ARAP BAHARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ARAP BAHARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2019 Pazar

2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 3

2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 3



5.SURİYE’DE YAŞANAN OLAYLARIN SINIR BÖLGESİNE YANSIMALARI 

2002 sonrasın dönemde gelişen ilişkiler çok iyi bir noktaya geldiğini yukarda birçok yerde ifade etmiştik. Ardından ilişkilerin kötüleşmesi ve hatta durmasının getirmiş olduğu etki Türkiye-Suriye sınırında olan şehirlerimizi çok derin 
bir şekilde etkilemiştir. Ve bölgede yaşanan Arap Baharı öncesi ‘Sınır Baharı’ sona ermiştir. Özellikle Hatay ve Gaziantep’in bu olaylar ve sonrasındaki süreçten derinden etkilendiğini görmekteyiz. 2010 yılında Yıllık 2,5 milyar 
dolar olan resmi ve bunun nerdeyse 2 katı olan gayri resmi ticaret hacminin nerdeyse noktasına geldiğini görmekteyiz 
(http://www.suriyeticaretofisi.com/suriye-ekonomisi,27.07.2012). 

İlk olarak yaşanan sorunların en fazla etkilediği şehir olan Hatay’ın durumundan bahsedecek olursak: Suriye’de yaşanan iç karışıklıktan kaynaklanan durgunluk ticaret hayatını olduğu kadar havayolları turizm sektörü ve bunun gibi birbiriyle bağlantılı birçok sektörü derinden etkilemiştir. 

Antakya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Başkanı Hikmet Çinçin, Türk Hava Yolları başta olmak üzere, diğer havayolu şirketlerinin Hatay Havaalanı'ndaki seferlerindeki azalmanın altında yatan ana nedenin, Suriye Arap Cumhuriyeti 
vatandaşlarının, olaylar nedeniyle Hatay Havaalanı'nı kullanmamaları olarak açıklamış 
(http://www.haberler.gen.al/2012-01-26/hatay-ticareti-suriyedeki-olaylardan-olumsuz-etkilendi, 27.07.2012). 

Antakya Ayakkabıcılar Odası Başkanı Gökhan Oral da Suriye’deki olaylar nedeniyle 5 milyon ürün sattıkları pazarı kaybettiklerini söylemiştir. ATSO Başkanı Hikmet Çinçin, Suriye Arap Cumhuriyeti ile Türkiye arasında 30-40 yıla dayanan bir soğuk savaş dönemi yaşadığını, ancak bu soğuk savaş dönemini müteakiben son 5 yıl içerisinde ciddi bir iyileşme ve ilişkilerde birbirine yakınlaşma olduğunu hatırlatmıştır. 

Çinçin, Türkiye-Suriye arasında başlatılan vize muafiyeti döneminde her iki ülkenin de küçük esnafından büyük esnafına kadar herkesin mutlu olduğunu, ancak son yaşanan olaylar ve karşılıklı yaptırımlardan sonra ciddi bir 
daralmanın baş gösterdiğini belirtti. Çinçin, bu daralmayı şu sözlerle açıkladı: “Hatay açısından konaklama tesisleri sahipleri, acenteler, lokantalar, ihracatçılarımız, nakliye filo sahiplerimiz ve her gün alışverişle muhatap olan küçük esnafımız, yani bavul ticareti adı altında yapılan bir ticaret vardı Suriye Arap Cumhuriyeti ile aramızda. Burada bavul ticaretinde daralma yüzde yüze yakın seviyede.” 

Suriye’nin, Hatay’a komşu ülke olma sıfatının ötesinde, Hataylı iş adamlarının Ortadoğu’ya yaptıkları yatırımlarda önemli bir kapı olduğunu söyleyen Çinçin, “İki ülke ilişkilerinin dışında Suriye Arap Cumhuriyeti'nin bizim için önemi, 
Suriye topraklarını kat ederek biz bu yolla ihracat yapıyoruz. Ortadoğu’ya ulaşıyoruz. Ve bu yolla giden nakliye firmalarımız Ortadoğu’nun en ücra köşesine gidiş geliş 8 gün içerisinde mal teslim edip tekrardan yükleme noktasında 
dönerek, ayda yaklaşık 3,5 sefer sayısına ulaşmaktadır. Ancak alternatif diye önümüze getirilen RO-RO Taşımacılığında, bu sefer süreleri henüz başlamamış ve bana göre alt yapısı bitmemiş olan bu RO-RO’da 20 ile 25 gün arasında bir sefer yapılabileceği ifade edilmektedir. Artı bin 400 dolara yakın bir sefer başına maliyet gelmektedir. Bunun da anlamı Türk mallarının Ortadoğu’da yüzde 20-yüzde 30 arasında pahalanmasıdır. Ve Türk ihracatçısının rekabet gücünün kırılması anlamını taşımaktadır.” diye ifade etmiştir. 

Hatay’dan Suriye’ye açılan Cilvegözü ve Yayladağı sınır kapılarında da ağırlaşma olduğunun altını çizen Çinçin, “Giriş çıkışlarda ağırlaşmalar var. Suriye Arap Cumhuriyeti'nin ifade ettiği gibi bilgisayar sisteminden kaynaklı ağırlaşmalar var. Ayrıca, maliyet arttı. Bu 300 ile 850 dolar kadar her TIR’a Suriye Arap Cumhuriyeti çeşitli başlıklar altında paralar tahsil etmekte. Bu da Türkiye ihracatçısının rekabet gücünü olumsuz etkilemekte.” şeklinde konuştu. Suriye’de yaşanan olayların, Hatay’ı olduğu kadar o bölgeyi de etkilediğini aktaran Çinçin, “Ben Halep’teki otellerin haline de lokantaların durumlarına bakıyorum. Onların durumu bizden çok daha kötü. Temennim, bir ortak platformda buluşup bu ilişkileri yumuşatmaktan yana.” diye belirtmiştir. 

Suriye’de yaşanan iç karışıklıktan doğan sıkıntıları sadece iş adamları ve nakliye firmaları çekmedi. Ayakkabıcılık sektörü de Suriye’deki olaylardan olumsuz etkilendi. Antakya Ayakkabıcılar Odası Başkanı Gökhan Oral, Suriye başta 
olmak üzere, Ortadoğu’ya açılan pazarlarını yaşanan iç karışıklık nedeniyle kaybetme noktasına geldiklerini söyledi. 

Suriye’de yaşanan olaylardan etkilenen sektörlerin başında ayakkabıcılığın geldiğini söyleyen Oral, olaylar öncesinde Hatay’a gelen Suriye Arap Cumhuriyeti vatandaşlarının ayakkabıcı esnafına haftada 3 bin ila 4 bin TL arasında para 
kazandırdığını söyledi. Suriye’nin ayakkabıcı esnafı ve üreticileri için önemli bir kaynak olduğunun altını çizen Oral, şöyle dedi: “Suriye, bizim için önemli bir kaynak. Burada birçok arkadaşımız en az haftada 3 bin-4 bin TL gibi ciddi rakamlarla iş yeri kasasına para gelen bir yerdi Suriye. Aynı zamanda Suriye’nin diğer bir ayrıcalığı, Suriye üzerinden Lübnan’a, Ürdün’e diğer Arap ülkelerine de direk geçiş yapan ve satış yapan arkadaşlarımız vardı. Sadece Suriye’deki müşterilerimizi kaybetmedik, Suriye üzerinden Hatay’a gelen ve Suriye üzerinden diğer bölgelere giden ticaretimiz de engellendi. Şu anda 
kapılarda çok ciddi sorunlar var. Ve Suriye Hükümeti tarafından da Türk mallarına çok ciddi vergiler uygulanmakta. 

Bunlar da Hatay’da ayakkabıcılık sektörüne son derece ciddi sıkıntılar yaşatıyor. Suriye’ye ve Suriye üzerinden diğer Arap ülkelerine ortalama yıllık 5 milyonun üzerinde ayakkabı satışı yapıyorduk. Şu anda bu durma noktasına geldi desek doğru olur.”Suriye’den artık Hatay’a paranın gelmediğini ve Suriye Arap Cumhuriyeti'nin giriş ve çıkışlarda para çıkışını yasakladığını da aktaran Oral, “Çok ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Oradan gelen arkadaşlarımız da orada problemler olduğunu anlatıyorlar. Geçişlerde de zaten sıkıntılar ortada. Artı oradan buraya para gelmez oldu. Suriye çıkış kapılarından çıkışlarda para çıkışını yasaklamış durumda. Paranın gelmediği yerde de ticaret olmaz sanırım. 5 milyon ayakkabı 1 ya da 1,5 trilyon demektir. Bu da Hatay’ın ekonomik bütçesi için önemli bir eksikliktir.” diye konuşan Antakya Sanayi ve Ticaret Odası başkanı yaşanan olumsuzlukları net bir şekilde ifade etmiştir. 

Gaziantep bölgesindeki önemli bir ticaret merkezi olan zincirli bedesten esnafı bir gazeteye verdikleri röportajda yaşadıkları sıkıntıları ifade etmişlerdir 

Karaaslan Ticaret-Ökkeş Karaaslan: “Zincirli Bedesten’de 2 yıldır esnaflık yapıyorum, buraya genellikle yerli ve yabancı turistler geliyor. Şu anda esnaflar ancak kendi kendini idare ediyorlar. Suriye’de yaşanan olaylar bedestenimizi 
bayağı etkiledi. Gaziantep halkı burayı hala tam olarak tanımıyorlar. Bedesten eskiden et haliydi hala birçok kişi burayı et hali sanıyor.” 

Onur Bakırcılık-Ramazan Ekici: “Zincirli Bedesten açıldığından beri burada esnaflık yapıyorum. Suriye’re yaşanan olaylar nedeniyle bedestende hiçbir hareket kalmadı. Kent halkı fazla gelmiyor, genellikle yabancı turistler geliyor ancak yabancılar da pek alış veriş yapmıyorlar. Suriye’ye giden turlar Gaziantep’ten geçerdi Suriye’deki olaylar sebebiyle artık turlar da gelmiyor.” 

Göz Nuru Takı-Ümran Güler: “Zincirli Bedesten’de 3 yıldır esnaflık yapıyorum, buradaki esnafların durumu şu anda çok kötü. Suriye’de yaşanan olaylar Gaziantep’e de olumsuz yansıdı ve şu anda Zincirli Bedesten’e kimse gelmiyor. Esnaf neredeyse dükkânlarına kilit vuracak hale geldi. Piyasaların düzelmesi için öncelikle Suriye sınır kapısının açılması lazım. Sınır kapısının kapalı olması büyük sıkıntı yaratıyor.” 

Haksal Gümüşçülük-Faruk Haksal: “Zincirli Bedesten yeni açılan bir alış veriş merkezi, burada esnaflık yapmamın amacı yabancıların çok gelmesinden kaynaklanıyor. Ancak Suriye’de yaşanan olaylar nedeniyle işlerimiz tamamen durdu. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle millet para harcamaktan korkuyor. Suriye kapısının kapanması bizim Cumartesi-Pazar günleri yaptığımız satışları tamamen bitirdi. Kentimize gelen turlar sayesinde maddi anlamda büyük destek alıyorduk.” 
(http://www.gaziantepgunes.com/haberdetay.asp?haber=14895, 27.07.2012) 

6.SONUÇ 

Devletlerin dış ve iç politikalarında takındıkları tutumların mutlaka bir maliyeti olmaktadır. Görüldüğü üzere Ulasal düzeyde komşularla ilgili uygulanan bu politikaların merkeze olan etkisinden çok komşu şehirlere etkisi olmaktadır. Bu 
yüzden alınan kararların yerele danışılarak alınması olayın bir paydaşı olması sağlanmalıdır, çünkü yaşanacak olumsuzların en fazla etkisi yerel halka olacaktır. Bu kaybın algılanması merkez için zordur çünkü bu istatistikler 
merkez için küçük olabilir fakat bir şehir özelinde büyüktür. 

Konumuz çerçevesinde ifade edecek olursak Yüzyıllar boyu dost ve kardeş olarak yaşayan halkların arasına sokulmaya çalışılmış mesafe ve iki halkı birbirine yabancılaştırma çabaları başarılı olamamış yine ilk müsait, özgür ve demokratik ortamda kendini bulunmuştur. Bu barış ve karşılıklı güven ortamında insanlar psikolojik rahatlık ve huzurun yanında ekonomik manada da büyüme yaşanmışlardır. Fakat ardından gelen süreç bu durumu tam tersine çevirmiş ve soğuk savaşın dönemindekinden de kötü duruma getirmiştir. 

KAYNAKÇA 

Açıkalın, Serpil, “Ortadoğu’da Ekmek ve Demokrasi Savaşında Tarih Yazılıyor, Mısır’da Neler Oluyor?”, 

http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1919, 13.03.2012. 
Akdemir, Salih(2000), “Suriye’deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşmasındaki Rolü”, Avrasya Dosyası Dergisi, C. 6, S. 1, ASAM Yayınları, İstanbul. 
Aslan, Ozan Nejat(2006), Demokratikleş(tir)me Sürecinde Suriye, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmalar Enstitüsü Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi AnabilimDalı YL Tezi, İstanbul. 
Aras, Bülent – Toktaş Şule(2008), “Güvenlik Demokrasi ve İstikrar Sarmalında Suriye ve Afganistan”, Seta Yayınları, Ankara. 
Ayhan, Veysel,(2009), “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Yeni Bir Dönem: Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”, Ortadoğu Analiz Kasım’09 Cilt1 -Sayı 11. 
Aras, Bülent – Toktaş Şule(2008), “Güvenlik Demokrasi ve İstikrar Sarmalında Suriye ve Afganistan”, Seta Yayınları, Ankara. 
Bahadır, Gürhan, (2010), “İslam fethinden Haçlılara Kadar Antakya”, Cantekin Yayınları, Antakya, Cirit Hakan (2007) Sınır Aşan Sular ve Türkiye, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Diyarbakır: Dicle Üniversitesi Sosyal 
Bilimler Enstitüsü, Diyarbakır. 
Dursun, Davut, “Ortadoğu’nun Ekonomik Sosyal ve Siyasi Yapı Özellikleri Üzerine Genel Tespitler”, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Yıl, ?, S. ?, . 
Ekici, Birol, “Mısır Arap Cumhuriyeti Yönetim Sistemi”, http://www.politikadergisi.com/makale/misir-siyasal-tarihi-ve bugunu, 12.03.2011. 
Erhan, Çağrı, “Ortadoğu İçin Üç Senaryo”, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1974, 20.05.2012. 
Hamit Pehlivanlı, Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, “Türk Dış Politikasında Hatay (1918-1939)”, (ASAM Yayınları, 2001). 
Kambur Tuğçe Elif, (2012), “2002’den Arap Baharına Türkiye Suriye İlişkileri”, Arap Baharı ve Suriye, Ed. Adıbelli Barış, IQ Kültür ve Sanat Yayıncılık, İstanbul. 
Köylü Murat, Serdaroğlu Rıfat, Uçar Zahide, Bulut Levent, (2012) “Darağacı (BOP) Türkiye-İran-Suriye”, Bilim+Gönül Yayınları, İstanbul. 
Parlar, Suat(1997), “Ortadoğu Vaat edilmiş Topraklar”, Bibliotek Yayınları, İstanbul. 
Orhan Oytun, “Türkiye-Suriye İlişkilerinde Stratejik İşbirliği Dönemi”Türkiye-Ortadoğu Uluslar Arası Dostluk ve İşbirliği Sempozyumu-Hatay,3-5 Kasım 2009. 
Sağır, Muharrem, Ortadoğu’da Sırça Köşkler Yıkılırken, http://www.usak.org.tr/myazdir.asp?id=2007, 18.04.2012. 
Sayın,Yusuf,(2010) “Türkiye–Suriye İlişkilerinin Stratejik Derinliği”, 
http://yusufsayin.com/makaleler/turkiyesuriye.pdf, 20.06.2012. 
Sofuoğlu Adnan, Dağıstan Adil, (2008) “İşgalden Katılıma Hatay”, Phoenix Yayınevi, ankara 
Şen, Sabahattin(2004), “Ortadoğu’da İdeolojik Bunalım, Suriye Baas Partisi ve İdeolojisi”, Birey Yayıncılık, İstanbul/ 
Yılmaz, Sait(2010), “Ortadoğu’ya Demokrasiyi Getirmek”, Uluslararası İktisadi ve İdari İncelemeler Dergisi, Yıl 3, S.5/ 
Togay Zeynep, (2010), “Beşar Esad Dönemi Türkiye-Suriye İlişkileri”, 

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=793 E.T.: 20.06.2012 
http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/besaresad/besaresad.html, 30.07.2012 
http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/09/080904_syria_summit.shtml, 27.07.2012 
http://www.mfa.gov.tr/suriye-ile-emlak-muzakereleri.tr.mfa, 27.07.2012 
http://yasinatlioglu.blogspot.com/2004_12_01_archive.html, 25.07.2012 
http://www.gaziantepgunes.com/haberdetay.asp?haber=14895,27.07.2012 
http://www.kilispostasi.com/modules.php?name=News&file=article&sid=755 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/01/09/eko105.html, 28.06.2012 
http://www.stargazete.com/politika/esad-i-cok-uyardik-ama-o-da-kaddafi-gibi-bizi-dinlemiyor-haber419079.htm,28.06.2012 
http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=52&ArticleID=2019, 27.07.2012 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Suriye , 26.10.2012 
http://tr.wikipedia.org/wiki/Hatay_Cumhuriyeti ,26.10.2012 
http://www.cnnturk.com/2009/turkiye/09/16/turkiye.ile.suriye.arasinda.vize.kalkti/543804.0/index.html, 

27.07.2012 

***

2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 2


2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 2 




Türkiye Suriye ilişkilerinin gelişmesinde önemli sayılacak bir diğer neden ise 2000 sonrası Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze merasimine gitmesi ile başlayan ikili ilişkilerin ve ziyaretlerin artması 
olduğuna değinmiştik. Ahmet Necdet Sezer’in ziyaretinin hemen ardından Suriye Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam’ın Ankara’ya yaptığı ziyaret ilişkileri daha da olumlu bir sürece soktu. Suriye’de beklentilerin aksine ciddi bir iç 
kargaşa çıkmaması, Türkiye’de olumlu karşılanırken, Beşşar Esad’ın Devlet Başkanlığı’na gelmesi, geleneksel politikaların değişmesi konusunda önemli bir şans olarak görülüyordu. 2003 yılında yapılan karşılıklı üst düzey ziyaretlerle önemli ivme kazanımlarına sahne oldu. Aslında ziyaretlerin temelde, Türkiye-Suriye ilişkilerinin geliştirilmesinden ziyade, Irak’ta giderek daha güçlü biçimde duyulan muhtemel bir savaşan ayak seslerinden kaynaklandığı ortadaydı. Irak’taki soruna barışçı bir çözüm bulunması için Irak’a komşu olan Türkiye, Suriye, Ürdün, İran ve Suudi Arabistan ile Mısır dışişleri bakanlarının önce İstanbul’da ardından Suriye’nin başkenti Şam’da yaptıkları toplantılar ikili temaslara da zemin hazırladı. Ocak 2003’te Suriye Dışişleri Bakanı Faruk Şara, uzun yıllardan sonra ilk üst düzey ziyaret için Türkiye’ye geldi. Şara, Irak konusundaki görüşmelerin yanı sıra, Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın mesajını Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e ileterek, iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi konusundaki temennilerini belirtti. Nisan ayı içinde Suriye, Türkiye ve İran’ın üçlü bir anlaşma imzalayarak özellikle Kürt devletinin engellenmesi konusunda ortak hareket ettikleri açıklanıyordu 

(http://suriye.ihh.org.tr/turkiye/besaresad/ 
besaresad.html, 30.07.2012). 

2003 yılı sonrası yapılan ziyaretler ve kaydedilen önemli gelişmeler şöyledir


3.1.Suriye’nin Türk İşadamlarına Vize Kolaylığı Sağlaması 

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın 6-8 Ocak 2004 tarihleri arasında Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret ilişkilerin gelişmesi ve vize kolaylığı açısından önemli bulunmaktadır. 1946 yılından bu yana bağımsız Suriye tarihinde ilk defa 
Suriyeli bir devlet başkanı Türkiye’ye geliyordu. Nitekim ziyaret sonrası Türkiye-Suriye ilişkileri ivme kazanmıştır. 

Beşşar Esad ziyareti sırasında İstanbul’da Türk İşadamları ile görüşmüş ve vize konusunda işadamlarımızın isteklerini dinlemiştir.( http://arsiv.sabah.com.tr/2004/01/09/eko105.html, 28.06.2012). Ziyaret sonrasında Suriye, 13 Ocak 2004’te aldığı bir kararla Türk sanayicilerine, işadamlarına ve tüccarlarına, Suriye’nin (hava, kara, deniz) tüm sınır 
kapılarından vize alma hakkı ve kolaylığı sağlamıştır(Sayın,2010: 10). Suriye resmi haber ajansı Suriye’ye gidecek Türk işadamlarının bundan böyle giriş kapılarında vize alabileceklerini duyurdu. Böylece Türk işadamları Suriye’ye 
gitmeden önce vize almak için Türkiye’deki büyükelçilik ve konsolosluklara başvurmak zorunda kalmayacak. 

(http://www.kilispostasi.com/modules.php?name=News&file=article&sid=755, 28.07.2012) 

3.2.Serbest Ticaret Antlaşmasının İmzalanması 

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip ERDOĞAN, AB'nin güneye açılım politikasının bir parçası olan Serbest Ticaret Anlaşmalarından birini Suriye ile imzalamak üzere Suriye Başbakanı Naci Otri'nin resmi davetlisi olarak 22-23 Aralık 
2004'te Suriye'ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Üç bakan, on milletvekili ve yüzden fazla iş adamıyla birlikte gerçekleştirilen ziyaretin ilk amacı olan STA, 22 Aralık günü Türkiye Başbakanı Erdoğan ve Suriye Başbakanı Otri arasında imzalandı. Suriye dış ticaretinde AB ülkeleri ve Lübnan ile birlikte ilk beş sırada yer alan Türkiye için, STA'nın imzalanması Suriye'nin en önemli dış ticaret ortağı olma açısından büyük önem arz etmektedir. STA'nın imzalanmasından sonra gerek Başbakan Otri gerekse Devlet Başkanı Esad ile yapılan görüşmelerde dikkat çeken bir durum da, Türkiye'nin AB ilişkilerindeki gelişmelerden memnun olduklarını belirtmeleri oldu. Hatta Suriyeli yetkililer de çok yakın bir zamanda AB'ye komşu olabilme ihtimalilerin yarattığı bir heyecan da gözlenmektedir. Örneğin Suriye Enformasyon Bakanı Mehdi Dahlallah, Cihan Haber Ajansı'na yaptığı açıklamada Türkiye'nin AB üyeliğini desteklediklerini belirterek Türkiye'nin AB ve Arap ülkeleri arasında köprü rolü oynayacağını söylüyordu 
(http://yasinatlioglu.blogspot.com/2004_12_01_archive.html, 25.07.2012). Anlaşma ile Türkiye, sanayi ürünlerinde Suriye menşeli ürünlerin ithalatındaki vergileri kaldırırken, Suriye ise Türkiye menşeli ürünlerin Suriye’ye ithalatında 
vergilerin 12 yıllık bir zaman dilimi içinde kaldırılmasına karar verdi. Serbest Ticaret Anlaşması ile Türkiye–Suriye dış ticaret hacmi genişlerken, Türk ve Suriyeli işadamları, ithalat ve ihracat işlemlerinde yeni kolaylıklara kavuştu (Sayın, 2010:10). 

3.3.Suriye ile Emlak Müzakereleri 

Emlak sorunu, dönemin T.C. Dışişleri Bakanı Ali Babacan’ın Suriyeli muhatabı ile 10 Eylül 2007 ve 6 Ekim 2007 tarihlerindeki görüşmelerinde ve Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın ülkemizi ziyareti sırasında 17 Ekim 2007 günü 
yapılan resmi görüşmelerde gündeme getirilmiştir. Suriye ile teknik düzeyde müzakereler Şubat 2008’de başlamıştır. 

Müzakerelerin ikinci oturumu 9 Mart 2009 tarihinde Ankara’da yapılmıştır. Türkiye-Suriye Emlak Komisyonu 3.Toplantısı28-29 Eylül 2010 tarihlerinde Ankara’da yapılmış olup, toplantı sonunda bir tutanak imzalanmıştır. 
(http://www.mfa.gov.tr/suriye-ile-emlak-muzakereleri.tr.mfa, 27.07.2012) T.C. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’nın 22-23 Aralık 2009 tarihlerinde Suriye’yi ziyaretleri sırasında yapılan görüşmeler sonucunda yayınlanan ortak bildiride, 
Başbakanlar, tarihi emlak konusuna çözüm getirilmesi amacıyla tesis edilen Türkiye-Suriye Emlak Komisyonu toplantılarının sürdürülmesini desteklediklerini yinelemişlerdir. 

3.4.Şam Zirvesi 

Suriye'nin başkenti Şam'da Fransa, Türkiye ve Katar'ın liderlerinin de katılımıyla 4 Eylül 2008 tarihinde İstikrar İçin Diyalog adı altında bir zirve toplantısı yapıldı. Zirvenin konusu Ortadoğu’da barış ve istikrarın sağlanmasıdır. 

Toplantıya Suriye Cumhurbaşkanı Beşşar el Esad, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife el Tani katıldı. Zirve öncesinde Türkiye bir süredir Suriye ile İsrail arasındaki dolaylı görüşmelere ev sahipliği yapıyordu (http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2008/09/ 
080904_syria_summit.shtml,27.07.2012). 

Türkiye’nin arabuluculuğunda gerçekleşen bu zirvede GolanTepelerinin Suriye’ye verilmesi halinde Filistin ve Lübnan ile ilgili sorunların önemli bir bölümünün çözülebileceği ve bölgede barış, istikrar ve refahın yakalanmasının muhtemel olduğu ifade edilmiştir. Türkiye için, uluslararası ilişkilerde ve bölgede prestij ve güvenilirliğini artırma imkânı doğarken, Suriye ile İsrail ve özelde de Filistin sorununun çözümüne dair bir katkıda bulunulmuş oldu. 

3.5.Davutoğlu’nun Suriye Ziyareti 

Ağustos 2009’da Irakta meydana gelen çeşitli saldırılardan Suriye’nin sorumlu tutulması üzerine Irak–Suriye ilişkileri oldukça gerginleşmiş bunun üzerinde Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 31 Ağustos’ta önce Bağdat’ı, 
sonrasında, aynı gün içinde de Şam’ı ziyaret ederek, Irak–Suriye gerginliğinin giderilmesi noktasında arabuluculuk girişiminde bulundu ve tarafların arasında uzlaşma sağlamaya çalıştı. Bu kapsamda Davutoğlu, taraflardan krizi daha da 
derinleştirici bir dil kullanmamalarına özen göstermelerini istedi, karşılıklı saygı esasında sorunların ele alınması yönünde çağrıda bulundu(http://www.mfa.gov.tr/turkiye-suriye-siyasi-iliskileri-.tr.mfa, 27.07.2012). 

3.6.Türkiye–Suriye Arasında Vizelerin Kalkması 

Cumhurbaşkanı Beşar Esad, Başbakan Erdoğan’ın davetlisi olarak 16 Eylül 2009’da Türkiye’ye bir ziyarette gerçekleştirmiştir. Yapılan karşılıklı görüşmeler sonucunda, (16 Eylül 2009’da) Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin kurulması kararlaştırılmıştır. İki ülke arasındaki bütün ilişkilerin her aşamasında faaliyet göstermesi beklenen ve her iki ülkenin başbakanlarının eş başkanlığı ve her iki ülkeden de onar bakanın katılımı ile gerçekleştirileceği kararlaştırılmıştır. Bu Konsey ile taraflar arasında gündem konuları belirlenecek, karşılıklı görüş alış–verişi ve müzakereler yoluyla politikalar ve işbirliği zemini belirlenecektir(Ayhan, 2009:3). 

Yine aynı gün, Suriye ve Türkiye Dışişleri Bakanları, Türkiye ile Suriye arasındaki vizeleri kaldıran anlaşmayı imzalanmıştır. İmza töreninde, Türkiye Dışişleri Bakanı Davutoğlu, iki ülke arasındaki vizelerin tümüyle kaldırıldığına 
karar verildiğini beyan ederken, Suriye Dışişleri Bakanı Muallim de, iki ülke arasında taşımacılık yapan tırlara uygulanan vergilerin kaldırılması yönünde karar verildiğini açıklamıştır. 16 Eylül tarihinde gerçekleşen görüşmelerde, 
ayrıca, ikili ilişkiler, Kürt açılımı, Irak–Suriye gerilimi ve İsrail–Suriye dolaylı barış görüşmelerinin yeniden başlatılması konuları ele alındı. 18 Eylül 2009 tarihinde ise vizesiz geçiş uygulaması başlamıştır. 

(www.cnnturk.com/2009/turkiye/09/16/turkiye.ile.suriye.arasinda.vize.kalkti/543804.0/index.html27.07.2012) 

3.7.Türkiye–Suriye Bakanlar Kurulu Toplantısı 

12–13 Ekim 2009’da aynı gün Halep ve Gaziantep’te düzenlenen Türkiye–Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda ilişkilerin kurumsal altyapısının inşa edilmesine dair önemli adımlar 
atılmıştır. Türkiye–Suriye Birinci Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda, birçok alanda karşılıklı müzakereler yapılmıştır. 

Birinci Bakanlar Kurulu toplantısında, karşılıklı olarak diplomatların eğitilmesi, dış ticaret hacminin beş milyar dolara çıkarılması, başta Gaziantep–Halep olmak üzere Türkiye–Suriye tren yolu ulaşımına ağırlık verilmesi, Suriyeli ve Türk 
lisans düzeyindeki üniversite öğrencilerinin değişim programına katılması ve Fırat-Dicle ve Asi nehri ile ilgili sorunların çözülmesi ve bir dizi baraj yapılması kararlaştırılmıştır(Sayın, 2010:15). 

4.ARAP BAHARI SONRASI TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ 

2010 yılının son günlerinde üniversite mezunu, 26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Bouazizi’nin ekonomik sıkıntılardan bunalarak kendini yakması sonucu Ortadoğu’da öncelikle Tunus’ta başlayan demokratikleşme yönündeki 
halk taleplerinin hızla yayılarak tabiri caizse domino etkisi yaratarak bütün Ortadoğu’yu kapladığını görmekteyiz. 

Dünyanın tüm dikkati Ortadoğu üzerine kilitlenmiş vaziyettedir. Mısır Tunus ve Libya gibi ülkelerde yılların dikta rejimlere son veren halkı nelerin beklediğini zaman gösterecek. Diğer ülkelerde birçok haklar elde edilmekle beraber 
nihayetlenmemiş karışıklıklar bulunmaktadır. Ortadoğu için sürekli, gündeme getirilen demokratikleşme pratiklerinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ciddi manada belirsizlik arz etmektedir. 

Ortadoğu her zamanki gibi gündemdeki ön sıralardaki yerini almış fakat bu kez patlamalar ve çatışmalarla değil Arap halklarının uyanışıyla kendinden söz ettirmiştir(www.usak.org.tr, 27.07.2012). Bu durum tüm dünyanın dikkatini 
daha da fazla bu bölgeye yöneltmiştir. Bildiğimiz gibi Ortadoğu demokratik gelenekten yoksun bir bölgedir. Ancak tamamen demokratik bir kökenin olmadığını söylemek de doğru değildir. Diğer yandan bölgenin içinde bulunduğu 
toplumsal, ekonomik, siyasi durum da demokrasi önünde önemli engeller arz etmektedir. Geri kalmışlık psikolojisi ve güvenlik algılaması Ortadoğu otoriter yönetimlerine yol açtığını görmekteyiz. Ancak Yemen ve Suriye gibi içlerinden bir kısmı diğerlerine göre daha fazla içine kapanmış, daha totaliter bir yönetim sergilemiştir. Orta doğunun geneli için temel belirleyici gücün askeri yapının olduğunu görmekteyiz. Mısır ve Libya’da ordu Mübarek’i yalnız bıraktığı için 
Mübarek iktidardan uzaklaşmış, Suriye’de ise ordu Esad’ın yanında yer alarak isyanı bastırmak amaçlı çatışmalara girmiştir. Yani ifade edilmelidir ki bir birinde farklı şartlar taşısa da Ortadoğu ülkeleri bu dönüşümü eşzamanlı geçirmektedir. 

4.1.Suriye’de Olayların Başlamasının Ardından Değişen Türkiye-Suriye İlişkileri 

İsyan dalgasının bütün Ortadoğu’yu kaplaması sıranın Suriye’ye geleceğinin net bir göstergesiydi.Suriye’de ilk gösteriler Mart ayının (2011) ortalarında Deraa şehrinde ortaya çıkmıştır. Gösterilerin başlangıcı duvarlara yazı yazan gençlerin tutuklanmasıyla patlak vermiş. 18 Mart Cuma günü yapılan gösterilerde güvenlik güçlerinin 4 eylemciyi öldürmesinin ardından eylemler geniş bir boyut kazanmış ve insanlar sokaklara dökülmüştür. Cenazeler kaldırılırken bir gencin daha öldürülmesi süreci hızlandırmış artık önü alınamayacak bir savaşın başlangıcı olmuştur. Bu aşamada Beşar Esad’ın Vali ile Emniyet müdürünü görevden alması ve yardımcısı Faruk El Şara başkanlığında bir heyet göndermesi olayları yatıştırmaya yetmemiş aksine olaylar git gide artış göstermiştir. 

Bu olayları tetikleyen iki önemli husus olduğu söylenebilir: Bunlardan birincisi, Arap Coğrafyasında yaşanan isyanların halklarının artık özgür, demokratik ve insanca bir yaşam talebini güncelleştirmesi ve bu taleplerin Suriye’deki ezilen kesimler ve özellikle ülke gençliği üzerinde yarattığı etki. İkincisi ise, Suriye’de on yıllardır uygulanan ekonomik, sosyal, siyasal politikalara karşı birikmiş öfkenin olduğunu belirtebiliriz 

(http://www.ozgurmedya.org/articledetail.asp?AuthorID=52&ArticleID=2019, 27.07.2012). 

Olayların başlamasından beri olayları temkinli bir şekilde takip eden Türkiye 15 Mart 2011 tarihinden sonra her geçen gün yeni bir sivil kaybın olmasını dikkatli bir şekilde izlemiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu birçok kereler Heyetler göndererek veya bizzat kendisi giderek rejimin yaptığı hatalara ve sivil kayıplara dikkat çekmiş fakat tatmin edici bir karşılık veya bir çözümle karşılaşamamıştır. İlerleyen dönemlerde gün geçtikçe ilişkiler gerilmiş ve kopma noktasına gelmiştir. Olayların tırmandığı 26 Ocak 2012 tarihinde yaptığı açıklamada olayın geldiği noktayı özetlemiş ve Esad’a çağrı yaparak yaşanan olayların bir an önce sonlanmasının ve Esad’ın değişimi kendi eliyle başlatmasını söylemiş aksi takdirde sonun Kaddafi’ye benzeyeceğini vurgulamıştır. Ayrıca Davutoğlu:“Libya konusunda da Suriye konusunda da bu ilkeye bağlı kaldık. Libya’da uzun süre dış müdahaleye karşı çıktık. Kaddafi halkını dinlemek ve uzlaşmak yerine o halkı öldürmeye başlayınca ilkesel olarak o halkın yanında yer almaya başladık. Kaddafi tavsiyelerimizi dinlemiş olsaydı, bugün Libya’da halkıyla barış içinde yaşıyor olabilirdi.” (http://www.stargazete.com/politika/esad-i-cokuyardik-
ama-o-da-kaddafi-gibi-bizi-dinlemiyor-haber-419079.htm, 27.07.2012). Davutoğlu’nun ortaya koyduğu ilkeler çerçevesinde bugünde Türkiye tarafının Esad ve rejimini karşısı olduğunu göstermektedir. 

Son dönemde karşılıklı yapılan soğuk ve sert açıklamalar ve Suriye’nin PKK’ya yeniden kapısını açması faaliyetlerine izin vermesi zaten Türkiye-Suriye ilişkilerinin yeterince gergin olmasını sağlamıştı, üstüne 23 Haziran 2012 tarihinde keşif uçuşu yapan Türk jetinin Suriye tarafında düşürülmesi gerginliğin bir savaşa dönüşmesine neden olacak duruma getirdi. 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 1



2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 1 


II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 
1-2 Ekim 2012 

a Mehmet TAN
b Aziz BELLİ
c Abdullah AYDIN 

a Yrd.Doç.Dr., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
b Arş.Gör., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
c Arş.Gör., MKÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Hatay 


ÖZET 

3 Kasım 2002 seçimleri sonrası Türkiye’de yaşanmaya başlayan değişim her alanda kendini göstermiştir. Bunu en bariz örneğini dış politika alanında görmekteyiz. Ahmet DAVUTOĞLU’nun bir dönem arka planda daha sonra Dışişleri Bakanı olarak ilk elden yürüttüğü yeni Türk Dış Politikası ile birlikte Türkiye dünyada pasif dış politika anlayışından vazgeçip daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda 2002 sonrası Türkiye Suriye ilişkileri hızlı bir 
gelişme seyri içerisine girmiş ve iki bölge halkının istediği boyuta ulaşmıştır. Fakat Arap baharı ile Ortadoğu meydana gelen değişim rüzgârlarının ve demokratikleşmenin Suriye rejimi üzerindeki etkileri nedeniyle son yıllarda istenilen düzeye gelen ilişkiler bozulmuştur. Türkiye’deki Suriye politikasının değişmesi ve ilişkilerde meydana gelen eksi yönlü değişimin Suriye’ye ile sınır komşusu olan illerimiz üzerindeki sosyal, siyasal ve ekonomik yansımaları olmuştur. 
Devletlerin komşuları ile arasındaki yaşana sorunların komşu ülkeye yakın bölgelerde gösterdiği olumsuz etkiler bölge halklarını direk etkilemektedir. 


II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

1.GİRİŞ 

Binlerce yıllık ortak bir geçmişi olan iki ülkenin Osmanlının yıkılması sonrasında bağımsızlık kazanmalarını izleyen süreçte birçok anlaşmazlıklarla karşılaştıklarını ve de bir türlü yüzyıllar boyu sürmüş olan barış ve kardeşlik ortamını tekrar tesis edemedikleri ifade edilebilir. 

Suriye-Türkiye ilişkilerinde 1990’lı yıllara kadar olan döneme baktığımızda inişli-çıkışlı bir seyir izlemekle olduğunu görmekteyiz. Bunun en önemli nedenin dünyanın yaşadığı soğuk savaş tecrübesi ve bunun iki ayrı kutbunda 
olan iki ülkenin bir türlü ortak geçmişleriyle barışamamasıdır. Suriye’nin dış politika konusunda her zaman birincil hedefinin işgal altındaki Arap topraklarının bağımsızlığını kazanması gelmektedir. Suriye’nin resmi olarak belirlediği 
işgal altında olan ve geri alınması gereken Arap toprakları, İsrail’in elindeki Filistin ve Golan ile Türkiye’nin elindeki Antakya ve İskenderun bölgesidir. Suriye’deki okullarda ve devlet dairelerinde asılı duran haritalarda hala Suriye 
sınırları içinde görünen Antakya ve İskenderun, tüm Suriye-Türkiye ilişkilerinde önemli bir unsur olarak olarak kalsa da, ikili resmi görüşmelerde hiçbir zaman açıkça gündeme getirilmediğini görmekteyiz. 

Bununla birlikte Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Suriye-Türkiye ilişkilerinde üç konu her zaman önemini koruduğu dikkati çekmektedir. Birbiriyle çok iç içe geçmiş ve kronikleşmiş olan ve neden sonuç ilişkisi açısından birbirini etkileyen bu sorunlar, “Su”, “Güvenlik” ve son yıllardan itibaren “İsrail-Türkiye İlişkileri” çerçevesinde şekillenmiştir. 

Tarihsel olarak uzun yıllar var olan ve 1998’e gelindiğinde bir savaşın eşiğinden dönülen Türkiye ve Suriye ilişkilerinde bir “düşman” algısı, uzun süre varlığını korumuştur. Türkiye’ye göre Suriye, teröre ev sahipliği yaptığı, su Kaynakçanın paylaşımında sorun çıkardığı ve coğrafik olarak Türk toprak bütünlüğüne (Hatay Sorunu) müdahalede bulunduğu vb. için “düşman” ülke iken, Suriye’ye göre de Türkiye, su kaynaklarını adil paylaşmadığı, Batı’nın destekçisi olduğu, kendi toprakları (Hatay) üzerinde hak iddia ettiği vb. için “düşman”dı (Sayın, 2010:5). Ancak Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasından sonra 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye Suriye ilişkileri normalleşme sürecine hızlı bir şekilde girmiş ve iki devlet arasında güven inşası süreci başlamıştır (Kambur, 
2012:156). 

2000’de Hafız Esad’ın vefatıyla iki ülke açısından dengeler farklı bir seviyeye taşınmıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze törenine gitmesi ile normalleşme seyrini sürdürmüştür. 2000 yılında Hafız 
Esad’ın ölümüyle başa geçen oğul Beşşar Esad’ın Temmuz 2000 tarihinde başlayan iktidarı, Hafız Esad’ın son dönemlerinde yumuşamaya başlayan ilişkilerin daha da yumuşamasına sahne olmuştur (Togay, 2010,ORSAM). Beşşar Esad liderliğinin ilk yıllarında hoşgörü ile açıklık politikası eğiliminde tavırlar sergilemiş ve bu dönüşüm sürecinde gücünü pekiştirmek adına bir takım reform girişimlerinde bulunmuştur. Beşşar Esad’ın ülke için öngördüğü reform 
modeli Çin modelidir. Öncelik ekonomik reformlarda, siyasi reformların ise artan refah seviyesi ile gerçekleşeceğini öngörmüştür. Ancak Arap baharı sonrasında olduğu gibi bu reformlar hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamıştır 
(Kambur, 2012:156-157, Köylü vd.2012:60). 2002 yılı sonrası Türkiye-Suriye ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmiştir. Ve 2011 yılının mart ayına kadar çok iyiye giden ilişkiler Ortadoğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme 
hareketlerinin Suriye’ye de sıçraması ile birlikte ilişkiler bozulmaya başlamış ve Suriye’nin Türk savaş uçağını düşürmesi ile birlikte kopma noktasına gelmiştir. 

Araştırmamız dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde; 2002 yılı öncesi Türkiye-Suriye ilişkileri kısaca açıklanmış ikinci bölümde; 2002 sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri irdelenmiş, üçüncü bölümde; Arap Baharı sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri ve son bölümde Arap Baharı sonrası bozulan ilişkilerin bölge illere yansımaları incelenecektir. 

2.TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ 

Türklerin Emevi devletinin başkenti olan Şam’a Göktürklerle yapılan savaşlar sonucunda esir olarak getirilmeleri Suriye bölgesindeki ilk Türk mevcudiyetini ortaya çıkartmıştır. Askeri kabiliyetleri sebebiyle daha sonra ki süreçte 
Emevi ve Abbasi ordularında kumandanlık derecesine kadar yükselen Türkler artık Suriye-ırak bölgesine yaygın olarak yerleşmişlerdir. Suriye bölgesi 20. Yy başına kadarki süreçte Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah 1076 yılında Şam'ı eline 
geçirmesinin ardından sırası ile Büyük Selçuklu, Suriye Selçuklu Böriler, Zengiler, Eyyübiler, Moğollar, Timur, Memluklular ve son olarak ta Osmanlılar idaresinde kalmış. Yani yönetici ve ordusunu Türklerin oluşturduğu Eyyübiler 
Moğollar ve Timur devletlerini de katarsak 8 yy aşkın bir süre Türk toprağı olarak kalmıştır (Cirit, 2007). 

Osmanlı Döneminde biraz bahsedecek olursak Osmanlı bu bölgeyi de diğer yerler gibi vilayet, sancak, nahiye, köy şeklinde sınıflandırarak yönetmiş. Bugünkü Suriye Hatay ve Lübnan bölgesinde kurduğu 4 vilayetle (Şam, Halep, Sayda, Trablusşam) yönetmiştir. İlk başlarda memluklu sülalesinden gelen emirler verilen valilikler sürekli isyan çıkarmaları yüzünden ellerinden alınmış ve merkezden atanan paşalara devredilmiştir.coğrafi dini ve siyasi yapısı yüzünden 
Osmanlı yönetmekte çok zorlanmış olduğu bölge her yüzyılda bir büyük ayaklanma atlatmış ama bir şekilde bastırılmıştır (www.hatay.gov.tr). 

Osmanlının gerileme dönemine girdiği süreçte Avrupa devletleri gözlerini bu bölgeye dikmişler ilk olarak 1789 yılında Napolyon komutasındaki ordu Akka önlerinde Cezzar Ahmet paşa komutasındaki orduya yenilmiştir. Tabi bu 
süreçte değişik etkenler sayesinde gelişen Arap milliyetçiliği de bölgenin karışıklığında büyük rol oynamıştır. 

Arapçaya çevrilen çağın önemli eserleri milliyetçilik akımına güç katmış ve özellikle 1850 sonrası dönemde Suriye Arap entelektüel dünyasının önemli bir üssü olmuştur. Genel itibari ile Hıristiyan aydınlanmasının etkisi görülmektedir 
bunu da sağlayan ekseri olarak Katolik misyonerlerin etkileridir. 

Birinci Dünya savaşı sırasında Fransızlar ve İngilizler Suriye bölgesini işgal etmişler ve 1919 yılında gizli paylaşım antlaşmaları ve 1920 yılındaki San Remo konferansı ile bölgenin Fransızlara bırakılması konusunda anlaşılmıştır. Diğer 
taraftan da Birinci dünya savaşından yenik ayrılan Osmanlı devletinin yok olması ile ortaya çıkan ve Osmanlının devamı niteliğindeki Türkiye Hükümeti'nin, varlığını Ankara Antlaşması'yla birlikte kabul ettiği Suriye'deki Fransız mandası, 
aslında, 1919 Milletler Cemiyeti kararlarıyla başlatılmıştı. Fransızca bir sözcük olan "mandat", Milletler Cemiyeti'nin bazı büyük devletlere verdiği, başka ülke ve devletler üzerindeki vesayet görevini tanımlıyordu(tr.wikipedia.org). 

Milletler Cemiyeti A,B ve C olmak üzere ayrı manda tipi öngörmüştü ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopan Arap toprakları A tipi manda içinde yer alıyordu. Mandater devlete verilen görev, siyasal bakımdan yeterince olgunlaşmadığı 
kabul edilen halkları bağımsızlığa hazırlamaktı. Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 
yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilmiştir. Fransa'nın, İskenderun Sancağı'nı da kapsayan Suriye üzerindeki nüfusu da bu biçimde dile getiriliyordu.1920'de başlayan ve 1936 yılına kadar fiili olarak devam eden Fransız manda yönetimi, Fransız yüksek komiserleri eliyle yürütüldü. İskenderun Sancağı, Ankara Antlaşması'nın imzalandığı dönemde Halep Hükümeti'ne bağlıydı(Akdemir,2000). 1922'de Suriye Devletleri Federasyonu kurulunca, bu kez, bu federasyonun Halep Devleti içinde yer aldı. Sancakta yönetsel yetkiler mutasarrıflarca kullanılıyor, yönetimde, yüksek komiserler kurulunun görevlendirdiği Fransız delegesi de söz sahibi bulunuyordu. Bu delege, mutasarrıfın yönetimini mandater devletin temsilcisi olarak denetliyordu . Halep 
Devleti'nce atanan mutasarrıfının kaza kaymakamlarını, nahiye müdürlerini atamak, yasa ve yönetmelikleri uygulatmak, vergi toplamak, sancak bütçesini hazırlamak gibi yetkileri vardı. Bununla beraber İskenderun Sancağına özel bir idare şekli tanınmıştı. Türk parası resmi para birimi olacak ve Sancak halkı milli kültürlerinin korunmasında her türlü kolaylıktan yararlanacaklardı.1926 yılında İskenderun ve Suriye kargaşaların artması ve Türkiye’ye katılma yanlısı cemiyetlerin yaptığı çalışmalar milletler cemiyetinde yankı bulmuş bunun üzerine Halep’e bağlı olan sancaktan vazgeçilerek bir İskenderun Hükümeti kurulma denemesi yapılmıştır. Bu sayede gerginliklerin azalacağını ve zaman kazanacağı nı düşünen Fransız yönetimi sonuç alamamış meclis seçimi bile yapılan İskenderun Hükümeti denemesi sonuçsuz kalmıştır
(http://www.turktarih.net, 27.07.2012). 

1920-1936 döneminde ülkenin genelindeki Fransız hâkimiyeti ve bu hâkimiyeti korumu çabası bir baskı ve tahakküm sistemini meydana getirmiş bu durumda birçok iç kargaşayı ve isyan hareketini beraberinde getirmiştir. 

Artık bu isyan ve Arap milliyetçisi cephenin baskılara dayanamayan Fransa ülkede asker bulundurma koşuluyla Eylül 1936 Suriye’nin bağımsızlığını tanıyacağına dair antlaşmaya imza atmıştır. Bu bağımsızlık olayı zaten hâlihazır da Türkiye Suriye arasında sorun olarak duran Hatay meselesini tekrar açığa çıkartmış ve 3 yıllık süreç sonucunda Türkiye’nin lehine sonuçlanacak takvim başlamıştır(Çağrı,2011). 

Fransa, Suriye ve Lübnan ile ilişkilerini yeni bir düzene sokarak 1936 Eylülünde Suriye'ye ve 1936 Kasımında da Lübnan'a bağımsızlık verdi. Ancak Suriye'ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Eylül 
Antlaşması'nda Sancak hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani Fransa Suriye'den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye'ye terk etmekteydi (Sofuoğlu,2008). Fakat uygulanan etkili siyasetin sonucunda 7 Eylül 1938 ile 23 Haziran 1939 tarihleri arasında kurulan devlettir. 23 Haziran 1939 günü Türkiye'ye katılmıştır 

İkinci Dünya Savaşının mali ve idari yükü Fransa’nın Suriye üzerindeki nüfuzu nun iyice kaybolmasına yol açmıştır. Bölgeye girdiğinden beri hâkimiyetini güçlendirmek ve kalıcı kılmak için birçok deneme yapan fakat her seferinde 
başarısız olan ve son olarak ta Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına engel olamamış son olarak ta 1946 yılında bölgeden çekilmek zorunda kalmıştır. Ortaya çıkan bağımsız Suriye Devleti ile Türkiye arasında, sorunlarla dolu bir dönem  başlamıştı. 

Savaş sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yaşanan Sovyet-ABD rekabeti, özellikle Ortadoğu’yu da içine alan yoğun bir nüfuz çekişmesi yaşanmasına neden olmuştu. ABD ve Sovyetlerin karşılıklı yayılmacı politikaları, 18 Nisan 1955 Bandung’da yapılan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı Ekonomik ve siyasî açıdan bağımlı, açık ya da yarı sömürge olan Asya-Afrika milletlerini bir araya getirmiş, oluşan iki gruptan Türkiye batı yanlısı tavır almış bu da zaten 
gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirmiştir. 1956 Süveyş Buhranı devam ederken, Suriye’nin hızla Sovyetler Birliği’ne yakınlaştığı göze çarpıyordu. Ordu kademelerinde önemli tasfiyelere girişilmiş, ve stratejik mevkilere Sovyet yanlısı 
kişiler tam manası ile hakim olmuştur ve Ülkede Nasır yanlısı Arap milliyetçileri ve Sovyetler Birliği’ne yakın solcular yönetimi başlamıştır (Arslan, 2006). Ardından gelen bir dizi darbe ve karışıklıklar bugünde yaşamını sürdüren rejimin 
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 

Soğuk savaş dönemi boyunca gergin olan ilişkiler kısa süren Mısır ve Suriye’nin Şubat 1958’de beraber kurduğu “Birleşik Arap Cumhuriyeti” deneyime Türkiye’nin destek olucu tavır alması aradaki buzları nispeten eritse de. Baba 
Esad rejiminin Türk kökenli halka uyguladığı baskılar ve saldırgan tutum PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de barınması ve Suriye’nin PKK’ya açık desteği üstüne 1989 yılında kadastro uçağımıza yapılan saldırı ilişkilerin her zaman gergin 
geçmesine neden olmuştur. Hatta Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasıyla sonuçlanan süreçte savaşın eşiğine gelinmiş fakat 1998 yılında imzalanan Adana mutabakatı ile olay ciddi sonuçlar doğurmadan sonuçlanmıştır. 

3.2002 YILI SONRASI TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ 

2002 yılı sonrası AK Parti(Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetinin iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinin zirveye ulaştığı süreç başlamıştır. AK partinin dış politikasının belirlenmesinde etkin olan isimlerin başında uzun süre Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini yürüttükten sonra bir manada fiili olarak yaptığı görevi resmi olarak da Dışişleri Bakanlığı görevini devralan Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU gelmektedir. AK Partinin özellikle Müslüman dünyasına yakın karakteri ve siyasal İslam’a eğilimli oluşu Türkiye’nin Ortadoğu’daki vizyonuna yeni bir yaklaşım getirmiştir(Kambur, 2012:158). Davutoğlu’nun ifadeleriyle, 2002 sonrası Türkiye’nin Ortadoğu Politikası şöyle Özlenebilir: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının hem düşünsel hem de coğrafi temelleri bulunmaktadır. 
Osmanlı’nın mirasçısı olması ve kendine has konumu Türkiye’nin kendini savunmacı bir anlayışta tanımlamasını imkânsız kılmaktadır. Türkiye, güvenlik sorunlarını çözebilmek için bölgeye yönelik ekonomik ve kültürel işbirliği 
kampanyası başlatmalıdır. Ortadoğu sorunlarına sırt çevirmek güvenlik problemlerine çözüm üretmeyecek, bölge sorunları dönüp dolaşıp Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye iç güvenlik ve istikrarını çevresinde düzen ve istikrar yaratmak için aktif, yapıcı rol üstlenerek koruyabilecektir” (Davutoğlu,2007: 77-83’den akt. Orhan, 2011:59) Davutoğlu yeni dış politika enstrümanlarını beş noktada yeniden tanımlar. Bunlardan ilki sıfır sorun politikasıdır. Bu yaklaşım ile bir çeşit bütünleşmiş dış politika yaklaşımına ulaşılabilecek ve çok yönlü bir bölgesel kimlik ile hali hazırda varlığını devam ettiren sorunların çözümüne katkıyı sağlanacaktır. Böylelikle dış 
ilişkilerin derinleşmesi hedeflenmektedir. İkincisi aktif bir dış politika için ritmik diplomasinin uygulanmasıdır. Buna göre uluslar arası ve bölgesel örgütler gibi aktörlerle olan bağlar genişletilmeli ve diplomasi araçlarının kullanımı 
artırılmalıdır. Diğer nokta ise sınırların istikrarına gönderme yapmaktadır. Burada Türkiye’nin konumu gereği Ortadoğu, Kafkaslar ve Avrupa Birliği ile istikrarlı ilişkilerin diplomasi ve diyalog ile sağlanması gerektiğine dikkat 
çekilir. Diğer bir önemli nokta ise Türkiye’nin diğer devletlere karşı olan tutumu ile ilişkilidir ve bu noktada eşit uzaklık politikasına vurgu yapılmıştır. Buna göre bölgesel aktörlerle işbirliği içinde olunması, bir takım koalisyonlara katılmanın önemi vurgulanır. Son olarak devlet dışı aktörler ve sivil toplum ile ilişkilerin geliştirilmesi ve insan haklarının daha öncelikli hale getirilmesine zemin hazırlayacak politikaların oluşturulmasının da dış politikanın yeni imajına olumlu etki sağlayacağı düşünülmektedir.(Aras, 2009’dan akt. Kambur, 2012:161) 

Bu düşünce değişiminin Suriye politikasındaki etkisi ise şu şekildedir: Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundadır. Suriye, gerek coğrafi konumu, gerekse sosyo-ekonomik dinamikleri sebebiyle Türkiye’nin ulusal 
güvenlik problemi içerisinde stratejik bir konuma sahiptir. Türkiye’nin ulusal güvenlik problemi içerisinde yer alan sosyal, ekonomik ve askeri sorunlar başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerini de yakından ilgilendirmektedir. Suriye 
ile güvene dayalı yakın ilişkiler, Ortadoğu sorunlarında aktif olma arayışındaki Türkiye’ye önemli fırsatlar sunmakta, Türkiye’nin bölge sorunlarına daha rahat müdahil olması imkânı doğmaktadır. İsrail-Suriye barış görüşmelerinde 
üstlenilen arabuluculuk, Lübnan devlet başkanlığı krizinde oynanan yapıcı rol, İsrail-Filistin sorununda özellikle HAMAS tarafı ile kurulmaya çalışılan iletişimde Suriye ile ilişkilerin belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’nin Arap platformlarında Türkiye’ye verdiği destek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Türkiye böylece Ortadoğu’da sorunların çözümünde anahtar bir konuma sahip olabilmektedir. Türkiye’nin zihniyet değişimi İsrail’le ilişkilerinde göreli bir zayıflamaya neden olmuştur. Suriye ile yakınlaşmayı mümkün kılan faktörlerden biri de bu zayıflamadır. 

Suriye dış politikasında İsrail ile Yakındoğu’da yaşadığı rekabet ve bu ülke kaynaklı güvenlik tehditleri büyük önem taşımaktadır. Suriye’ye ait stratejik Golan Tepeleri halen İsrail işgali altındadır. Buna karşılık Türkiye ve İsrail 1990’lı yılların ortalarında savunma ve güvenlik işbirliği anlaşmaları ile bazılarınca “stratejik müttefik” olarak tanımlanan bir ilişki kurmuştur. O dönemde kendini çevrelenmiş hisseden Şam yönetimi uzun yıllardır rekabet ettiği Saddam yönetimine yakınlaşarak bu güvelik tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştır. Yani Suriye, Türkiye İsrail’e yakınlaştığı oranda ondan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla İsrail ile yakın ilişkiler Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşması önündeki en önemli engellerden biri olmuştur.(Togay, 2010, ORSAM) 

Suriye–Türkiye ilişkilerinin gelişim sürecinde Kürt meselesi, Avrupa Birliği ve arabuluculuk konusu öne çıkan unsurlardır. Bölgenin diğer ülkeleri için de hayati ve stratejik bir öneme sahip bulunan Kürt meselesinin Türkiye– Suriye ilişkilerine yansıması, Türkiye ve Suriye’nin toprak bütünlüğü kaygısı çerçevesinde müşterek işbirliği zemini aramakla olmuştur. Türkiye için egemenlik ve toprak bütünlüğü için tehlike oluşturan Kürt meselesi, Suriye açısından da aynı gerekçelerle önemli görülmektedir. Türkiye–Suriye ilişkilerinde öne çıkan unsurlardan bir diğeri de, Avrupa Birliği’dir. Soğuk Savaş sonrası değişen Suriye dış politikasında Avrupa Birliği, ayrı ve önemli bir konu haline gelmiştir. 

Küreselleşmenin artan önemi ve etkisi ve Batı ile ilişkilerin zorunlu/kaçınılmaz hale gelmesi, Suriye’nin Avrupa Birliği ile daha da yakınlaşmasına vesile olmuştur. Dış politikada liberalleşme, ekonomide serbest piyasa ekonomisine geçiş ve diğer siyasi ve iktisadi düzenlemeler çabası içinde olan Suriye’nin Avrupa Birliği ve Batı ile ilişkilerinde Türkiye, bir “köprü” konumunda bulunmakta, bu durum, Türkiye–Suriye ilişkilerine ayrı bir boyut katmaktadır. Suriye, Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan bir “kapı”sı iken, Türkiye de Suriye’nin Batı’ya, özelde de Avrupa Birliği’ne açılan bir ‘pencere’si konumunda bulunmaktadır. (Sayın, 2010:6-7) 

Suriye ile Türkiye ilişkilerinde ön plandaki konulardan birisi de arabuluculuk girişimleridir. Arabuluculuk, uluslararası ilişkilerde sorunun taraflarının aralarındaki problemleri daha kolay çözmelerine yardımcı olurken, 
arabulucu konumunda bulunan ülke için de artı kazançlar sağlamaktadır. Arabulucu ülke, bir taraftan uluslararası ilişkilerde diplomatik önemini artırırken, diğer taraftan güvenilirliğini daha da pekiştirmektedir. Türkiye, 2002 yılından 
bu yana uluslararası politikada takip ettiği çok yönlü dış politikası gereği arabuluculuk girişimlerine de oldukça ağırlık vermiş, bu çerçevede gerek kendi bölgesinde gerekse uluslararası politikada önemini gittikçe artırmıştır. (Sayın, 
2010:7) 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

26 Ocak 2019 Cumartesi

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor, BÖLÜM 2

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor, BÖLÜM 2



AMERİKA SÜREKLİ YALAN SÖYLÜYOR

Amerika, Türkiye için nasıl strateji uyguluyor peki?

Maalesef Amerika kadar Türkiye’ye zarar veren başka bir aktör bilmiyorum ben şuanda. Rusya da dahildir. Bunu inanarak söylüyorum çünkü aslında Rusya’yla, İran’la ve diğer bölge ülkeleriyle sorun yaşamamızın temel sebebi aslında Amerika’nın Türkiye’ye ortaklık mantalitesi çerçevesinde vermesi gereken desteği vermemesiyle alakalıdır. Ama maalesef bu olur. Büyük aktörler küçük partnerlere lazım oldukları derecede değer verirler. Dolayısıyla Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey bölgeden çekilerek Türkiye ve diğer aktörlerin birbirlerini dengeleyerek maliyeti Amerikanın üzerinden almaları. NATO’dan doğan sorumlulukları yerine getirmemek Amerika’nın yaptığı bu. Suriye sürecinin başından bu yana Amerikalılar yüzlerce yalan söylediler. Esed’e müdahaleden insani yardıma, uçuşa yasak bölgeden eğit donata her seferinde yalan söylediler. Ama o kadar merkezi bir rol oynuyor ki Amerika, onunla o diplomatik müzakerelere devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bile bile lades yani.

SURİYE’DE AMERİKA’YA BAĞLILIKTAN KURTULMALIYIZ

PKK-PYD meselesinde de yalan sürdüğü için Türkiye artık bunu taşımak istemiyor?

Amerika gözünüzün içine bakarak PYD’yi destekliyor. Gözünüzün içine bakarak Suriye’ye gir diyor. Bunu rasyonel zeminde kimse birbirine söyleyemez. Ama Amerika bunları defalara dedi çünkü, siz ne kadar az aktörle ilişkideyseniz, ona mahkum olursunuz. Dolayısıyla o sarmalın içerisinde İran’la Rusya’yla diğer aktörlerle sorun yaşadıkça Amerika’ya daha mahkûm hale geliyoruz. Amerika uzakta durduğu için de kimseye mahkûm kalmıyor. Bizim Suriye’de yapmamız gereken şey bunu baş aşağı çevirmek. Yapabiliyorsak bunu tersine çevirecek yeni bir vizyon geliştirmeliyiz.

ÜÇ SEÇENEK VAR ÖNÜMÜZDE

Nedir o vizyon, açın lütfen?

İnanın kolay değil, çok ayrıntılı bir şekilde planlanması, bütün devlet kurumlarının olasılıkları hesaplaması gerekir. Ama gördüğümüz bir şey var ki bu süreç bize çok zarar veriyor. Suriye’deki mevcut durum katlanılabilir bir durum değil. Güvenlik, ekonomik, siyasal, diplomatik anlamda elimizi ayağımızı bağlıyor. Durum sürdükçe her alanda önceliğiniz hale geliyor. Ama Amerika sizinle iş yapmıyor, aksine PYD’yi destekliyor, öte yandan siz Rusya’yla, İran’la sorun yaşıyorsunuz. Ne yapmak gerektiği konusunda bence üç seçenek var. İlki bunu devam ettirmek. Ki bu bize çok zarar veriyor. İkincisi tamamen masayı ters çevirmek, üçüncüsü daha riskli ama daha az maliyetli bir şey.

SURİYE’DE DENKLEM DIŞINA ÇIKALIM

Açalım bunları. Hangi masayı ters çevirmekten bahsediyorsunuz?

Suriye resminde masayı baştan aşağı ters çevirmek. Suriye’de baştan beri ağır maliyet yükleniyoruz. İlk başlarda çok ağır değildi ama arttı. Mülteciler de terör de öyle. Türkiye’nin birincil önceliği Suriye’de savaşa dahil olmamaktı, hala olmamalı, dolayısıyla Türkiye tamamen resmin dışına çıkıp “ben devre dışıyım, bundan sonra kim ne yaparsa yapsın” diyebilir.

Yani ilkesel tutumunu ve vicdani sorumluluğunu da geride bırakarak mı?

Vicdani bir durum yok çünkü sivil kalmadı Suriye’de, alabileceğimiz herkesi aldık. Mesela Amerika Rusya’nın Halep’i geçmesini istemiyor. Halep’te kilitledi Rusya’yı. Muhaliflerin yeterince destek görmediği kuzeyde, Rusya’nın Halep’i geçebilme ihtimali sizce Amerikalıları tedirgin etmez mi? Bence eder.

RUSYA İLE KONUŞURSAK ABD HAREKETE GEÇER.

Ne yapar Amerika bu durumda?

Mecburen bir şeyler yapmaya çalışır. Türkiye’yle yapar, Rusya’ya karşı yapar… Türkiye’nin kuzeydeki varlığı, desteği Amerika için güvenlidir. Ama bu durum karşılığında Amerika bize ne veriyor? Hiçbir şey vermiyor. Bu yüzden Türkiye “Ben de o zaman bütün Suriye politikamı baştan yazıyorum, hiç bir sorumluluk almıyorum” demeli. “Mülteciler Avrupa’ya mı gitmek istiyor, buyursunlar gitsinler, ben devre dışıyım ”demeli. “Müttefiklerimden alabileceğim desteği almıyorum” diyerek tavrını koymalı. Çok riskli bir şeyden bahsediyorum evet. Basında yansıması çok olabilir, Amerika’nın destekçileri olabilir, yeniden Türkiye aleyhtarı kampanya başlayabilir vs. Ama şu resmi bozmak, Türkiye’nin de karşılık verebileceğini göstermek ve diğerlerini resme dahil edebilmek için yapılabilecek manevralardandır.

PYD’YE KARŞI TÜRKİYE’NİN YANINDA ABD YOKSA RUSYA VAR.

İkinci seçenek neydi?

Türkiye’nin Suriye’de hedef değiştirdiğini biliyoruz. İlk hedef Esed’ti, şimdiki hedef PYD. Türkiye’nin Suriye ile ilgili bir sorunu varsa o da PYD’dir artık.

ESED HEDEFİMİZ OLAMAZ, ARTIK SINIR KOMŞUMUZ BİLE DEĞİL.

Esed Türkiye’nin kırmızıçizgisi olmaktan çıktı mı?

Esed ile sınır bile paylaşmıyoruz artık, neden hedefimiz olsun ki? Şimdilerde Rusya’yla yakınlaşma konuşuluyor ama bu yakınlaşma özür dileyerek olmaz. Rusya’ya yakınlaşmak ancak kapalı kapılar arkasında, Rusya’dan bir şey alıp Rusya’ya bir şey vermek ile olur. Siyaseten, gerçekten sonuç üretecek şekilde. Mesela Rusya’dan PYD’yi nasıl alırsınız? Rusya ile PYD’ye yapabileceğiniz bir operasyonun anlaşmasını nasıl yaparsınız? Bunları düşünmeliyiz. Budur Rusya ile yakınlaşmak.

Nedir bunu mümkün kılan?

Halep’in kuzeyi meselesini düşünürseniz, olabilecek şeylerdir bunlar. Ama ben meselenin özür çerçevesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek, somut bir pazarlığa oturtulursa ancak anlamlı olabilir. Öbür taraftan bizim hala Rusya’dan, Amerika’dan çok rahatsız olan bir İran seçeneğimiz var.

TÜRKİYE İRAN VE RUSYA İLE KONUŞMALI.

Son haftalarda PKK’dan da rahatsız İran, PKK’nın İran kolu PJAK eylemlere başladı İran’da?

İran’la konuşmaya başlarsanız, Rusya da sizinle o kadar konuşur, siz ne kadar Rusya ile konuşursanız Amerika da sizinle o kadar konuşur. Yüksek retoriği bir kenara bırakıp somut sonuçlar üreten adımlar atmak gerek. Bazen risk almak, masayı ters çevirmek, ben yokum arkadaş diyebilmek gerekiyor. Amerikalılara “siz PYD’ye destek mi veriyorsunuz, biz de Rusya ile beraber PYD’nin alanına müdahil oluyoruz” diyebilmek, demek gerekiyor. Bunu Amerikalılara göstermek bile yeterli bir pazarlık olurdu.

RUSYA’YA AMERİKA İZİN VERDİ.

Tüm bu süreçte Rusya, Suriye’ye girerken Amerika tarafından maliyetin kendisine ödetilmek istendiğini göremedi mi peki?

ABD, Rusya’ya müsaade etti Amerika’nın vuramadığı örgütleri vurması için. Rusya başından beri Lazkiye ve çevresini bırakmayacaktı. Orası tehlikeye düşmeye başlayınca, Amerika’dan da yeşil ışık alınca girdi. Amerika izin vermeseydi Rusya Suriye’ye giremezdi. Rusya girdikten sonra da Amerika istese de Rusya’yı Suriye’den çıkaramaz. Çünkü basit bir denklemi var Suriye’nin: Rusya nükleer güç. Girmeden engelleyebilirsiniz ama girdikten sonra çıkaramazsınız.

Ama Rusya açısından Suriye’ye girmenin maliyeti Rusya’nın planlarının üstünde olmadı mı? Amerika Rusya’yı Suriye’ye bilerek, rakibini zayıflatIP yormak için soktu denebilir mi?

Rakibi evet yoruyor, mesela Halep’e kadar gelmesine müsaade etti sonrasına izin vermiyor. Amerika aynı şeyi Türkiye’ye de yapıyor, müttefiklerine de yapıyor. Herkes birbirine yapıyor aslında. İran da PKK’ya destek vererek Türkiye’yi zayıflatmaya çalışıyor. Ama Amerika’nın yaptığı daha fazla. Amerika küresel bir güç çünkü, uluslararası operasyonlar yapan tek devlet. Küresel operasyon yapmak demek kaç tane nükleer füzeniz olursa olsun başka bir şey demektir. Yüksek teknoloji bir tek Amerika’da var. Bu gerçekliği tanımamız lazım. Dolayısıyla Suriye’de Amerika müsaade etmeseydi Rusya giremezdi.

ABD İÇİN TEK ÖNEMLİ ŞEY; ABD’NİN GÜVENDE OLMASIDIR,

Amerika Rusya’ya neden müsaade etti?

Rusya ile çatışmaya devam ederken bu kitlenmişlik durumu devam etsin diye. Bu kitlenmiş devam ediyordu ama Amerika baktı ki Rusya çatır çatır devam ediyor. Halep’i de düşürürse resim değişir. Amerika’nın şu an Suriye’de savaş sonrasına dair bir planı hakikaten yok. Ama asıl plan zaten çözümsüzlük. Çatışma sürdükçe Amerikan ana karası da “güvendeyiz, dikkatimizi başka yerlere yönlendirebiliriz” diyor.

OBAMA POLİTİKASI YENİ BAŞKANLA DEĞİŞMEZ.

Şu an önümüzdeki dönem için kıpırdanmalar olsa da bu sürdürülemez durum sürecek, öyle mi?

Evet çünkü bakın, ne Trump ne Clinton’ın herhangi bir planı yok Suriye’ye dair. İkisi de seçim kampanyasında Obama dönemini baş aşağı etmesi gerekirken Obama’yı Suriye’de başarısızlıkla suçlamıyor. Obama gelirken Bush’a karşı “vergi verenlerin parasını başka yerlere gömmeyin” diyordu Bugün Trump da aynı şeyi söylüyor. “Paramızı orada harcamayalım” diyor. Hem Amerikalıların böyle bir tutarlılığı vardır hem Obama politikası devlet düzeyinde kabul gördü. Pentagon’un hazırladığı dokümanlarda vardır, maliyetsiz dış politika meselesi ve devlet politikası haline dönüşmeye başladı.

PKK-PYD FIRAT’IN BATISINA GEÇEMEZ, DOĞUSU DA SORUNDUR,

Suriye’deki durum değişti, PYD-PKK artık orada fiziken de var ve Türkiye’nin uyarılarına rağmen Amerika’nın gözetiminde Fırat’ın batısına da geçecek gibi?

Batısına geçemeyecekler. Böyle bir şey yok, geçmemesi lazım. Baştan beri Cenevre’yi ele alalım. Türkiye ile müzakerelerde bulunup, diplomatik ziyaretler yapıyorlar. Diyor ki “Cenevre’ye PYD’de gelsin”. Türkiye hayır diyor. Fakat onlar karşılığında ne diyor? “Gelsin bir şey olmaz, biz size yeni teknolojik silahlar veririz”. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Böyle bir mantık var mı? Türkiye reddediyor ama öyle bir baskı var ki Türkiye’nin üzerinde 3-5 senedir. Her seferinde salam keser gibi ince ince, Türkiye’den biraz daha taviz koparıyorlar. Bu ilişki biçimi çok sorunludur. Türkiye’nin bu durumu bozması gerekiyor. Aslında sadece Fırat’ın batısı değil Fırat’ın doğusu da bizim için çok değerli.

ABD SURİYE’DE PKK DEVLETİ KURUYOR,

Türkiye Fırat’ın doğusunun PYD-PKK’ya ait olduğunu kabullendi mi ki?

Bakın o resim hala ters çevrilebilir. Rusya ve İran ile ağlarımızı arttırarak bu resim tersine çevrilebilir ve Amerika’ya bunun bedeli ödetilir. Bu söylediğim şeylerin çok riskli ve maliyetli olduğunu kabul ediyorum fakat şimdi ki durum risksizmiş gibi görünmesine rağmen daha maliyetli ve uzun vadede canımızı yakacak şeylerdir.

Amerika Türkiye’nin sınırında bir PKK devleti mi oluşturuyor?

Nereye kadar götüreceğini veya ne istediğini bilmiyorum ama süreç oraya doğru gidiyor. Sürece kabaca gözlem üzerinden baktığımızda PKK-PYD bir siyasal varlık orada yaratılmak isteniyor. Ne kadar çok aktör varsa bölgede Amerika’nın o kadar işine geliyor, dolayısıyla bir KCK devleti kurulmasını da muhtemelen tercih ediyor Amerika. Bunu zorluyor.

PYD OPERASYON YAPMALI TÜRKİYE!,

Bunu zorlarken PKK ile mücadele eden Türkiye’nin buna daha fazla tahammül göstermeyeceğini ve bu zorlamanın Türkiye’yi kopuş noktasına getireceğini değerlendiremiyor mu Amerika?

Mesele tam da o! Çünkü Rusya’ya, İran’a, Mısır’a, İsrail’e karşı yalnız kalır Türkiye diye düşündüğü için terslik yapamayacağını düşünüyor ama artık bizim başka sorular sormamız gerekiyor. Bu soruların tam doğru sorular olması gerekmiyor. Amerika gelmiyor değil mi? Madem Amerika gelmiyor, hiç gelmeyecek o zaman neden biz PYD’ye operasyon yapamıyoruz? Bakalım bu durumda Amerika ne yapacak? O yoksa o zaman biz bir PYD operasyonu yapalım. Eğer yaptığımızda geliyorsa, buyursun gelsin o zaman. Bu tür spekülatif soruları sorabilmeliyiz çünkü ağır bir sıkışmışlık hali var. Ve her türlü sorunun sorulması gerekiyor çünkü hiç bir şartta gelmiyorsa PYD ile baş başa kaldık demektir.

PYD-PKK’YI BARZANİ’NİN KDP’SİNE BENZETMEK YANLIŞTIR,

Spekülatif bir soru da şu olabilir, Türkiye ABD’ye rağmen herşeyi yıkıp PYD ile bir ilişki kurar mı?

Kuramaz. PYD Türkiye’nin müttefiki mi olacak? Mümkün değil. PYD’nin kimliğini oluşturan şey TC zıtlığıdır. Ontolojik varlık sebebidir.

Kuzey Irak’ta Barzani yönetimiyle yaşanan sürecin son hali üzerinden Kuzey Suriye için de bir benzerlik kuruluyor?

O tamamen yanlış bir analoji. Birincisi Barzani PKK’dan başka bir aktördür. PYD’de KCK’nın altındadır, organik olarak PKK ile aynı aktördür. İkincisi Barzani ile bugün böyle oluşumuz yarın böyle olacağımız anlamına gelmez. Barzani ile sabit bir ilişki yoktur. Barzani de çok mecbur kaldığı için bizimle beraber, yoksa karakaşımıza karagözümüze değil. “Bunlar bizim Türk kardeşlerimiz ya da Kürt kardeşlerimiz” diye değil. Arap kardeşlerimiz de var, Fars kardeşlerimiz de var.

PKK DA DAİŞ GİBİ IRAK’TAN SURİYE’YE GEÇTİ,

Obama’nın Suriye özel temsilcisinin McGurk’un açıklaması vardı on gün önce; Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye insani yardım amaçlı kapılar açıldı, şeklinde. Barzani PYD ile işbirliğine mi giriyor?

PKK Kandil’den kalktı Suriye’ye gitti zaten, Suriye bütün terör örgütlerinin aktığı bir yer haline geldi. İŞİD Irak’ın Sünni şehirlerinde doğdu. Suriye’ye gitti. PKK da Suriye’ye gitti. beslenebilmesi için daha uygun bir zemine sahip çünkü Suriye.

AB TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR, BU AÇIK,

AB’ye geçelim. İngiltere’de referandumdan AB’den ayrılma kararı çıktı. Türkiye AB’den kopuşun gerekçesi yapılınca Cumhurbaşkanı Erdoğan da “gerekirse biz de referanduma gideriz” dedi. Taktik mi gerçek mi bu açıklama?

Bazı şeyleri açık konuşmak lazım. AB’de bizi aldatmaya çalışıyor. Vizesiz kabul antlaşması mesela, Türkiye’deki şartları göz önüne alarak Davutoğlu’na destek gibi küçük uyanıklıklar yapıyordu Avrupa. Net bir şekilde şunu görmemiz lazım, onlar hakikaten Türkiye’yi AB’de görmek istemiyorlar. Nedir AB’nin katılım şartı? Üç tane kriter var, Bulgaristan tamamlıyor, Türkiye tamamlamıyor mu? Bunlar hikâye. Vizesiz seyahat en önemli meseleydi, Türkiye’yi ilgilendiren aslında başka anlaşmalar da var onunla birlikte. Haziran’a doğru AB, bizi demokratik olmamakla suçlar diye bekliyordum. Almanya‘da Ermeni soykırım tasarısından tutun da, terörle mücadeleye kadar, aynen öyle oldu. AB’den gelen ifadeler bu ilişkiyi koparmaya yönelik. İnatçı bir Türkiye Avrupa’yı çok rahatsız ediyor. İlişkiyi koparmadan, “iyi o zaman, ben de şunu yaparım, bekliyorum burada” diyen Türkiye Avrupa’yı rahatsız ediyor. Türkiye “lanet olsun ben gidiyorum” deseydi, Avrupa’nın işine gelecekti.

AMERİKA’NIN ÇEKİLİŞİ AB’Yİ ETKİLEDİ,

AB projesinin tükendiği, birliğin dağılacağı öngörüleri var?

Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesi değil sadece Amerika’nın dünyadan çekilmesi durumu var burada. Bu durum sadece Ortadoğu’yu değil, Avrupa’yı da etkiledi. Almanya’nın Rusya’yla sorunu, Fransa’nın Ortadoğu politikası gibi, AB’de birbiriyle sorun yaşamaya başladı. Ama Avrupa’da istikrarın tarihi daha eski olduğu için AB’yi mümkün kılan şey Almanların, Fransızların birbirlerini çok sevmesi değildir, Almanya’nın Amerikan işgali altında olmasıdır. Soğuk savaş boyunca Avrupa Birliğini yükselten şey, Almanya’nın işgal altında olmasaydı. Fransa 1950’lerde Almanya’dan korkardı. Fransa’nın 2008’de yazdığı güvenlik belgesiyle 2013’te yazdığı güvenlik belgesi aynı değil. 2009 yılı itibari ile Fransa NATO’ya üye oldu. Çünkü Fransa için AB Projesi bitti.

ÇATIŞMA, GERGİNLİK VE REKABET DÖNEMİ GELİYOR,

Türkiye’nin AB’ye girme konusunda hevesi kalmadı. Yorgunluktan çok AB idealinin gevşemesi dolayısıyla Türkiye’nin de bu istekten uzaklaşması süreci mi yaşıyoruz?

Ama bambaşka bir resim çıkar, AB için Türkiye değerlenir. Ama dünyada güç kenara doğru gittikçe uluslararası örgütlerin işe yaramasını beklememek lazım. AB’nin devletler arası sıcak ilişkiyi kontrol etmesini beklememek lazım. İkilemlerin arttığı bir dönemdeyiz, çatışmalı, gergin, rekabetçi ilişkiler dönemindeyiz. O yüzden Arap Baharına ne neden olduysa İngiltere’nin çıkışına da o neden oldu.

YENİ BAŞBAKAN YENİ DÖNEM İÇİN AVANTAJ,

Bu gidişatta hiçbir şey statik değil ve bu değişkenliğe Türkiye’nin de kendini ayarlaması gerekiyor?

Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği şey yeni bir başlangıç. Başbakan ve hükümet değişti, Türkiye, yeni atacağı adımlara da bir meşruiyet kazandırmış oldu. Dersiniz ki “Rusya ile şöyle mi olmuştu, bunu bir oturalım konuşalım tekrar”. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir vizyon belirlemesi için uygun bir zamandayız. Daha somut hedeflere yönelen ve yeni dönemin şartları göz önünde bulundurulan bir vizyon. Dikkat edin çok iyiydik, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk, konsolosluklar açıyorduk, Nijer de kuyu açıyorduk, İran’la süperdik, Suriye ile süperdik. Ne geçti elimize, ona bakmak lazım.

TÜRKİYE REEL SOMUT SİYASETE ODAKLANMALI,

Uzun vadede getirisi olmayacak mı bu politakanın?

Uluslararası ilişkilerde uzun vadeli hesap yok. Bugün ne alıp veriyorsanız odur, hiç bir uluslararası aktör, uzun vadeli hesap yapmaz. Nüfuz artırmak güç artırmak demek değildir. Benim size güç kullanamadan bir şeyi yaptırabilme kabiliyetimdir. Bunun sahada bir gerçekliği yok. Esed üzerinde nüfuzunuz olabilir ama deseniz ki “görevden ayrıl”, ayrılır mı sizce? İran üzerinde nüfuzunuz olabilir, ama dersiniz ki nükleer silahları bırak, niye bıraksın. Patinaj budur. Nüfuz artırmak pozitif ve somut sonuçlar üretmeyen bir durum. Nüfuz artırmak uluslararası alanda en büyük tuzaktır, gereksiz yere düşman biriktirmek demektir. Ben sizin üzerinizde nüfuzumu artırıyorsam, bir başkası bana düşman oluyor, ben nüfuz artırırken de sizden hiç bir şey elde etmiyorum. Yarın beni satarsınız. Ama onun düşmanlığını elde etmiş olurum. Bir konsolosluk açmaya harcadığınız para, o ülke ile yaptığınız dış ticaretten daha yüksekse zarardasınız demektir. Bunun arkasında ilkeler var kardeşlik var o da başka bir hikâye. Türkiye’nin daha reel somut yerlere odaklanması gerekiyor.

DIŞ POLİTİKADA DAVUTOĞLU DÖNEMİ KAPANACAK,

Bahşettiğiniz vizyoner dış politika dönemi Davutoğlu dönemine denk geliyor, bu politika ona mı aitti?

Tabi ki Davutoğlu’nun dış politika vizyonuydu bu. Davutoğlu’nun danışman ve bakan olarak da geniş yetkileri vardı. Uygulanışta belki ufak farklılıklar vardır ama bu Davutoğlu’nun vizyonudur diyebiliriz.

Sonuçta o yetkiyi veren bir irade var ama?

Demokrasilerde bunun kuralı bellidir, siz danışman ya da bakana yetki verirsiniz ama hesabı lider veya parti öder. Halk bunu ağır bir hesap olarak düşünmüyor demek ki, bundan memnun ama biz dış politika olarak böyle olmasa, şöyle olsa deme özgürlüğüne sahibiz. Onu da liderler değerlendirecektir.

O zaman başbakan değişiminde dış politika değişikliği zarureti de vardı öyle mi?

Liderler dış politikayı ve uluslararası sistemi şekillendiriyormuş gibi düşünülür ama aslında uluslararası sistem liderleri şekillendirir. 1870’lerde muazzam dış politika takip eden, yeni dönemde Almanya’yı güçlendiren Bismarck, Almanya güçlendikten sonra Almanya’nın başında duramazdı. Yeni sistem, yeni lider talep etti ve Bismarck ne kadar başarılı bir stratejisyen olursa olsun ikinci Wilhelm’e karşı iktidarını kaybetti. Dolayısıyla uluslararası sistem, kimin geleceğini, içerde bile kimin seçileceğini ciddi anlamda etkiler. Tek belirleyendir demiyorum ama ciddi anlamda etkiler. Dolayısıyla yeni şartlar, yeni vizyon gerektiriyor zaten. Dolayısıyla o vizyon var mı yok mu ayrı bir tartışma ama yeni dönemin vizyonu bu değil.

Uluslararası sistem Erdoğan’ı hedef alıyor ve Erdoğansız Türkiye hayal ediyor. Tam da bu dönemde Avrupa’yla Davutoğlu’nun, Amerika’yla Davutoğlu’nun, Almanya’yla Davutoğlu’nun,Erdoğan’ı dışarıda tutacak şekilde kurmaya çalıştığı bir süreç vardı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

En prestijli organlar bile açıktan Erdoğan düşmanlığı yapıyor. New York Times, The Guardian gibi yayınlar zaten yapıyorlardı ama Foreign Policy, Foreign Affairs gibi altı ayda bir çıkan yarı akademik dergilerde bile ‘Erdoğan sorunuyla nasıl ilgilenmeliyiz’ diye saçma sapan yazılar çıkıyor. Öyle bir düşmanlık var ki bu kadar üst düzey bir dergi bile kinini kontrol edemiyor. Çünkü Erdoğan’dan rahatsızlar. Bu sebeple, bunun adı Ahmet Davutoğlu olmuş,  Abdullah Gül olmuş,  Kemal Kılıçdaroğlu olmuş çok da önemli değil. Kiminle işbirliği içinde olabilecekse onunla olmak istiyor. Çünkü Erdoğan’ı göndermek istiyorlar.Gerisini düşünmüyorlar. Dolayısıyla böyle Erdoğan’a rakip olabilecek her türlü aktöre destek sunulabileceğini bilmek lazım.

Erdoğan’ı açıkça hedef alan bir küresel sistem var, evet. Ama Erdoğan seçilip yetkilendirilmiş ve halkın arkasında durduğu meşru bir lider. Bu hedef alış ne kadar daha böyle sürdürülebilir?

Çok sürdürülemez miş gibi duruyor ama 3-5 senedir de sürüyor bu ilişki biçimi. Bugün onu konuştuk yani Türkiye,  PYD’ye karşı bir operasyon yaparsa  Amerika ne yapar. Cumhurbaşkanı’nın ailevi konuşmalarını basına mı sızdırır? Gezi parkında olay mı  düzenler? HDP’ye, PYD’ye destek mi verir? Ne yapar yani, daha fazla ne yapsın. Biz bunların hepsini gördük. Görmediğimiz bir şey kaldı mı? Çıkıp suikast mı düzenleyecekler? Buraya kadar mıdır? Amerika neyi  yapmadı ki şimdiye kadar neden korkacağız ki daha fazla? Bunu da düşünmemiz lazım. Bu çok fazla, bazı şeyleri göz ardı eden cesur bir değerlendirme olabilir ama diğer taraftan da neyi yaptıysa da Erdoğan’ı  daha fazla güçlendirmekten başka bir sonuç almadı. Bu çok sinir bozucudur. Gezi olayları, paralel olayları falan olmasaydı Tayyip Erdoğan bu kadar tek başına bir lider olarak çıkar mıydı ortaya? Parti ilk ortaya çıktığında 4-5 kişiden bahsediliyor ama şimdi bütün dikkat ve tek bahsedilen bütün odak nokta oraya yönlendirilince o da bir lider olarak rolünü iyi oynadı ve kendisini vazgeçilmez bir lider haline getirdi ve dolayısıyla size sıkıcı gelebilir ama  sizin de bunda ciddi bir payınız var. Bu sürdürülebilir mi?Ben  3-4 senede sürdürülemeyeceğini düşünmüştüm ama bir taraf yıkmaya çalışmaktan vazgeçmedi, bir tarafta yıkılmamaktan vazgeçmedi. Bu yüzden sürdü. Nereye kadar sürer? Emin olun bilmiyorum ama burada daha fazla yapılabilecek bir şey kaldığını da düşünmüyorum her şey denendi. Belki bir gün uluslararası sistemde bir dönüşüm olur ve Erdoğan çok tercih edilebilir. Tarih bunların hepsini bize gösterdi.

[Röportaj: Fadime Özkan]
[Star, 27 Haziran 2016]

https://www.setav.org/abd-suriyede-pkk-devleti-kuruyor/


....