2 Haziran 2019 Pazar

2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 1



2002 SONRASI VE ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ VE BÖLGESEL YANSIMALARI BÖLÜM 1 


II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 
1-2 Ekim 2012 

a Mehmet TAN
b Aziz BELLİ
c Abdullah AYDIN 

a Yrd.Doç.Dr., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
b Arş.Gör., KSÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Kahramanmaraş 
c Arş.Gör., MKÜ, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, Hatay 


ÖZET 

3 Kasım 2002 seçimleri sonrası Türkiye’de yaşanmaya başlayan değişim her alanda kendini göstermiştir. Bunu en bariz örneğini dış politika alanında görmekteyiz. Ahmet DAVUTOĞLU’nun bir dönem arka planda daha sonra Dışişleri Bakanı olarak ilk elden yürüttüğü yeni Türk Dış Politikası ile birlikte Türkiye dünyada pasif dış politika anlayışından vazgeçip daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda 2002 sonrası Türkiye Suriye ilişkileri hızlı bir 
gelişme seyri içerisine girmiş ve iki bölge halkının istediği boyuta ulaşmıştır. Fakat Arap baharı ile Ortadoğu meydana gelen değişim rüzgârlarının ve demokratikleşmenin Suriye rejimi üzerindeki etkileri nedeniyle son yıllarda istenilen düzeye gelen ilişkiler bozulmuştur. Türkiye’deki Suriye politikasının değişmesi ve ilişkilerde meydana gelen eksi yönlü değişimin Suriye’ye ile sınır komşusu olan illerimiz üzerindeki sosyal, siyasal ve ekonomik yansımaları olmuştur. 
Devletlerin komşuları ile arasındaki yaşana sorunların komşu ülkeye yakın bölgelerde gösterdiği olumsuz etkiler bölge halklarını direk etkilemektedir. 


II. BÖLGESEL SORUNLAR ve TÜRKİYE SEMPOZYUMU 

1.GİRİŞ 

Binlerce yıllık ortak bir geçmişi olan iki ülkenin Osmanlının yıkılması sonrasında bağımsızlık kazanmalarını izleyen süreçte birçok anlaşmazlıklarla karşılaştıklarını ve de bir türlü yüzyıllar boyu sürmüş olan barış ve kardeşlik ortamını tekrar tesis edemedikleri ifade edilebilir. 

Suriye-Türkiye ilişkilerinde 1990’lı yıllara kadar olan döneme baktığımızda inişli-çıkışlı bir seyir izlemekle olduğunu görmekteyiz. Bunun en önemli nedenin dünyanın yaşadığı soğuk savaş tecrübesi ve bunun iki ayrı kutbunda 
olan iki ülkenin bir türlü ortak geçmişleriyle barışamamasıdır. Suriye’nin dış politika konusunda her zaman birincil hedefinin işgal altındaki Arap topraklarının bağımsızlığını kazanması gelmektedir. Suriye’nin resmi olarak belirlediği 
işgal altında olan ve geri alınması gereken Arap toprakları, İsrail’in elindeki Filistin ve Golan ile Türkiye’nin elindeki Antakya ve İskenderun bölgesidir. Suriye’deki okullarda ve devlet dairelerinde asılı duran haritalarda hala Suriye 
sınırları içinde görünen Antakya ve İskenderun, tüm Suriye-Türkiye ilişkilerinde önemli bir unsur olarak olarak kalsa da, ikili resmi görüşmelerde hiçbir zaman açıkça gündeme getirilmediğini görmekteyiz. 

Bununla birlikte Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana Suriye-Türkiye ilişkilerinde üç konu her zaman önemini koruduğu dikkati çekmektedir. Birbiriyle çok iç içe geçmiş ve kronikleşmiş olan ve neden sonuç ilişkisi açısından birbirini etkileyen bu sorunlar, “Su”, “Güvenlik” ve son yıllardan itibaren “İsrail-Türkiye İlişkileri” çerçevesinde şekillenmiştir. 

Tarihsel olarak uzun yıllar var olan ve 1998’e gelindiğinde bir savaşın eşiğinden dönülen Türkiye ve Suriye ilişkilerinde bir “düşman” algısı, uzun süre varlığını korumuştur. Türkiye’ye göre Suriye, teröre ev sahipliği yaptığı, su Kaynakçanın paylaşımında sorun çıkardığı ve coğrafik olarak Türk toprak bütünlüğüne (Hatay Sorunu) müdahalede bulunduğu vb. için “düşman” ülke iken, Suriye’ye göre de Türkiye, su kaynaklarını adil paylaşmadığı, Batı’nın destekçisi olduğu, kendi toprakları (Hatay) üzerinde hak iddia ettiği vb. için “düşman”dı (Sayın, 2010:5). Ancak Öcalan’ın Suriye’den ayrılmasından sonra 1998 yılında imzalanan Adana Mutabakatı ile birlikte Türkiye Suriye ilişkileri normalleşme sürecine hızlı bir şekilde girmiş ve iki devlet arasında güven inşası süreci başlamıştır (Kambur, 
2012:156). 

2000’de Hafız Esad’ın vefatıyla iki ülke açısından dengeler farklı bir seviyeye taşınmıştır. Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Hafız Esad’ın cenaze törenine gitmesi ile normalleşme seyrini sürdürmüştür. 2000 yılında Hafız 
Esad’ın ölümüyle başa geçen oğul Beşşar Esad’ın Temmuz 2000 tarihinde başlayan iktidarı, Hafız Esad’ın son dönemlerinde yumuşamaya başlayan ilişkilerin daha da yumuşamasına sahne olmuştur (Togay, 2010,ORSAM). Beşşar Esad liderliğinin ilk yıllarında hoşgörü ile açıklık politikası eğiliminde tavırlar sergilemiş ve bu dönüşüm sürecinde gücünü pekiştirmek adına bir takım reform girişimlerinde bulunmuştur. Beşşar Esad’ın ülke için öngördüğü reform 
modeli Çin modelidir. Öncelik ekonomik reformlarda, siyasi reformların ise artan refah seviyesi ile gerçekleşeceğini öngörmüştür. Ancak Arap baharı sonrasında olduğu gibi bu reformlar hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanmamıştır 
(Kambur, 2012:156-157, Köylü vd.2012:60). 2002 yılı sonrası Türkiye-Suriye ilişkileri hızlı bir şekilde gelişmiştir. Ve 2011 yılının mart ayına kadar çok iyiye giden ilişkiler Ortadoğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme 
hareketlerinin Suriye’ye de sıçraması ile birlikte ilişkiler bozulmaya başlamış ve Suriye’nin Türk savaş uçağını düşürmesi ile birlikte kopma noktasına gelmiştir. 

Araştırmamız dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde; 2002 yılı öncesi Türkiye-Suriye ilişkileri kısaca açıklanmış ikinci bölümde; 2002 sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri irdelenmiş, üçüncü bölümde; Arap Baharı sonrası Türkiye-Suriye İlişkileri ve son bölümde Arap Baharı sonrası bozulan ilişkilerin bölge illere yansımaları incelenecektir. 

2.TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ 

Türklerin Emevi devletinin başkenti olan Şam’a Göktürklerle yapılan savaşlar sonucunda esir olarak getirilmeleri Suriye bölgesindeki ilk Türk mevcudiyetini ortaya çıkartmıştır. Askeri kabiliyetleri sebebiyle daha sonra ki süreçte 
Emevi ve Abbasi ordularında kumandanlık derecesine kadar yükselen Türkler artık Suriye-ırak bölgesine yaygın olarak yerleşmişlerdir. Suriye bölgesi 20. Yy başına kadarki süreçte Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah 1076 yılında Şam'ı eline 
geçirmesinin ardından sırası ile Büyük Selçuklu, Suriye Selçuklu Böriler, Zengiler, Eyyübiler, Moğollar, Timur, Memluklular ve son olarak ta Osmanlılar idaresinde kalmış. Yani yönetici ve ordusunu Türklerin oluşturduğu Eyyübiler 
Moğollar ve Timur devletlerini de katarsak 8 yy aşkın bir süre Türk toprağı olarak kalmıştır (Cirit, 2007). 

Osmanlı Döneminde biraz bahsedecek olursak Osmanlı bu bölgeyi de diğer yerler gibi vilayet, sancak, nahiye, köy şeklinde sınıflandırarak yönetmiş. Bugünkü Suriye Hatay ve Lübnan bölgesinde kurduğu 4 vilayetle (Şam, Halep, Sayda, Trablusşam) yönetmiştir. İlk başlarda memluklu sülalesinden gelen emirler verilen valilikler sürekli isyan çıkarmaları yüzünden ellerinden alınmış ve merkezden atanan paşalara devredilmiştir.coğrafi dini ve siyasi yapısı yüzünden 
Osmanlı yönetmekte çok zorlanmış olduğu bölge her yüzyılda bir büyük ayaklanma atlatmış ama bir şekilde bastırılmıştır (www.hatay.gov.tr). 

Osmanlının gerileme dönemine girdiği süreçte Avrupa devletleri gözlerini bu bölgeye dikmişler ilk olarak 1789 yılında Napolyon komutasındaki ordu Akka önlerinde Cezzar Ahmet paşa komutasındaki orduya yenilmiştir. Tabi bu 
süreçte değişik etkenler sayesinde gelişen Arap milliyetçiliği de bölgenin karışıklığında büyük rol oynamıştır. 

Arapçaya çevrilen çağın önemli eserleri milliyetçilik akımına güç katmış ve özellikle 1850 sonrası dönemde Suriye Arap entelektüel dünyasının önemli bir üssü olmuştur. Genel itibari ile Hıristiyan aydınlanmasının etkisi görülmektedir 
bunu da sağlayan ekseri olarak Katolik misyonerlerin etkileridir. 

Birinci Dünya savaşı sırasında Fransızlar ve İngilizler Suriye bölgesini işgal etmişler ve 1919 yılında gizli paylaşım antlaşmaları ve 1920 yılındaki San Remo konferansı ile bölgenin Fransızlara bırakılması konusunda anlaşılmıştır. Diğer 
taraftan da Birinci dünya savaşından yenik ayrılan Osmanlı devletinin yok olması ile ortaya çıkan ve Osmanlının devamı niteliğindeki Türkiye Hükümeti'nin, varlığını Ankara Antlaşması'yla birlikte kabul ettiği Suriye'deki Fransız mandası, 
aslında, 1919 Milletler Cemiyeti kararlarıyla başlatılmıştı. Fransızca bir sözcük olan "mandat", Milletler Cemiyeti'nin bazı büyük devletlere verdiği, başka ülke ve devletler üzerindeki vesayet görevini tanımlıyordu(tr.wikipedia.org). 

Milletler Cemiyeti A,B ve C olmak üzere ayrı manda tipi öngörmüştü ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan kopan Arap toprakları A tipi manda içinde yer alıyordu. Mandater devlete verilen görev, siyasal bakımdan yeterince olgunlaşmadığı 
kabul edilen halkları bağımsızlığa hazırlamaktı. Osmanlı Devleti döneminde belirli bir idari bütünlük veya coğrafi bölge olarak tanımlanmayan, Fransız işgali döneminde “İskenderun sancağı” (kısaca Sancak) olarak adlandırılan ve 1936 
yılında Atatürk tarafından Hatay adı verilmiştir. Fransa'nın, İskenderun Sancağı'nı da kapsayan Suriye üzerindeki nüfusu da bu biçimde dile getiriliyordu.1920'de başlayan ve 1936 yılına kadar fiili olarak devam eden Fransız manda yönetimi, Fransız yüksek komiserleri eliyle yürütüldü. İskenderun Sancağı, Ankara Antlaşması'nın imzalandığı dönemde Halep Hükümeti'ne bağlıydı(Akdemir,2000). 1922'de Suriye Devletleri Federasyonu kurulunca, bu kez, bu federasyonun Halep Devleti içinde yer aldı. Sancakta yönetsel yetkiler mutasarrıflarca kullanılıyor, yönetimde, yüksek komiserler kurulunun görevlendirdiği Fransız delegesi de söz sahibi bulunuyordu. Bu delege, mutasarrıfın yönetimini mandater devletin temsilcisi olarak denetliyordu . Halep 
Devleti'nce atanan mutasarrıfının kaza kaymakamlarını, nahiye müdürlerini atamak, yasa ve yönetmelikleri uygulatmak, vergi toplamak, sancak bütçesini hazırlamak gibi yetkileri vardı. Bununla beraber İskenderun Sancağına özel bir idare şekli tanınmıştı. Türk parası resmi para birimi olacak ve Sancak halkı milli kültürlerinin korunmasında her türlü kolaylıktan yararlanacaklardı.1926 yılında İskenderun ve Suriye kargaşaların artması ve Türkiye’ye katılma yanlısı cemiyetlerin yaptığı çalışmalar milletler cemiyetinde yankı bulmuş bunun üzerine Halep’e bağlı olan sancaktan vazgeçilerek bir İskenderun Hükümeti kurulma denemesi yapılmıştır. Bu sayede gerginliklerin azalacağını ve zaman kazanacağı nı düşünen Fransız yönetimi sonuç alamamış meclis seçimi bile yapılan İskenderun Hükümeti denemesi sonuçsuz kalmıştır
(http://www.turktarih.net, 27.07.2012). 

1920-1936 döneminde ülkenin genelindeki Fransız hâkimiyeti ve bu hâkimiyeti korumu çabası bir baskı ve tahakküm sistemini meydana getirmiş bu durumda birçok iç kargaşayı ve isyan hareketini beraberinde getirmiştir. 

Artık bu isyan ve Arap milliyetçisi cephenin baskılara dayanamayan Fransa ülkede asker bulundurma koşuluyla Eylül 1936 Suriye’nin bağımsızlığını tanıyacağına dair antlaşmaya imza atmıştır. Bu bağımsızlık olayı zaten hâlihazır da Türkiye Suriye arasında sorun olarak duran Hatay meselesini tekrar açığa çıkartmış ve 3 yıllık süreç sonucunda Türkiye’nin lehine sonuçlanacak takvim başlamıştır(Çağrı,2011). 

Fransa, Suriye ve Lübnan ile ilişkilerini yeni bir düzene sokarak 1936 Eylülünde Suriye'ye ve 1936 Kasımında da Lübnan'a bağımsızlık verdi. Ancak Suriye'ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran 1936 Eylül 
Antlaşması'nda Sancak hakkında hiçbir hüküm yoktu. Yani Fransa Suriye'den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye'ye terk etmekteydi (Sofuoğlu,2008). Fakat uygulanan etkili siyasetin sonucunda 7 Eylül 1938 ile 23 Haziran 1939 tarihleri arasında kurulan devlettir. 23 Haziran 1939 günü Türkiye'ye katılmıştır 

İkinci Dünya Savaşının mali ve idari yükü Fransa’nın Suriye üzerindeki nüfuzu nun iyice kaybolmasına yol açmıştır. Bölgeye girdiğinden beri hâkimiyetini güçlendirmek ve kalıcı kılmak için birçok deneme yapan fakat her seferinde 
başarısız olan ve son olarak ta Hatay’ın Türkiye’ye katılmasına engel olamamış son olarak ta 1946 yılında bölgeden çekilmek zorunda kalmıştır. Ortaya çıkan bağımsız Suriye Devleti ile Türkiye arasında, sorunlarla dolu bir dönem  başlamıştı. 

Savaş sonrasında ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yaşanan Sovyet-ABD rekabeti, özellikle Ortadoğu’yu da içine alan yoğun bir nüfuz çekişmesi yaşanmasına neden olmuştu. ABD ve Sovyetlerin karşılıklı yayılmacı politikaları, 18 Nisan 1955 Bandung’da yapılan Asya-Afrika Ülkeleri Konferansı Ekonomik ve siyasî açıdan bağımlı, açık ya da yarı sömürge olan Asya-Afrika milletlerini bir araya getirmiş, oluşan iki gruptan Türkiye batı yanlısı tavır almış bu da zaten 
gergin olan ilişkileri daha da kötüleştirmiştir. 1956 Süveyş Buhranı devam ederken, Suriye’nin hızla Sovyetler Birliği’ne yakınlaştığı göze çarpıyordu. Ordu kademelerinde önemli tasfiyelere girişilmiş, ve stratejik mevkilere Sovyet yanlısı 
kişiler tam manası ile hakim olmuştur ve Ülkede Nasır yanlısı Arap milliyetçileri ve Sovyetler Birliği’ne yakın solcular yönetimi başlamıştır (Arslan, 2006). Ardından gelen bir dizi darbe ve karışıklıklar bugünde yaşamını sürdüren rejimin 
ortaya çıkmasına vesile olmuştur. 

Soğuk savaş dönemi boyunca gergin olan ilişkiler kısa süren Mısır ve Suriye’nin Şubat 1958’de beraber kurduğu “Birleşik Arap Cumhuriyeti” deneyime Türkiye’nin destek olucu tavır alması aradaki buzları nispeten eritse de. Baba 
Esad rejiminin Türk kökenli halka uyguladığı baskılar ve saldırgan tutum PKK lideri Öcalan’ın Suriye’de barınması ve Suriye’nin PKK’ya açık desteği üstüne 1989 yılında kadastro uçağımıza yapılan saldırı ilişkilerin her zaman gergin 
geçmesine neden olmuştur. Hatta Öcalan’ın Kenya’da yakalanmasıyla sonuçlanan süreçte savaşın eşiğine gelinmiş fakat 1998 yılında imzalanan Adana mutabakatı ile olay ciddi sonuçlar doğurmadan sonuçlanmıştır. 

3.2002 YILI SONRASI TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ 

2002 yılı sonrası AK Parti(Adalet ve Kalkınma Partisi) hükümetinin iktidara gelmesi ile birlikte Türkiye-Suriye ilişkilerinin zirveye ulaştığı süreç başlamıştır. AK partinin dış politikasının belirlenmesinde etkin olan isimlerin başında uzun süre Başbakanlık Başdanışmanlığı görevini yürüttükten sonra bir manada fiili olarak yaptığı görevi resmi olarak da Dışişleri Bakanlığı görevini devralan Prof. Dr. Ahmet DAVUTOĞLU gelmektedir. AK Partinin özellikle Müslüman dünyasına yakın karakteri ve siyasal İslam’a eğilimli oluşu Türkiye’nin Ortadoğu’daki vizyonuna yeni bir yaklaşım getirmiştir(Kambur, 2012:158). Davutoğlu’nun ifadeleriyle, 2002 sonrası Türkiye’nin Ortadoğu Politikası şöyle Özlenebilir: “Türkiye’nin Ortadoğu’ya bakışının hem düşünsel hem de coğrafi temelleri bulunmaktadır. 
Osmanlı’nın mirasçısı olması ve kendine has konumu Türkiye’nin kendini savunmacı bir anlayışta tanımlamasını imkânsız kılmaktadır. Türkiye, güvenlik sorunlarını çözebilmek için bölgeye yönelik ekonomik ve kültürel işbirliği 
kampanyası başlatmalıdır. Ortadoğu sorunlarına sırt çevirmek güvenlik problemlerine çözüm üretmeyecek, bölge sorunları dönüp dolaşıp Türkiye’nin iç istikrarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla Türkiye iç güvenlik ve istikrarını çevresinde düzen ve istikrar yaratmak için aktif, yapıcı rol üstlenerek koruyabilecektir” (Davutoğlu,2007: 77-83’den akt. Orhan, 2011:59) Davutoğlu yeni dış politika enstrümanlarını beş noktada yeniden tanımlar. Bunlardan ilki sıfır sorun politikasıdır. Bu yaklaşım ile bir çeşit bütünleşmiş dış politika yaklaşımına ulaşılabilecek ve çok yönlü bir bölgesel kimlik ile hali hazırda varlığını devam ettiren sorunların çözümüne katkıyı sağlanacaktır. Böylelikle dış 
ilişkilerin derinleşmesi hedeflenmektedir. İkincisi aktif bir dış politika için ritmik diplomasinin uygulanmasıdır. Buna göre uluslar arası ve bölgesel örgütler gibi aktörlerle olan bağlar genişletilmeli ve diplomasi araçlarının kullanımı 
artırılmalıdır. Diğer nokta ise sınırların istikrarına gönderme yapmaktadır. Burada Türkiye’nin konumu gereği Ortadoğu, Kafkaslar ve Avrupa Birliği ile istikrarlı ilişkilerin diplomasi ve diyalog ile sağlanması gerektiğine dikkat 
çekilir. Diğer bir önemli nokta ise Türkiye’nin diğer devletlere karşı olan tutumu ile ilişkilidir ve bu noktada eşit uzaklık politikasına vurgu yapılmıştır. Buna göre bölgesel aktörlerle işbirliği içinde olunması, bir takım koalisyonlara katılmanın önemi vurgulanır. Son olarak devlet dışı aktörler ve sivil toplum ile ilişkilerin geliştirilmesi ve insan haklarının daha öncelikli hale getirilmesine zemin hazırlayacak politikaların oluşturulmasının da dış politikanın yeni imajına olumlu etki sağlayacağı düşünülmektedir.(Aras, 2009’dan akt. Kambur, 2012:161) 

Bu düşünce değişiminin Suriye politikasındaki etkisi ise şu şekildedir: Suriye Türkiye’nin Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundadır. Suriye, gerek coğrafi konumu, gerekse sosyo-ekonomik dinamikleri sebebiyle Türkiye’nin ulusal 
güvenlik problemi içerisinde stratejik bir konuma sahiptir. Türkiye’nin ulusal güvenlik problemi içerisinde yer alan sosyal, ekonomik ve askeri sorunlar başta Suriye olmak üzere bölge ülkelerini de yakından ilgilendirmektedir. Suriye 
ile güvene dayalı yakın ilişkiler, Ortadoğu sorunlarında aktif olma arayışındaki Türkiye’ye önemli fırsatlar sunmakta, Türkiye’nin bölge sorunlarına daha rahat müdahil olması imkânı doğmaktadır. İsrail-Suriye barış görüşmelerinde 
üstlenilen arabuluculuk, Lübnan devlet başkanlığı krizinde oynanan yapıcı rol, İsrail-Filistin sorununda özellikle HAMAS tarafı ile kurulmaya çalışılan iletişimde Suriye ile ilişkilerin belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’nin Arap platformlarında Türkiye’ye verdiği destek de aynı doğrultuda değerlendirilebilir. Türkiye böylece Ortadoğu’da sorunların çözümünde anahtar bir konuma sahip olabilmektedir. Türkiye’nin zihniyet değişimi İsrail’le ilişkilerinde göreli bir zayıflamaya neden olmuştur. Suriye ile yakınlaşmayı mümkün kılan faktörlerden biri de bu zayıflamadır. 

Suriye dış politikasında İsrail ile Yakındoğu’da yaşadığı rekabet ve bu ülke kaynaklı güvenlik tehditleri büyük önem taşımaktadır. Suriye’ye ait stratejik Golan Tepeleri halen İsrail işgali altındadır. Buna karşılık Türkiye ve İsrail 1990’lı yılların ortalarında savunma ve güvenlik işbirliği anlaşmaları ile bazılarınca “stratejik müttefik” olarak tanımlanan bir ilişki kurmuştur. O dönemde kendini çevrelenmiş hisseden Şam yönetimi uzun yıllardır rekabet ettiği Saddam yönetimine yakınlaşarak bu güvelik tehdidini bertaraf etmeye çalışmıştır. Yani Suriye, Türkiye İsrail’e yakınlaştığı oranda ondan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla İsrail ile yakın ilişkiler Türkiye’nin Suriye ile yakınlaşması önündeki en önemli engellerden biri olmuştur.(Togay, 2010, ORSAM) 

Suriye–Türkiye ilişkilerinin gelişim sürecinde Kürt meselesi, Avrupa Birliği ve arabuluculuk konusu öne çıkan unsurlardır. Bölgenin diğer ülkeleri için de hayati ve stratejik bir öneme sahip bulunan Kürt meselesinin Türkiye– Suriye ilişkilerine yansıması, Türkiye ve Suriye’nin toprak bütünlüğü kaygısı çerçevesinde müşterek işbirliği zemini aramakla olmuştur. Türkiye için egemenlik ve toprak bütünlüğü için tehlike oluşturan Kürt meselesi, Suriye açısından da aynı gerekçelerle önemli görülmektedir. Türkiye–Suriye ilişkilerinde öne çıkan unsurlardan bir diğeri de, Avrupa Birliği’dir. Soğuk Savaş sonrası değişen Suriye dış politikasında Avrupa Birliği, ayrı ve önemli bir konu haline gelmiştir. 

Küreselleşmenin artan önemi ve etkisi ve Batı ile ilişkilerin zorunlu/kaçınılmaz hale gelmesi, Suriye’nin Avrupa Birliği ile daha da yakınlaşmasına vesile olmuştur. Dış politikada liberalleşme, ekonomide serbest piyasa ekonomisine geçiş ve diğer siyasi ve iktisadi düzenlemeler çabası içinde olan Suriye’nin Avrupa Birliği ve Batı ile ilişkilerinde Türkiye, bir “köprü” konumunda bulunmakta, bu durum, Türkiye–Suriye ilişkilerine ayrı bir boyut katmaktadır. Suriye, Türkiye’nin Orta Doğu’ya açılan bir “kapı”sı iken, Türkiye de Suriye’nin Batı’ya, özelde de Avrupa Birliği’ne açılan bir ‘pencere’si konumunda bulunmaktadır. (Sayın, 2010:6-7) 

Suriye ile Türkiye ilişkilerinde ön plandaki konulardan birisi de arabuluculuk girişimleridir. Arabuluculuk, uluslararası ilişkilerde sorunun taraflarının aralarındaki problemleri daha kolay çözmelerine yardımcı olurken, 
arabulucu konumunda bulunan ülke için de artı kazançlar sağlamaktadır. Arabulucu ülke, bir taraftan uluslararası ilişkilerde diplomatik önemini artırırken, diğer taraftan güvenilirliğini daha da pekiştirmektedir. Türkiye, 2002 yılından 
bu yana uluslararası politikada takip ettiği çok yönlü dış politikası gereği arabuluculuk girişimlerine de oldukça ağırlık vermiş, bu çerçevede gerek kendi bölgesinde gerekse uluslararası politikada önemini gittikçe artırmıştır. (Sayın, 
2010:7) 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder