9 Haziran 2019 Pazar

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal., Mustafa Kemal, BÖLÜM 6

Zabit ve Kumandan ile Hasbihal.,  Mustafa Kemal,   BÖLÜM 6


Ordu Müfettişliği’ne de ulaşmış bir dilekçenin son satırlarını okuyalım: 

“...Komutanları adlarını belirttiğim kişilerden ibaret olduktan sonra... Orduda eğitim ve öğretimden verim beklemek de; emir-komutada, itaat ve disiplinde iyi şeyler aramak da serapta su aramak gibidir.” Ordumuzda Goltz’un öğrencisi olmakla ün kazananlardan çoğunun da, onun, “İyi bir ordu kurulmasına katkısı olan çeşitli etkenlerin en etkilisi, kuşkusuz, doğrudan başındaki yöneticinin etkisidir” sözünün bilincine varma ve ordular için açıklanan bu düşüncenin, en küçük birlikler için de geçerli olduğu konusundaki aymazlıkları görülüyordu. 

Meşrutiyet döneminde, Osmanlı ordusunun ilk göz önüne çıktığı Edirne manevra sahasında hayalen şöyle bir dolaşalım: 
Senin ve benim; ve senin ve benim gibi birçok arkadaşın kollarımızda birer beyaz bant vardı. Biz hakemdik. Bizden daha büyük hakemler de vardı. 

Ne hüküm verilmişti? 

Bunu söylemeden önce ne görülmüş olduğunu hatırlayalım. 

Sözgelimi, Mavi Kolordu’nun sağ kanadında hareket eden bir tümen komutanından, tümenine verdiği emrin ve tümenin bulunduğu durumun 
bildirilmesi sorma yetkisine sahip birisi tarafından rica edildi. 

Tümen komutanı, böyle bir soruya muhatap olmamış gibi, atının üzerinde suskun ve fazlasıyla sakin ve dilsiz duruyordu. 

Biraz bekledikten sonra birinci sorunun cevabından vazgeçilerek, kolordu komutanından alınan emrin anlamı soruldu; yine cevap yok! Sebep?!.. 
Sebep, aldığı emrin anlamını kavrayamamıştı. 

Sebep, verdiği emrin veya daha doğrusu imzaladığı emrin neden ibaret olduğunu bilmiyordu. 

Sebep? Çünkü görünüşe rağmen, o tümene o komuta etmiyordu. 
Sebep, edemezdi... 

Ya böyle verilen emri anlamadan kabul eden alay komutanları? Evet, bu merakı gidermek için tümen komutanının yanından ayrılarak, ‘Karıştıran’ yönünde yürüyen alaylara katıldım. 

Bir alay komutanına, beni hareketleri hakkında aydınlatmasını rica ettim. “Şimdi” dedi. Ceplerini karıştırdı. Ceketinin iç cebinden iki buruşuk kâğıt 
çıkardı. “İşte, iki yazılı emir,” dedi, “birini gece aldım; birini sabahleyin. 
Henüz ilk emrin gereklerini tamamen yerine getiremediğimiz için ikinci emrin hükümlerini uygulamaya başlamadık...” 

Bu emirleri gözden geçirdim. İkincisi, birincinin hükmünü geçer- sizleştiriyordu. Fakat alay komutanı hâlâ, “Önce birinciyi ve sonra İkinciyi” diyordu. 

Niçin? 

Çünkü, alay komutanı, numara sırasıyla uygulamayı düşündüğü emirlerin ne birincisini ve ne de İkincisini anlamıştı. 
Oysa alayı gidiyordu. 
Ama nereye ve niçin?! 
Bunu, alay komutanının kendisi de bilmiyor; alayını izleyen hiç kimse de bilmiyordu. 

O halde, nereye gidiliyordu? 

Bu gidiş, elbette felakete, utanca doğru bir gidişti... 

Hareketlerini sonuna kadar izlediğim bu tümenin, gece olduğu zaman uğradığı sefaleti, kıtalarından bazılarını kaybederek çektiği ıstırabı, ertesi 
günü karşı tarafın topçu ve piyade ateşi altındaki perişanlığını tasvir etmek istemiyorum. 

Yalnız, açıklamak isterim ki, bu ve bunun gibi asker yığınlarının o gidişlerinin mutlaka felakete, mezara doğru bir gidiş olacağına hükmetmek için, pek keskin akla vurma yeteneğine sahip ve pek fazla uzak görüşlü olmak gerekmezdi. 

Biz, o zaman kararımızı vermiş, vicdanımızın sesini en yüksek perdeden en büyük kulaklara işittirmek kararlılığında bulunmuş ve, “Bazı noktalara 
dikkat çekmeyi ve bu konuda uyanık olmanın sağlanmasını vicdan görevi sayarız” demiştik. 

Ve demiştik ki, “Bir kıta ve özellikle de subaylar kurulu, yalnız iyi örnek olacak rehberlerle yetiştirilir...” 

“İnsanlarda saygı göstermenin, itaat ve boyun eğmenin kendiliğinden maddi anlamda değil, manevi anlamda üstün olanlarda- görülmesi, insan ruhunun gereklerindendir.” 

Ve demiştik ki, “Orduda yaşamanın zorluğu olan ve birçok geleneğe bağlı olarak gelişip olgunlaşabilen askeri disiplin duygusunu, bugün Osmanlı ordusu subayları arasında gerçek düzeyiyle görmeyi istemek, insani ruh hallerini bilmemektir. ” 

Ve rica etmiştik ki, “Bugün için girişilecek iş; kayıtsız ve hiçbir şeye göz yummadan, nitelik ve iktidar sahibi olmak yeteneği gösterenlerden bir 
Komuta ve Subay Kurulu oluşturmak olmalıdır.” 

Ve açıklamıştık ki, “Ancak bilgili, iktidar sahibi, etkin, girişimci ve yetki sahibi bir ordu müfettişinin denetimi altında bilgisiz, ordunun talim ve eğitimindeki amaçtan habersiz kolordu ve tümen komutanları barınamayacaklan gibi... Böylece, ancak gereken niteliklere sahip kolordu komutanlarının kolordularında; dinlenmeye muhtaç olan ve zararlı bir heykel halini almaktan başka orduya iyiliği olmayan tümen ve alay komutanları, kabul görmez ve bunların tembelliklerine göz yumulmaz...” 

Şiddetli gibi görülebilecek olan bu uygulamanın akla gelebilen sa-kıncalarının birer çaresi de gösterildikten sonra; 

“Genel olarak iyi ordularla iyi komutanları birbirinden ayrılmaz şeyler olarak görmek için vakit kaybetmeye gerek olmadığı gibi, durum da buna izin vermez” dedik. Ve en sonunda hatırlattık ki, “Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır. Üstün ahlak sahibi olanlar çoğunlukla barış ve güvenlikte, gönül okşayıcı bakışları üzerlerine çekmekten çok, bu tür şeyleri önleyecek biçimde konuşurlar.” 

Sonra ne olduğu sizce de bilinir. Denildi ki, bu yükselen feryadın anlamı yoktur. Bu aşırı çaba gereksizdir ve belki de bir cinnettir!... 

Yok... Yok... O feryat cinnet eseri değildi; o feryat bugünkü felaketi vicdan ve akıl gözü ile görebilmekten kaynaklanan ıstırapların tepkileriydi. Ve... 

Gerçekte, bir gün Sirenayik harekâtının meydanından Balkan yangınına koşarken... 

Bir gün Afrika sahilinden beni vatanıma ulaştıracak yolların kapanmış olduğunu görürken... 

Bir gün, işittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım, iç yüzlerini anlattığım için vatanımdan kovulduğum kişiler tarafından düşmana bağışlanmıştır. 

Ne garip ruh halidir. Dertli insanlar muhatabının derdini dinlemekten çok, kendi yaralarını açmaktan zevk alıyor. Ben de Nuri; âdeta seni dinlemekte olduğumu unutarak ne derin yaraları karıştırmaya başladım. Fakat merak etme, işte kitabını bıraktığım noktadan okumaya devam ediyorum... 

“Savaşta bütün işleri, sadece direnişin ve kahramanlığın göreceği fikri anlaşılmasın” demeyi gereksiz görüyorsun! 

Ben, bunu demeyi bizim için gerekli görüyorum. Birlikte tanığı olduğumuz bir iki manzarayı burada sana hatırlatacak olursam, senin gereksizlik- gereklilik sorununu aşarak, bunu yerine getirilmesi gereken yüce bir emir olarak kabul edeceğinden şüphe etmem. 

Söz gelimi; senin yaralandığın bir muharebede, sağ kanat alaylarından birinin cesur komutanı, düşman topçu ateşi altına girdiği sınırdan, Doğan Arslan sırtlarında, düşman piyadesinin yoğunlaşan ateşi altında, alayının geri dönüp kendisini yalnız bıraktığı noktaya kadar daima kılıcı elinde ve kendisi, avcı hattının önünde bulunmuştu. Bu cesaretin hayranıyım; fakat ne yazık ki bu cesaret ve kahramanlık, alayın zafere ulaşmasını sağlayamadığı gibi dağılmasına da engel olamadı. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder