Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 8
Bu soruya senin açıkladığın cevapları hatırlarken, sanki bir filozofun şu sözlerini de işitir gibi oluyorum:
İnsanlar ancak, emelleriyle düşüncelerinin ne olduğunun onlara anlatılmasıyla yönlendirilebilir ve yönetilebilir.
Musa, Mısırlıların kamçılan altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan başka bir şey olmayan eğilimlerinin ortaya çıkmasına aracı oldu.
İsa, zamanının sonu gelmez sefaletlerini anlayarak ve genel ıstıraplar devrinde dünyada yerleşmeye başlamış olan şefkat gösterme gereğini, din halinde yorumlayıp anlatmak yolunu bildi.
Napoleon, Avrupa içinde dolaştırdığı milletin, özelliklerinden olan askerliğin şanı ülküsünü somutlaştırdı ve kişiliğe büründürdü.
Kısacası, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; düşünceler ve bu düşünceleri onlara anlatıp tanıtan ve toplumun geneline yayan kimselerdir. Düşüncenin
özelliği de hiçbir karşı çıkışın bozamayacağı mutlak bir biçimde kendi kendini kabul ettirmektir.
Bu ise, düşüncenin yavaş yavaş duygularla bütünleşerek inanca dönüşmesiyle mümkündür. Ve böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün
diğer mantık ve akla vurma yöntemlerinin hükmü olamaz.
Şimdi, bizim yönlendireceğimiz ve yöneteceğimiz insanların emelleri, düşünceleri, ruhlarında saklı özellikleri nelerdir? Biz komuta edeceğimiz
insanların hangi emellerini kendimizde ortaya çıkarıp somutlaştırarak onların kalplerini, onların güvenini kazanacağız?
Ve onlara moral güç kazandırmak için esin kaynağı olacak [hangi] araçları belirleyeceğiz?
Ve insanlardaki, ancak hayal edilen amacın ve idealin bir araya geldiği gözle görünmez özelliklere, görünür araçlarla mı hitap edeceğiz?
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir görev olduğu gibi; öncelikle onlarda bir ruh, bir emel, bir kişilik yaratmak da Allah’tan ve
Medine-i Münevvere’de yatan Cenabı Peygamber’den sonra bize düşüyor.
Kuşku yok ki, bizim milletimizin kişiliği de bütün kişilikler gibi yükselmeye, istenilen biçime dönüşmeye uygundur. Fakat kendisi olmak koşuluyla!...
Eğer bizim kişiliğimize dışardan, bizim kişiliğimizden başka kişiliklerdeki etkenler tarafından bir biçim verilmek istenirse, bundan bilinen ve belirli hiçbir biçim, hiçbir sonuç çıkamaz!..
4. Taarruz Ruhu,
Ordunun görevi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı ayağa kalkmaktır.
Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak için olursa kalkılmış olduğuna değer.
Subay ve Komutan'm üçüncü bölümü bu konunun temel ilkelerini nasıl gösteriyor...
Başarı için en emin aracın taarruz olduğunu anlamakta ısrar olunmaz; ancak taarruz ordusu kuracak milletin, Japonların kyugeki zay- şin
dedikleri taarruz ruhuna sahip olması gerektir.
Bu Taarruz Ruhu, 1904 yılında,
Bin keder, bin üzüntü; fakat her şeye rağmen ileri!
Başka hiçbir şey düşünmek lazım değil Cesedimi savaş meydanında gözlef önüne sermek İşte bu, Cenabıhakk’ın emeli!
Şarkısını söyleyerek Kazumaro gemisiyle savaşa giden Albay Kujima’larda;
Bu taarruz ruhu, Sasebo limanından savaşa çıkarken ailesine, “Bu andan itibaren benden haber beklemeyin!
Görevimden başka bir şeyle ilgilenmeyeceğim den sizden de haber istemem!” diye yazan Amiral Togo’larda;
Bu taarruz ruhu, Nanşan Muharebesi’nde oğlunun göğsünden vurulduğu haberi üzerine, ailesine, “Oğlumun külleri Tokyo’ya getirildiği zaman hemen gömülmesin! Yakında ben ve küçük oğlum da hayatı terk edeceğimizden, o zaman üçümüzü birden gömersiniz! ” emrim veren General Nogi’lerde;
Ve bunları izleyenlerin hepsinde bütün aydınlığı, bereketiyle var olduğu içindir ki, narin Japonlar iri yapılı Ruslara meydan okudular.
5. İnisiyatif,
Nuri; taarruz ruhu’ndan sonra kitabın son bulacaktır sanıyordum. Derhal inisiyatifin önüme çıktı ve dedi ki:
“Muharebede zafere ulaşmak ve galibiyet, en küçüğe kadar bütün rütbe sahiplerinin, bizzat düşünce üreterek durumun gereğine göre kendi
kendine önlemler almaya alışmış olmalarına bağlıdır.”
Gerçekten; eğitim yönetmeliklerimiz, yasalarımız gözden geçirildikçe askerlik sanatının asıl kuralları, yasaları ve yöntemleri okunur ve bellenir...
Fakat bu bilgilerin insanı usta asker yaptığı, yapabileceği sonucuna varmak, elbette aymazlık olur.
Hatta, bu yöntem ve kuralların uygulanmasıyla az çok uğraşmış olmak, bir ordu için kurtuluş yolu olmaz!
Herhangi bir birliğin küçük bir manevrasını izleyelim. Ve kabul edelim ki bu birliğin en büyük komutanından erine kadar herkes talimnamelerde belirtilen ve bildirilen yöntem ve kuralları biliyor ve bu manevra ilk tatbikatları da değildir.
Sözgelimi, o birliğin komutanı güzel bir yürüyüş emri veriyor. Uç komutam, teğmene kadar bütün ast komutanlar kurallara uygun emirlerini veriyorlar ve yürüyüş kolu harekete geçiyor...
Düşmanla temas olduğunda da; aynı şekilde birlik komutanının verdiği açılma ve sonra yayılma emri, rütbelerine göre sırasıyla üstten asta tekrarlanarak en küçük birime kadar birliğin, yapacağı iş kararlaştırıyor. Harekatı son aşamasına kadar iyi yönetilmiş görüyoruz.
O halde, bu kıtanın muharebede görevini yerine getirebileceği ve urda zafer sağlayabileceği yargısına varabilecek miyiz?
Bu yargıya varmakta biraz temkinli olmak gerekir. Çünkü bu klanın muharebede karşılaşacağı durumlar ve koşullar, hep bu gördüğümüz gibi olmayacaktır.
O halde, ne kadar durumla karşılaşmak ihtimali varsa, hepsini anlatalım ve uygulayalım! Çok güzel, bunu yapmaktan geri durmayalım, fakat, “Savaşta öyle durumlar ortaya çıkar ki, söz konusu durumlar hakkında genel bir öneride bulunmak bile mümkün değildir.”
Talimnamelerimizin bu gibi olağanüstü durumlar için öğüt verinesi bir yana; talimnameler, asıl olarak içerdiği kurallar ve düzenlemelerle, ancak savaşta genellikle karşılaşılan basit taktik durumları Kapsayabilir.
Oysa Komutanlar her durum ve andaki konuma karşı gereken önlemleri duraksamadan ve hızla almak zorundadırlar.
9. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder