9 Haziran 2019 Pazar

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 15

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 15



Bu Askerler, Piyade Talimnamesi, Muharebe Bölümü, 446. madde (Piyade kendi üzerinden topçunun ateş etmesine alışmalıdır...) gereklerine alışmamış 
bulunabilir. Fakat işte manevi gücün sarsıldığını gösteren böyle bir durumda ortaya çıkacak olanlar, subaylardır. Subay, o sırada başı yukarıda ve göğsü 
ileride duruşuyla kendini birlik beraberlik ruhuna tümüyle vererek cesaretini yitirmeye başlamış olan askerlerini derhal uyarır ve onları kendine getirir. 

Patlayan bir iki düşman mermisi üzerine, kendi toplarının sesinden de kendisine gelmekte olan atılmış bir taştan sakınır gibi sağa sola ürken bir askerin kalbi de giderek daha şiddetle çarpmaya başlar. Ve biraz sonra ava çıkıp da çatışmaya başladığı zaman, bileklerinde tüfeğini kullanacak kuvvet de kalmaz. 

Subayın bu esnada görevi büyük ve önemlidir. 
Subay kendi ruhunu, bütün erlerinin ruhlarına çok güçlü görünmez bir bağla bağlamalıdır. Subay işte o zaman kıtasına kışla talim hanelerinde verildiğinden daha şiddetli ve gözlerinden ateş çıkar gibi ve boğazı yırtılırcasına komut vererek ve hatta gayet keskin bir iki ‘Silâh omza!’ ve ‘Selâm dur!’ hareketi yaptırmakla, 

Muharebe Yönergesi - Giriş - Madde 24: 

Yanaşık düzende taiim, askerin ikinci doğası olarak kabul etmesi gereken iç disiplin ve sıkı bağların kurulması için asıl araç hükmündedir... 

İfadesiyle kastedilen bağı güçlendirmiş olur. Hem o sırada bizim topçunun atışı o taburun üzerine yönelik değildi. Taburla batarya âdeta aynı hizada bulunuyordu. Talimname, topçunun düz arazide piyadenin en az üç yüz metre gerisinden atış yapabileceğini yazıyor. Bu mesafede topların gürültüsü şiddetli olduktan başka, top mermilerinin insanın başı üstünde havayı yararak geçmesi de bir iştir. 

Piyade Talimnamesi’nin 446. maddesinin alışılmasını emrettiği durum, asıl budur. 

Saniyede dört beş yüz metre hızla seyreden kilolarca ağır ince uzun kavun boyutlarında bir ağırlığın havayı yararak gitmesi, asker kulaklarının gerçekten alışmaya zorunlu kaldığı bir cayırtı ortaya çıkarır. Dinleyenler pek iyi bilirler. Hele Bingazi İtalya muharebelerine katı- lanlar, bu sesin kulaklarda yarattığı yansımadan, merminin yükseklik veya alçaklığını ve düşüş anını aşağı yukarı kestirecek kadar alıştırma yapmış ve bunu alışkanlık edinmişlerdir. 

Bu alışkanlığın ve alıştırmaların yararı da büyüktür. 

Subay komuta ettiği insanların kendi bilgi ve yetkinliğinden yararlanması için, emrindekilerin dayanıklılık ve yiğitliklerinin bileşkesinden fazla dayanıklılık ve yiğitliğe sahip olmalıdır. Ve ancak bu suretle Piyade Talimnamesi’nin sözü geçen 266. maddesi gereğince emrindeki erlere örnek olabilir. Ve yine ancak bu şartla Süvari Talimnamesi’nin yine yukarıda yazılmış 2. maddesi gereğince, erleri üzerinde otorite kurup etkisini hissettirdiğinde, onlar da hiç çekinmeden subayı takip edebilir. Ve yine subay o derece metin ve mert ve cesur olmalıdır ki, Piyade Talimnamesi’nin şu 448’inci (... bu amaca dayanarak topçu, düşman topçusunun ateşine asla önem vermeyip ve hatta topları kaybetmekten dahi çekinmeyip ateşini ilerlemekte olan düşman piyadesine yöneltmelidir. Süvari ise piyadenin düşmandan kurtulmasını mümkün kılmak için, fedakârlığının sonucu düşmanı gayet kısa zaman için bile durdurmaktan ibaret kalacak olsa da, kendisini feda etmelidir.) ve Topçu Talimnamesi’nin 401’inci (Eğer düşman taarruzunda başarılı olursa, o halde bütün bataryalar ihtiyat birlikleriyle beraber etki yaparak; düşmanı mevziden geri atmak için, ateşlerini hücum eden piyade 
üzerine yöneltirler. Piyade muharebesine katılmayan bataryalar, düşman topçusunun ele geçirilen mevziye ilerlemesini engeller. Kesin sonuç zamanında topçunun son ana kadar sarsılması mümkün olmayan bir dayanıklılık göstermesi kesinlikle gereklidir. Hatta bu direşkenlik topların kaybına yol açsa bile gayet yüce bir şan ve şereftir.) maddelerini başarıyla uygulayabilsin. 

Bu son iki maddeden biri geri çekilişin denetimi, diğeri de düşman taarruzunun son ana kadar gücünün kırılması ve savılması hakkındadır. Ve topların feda edilmesine ancak bu gibi hallerde göz yumulur, hatta bu zorunludur; onur ve şeref de bu sayede kazanılır. Çünkü bu kayba ve fedakârlığa karşılık, büyük yararlar sağlanır. Bu sayede ordunun tamamı felaketten kurtarılabilir. Veya düşman taarruzu başarısızlığa uğratılarak, üstünlüğün bize dönme olasılığı belirir ve hiç olmazsa düşmanın başarısının kısıtlanması ve sınırlandırılması söz konusu olur. 
Bu topların feda edilmesi durumu, topçuların vaktinde yakalarını kurtarmaları kaydına ve koşuluna bağlı değildir. Ve olamaz. Çünkü bu derece direşkenlik ve dayanıklılık ancak topların kullanılması ve onlardan yararlanılmasıyla sonuca ulaşabilir. Bu da topçuların toplarının başından ayrılmamasıyla olur. Yoksa sahipsiz bırakılan zavallı toplar yalnız başına elbette direnç ve dayanıklılık göstermezler; böyle toplar düşmanın büyük bir iştah ve mutlulukla yağmalayacağı mutsuz ve talihsiz birer silah olur. Direnç ve dayanıklılığın son noktasına kadar savaşa devam edildikten sonra ise... 

Eğer düşman püskürtülmemiş ise, mevziye girmiş ve ‘boğaz boğaza’ durumu ortaya çıkmış olacağından, topçular için bu sırada kayışları kesip hayvanlara binerek geriye kaçmak değil, ancak toplarının başında kahramanca ölmek ve hiçbir topçunun can bedende iken topunu düşmana teslim etmemesi, namus ve mesleğin gereğidir. Ve topların topçular üzerinde gayet meşru bir hakkıdır. 

İtalya Savaşı’nda 22/23 Aralık 1911 sabahı Tobruk civarında Na- zure tepesine yönelik taarruzda, adı geçen tepe ele geçirilmiş ve burada bir İtalyan Musevi makineli tüfek eri, makineli tüfeğinin başında ve elleri tüfeğinin kabzasında olduğu halde ölü bulunmuştur. Bu tepeye hücum edenler arasındaki kabile reisi meşhur Şeyh Müberri’nin düşman makineli tüfek bölüğüne yüz metre uzaklıkta şehit düştüğü kesin olduğundan, bahtiyar Musevi mitralyözcünün görevini namusuna yaraşır biçimde yaptığı kuşkusuzdur. 

Osmanlı milleti askerlikte doğmuş, askerlikte büyümüş ve bugüne kadar askerlikle yaşamıştır. Hayatının kalan kısmının devamı ve refahı da, yine 
ancak askerlikle mümkün olacaktır. Halkı bilim ve sanattan, ticaret ve servetten yoksun, fakat doğuştan gelen benzersiz servetiyle çalışkan ve sermaye ve kuvvet sahibi ulusların hırs duygularını kabartan ülkemiz bu konumuyla savunmaya, askeri gücünün dayanıklılık ve ağırlığına, başka ülkelere göre çok daha muhtaçtır. Uygar yönetimler etkinlik ve uygulama alanlarında hemen birbirine koşut ve aynı yönde yol almaktadırlar. Onların bu hali, bir diğerlerine karşı denk güçler oluşturmaktadır. Aynı zamanda bu memleketlerin halkları, hükümetleri çökse de yaşamsal gereksinimleri ve varlıklarının devamı için gereken doğru karar alma yeteneğini, olgunluğu ve ülkü birliğini yaratmış olduklarından, kendileri yok edilemez ve ortadan kaldırılamazlar. Fakat Türk milleti, İslam ümmeti böyle değildir. Henüz katıldığı teke tek hayat kavgasında tutunabilmek için, ağır savunma ve korumaya muhtaçtır. 

Gerileme dönemimizden beri kaybettiğimiz, memleketimizin çok eski bölümlerinde İslamiyet’in ve Türklüğün adı ve izi bile kalmamıştır. Daha 
dün elimizden çıkardığımız Makedonyamızda İslam varlığı ile hayatının uğradığı ve uğramakta bulunduğu şiddetli darbeleri, daima kalp gözümüzün önünde bulunduralım. Devletimizin resmi dini olan İslamiyet, Hıristiyanlık dünyasının can düşmanı olduğundan ve Müslümanlar şimdi gelişmemiş halde bulunduklarından; Allah korusun bundan sonra karşılaşacağımız bir yenilgi, devletin ve Türk milletinin yok olması ve kökünden yıkılması demek olur. 

Asıl konunun dışında düşünülmemesi gereken bu uyarıların amacı, subaylarımızı, sayesinde yaşayabileceğimiz kutsal vatanımızın korunması adına tekrar fedakârlığa davettir. 

Subay, özellikle savaşta görevini yerine getirirken bu görevin kendisinden fedakârlık, kahramanlık beklemekte olduğunu daima göz önünde bulundurmalı ve düşünmeli ki; kendi vücudunu esirgeyecek olursa, binlerce, milyonlarca Müslüman’ın, (yurttaşların) hayatlarını yitireceği, onurlarının kırılacağı, sefaletleri ve göç etmeleri, inançlarının kirleneceği kesindir. Er geç ölüme mahkûm olan önemsiz ve tek bir hayat, bunlardan daha değerli midir ki, esirgensin? Savaş meydanlarında isteyerek feda etmekten çekinmeyeceğimiz can ve hayatımızın az sonra düşmanın ayaklan altında aşağılama ve hakaretle çiğneneceğini düşünmeliyiz. Bu tek bir hayatın arasına, subayın aile hayatı da dahildir. 

Subayın şehitlik rütbesine ulaşmasından sonra, diyelim ki hükümetin ailesine hiç sahip çıkmayacağı kabul edilse bile, bütün bir memleket halkının sefaleti yerine yalnız kendi ailesi sefil olmuş olsa ne çıkar? Kaldı ki, subay, kendi ailesinin sefaletten korunması için bedenini ortaya atmaktan çekinecek olursa, sonrasında çoluk çocuğunun sefaletini görmekten başka bir sonuca ulaşamayacağı da apaçıktır. Subay, toplumun yararını düşünen en büyük varlık olmalıdır. Camilerin kiliseye dönüştürüldüğünü, Müslüman kızlarımızın ve kız kardeşlerimizin düşman kucaklarında dolaştırıldığını, yetimlerin ve yaşlıların düşman çizmeleri altında can verdiğini; yüz binlerce göçmenin aç, çıplak, yağmur ve kar altında yollarda perişan olduğunu görmek en çok bizi, subayı acı acı düşündürmelidir. Çünkü bunların olmaması için düşmana gerilecek siper, bizim göğüslerimizdir. 

Bunları gören subay, çatışmalarda ölmediğine pişman olsa yeridir. Bu felaketler, biz hepimiz muharebe alanına serilmeden görülmemeliydi. Ne kadar gelişkin ve kusursuz silahımız olursa olsun, ne kadar iyi talim görürsek görelim ve (talim) edersek edelim yüksek derecede fedakârlık duygusuyla donanmazsak bundan sonraki sonuç, bundan öncekinden farklı olmayacaktır. 

Zaten canla başla iş görüleceği zaman can derdine düşecek olursak, barış zamanında öğrendiklerimizi de unutarak silahlarımızdan da yararlanamayız. Hele emrimiz altındakilere söz geçirmeyi hiç başaramayız. 

Bu durumda bütün varlığımız sıfırdan başka bir şey olamaz. Oysa deneyimlerle kanıtlamıştır ki, muharebede görevleri yerine getirmeye engel olacak denli aşırı derecede kendini koruma kaygısı, korkulan şeyin başa gelmesine daha çok yarar. Bir subayın şerefiyle en yakından ilgili olan sorun, bu abartılı canını koruma kaygısıdır. Çünkü subay, savaşta tek başına bir birey değildir. Yönettiği insanların varlık ve önemlerine denk bir kuvvettir; hatta daha büyük kısımlara ve bazen tüm askere yararlı olması olasılığı dolayısıyla, daha da üstündür. Bundan dolayı kendisinin güçten ve icra konumundan düşmesi yalnız kendi boyutunda değil, ordu için bundan çok daha büyük bir yara açmış olur. 

Balkan Savaşları’nda ileri yürüyüşleri bin sıkıntı ile yapan askerin geri çekilirken harcanan zamanla oranlanamayacak derecede mesafeler kat etmesinin nedenleri ve etkilerini, şimdi görev yapan subaylarımız ellerini alınlarına dayayarak önemle araştırmalı ve analiz etmelidirler. 

16. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder