operasyonlarında ve 2003 yılında Irak’ın işgal edilmesi sırasında bu 
casus Kürtlerin kullanıldığını tahmin etmek güç olmasa gerektir. 

ABD ve İsrail’in Kuzey Irak Kürtlerine verdiği desteğin bir kez daha açığa 
çıkmasının Türkiye’de yarattığı rahatsızlık karşısında, dönemin İsrail Başbakanı 
Benjamin Netanyahu, 1997 Mayıs ayında PKK terörünü kınayan bir açıklama yapma gereğini duydu. Bu açıklamanın yapılmasındaki asıl amaç, PKK terörüne destek veren Suriye’ye karşı Türkiye’yi İsrail’in yanına çekmekti. 
Ancak açıklama Türkiye’yi tatmin etmedi. Bunun üzerine, daha somut adımlar 
atılmasını gerekli gören İsrail, 1998 yılında Güney Lübnan’daki terör kamplarına 
karşı düzenlediği ve “Grapes of Wrath”(=Gazap Üzümleri) adını verdiği 
operasyon sırasında Bekaa Vadisi’ndeki PKK kamplarını da vurdu. 1999’da 
ise, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yerinin belirlenmesinde Türk istihbaratına 
gerekli bilgileri sağlayarak, yakalanmasına yardımcı oldu. Böylece Kuzey 
Irak’taki eylemlerinin Türkiye’yi hedef almadığını kanıtlamaya çalıştı.43 

6. De Facto Kürdistan Devletinin Tanınmasına ve Orta-Doğu’nun Siyasi Haritasının Değiştirilmesine Doğru (2003-2007) 

İsrail’in Türkiye’yi teskin etmeye yönelik girişimleri, bölgedeki uzun vadeli 
güvenlik önceliklerinin değiştiği ve bu öncelikler içinde Kürtlerin taşıdığı 
önemin azaldığı anlamına gelmiyordu. Bölgenin siyasi haritasının, İsrail’in 
güvenlik çıkarlarına uygun olarak yeniden çizilmesi sürecinde Türkiye’nin hareketsiz kalmasının sağlanması amaçlanıyordu. Nitekim 1996 tarihinde Başbakan Netanyahu’ya sunulan bir rapor, gelecekte neyin planlandığını ortaya 
koyuyordu.44 Raporu hazırlayanlar arasında Bush yönetiminde Pentagon’un 
kilit isimleri arasında yer alacak olan Richard Perle, James Colbert, Douglas Faith, 
David Wurmser gibi isimler bulunuyordu. Bunların tümü, kısaca neo-cons olarak adlandırılan Amerikan yeni muhafazakârlarının temsilcileriydi. 

Evanjelik Hıristiyanlar, İsrail adına faaliyet gösteren dış politika uzmanları ve 
lobiciler ile aşırı sağcı politikacılardan oluşan yeni muhafazakârlar, 1990’ların 
başında Yahudi bilim adamı Bernard Lewis tarafından geliştirilen ve daha 
sonra Büyük Ortadoğu (ya da Genişletilmiş Ortadoğu) Projesi adını alacak 
olan bir tasarıma uygun olarak, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak istiyorlardı. 
İşte 1996 yılında Netanyahu’ya sunulan rapor, bu yönde atılmış bir ilk adım olması bakımından önem taşıyordu. Raporun içeriği kısaca, Ortadoğu’ya yönelik olarak uygulanması öngörülen yeni bir Amerikan-İsrail emperyal planını yansıtıyordu. 

Buna göre, 

1) İsrail’in Filistin sorununu Araplarla görüşmeler yoluyla ve “toprak karşılığı barış” (=land for peace) formülüne göre çözmesini öngören Oslo süreci terk edilmeli ve Filistinlilerin İsrail’in koşullarını kayıtsız şartsız kabul etmeleri sağlanmalıydı. 

2) İsrail topraklarını hedef alan terör eylemlerine karşı, Filistin topraklarında “sıcak takip hakkı” (right of hot pursuit) kullanılmalıydı. Lübnan’a, özellikle bu ülkedeki Suriye hedeflerine ve Hizbullah mevzilerine karşı silahlı müdahalede bulunulmalıydı. 

3) Suriye üzerinde, kitle imha silahlarına sahip olduğu gerekçesiyle baskı kurulmalı, bu ülkedeki rejim değiştirilmeli, Suriye’nin geriletilmesi, çevrelenmesi ve zayıflatılması sağlanmalıydı. Golan Tepelerinin geri verilmeyeceği açıkça ortaya konmalıydı. 

4) Irak’ta Saddam Hüseyin yönetimi görevden uzaklaştırılmalı ve Irak devleti 
yeniden yapılandırılmalıydı. Bu ülkede Haşimi hanedanının yeniden iş başına 
getirilmesi ve bu yolla Necef’teki Şii merkezinin denetim altına alınması durumunda, Güney Lübnan’daki Şiilerin İsrail karşıtı eylemlerinin önüne geçilebileceği belirtilmekteydi. 

5) İsrail, klâsik güç dengesi politikasına geri dönmeli ve bunun gereği olarak Türkiye ve Ürdün ile yakın işbirliği yapmalıydı.45 

Özetle raporda Ortadoğu’daki “düşman” rejimlerin silahlı kuvvetler kullanılarak 
değiştirilmesi, bölgeye yönelik olarak genel bir destabilizasyon ve çevreleme 
politikasının uygulanması ve bölgenin savaş ortamına sürüklenmesi öngörülüyor du.46 Netanyahu, önce rapordaki önerilere uygun bir politika izlemeye yeltendi. Ama Clinton yönetiminin uyarısıyla Filistinlilerle görüşme sürecine geri döndü.47 Ancak ABD’de 2000 yılında yapılan tartışmalı başkanlık seçimlerinden sonra kurulan George W. Bush yönetimi, raporun hazırlayıcılarının tümünü Pentagon’un kilit noktalarına getirdi. Artık raporun sahibi İsrail değil, doğrudan doğruya ABD idi.48 

Amaç, Ortadoğu’yu yeniden yapılandırmak, dolayısıyla bölgenin haritasını 
yeniden çizmekti. Bu yapılırken iki temel hedef gözetilecekti: 

1) Petrol ve doğal-gaz akışının denetlenmesi; Batı’nın endüstri merkezlerine sürekli ve güvenli enerji akışının sağlanması; 

2) İsrail’in bölgesel askeri gücünün pekiştirilmesi ve güvenliğinin sağlanması. Bölgedeki birçok ülkenin rejimleri değiştirilecek, olasılıkla yeni bazı devletler kurulacak, eskileri yeniden tanımlanacaktı. 

Yeni muhafazakârların önde gelen uzmanlarına göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra Ortadoğu’da ele geçirilen bu en büyük tarihsel fırsat iyi değerlendirilmeliydi.49 
   Bu düşünceye uygun olarak,  Sykes-Picot Antlaşması’ndan bu yana, Ortadoğu’yu hedef alan en geniş kapsamlı ve iddialı proje uygulamaya kondu. Bahane ise hazırdı: 11 Eylül saldırısı. “Tarihsel fırsat” ifadesini kullananların bundan anladıkları şey öncelikle Irak’ın, piyasa değeri 30 trilyon doların üzerinde hesaplanan zengin petrol varlığına el konacak olmasıydı. Başkan Yardımcısı Dick Chaney’in 2002 yılında açıkladığı yönetim raporunda, enerji güvenliğinin Amerikan dış politikasında merkezî bir yer tuttuğu belirtiliyor ve “Körfez bölgesinin ABD’nin uluslararası enerji politikasının odağını oluşturduğu” özellikle vurgulanıyordu.50 
Öte yandan yine aynı raporda, Amerikan yönetiminin dış politika öncelikleri arasında birinci sırayı İsrail’in güvenliği konusunun oluşturduğu görülüyordu. Yahudi devletine yöneltilebilecek her türlü tehdit kararlılıkla bertaraf edilecekti. 
Amerikan işgal güçleri plan gereği önce Afganistan ve Irak’a yerleştiler. 
Bundan sonra, neo-conların önde gelen kalemleri sıranın Suriye ve İran’da 
olduğunu yazmaya başladılar. Onlara göre, teröre karşı yürütülen savaş Suriye 
ve İran’ı içine alacak şekilde genişletilmeli, Şam ve Tahran’daki terörist 
devletler de tepelenmeliydi.51 

Bu iki hedefe karşı kullanılabilecek en stratejik hareket noktası ise, Kuzey Irak’tı. Hareketin önde gelen isimlerinden Pearle ve Wurmser, daha 1998 yılında Yahudi Forward gazetesine verdikleri demeçlerde, Kuzey Irak’taki uçuşa ve dalışa yasak bölgenin sınırlarının genişletilmesi ve İsrail, Ürdün, Orta ve Kuzey Irak ile Türkiye’nin birbirine bağlanması gerektiğini söylüyorlardı.52 

Böylece, -Afganistan ve Irak’ın da denetim altına alındığı düşünülürse- Suriye ve İran bütünüyle çevrelenmiş olacaktı. Ortadoğu’nun siyasi haritasının yeniden çizilmesi tasarlanırken Kuzey Irak’a özel bir önem verildiği anlaşılıyordu. 

Tasarıyı hazırlayıp uygulamaya koyanların, Türkiye’nin ulusal duyarlılıklarını 
gözetmek gibi bir kaygı taşımadıkları, 2003 yılının başlarında yaşanan 
tezkere bunalımı sırasında bir kez daha ortaya çıkmıştır. ABD Türkiye’den, kuzeyde ikinci bir cephe açmasına olanak tanınmasını ve Türkiye topraklarında 
kendisine kara ve hava üsleriyle çeşitli havayolu, liman ve ulaşım kolaylıkları 
sağlanmasını istemiştir. Türkiye ise, karşılığında şu taleplerde bulunmuştur: 

1) Türk Ordusu sınır güvenliğini sağlayabilmek amacıyla Kuzey Irak’ta doğrudan 
ve bağımsız olarak operasyon yapabilmelidir; 

2) Barzani ve Talabani’ye bağlı peşmergelere verilmesi öngörülen silahların dağıtımı Türkiye’nin denetiminde yapılmalı ve operasyon bittikten sonra bu silahlar yine Türkiye’nin denetiminde toplanmalıdır; 

3) Kuzey Irak’taki Amerikan askerlerinin görevi, bölgedeki Türk birlikleriyle 36. paralelin güneyindeki Amerikan birlikleri arasında bağlantıyı sağlamakla sınırlı olmalıdır; 

4) Katar’daki komuta merkezinde Amerikalı komutanla birlikte bir Türk komutan da görev yapmalıdır; 

5) Türkiye’de, Katar’dakine eş ikinci bir harekât merkezi kurulmalı ve bunun da 
başına birer Amerikalı ve Türk komutan atanmalıdır. Türk isteklerinden özellikle 
ilk ikisi Amerikan tarafınca kabul edilmeyince anlaşma sağlanamamıştır. 
Ama gerek dünya medyası, gerekse bizim bilinen medyamız, sanki anlaşmazlık 
ekonomik konulardan çıkmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışmışlardır. İşgal 
operasyonu başladıktan sonra ABD, Türkiye’yi Kuzey Irak’a girmemesi konusunda 
uyarmıştır. Ama aynı ABD, Türkiye’den, Amerikan füze ve uçaklarının 
geçmesi için hava sahasını açmasını istemekten de geri kalmamıştır.53 
2003 müdahalesi, Kuzey Irak’ta 1991’de Türkiye’nin hatasıyla kurulan 
ve yine Türkiye’nin yıllarca süren hatalarıyla gelişip serpilen özerk Kürt yapılanmasının daha da güçlenmesi sonucunu doğurmuştur. Buna bağlı olarak, 
başından beri çok güçlü temeller üzerinde kurulmasına özen gösterilen İsrail
Kürt ilişkilerinin, bundan sonra daha da güçleneceği ve bu durumun İsrail’i, 
başta Türkiye olmak üzere tüm bölge ülkeleri ile ilişkilerini yeniden tanımlamaya 
yönelteceği anlaşılmaktadır.54 Nitekim 2004 yılında IKDP lideri Mesud 
Barzani ve IKYB lideri Celal Talabani ile görüşen İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 
Iraklı Kürtlerle gayet iyi ilişkiler içinde oluklarını ve bu ilişkilerini daha da geliştireceklerini kamuoyu önünde ilan etti.55 
Bundan sonra, gerçekten de ilişkilerin özellikle güvenlik boyutunda hızla geliştiğine tanık olundu. İsrailli askeri uzmanların peşmergeleri düzensiz milis gruplarından düzenli orduya dönüştürürülecek şekilde eğittikleri ortaya çıktı.56 

Gerçi hem Barzani, hem de Talabani haberi yalanladılar; buna karşın haberin doğru olduğundan kimsenin kuşkusu bulunmamaktadır. İsrail hükümeti, Türk hükümetine resmi güvence vererek, eğer İsrailli uzmanlar Kuzey Irak’taki Kürtlere askeri eğitim sağlıyorlarsa bile, bunun İsrail devletinin inisiyatifiyle gerçekleşme diğini, peşmergelere askeri eğitim verenlerin bireysel olarak hareket eden İsrailliler olabileceğini öne sürdü.57 Elbette bu güvence inandırıcı olmaktan çok uzaktı. İsrail’in, sayıları 75 binle 100 bin arasında değişen peşmergeleri düzenli ordu haline getirmek için Kuzey Irak’ta büyük bir askeri eğitim merkezi kurduğu ve amacının, hem İran’a karşı gerçekleştirilecek olası bir müdahalede, hem Irak içindeki Şii ve Sünni İslâmî unsurların etkisizleştirilmesinde bu güçten yararlanmak olduğu biliniyor.58 Fakat böyle bir gücün, bir kere oluşturulduktan sonra, Türkiye’ye karşı da kullanılmayacağını düşünmek gerçekçi olur mu? Nitekim Kuzey Iraklı Kürt liderlerin Türkiye’ye karşı giderek pervasızlaşan tehditkâr söylemlerinin ardında ABD ve İsrail’den aldıkları doğrudan/dolaylı destek kadar, askeri güçlerinin giderek büyümekte oluşundan duydukları güven duygusu da vardır. İran sorunu ciddiyet kazandıkça, “Kürt sorunu”nun giderek daha çok ısınacağı ve Türkiye’nin ABD ve İsrail’le olan ilişkilerinin bundan olumsuz etkileneceği anlaşılmaktadır. İran’a müdahale olasılığı gün geçtikçe ağırlık kazanmaktadır. 

Bunun en önemli göstergesi, ABD ve İsrail’in İran’a karşı “Kürt kartı”nı açıkça kullanmaya başlamış olmalardır. İran’daki çeşitli ayrılıkçı Kürt örgütleri Mossad ve CIA’nın girişimleriyle 2006 yılının Mart ayında Kuzey Irak’ın Erbil kentinde “Doğu Kürdistan (İran Kürdistanı) Birleşik Cephesi” adı altında birleştirilmişlerdir.59 “Birleşik Cephe”nin amacının, Tahran yönetimine karşı silahlı savaşım vermek olduğu açıklandı. Kısa adı PJAK olan örgüt, lojistik merkez olarak Kuzey Irak topraklarını kullanmakta ve ABD ile İsrail’in sağladığı maddi ve askeri destekten yararlanarak İran içlerinde çeşitli terörist eylemler düzenlemektedir.60 ABD ve İsrail, doğrudan değil, örtülü şirketler ve örgütler aracılığıyla, ama büyük bir kararlılıkla Kuzey Irak’taki askeri, siyasi ve ekonomik etkinliklerini artırmaya çalışmaktadırlar. Bu amaçla Kuzey Irak’a, ileride İran’a karşı kullanmak düşüncesiyle önemli alt-yapı yatırımları yapmaktadırlar. 


***

Emperyalizmin “Kürt” Kartı., BÖLÜM 3

Emperyalizmin “Kürt” Kartı.,  BÖLÜM 3




4. Abd ve İsrail’in “Kürt Kartı”nı İngiltere’den Devralması  (1958-1991) 

14 Temmuz 1958 tarihinde, General Abdülkerim Kasım liderliğindeki bir askeri 
darbeyle Irak’taki monarşi yönetimi yıkıldı ve cumhuriyet ilan edildi. Haşimi 
hanedanının mensupları ve monarşi rejiminin önde gelenleri öldürüldüler. 
Bağdat üzerindeki İngiliz etkisi böylece son bulurken, General Kasım Sovyet 
yönetimi ile yakın ilişkiler kurdu. Bu sayede, Sovyetler Birliği’nde sürgün hayatı 
yaşamakta olan Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’a geri dönme olanağı 
buldu. Rusya’da askeri eğitim görmüş olan 2 bin peşmerge de onunla birlikte 
geldi. Abdülkerim Kasım yönetiminin Irak’ı Batı çizgisinden uzaklaştıran bir 
politika izlemeye başlaması karşısında ABD, İsrail ve İran’ın desteklediği Kürt 
aşiretleri, 1961 yılında Barzani liderliğinde ayaklandılar. Merkezî yönetime 
karşı gerilla savaşımı yürüten Kürtlere, gereksinim duydukları her türlü lojistik 
destek İran topraklarından sağlanıyordu. Askeri eğitim, silah ve mühimmat 
gereksinimleri İsrail ve ABD tarafından karşılanıyordu. Bu dönemde yüzlerce 
Mossad ajanı ve İsrailli askeri uzman İran ve Irak’ta Kürtlerin yaşadığı topraklara 
yerleşmiş durumdaydı. Bu topraklar üs olarak kullanılmak suretiyle, 
Irak içlerinde örtülü operasyonlar yürütülüyordu. İsrail’in Mossad aracılığıyla 
ve Kürtleri kullanarak Irak’ta gerçekleştirdiği yıkıcı ve terörist eylemlerde, bu 
ülkede görev yapan Batılı insani yardım örgütlerinin gönüllülerinden de etkin 
biçimde yararlanılmaktaydı.32 
1960’lı yıllar Irak’ta birbirini izleyen askeri darbelerle geçti ve etkili bir 
merkezî yönetim kurulamadı. Ülke, 1963’e kadar General Abdülkerim Kasım, 
1966’ya kadar General Abdüsselam Arif, 1968’e kadar da General Abdurrahman 
Arif liderliğindeki askeri cuntalar tarafından yönetildi. 
İstikrarlı bir yönetimin kurulamaması nedeniyle Kürt ayaklanmasına karşı etkili bir savaşım yürütülemedi. Bu dönemde Irak, Kürt ayaklanmacılarına karşı Suriye’nin desteğinden yararlandı. 1963 yılından itibaren Suriye birlikleri, Musul, Zaho ve 
Dohuk’ta Kürtlere karşı yürütülen operasyonlara fiilen katılmaya başladılar. 
İki ülke arasındaki yakınlaşma siyasi bir birlik oluşturma düşüncesinin ortaya 
çıkmasına yol açtı. 1963 yılının Ekim ayında bu yönde bir antlaşma imzalandı. 
Her ikisinde de Baas Partisi’nin iktidarda olduğu Suriye ve Irak tek bir devlet 
çatısı altında birleşecekti; iki ülke orduları da ortak bir komutanlık altında 
yeniden yapılandırılacaktı. Ama Irak’taki siyasi istikrarsızlık, bu antlaşmanın 
yaşama geçirilmesine olanak vermedi ve bir süre sonra Kuzey Irak’taki Suriye 
birlikleri geri çekildiler.33 

1968 yılında Baas Partisi’nin ülke yönetimine kesin olarak el koymasıyla 
birlikte, Irak’ta siyasi istikrar sağlandı. Fakat geçen 7 yıl süresince Kürt ayaklanması genişlemiş ve ciddi bir sorun haline gelmişti. İsrail, ABD ve İran’ın 
gizli istihbarat servisleri -Mossad, CIA ve SAVAK- tarafından etkin biçimde 
desteklenen Molla Mustafa Barzani, önemli bir güç edinmişti. Hatta IKDP, 
1960’ların sonunda Mossad’ın yardımıyla kendi gizli istihbarat örgütünü (PARASTİN) bile kurmuş ve faaliyete geçirmiş durumdaydı. 34 

Bu koşullar altında Baas yönetimi, Kürt ayaklanmasını sonlandıracak 
en uygun çözümün Barzani’yi devletle barıştırmak olduğunu değerlendirdi. 
Bu amaçla, Erbil, Dohuk ve Süleymaniye illerini kapsayan ve zaten bir süredir 
peşmergelerin denetiminde bulunan topraklar üzerinde bir Özerk Kürt Bölgesi 
kuruldu. Fakat Baas yönetimiyle Barzani arasındaki yakınlaşma çok kısa 
sürdü. Çünkü ABD ve İsrail, Araplara karşı ellerindeki en önemli kozlardan biri 
olan “Kürt kartı”nı yitirmeleri anlamına gelen böyle bir yakınlaşmaya izin veremezlerdi. 

Kürtler ise zaten her zaman istismara çok açıklardı. Barzani, Amerikalı 
ve İsrailli akıl hocalarının telkiniyle, Bağdat yönetiminden karşılanamayacak 
isteklerde bulundu; hatta Kerkük petrolleri üzerinde hak iddia etti. Baas 
yönetiminin Irak petrollerini millileştirdiği ve Sovyetler Birliği ile bir dostluk 
ve işbirliği antlaşması imzaladığı 1972 yılında Kürt ayaklanması eskisinden 
daha şiddetli olarak yeniden başladı. Ayaklanma sürerken, 1973 yılının Ekim 
ayında, tarihe Yom Kippur Savaşı (ya da Ramazan Savaşı) diye geçen dördüncü 
Arap-İsrail Savaşı yaşandı. Irak Ordusu, ayaklanma halindeki Kürtlerle uğraştığından savaşa katılamadı. Suriye ise, ordusunun önemlice bir bölümü Kürt 
ayaklanması nedeniyle kuzey-doğu sınırında bulunduğundan bu savaşta fazla 
etkili olamadı. Bu durum, İsrail’in uyguladığı “peripheral strategy”nin ne denli 
başarılı olduğunu gösteriyordu. 

Kürt ayaklanmasıyla baş edemeyeceğini anlayan Baas yönetimi, son çare olarak İran’la anlaşmak zorunda kaldı. İki ülke arasında 1975 yılında Cezayir’de imzalanan antlaşma ile Irak, İran’ın Şattülarap su-yolu ile ilgili isteklerini kabul ediyor ve ortak sınırda İran lehine bazı düzenlemeler yapılıyordu. 
Karşılığında İran, Barzani’ye verdiği desteği çekmeyi ve Kürt ayaklanmacılarına 
topraklarını kullandırmamayı yükümleniyordu. Bundan sonra İsrail ve ABD’nin Barzani’ye sağladığı destek zayıfladı. Lojistik desteğini yitiren Kürt ayaklanması, 1975 yılında Irak Ordusu tarafından şiddetli bir biçimde bastırıldı. Molla Mustafa Barzani, önce İran’a, oradan da ABD’ye kaçtı ve öldüğü 1979 yılına kadar orada kaldı. 

Bu süreçte IKDP içinde de ayrışmalar yaşandı. 1969’da partiden kopan 
bir grup, 1975’de Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (IKYB) kurdu. IKYB’nin 
başına 1976 yılında Celal Talabani geçti. Molla Mustafa Barzani’nin ölümüyle 
boşalan IKDP liderliğine ise, oğlu Mesud Barzani getirildi. 

İran’ın, Irak’la anlaşarak, bu ülkede Kürt ayaklanmasını tezgâhlayan ABD 
ve İsrail’e sağladığı desteği çekmesi, bu ikilinin Şah rejimini gözden çıkarması 
sonucunu doğurdu. 15 yıldır Paris’te sürgün hayatı yaşayan Humeyni’nin 
yıldızı bundan sonra parladı. 1979 yılında Baas Partisi’nin asker kanadının 
lideri Saddam Hüseyin, Cumhurbaşkanı ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı 
olarak Irak’ta yönetimi ele geçirdi. Saddam Hüseyin, geçmişte CIA ile yakın 
ilişkiler kurmuş olan karanlık bir kişilikti. Aynı yıl İran’da bir halk ayaklanması 
ile Şah rejimi yıkıldı ve Ayetullah Humeyni liderliğindeki İran İslâm Cumhuriyeti 
kuruldu. İran’da katı şeriat kurallarına dayanan yeni rejim, Batı karşıtı bir 
anlayışı benimseyerek, ABD ve İsrail’i açıkça düşman ilan etti. Bu gelişmeler, 
ABD-İsrail ikilisinin Kürtler üzerinde oynadıkları oyunların zayıflamasına yol 
açtıysa da, kışkırtmaların bütünüyle son bulmasını sağlayamadı. 1950’lerden 
1970’lere kadar Irak Kürtlerini sürekli olarak ayrılıkçılık yönünde kışkırtan İsrail 
ve ABD, bu politikalarının Türkiye’de yaşayan Kürtleri de hedef aldığı izlenimini 
vermekten özenle kaçındılar. Bu gerçek bile olsa, Irak’taki Kürtler sürekli 
olarak ayrılıkçı harekete teşvik edilirken, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bundan 
etkilenmemesi elbette olanaklı değildi. Nitekim 1960’lı yılların sonlarından 
başlayarak, Türkiye’de de ayrılıkçı Kürt hareketi kendini göstermeye başladı. 
1980’de İran-Irak savaşı çıktığında, Kuzey Irak’taki Kürtler, bu kez İran’ın 
desteği ile yeniden ayaklandılar ve savaş boyunca, bölgedeki etkinliği iyice 
azalan Bağdat’taki merkezî yönetimden bağımsız hareket ettiler. Kuzey Irak’ta 
ortaya çıkan otorite boşluğu, PKK adlı ayrılıkçı terör örgütünün gelişmesine 
zemin hazırladı. 1984 yılında PKK’nın terör eylemlerine başlamasıyla ayrılıkçı 
Kürt sorunu Türkiye açısından yeni bir boyut kazandı. Kuzey Irak toprakları 
Türkiye’deki ayrılıkçı terörün beslendiği lojistik bir merkez haline gelince, 
Bağdat yönetimi ile anlaşmaya varan Türkiye, belirli aralıklarla bölgeye yönelik 
sıcak takip harekâtları düzenlemeye başladı. Bölgedeki fiili otorite boşluğu, 
CIA ve Mossad ajanlarının yeniden Kuzey Irak’a yerleşmelerine olanak 
sağladı. Bu durum 1988 yılında İran-Irak savaşının bitmesine kadar sürdü. Bu 
tarihte Saddam Hüseyin, Kuzey Irak’taki Kürtlere karşı bir intikam operasyonu 
başlattı. Mart 1988’de Halepçe kentinde kimyasal silah kullanılması, 5 bin 
sivilin ölmesine yol açarken, aynı yılın Ağustos ayında gerçekleştirilen ve Enfal 
adı verilen cezalandırma operasyonu sırasında iddialara göre yüzlerce köy 
yerle-bir edildi; 10 binlerce insan öldürüldü.35 

5. Batı Dünyasının “Kürt Sorunu”Na Sahip Çıkması ve De Facto Kürdistan Devletinin Kurulması (1991-2003) 

    1991 yılı Kuzey Irak’ın ve Kürtlerin tarihinde bir dönüm noktasıdır. 1990’da Kuveyt’e saldırarak bu ülkeyi işgal ve ilhak eden Irak Ordusu, ABD öncülüğün
deki çok uluslu gücün müdahalesiyle Kuveyt’ten çıkarıldı. “Çöl Fırtınası” adı 
verilen operasyon sonrasında, Irak’ın kuzeyinde Kürtler, güneyinde ise Şiiler 
ayaklandı. Bu ayaklanmaların arkasında CIA ve Mossad’ın bulunduğu genel 
kabul gören bir görüştür. Her iki ayaklanma da Saddam Hüseyin yönetimi tarafından sertçe bastırıldı. Kuzeydeki bastırma operasyonu, büyük bir insanlık 
dramına dönüştü. 1988’deki Halepçe ve Enfal katliamlarının yineleneceğinden 
korkan 1,5 milyonu aşkın Kürt, kitlesel olarak İran ve Türkiye sınırlarına 
doğru kaçmaya başladı. Türkiye’nin sınıra yığılan Kürtleri içeri alması, çok 
sayıda PKK militanının da sığınmacılarla birlikte Türkiye’ye girmesine yol 
açtı; bu ise, izleyen yıllarda Türkiye’deki terör olaylarında ciddi bir tırmanışı 
beraberinde getirdi. Türkiye-Irak sınırında çok olumsuz koşullarda yaşamlarını 
sürdürmeye çalışan Kürtlere İsrail tarafından önemli miktarda yardım malzemesi 
gönderildi. Bununla yetinmeyen İsrail lobileri ile uluslararası siyonist 
örgütleri, Irak Ordusunun durdurulması ve Kürtlere yardım edilmesi için dünya 
çapında propaganda başlattılar.36 İsrail Başbakanı Yitzak Şamir, Amerikan 
Dışişleri Bakanı James Baker’dan Kürtlerin saldırılardan korunmasını özellikle 
istedi.37 Daha önce Halepçe ve Enfal katliamlarını fazla önemsemeyen Batı 
kamuoyları, bu kez İsrail’in yoğun girişimleriyle “Kürt sorunu”nu gündemlerinin 
en üst sırasına taşıdılar. Bundan sonra “Kürt sorunu,” bölge dışı büyük güçlerin Kürtleri kullanarak bölgeye doğrudan müdahale etmelerine olanak sağlayacak bir biçimde nitelik değiştirdi ve ne yazık ki, ulusal çıkarlarımıza bütünüyle aykırı düşen bu değişikliğin gerçekleşmesinde, İsrail’in çabaları kadar, Türkiye’nin hataları da belirleyici oldu. 

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin Irak’la yapılacak ateşkes antlaşmasına 
temel oluşturmak üzere aldığı 3 Nisan 1991 tarih ve 687 sayılı kararı 
güneyde ve kuzeyde ayaklanan Şiilerin ve Kürtlerin korunmasına ilişkin 
bir düzenleme içermiyordu. Ancak Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 5 Nisan 1991 
günü Amerikan Başkanı George Bush nezdinde yoğun girişimlerde bulunarak, 
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aynı gün 688 sayılı kararı almasını 
sağladı. 688 sayılı karar, Irak topraklarının Kürtlerin yaşadığı bölümünde, 
-36. paralelin kuzeyi- “insani gerekçelerle” bir güvenli bölge (safe haven) oluşturulmasını; 
buradaki insanlara kurtarma, yardım ve evlerine dönüş olanağı 
sağlanmasını öngörüyordu. Türk ve Batılı diplomatlarca hazırlanan ve Fransa 
tarafından Güvenlik Konseyi’ne iletilen taslak, Küba, Yemen ve Zimbabve’nin 
olumsuz, Çin ve Hindistan’ın çekimser oylarına karşın, 10 oyla kabul edildi. 
Hemen ardından, karar uyarınca, “Huzur Operasyonu” denilen kurtarma ve 
yardım çalışmaları başlatıldı. 
Irak’a yönelik askeri operasyonda kendisini destekleyen Türkiye ve 
Suriye’nin tepkisini çekmek istemeyen Başkan Bush, Saddam yönetiminin 
ayaklanan Şii ve Kürt gruplarına karşı şiddet kullanması karşısında, Irak’ın 
iç işlerine karışmak niyetinde olmadıklarını açıklayarak ilk anda hareketsiz 
kalmıştı. Hatta İngiltere Başbakanı John Major’un Kuzey Irak’ta bir güvenli 
bölge oluşturulması önerisini geri çevirmişti. Fakat Turgut Özal’ın girişimiyle 
çıkarılan 688 sayılı karardan aldığı güçle, 16 Nisan 1991’de, Amerikan, İngiliz 
ve Fransız askerlerinin, Kürtlere yardım etmek üzere, Türkiye sınırına yakın bir 
bölgede konuşlandırılacaklarını açıkladı.38 İlk anda üç ülkenin 16 bin askeri 
bölgeye konuşlandı. Daha sonra, ülke sayısı 11’e, asker sayısı 20 bine çıktı. 
Artık Irak’ın içişlerine uluslararası bir müdahale söz konusuydu ve buna dayanak 
oluşturan hukuksal düzenleme Türkiye’nin eseriydi. Ancak, Türkiye’nin 
hataları bununla bitmedi. 
Koalisyon üyeleri, Temmuz 1991’de Irak’taki güçlerini geri çektiler. Bunun 
yerine, Türkiye’ye daha küçük bir acil müdahale gücü konuşlandırmaya 
karar verdiler. Silopi’ye yerleşen bu gücün kara unsurları bir süre sonra geri 
çekildi ve hava unsurları da İncirlik’e kaydırıldı. 30 Eylül 1991’den başlayarak 
5 yıl boyunca görev süresi TBMM tarafından her 3 ayda bir uzatılan bu güce 
“Çekiç Güç” (Poised Hammer) adı verildi. 1997’den itibaren gücün adı “Keşif 
Gücü” (Operation Northern Watch) olarak değiştirildi; görev süresi de 6 ayda bir 
uzatılmaya başlandı. ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye’ye ait uçaklar değişik 
zamanlarda burada görev aldılar. Fransa, 1998’de, güçten çekildi. Bundan sonra 
Keşif Gücü, Amerikan, İngiliz ve Türk uçaklarının katılımıyla, ABD’nin Irak’a 
müdahale ettiği 2003 yılına değin faaliyetlerini sürdürdü. Aslında gücü oluşturan 
hava unsurlarının % 80’inden fazlası her zaman ABD’ye aitti. Türkiye’nin 
güce katılımı genelde sembolik düzeydeydi ve kendi toprakları kullanılarak 
yapılan bir operasyonun dışında olmadığını göstererek kamuoyundaki rahatsızlığı 
gidermek amacını güdüyordu. 
Çekiç Güç / Keşif Gücü gibi isimlerle yürütülen operasyon, Bağdat’ın 
otoritesini Kuzey Irak’tan dışlama amacını güdüyordu. Bunun sonucunda, 
bölgedeki otorite boşluğu yerel Kürt gruplarca doldurulacaktı. Böylece, gelecekte 
kurulması öngörülen Kürdistan Devleti’nin oluşumuna zemin hazırlanacaktı. 
Kuzey Irak’ta, “güvenli bölge”nin oluşturulmasından hemen sonra, ABD 
ve İngiltere’nin girişimiyle, Irak’taki tüm rejim muhaliflerini bir araya getiren 
Irak Ulusal Kongresi örgütlendi. Kongre’nin, Aralık 1991’de Şam’da yaptığı ilk 
toplantının ardından da Kuzey Irak’ta seçim kampanyası başlatıldı. Kampanya 
boyunca, Kürt liderler, sürekli olarak Irak’ın toprak bütünlüğünden yana 
oldukları mesajını verdiler. Elbette bu bir yalandı. 17 Mayıs 1992’de Kuzey 
Irak’ta parlamento seçimleri yapıldı. Seçimlere, aralarında IKDP ve IKYB’nin 
de bulunduğu 7 parti katıldı. % 7’lik ülke barajının uygulandığı seçimlerde 
105 milletvekili belirlendi. IKDP ile IKYB’nin ayrı ayrı % 40’ın üzerinde oy aldıkları, diğer partilerin ise ülke barajını aşamadıkları açıklandı. Buna karşılık, 
Batı’nın baskısıyla Hıristiyan Süryani Partisi’ne, 105 üyeli mecliste 5 sandalye 
ayrıldı. Geri kalan sandalyeler, IKDP ile IKYB arasında eşit olarak (50-50) 
paylaştırıldı.39 Parlamentonun açılmasından sonra da, IKDP ve IKYB’nin 6’şar 
bakanla temsil edildikleri bir hükümet oluşturuldu. Böylece “Kürdistan Devleti” 
fiilen kurulmuş oldu. 
Bu gelişmeler karşısında, Türk hükümetinin girişimiyle Ankara’da bir 
araya gelen Türkiye, İran ve Suriye hükümetlerinin temsilcileri, Kuzey Irak’ta 
kurulan hükümeti tanımadıklarını ve Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulma-
sına izin vermeyeceklerini belirten ortak bir açıklama yaptılar. Ama her üç 
devletin de bu konudaki samimiyetlerinden kuşku duyulmasını gerektiren 
nedenler vardı. Bir kere İran ve Suriye, Kürtleri, komşularının iç istikrarını 
bozmak amacıyla bir araç olarak kullanmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardı. 
Her iki ülke, PKK’nın kendi topraklarında üslenip, askeri eğitim kampları 
kurmasına göz yummuş, örgüt elebaşlarına da barınma olanağı sağlamıştı. 
Hatta Ankara’daki üçlü toplantı sırasında bile, PKK’ya verdikleri desteği fiilen 
sürdürüyorlardı. Kaldı ki, Irak’ın güneyinde, eninde sonunda kendi denetimine 
gireceğini umduğu bir Şii devletinin kurulması olasılığına hiç de 
soğuk bakmayan İran’ın, Irak’ın toprak bütünlüğünü gerçekten isteyip istemediği 
çok tartışmalıydı. Öte yandan, Kuzey Irak’taki otorite boşluğuna yol 
açan sürecin başlamasında etkin biçimde rol alan; şimdi de topraklarında 
konuşlanmasına izin verdiği “Çekiç Güç” aracılığıyla bu sürecin devamına hizmet 
eden Türkiye, ortaya çıkan otorite boşluğunun doğal sonucu olan de facto 
Kürdistan Devleti’nin varlığından yakınmakta haklı sayılabilir miydi? Nitekim 
Ankara’daki ortak açıklama ancak suya yazılan yazı kadar etki yaptı. 
Ankara’nın, kendi ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan gelişmeler karşısında 
göstermelik tepkilerin ötesinde ciddi bir tavır sergilememesi, hatta sürece 
katkıda bulunmayı sürdürmesi, ABD ve Batılıları daha da cesaretlendirdi. 
“Huzur Operasyonu”nun başlangıcında, Türkiye’den çekindiği için Kürtlerle 
doğrudan ilişki kurmaktan kaçınan ve Kürtlerin bu yöndeki girişimlerini de 
sürekli olarak geri çeviren Washington yönetiminin tutumunda, 1992’den 
başlayarak köklü bir değişiklik olduğunu görüyoruz. Bu değişiklikte, Yahudi, 
Ermeni ve Rum lobilerinin ABD’de Kürtler adına sürdürdükleri propaganda 
faaliyetleri etkili olmuştur. Fakat Amerikan yönetiminin Kuzey Irak’taki Kürt 
liderlerini doğrudan muhatap almak konusundaki çekingenliğini aşmasını 
sağlayan asıl etken, aynı şeyi Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın yapmış 
olmasıdır. Özal, 1991 yılının Haziran ayında, IKYB lideri Celal Talabani ile 
görüşmüştür. Kendi Cumhurbaşkanı bile, Kuzey Irak’taki Kürt liderlerini doğrudan 
muhatap aldıktan sonra, Türkiye’nin, aynı şeyi Amerikan yönetiminin 
yapmasına karşı çıkması elbette söz konusu olamazdı. 
 
4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***