AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AVRUPA BİRLİĞİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2018 Pazartesi

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 8


Karlofça'dan Helsinki'ye,


Mehmet Altan 

( BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


Türkiye’nin Avrupa Birliği Helsinki Zirvesi’nden beklediği gerçekleşmesi halinde “tam üye adaylığı”, Osmanlı’nın Avrupa’daki askerî üstünlüğü kaybettiği 1699 Karlofça’dan sonra başlayan “Batılılaşma” serüveninin en yeni halkasını oluşturacak.

Osmanlı Devleti’nde 18. yüzyılda başlayan ve devletin düştüğü bunalımı Batılı devlet ve toplum yapısını örnek alarak gidermeyi amaçlayan Batılılaşma siyaseti, henüz hedefine ulaşmış değil. Üstelik tarihsel rakibimiz Yunanistan, Avrupa Birliği üyesi, ama biz değiliz, üstelik Helsinki Zirvesi’nde Yunanistan’ın bizim üyelik beklentimizi “veto” etme yetkisi de var.

Batılılaşma tarihi, bizim neden “hedefe” ulaşamadığımızı hiçbir başka açıklamaya gerek bırakmayacak bir şekilde anlatmakta...

Osmanlı’da Batılılaşma, askerî yenilgiler sonucu gündeme geldiği için, savunma alanından başlıyor. Yeniçeri Ocağı’nın Lale Devri’ni bir ayaklanma ile sona erdirmesi “yeni bir ordu” ihtiyacını gündeme getirdi. Nizam-ı Cedit adlı “yeni ordu” bu ihtiyaçtan doğdu. Selim yeni ordu kurdu ama eskisini de lağvetmedi. Kurumsal reformlar gene bir ayaklanma ile sona erdi. Nizam-ı Cedit Hareketi’ne Kabakçı Mustafa son verdi.

1807 yılındaki bu ayaklanma ertesinde iktidar olan II. Mahmut da kendinden öncekiler gibi reforma ordudan başladı. Ancak Batılılaşma atılımı karşısındaki en büyük engelin Yeniçeri Ocağı olduğunu görünce, “kanlı bir harekâttan” sonra Yeniçeri Ocağı’nı 1826’da lağvetti. Yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye’yi kurdu. Bu ordunun eğitimini de Avrupalı subaylara bıraktı. Ardından bürokraside reform yapıldı.

Sırasıyla Tanzimat, birinci ve ikinci Meşrutiyet bunları izledi. Yenileşme sürekli “üstyapı kurumları” ile sınırlı kaldı. Osmanlı’nın üretim yapısı temelde hiç değişmedi.

BİR CUMHURİYET BİLANÇOSU

Cumhuriyet’in ilânı Batılılaştırma adına keskin bir virajı aldı, ama ülkenin üretim profilini değiştiremedi.

Dünya Bankası’nın hazırladığı World Development Report 1999/2000 adlı çalışma, Avrupa Birliği tam üyeliği beklentisi içinde olan Türkiye’nin bulunduğu ekonomik düzeyin net bir resmini çekmiş bulunmakta.

206 dünya ülkesi açısından, kişi başına gelir sıralamasında 89. sıradayız. 3.160 dolarla, Avrupa Birliği’nin en fakir ülkesi Portekiz’e yetişmemiz için, kişi başına gelirimizi üçe katlamamız gerekmekte.

1963 ile 1998 yılları arasında kişi başına gelirimiz yılda ortalama yüzde 1.5 oranında büyümüş. Bu Tunus’un performansından bile düşük.

Cumhuriyet virajına rağmen, işgücü piyasasında en az kadın bulunan ülkeler sıralamasında hatırı sayılır bir başarı sahibiyiz.

Eğitime en az harcama yapan ülkeler sıralamasında 10. sıradayız. 76 yıllık Cumhuriyet dönemi sonunda, okula gidilen yılların toplamı, nüfusun okullaşma kapsamındaki bölümüne eşit dağıttığımızda hepimiz ilkokul dörtten terkiz. Belki de bu eğitime en az kaynak ayıran ülkelerden biri olmanın kaçınılmaz sonucu.

206 ülke arasında kamu sağlık harcaması açısından yapılan bir sıralamada da çok arkalardan gelmekteyiz. Papua Yeni Gine, Zambiya gibi ülkelerin bile bütçelerinden sağlığa ayırdıkları pay Türkiye’den fazla.

Kalkınmanın önemli işaretlerinden biri sayılan “ticari enerji” tüketme açısından ise 56. sıradayız. İran, Bulgaristan, Yunanistan bizden daha fazla ticari enerji tüketiyor.

Karlofça’dan beri Batılı olmaya çalışan devlet geleneği, onca zamana rağmen, vatandaşından vergi toplama sorununu çözmüş değil. En az vergi toplayan ülkeler sıralamasında 22’nciyiz. Toplanan vergilerin millî gelire oranı yüzde 15.2. Belçika’da aynı oran yüzde 43, Hollanda’da yüzde 42.7, Fransa’da yüzde 39.2 ve İngiltere’de yüzde 33.5.

Devletin gelir ve gider dengesini sağlama noktasından çok uzak olduğunu, bütçe açığının millî gelire oranlayan sıralamaya bakınca görüyoruz. Bütçe açıkları açısından dünya dördüncüsüyüz. 1997 yılı itibariyle bizden daha fazla bütçe açığı veren ülkeler arasında Lübnan, Arnavutluk ve Yunanistan var. Ancak, Yunanistan 1997 yılı içindeki yüzde 9’luk bütçe açığını millî gelirinin yüzde 1.5’ine indirmeyi başarmış bulunuyor. Bizde ise bu oran yüzde 12.

Batılılaşma şiarına rağmen “piyasa ekonomisi” kavramından epeyce uzaklarda seyrettiğimizi ise verdiğimiz “sübvansiyon” ispatlıyor. En fazla sübvansiyon veren ülkeler sıralamasında ilk 31’e giriyoruz.

Gene bilgi çağında en çok askerî harcama yapan 16. ülkeyiz. Bu konuda Fas, Pakistan gibi ülkeler ile çekişmekteyiz.

“ ALT YAPI ” DEVRİMLERİNİN ADI YOK

Cumhuriyet döneminin “kendi kendi” ile kıyaslayınca epey bir yol aldığımızı söyleyebiliriz. Ama Dünya Bankası Raporu gibi bir dünya klasmanı yapıldığında durumumuzun pek de parlak olmadığı ortada. Bunca süreye rağmen “zenginleşmeyi” başaramadığımız görülüyor.

Ekonomik zenginliği sağlayacak bir altyapı dönüşümü gerçekleşmeyince, üstyapı kurumlarının da reformları tam anlamıyla toplumun malı olamıyor. Türkiye’de işkence, yazılı metinlere bakılırsa 1856’da Islahat Fermanı ile yasaklanır. Halbuki 1999 yılında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in ağzından işkencenin varlığı bir kez daha teyit ediliyor.

Toplumların hem zenginleşip, hem özgürleşmesi gelişmenin topallamadan serpilmesine bağlı. Toplumların topal olup olmadığının en sağlıklı röntgenini “üretim tarzı” kavramı belirler.

Üretim tarzı, o ülkenin hem “insan-doğa” ilişkisini, hem de üretim güçlerinin niteliğinden şekillenen “insan-insan” ilişkisini açıklar.

Karasaban ile üretim yapan bir toplumda, örneğin insan ilişkileri büyük devasa sanayinin geliştiği kentlerdeki gibi olmaz. Eğer ülkenin para kazanmasındaki en önemli faktör toprak ve onu işleme biçimi de karasaban ise; mülkiyet, bölüşüm ve güç ilişkileri de o çerçevede oluşur.

Sanayi hâkim, fabrikalar etkin ise, üretim güçleri o aşamaya gelmişse, insanın insanla ilişkisini şekillendiren “üretim ilişkileri” de dönüşür. İşçi-patron anlayışı da farklaşır, kentlerdeki yaşam çerçevesi de toprak kökenli yaşam kurallarına benzemez.

İnsanın doğa ile ilişki düzeyini belirten ve üretim araçlarının gelişmişlik seviyesini tespit eden “üretim güçleri” bir yandan, o üretim yapılan çerçeveye göre oluşan insan-insan ilişkisi ya da “üretim ilişkileri” öte yandan beraberce “üretim tarzı” kavramının içeriğini doldurur.

Türkiye bugün toprak unsurunu ekonomik yaşamında silebilmiş değil, köylülük kendini hissettiren bir ağırlıkta. İşçi sınıfı çok daha önceden gelmesi gereken noktaya gelemediği gibi, burjuvazi de bir türlü yeryüzü düzeyindekilerle yarışacak bir serpilmeye uğramadı.

O nedenle, yalpalaya yalpalaya yaşadığımız sanayi dönemi boyunca, “muassır medeniyet” seviyesi de sağlanmadı.

YENİ BİR DÖNEM, YENİ BİR UMUT

Toprak egemen ise, ilişkiler de toprak yasalarına göre oluşur. Sanayi egemen ise, toplumsal ilişkiler de ona göre şekillenir. Daha düne kadar, ülke coğrafyasının yapabildiği birikim, insanlığın ulaştığı en ileri düzeyde çok daha etkendi. Örneğin, Türkiye üretim tarzını yeryüzünün en ileri üretim tarzı seviyesine taşıyamadığı için, gerek insan-doğa ilişkisi, gerek insan-insan ilişkisi, her türlü makyaja rağmen kendi özüne göre uyguluyordu. Tanzimat Fermanı ilân ediliyor, ama hukuku bu topraklardaki yapı üretmediği için, uygulaması hep keyfe göre olageliyordu.

Bu kural her ülke için geçerliydi. Örneğin, Afganistan da aşiretler hâkimiyeti, toplumsal çerçeveyi kendine göre çizmekteydi. Norveç ise başka bir düzeydeki bir yaşamın ifadesiydi. Bunları aynı noktada eşitleme olanağı yoktu. Uluslararası kurallar, ülke içlerinde kayboluveriyordu.

İletişim devrimi ise ya da bir başka “sanayi sonrası dönem”, bu geleneği köklü bir şekilde değiştirme yolunda. Kol gücünün yerini “beyin gücü” alıyor, onun da “üretim aracı” bilgisayarlar... Bilgisayarların konduğu her nokta, yeryüzü ile eşit, en ileri düzeyde üretim aracının olduğu bir “üretim gücünü” temsil ediyor.

Afganistan’da bilgisayarla çalışan ve üreten bir birim ile Kanada’daki arasında “insan-doğa” ilişkisi açısından fark kalmıyor. Afganistan’daki de, Kanada’daki de, doğayı bilgisayarlar vasıtasıyla dönüştürüyor. Üretim araçları açısından eğer bilgisayarlar üretimde kullanılıyorsa, ülkenin kendi birikimi dışında yeryüzü ile bir eşitlenmeye gidiyor. Aşiret düzeyini aşmayan bir bölgede veya toprak düzeninden, sanayi dönemine geçememiş bir ülkede de ya da bilgi çağını daha derinden yakalamış diyarlarda da eğer bilgisayarların devreye girdiği mevkiler varsa, üretim biçimi evrensel bir çizgide birleşmiş sayılıyor.

Eğer, toplumun iktisadî sistemi “altyapı”yı; din, hukuk, ahlâk gibi kurumlar da, bu sisteme göre şekillenen “üstyapı”yı oluşturuyor ise, daha önceki dönem ile bilgi çağını yeniden değerlendirmek gerekiyor.

Çünkü ülkelerin “altyapıları” artık, kendi toplumsal birikimleriyle ilintili değil, bilgi çağının çalışma biçimi ile ilişki kurma paylarına göre belirleniyor.

Örneğin, Hindistan’da Kalküta bölgesi dünyanın en ciddi bilgisayar programcılığı yapan bölgesi. Artık orası yeryüzünün en ileri aşamasında bir iktisadî sistem sınıflamasına girmiş, O halde, o bölgede “üstyapı” kurumlarının da, o üretim güçlerinin güvencesini sağlayacak bir biçimde yeniden oluşturulmasına ihtiyaç var. Küreselleşme rüzgârı, yeryüzünün bilgi çağı ile ilişki kuran her üretim noktasını, üstyapı kurumları olarak da güvence altına alacak değişimi zorluyor. Evrensel hukuk kurallarının ya da evrensel bir tek anayasa kavramının özündeki anlamı bu. Madem her noktada bilgisayarlar sayesinde en ileri üretim ilişkisine sahip olunuyor, o zaman ileri düzeyde bir “üstyapı” dönüşümü de sağlanmalı.

Piyasa ekonomisi, demokrasi ve insan haklarının, eski dönemin emperyalist ülkeler tarafından samimiyetle terennüm edilmelerini, yeryüzündeki üretim tarzı biçiminin dönüşümüyle birlikte değerlendirme gereksinimi var.

ÜRETİM TARZI VE AVRUPA BİRLİĞİ

Uluslararasılaşma ile bilgisayarlaşma özdeş sayılacak kadar içiçe. Türkiye istediğimiz anlamda sanayileşemedi, istediğimiz anlamda da özgürleşemedi. Şimdi bizim kendi toplumsal dinamiklerimiz ile başaramadığımızı, yeryüzü dinamikleriyle başarma dönemine giriyoruz.

Kendi coğrafyamızdaki kültürel birikimimiz bizi hâlâ yarı sanayileşmiş bir köylü toplumu olarak tanımlıyor. O nedenle de üstyapı kurumları, yeryüzünün ittirmesiyle makyajlanmış ama fiili uygulaması, bu topraklardaki üretim gücü düzeyinde kalmış. Yargısız infaz yaygınlığından, fikir suçuna kadar fiili her türlü uygulama, yeryüzünün geldiği üstyapı kurumlarının ruhundan da, Türkiye’nin kabul etmiş göründüğü yazılı metinlerden de çok geri. Ama ülkenin fiili üretim gücü ve üretim ilişkisi ile orantılı.

Şimdi bu talihsizliğin aşılması şansı var. Eğer ülkenin iktisadî yapısını, bilgisayar ile irtibatlı her nokta, yeryüzünün en ileri üretim ilişkisi olarak farklılaştıracaksa, bu kez “insan-insan” ilişkisini de, yani ülkenin tüm üstyapısal kurumlarını da, bölge özelliklerini dikkate almadan geliştirecek.

Bunu dış dinamiklerin rüzgârıyla daha hızlı yaparız. Avrupa Birliği ile halvet olan bir Türkiye’nin müktesebatı da Avrupa hacminde sayılacak. Evrensel bir noktaya daha hızlı taşınacağız. Üretim ilişkileri de, üretim güçleri de, altyapı da, üstyapı da Avrupa Birliği gelişmişlik düzeyinde olmaya daha çabuk alışacak. Bu daha hızlı gerçekleşecek.

Bu yeni durumun eskisinden farkı, çağdaşlığın bu kez “toplumsal topallığın” çaresizliğine düşmeden gerçekleşme imkânı. Çünkü üretim tarzı köylülük ise, üstyapı kurumlarının sanayi ülkelerinden kopya edilmesi özünde çok uygulanabilir olamıyordu. Halbuki, şimdi bilgisayarların devreye girdiği mekânlarda, üretim tarzı da değişmiş sayılıyor. O halde, üstyapı kurumları da, bu noktalarda üretim yapan insanların ve o üretimin devamlılığını sağlama güvencesi açısından dönüşmek mecburiyetinde. Kısacası eğer yeryüzüne bilgisayar vasıtası ile katılıyorsan, yaşam çerçeven de evrensel hukuk, insan hakları, demokrasi...

Avrupa Birliği üyeliği bizim, Karlofça’dan bu yana ulaşamadığımız, ulaştıklarımızın ise topal kaldığı bir coğrafyada, üretim tarzının içeriğini bizim gönlümüzün istediği gibi dolduracak evrensel bir zıplamayı sağlar. Bizim kendi cevherimizle yapamadığımız dönüşümü, dünyanın cevherini de bizimkilere katarak yaparız. İçimiz de, dışımız da muassır medeniyete uygun bir öze kavuşur. Bilgisayar ile üretir, evrensel hukuk kuralları ile yaşarız.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5098/karlofca-dan-helsinki-ye#.WlxdE65l8dU

....

Avrupa Yerimiz mi, Yöremiz mi?

Ömer Laçiner 

(BİRİKİM DERGİSİ Sayı : 128 - Aralık 1999)


2000’li yıllara girişin Türkiye için yeni bir çağın başlangıcı olacağını söylememiz için o kadim millenarizmin efsununa kapılmış olmamız gerekmiyor.

Alametler o denli sıklaştı ve olaylar öylesine ardarda gelip Türkiye’yi bir kavşak noktasına doğru sürükledi ki; bu ülkede herkes, her türden kurum ve kuruluş, -aslında çok daha önceden yapılması gereken- bir iç hesaplaşmayı yapmak ve bunu şu önümüzdeki kısa dönem içinde kesin bir karara, bir tercihe dönüştürmekten artık kaçınamayacakları bir duruma itildi.

Şimdiye kadar Türkiye’de bireylerden devlete kadar tüm özneler, fazla derinine inilmeden sahiplenilmiş görüşlerle, şeklen benimsenmiş değerlerle oluşturulan ve böyle olunca da yamalı bohça görüntüsünden kurtulamayan siyasal-sosyal kimlik ve rollerle yürüyegeldikleri yolun sonuna gelmişlerdir artık.

Örneğin, hem tüm insanlığı kapsayacak bir tasavvur olarak sosyalizmi hem de “millî” ve otarşik düzen fikirlerini birbirine bir biçimde yamayabilen “ortalama sosyalist” düşünüş kalıbıyla, bunun kapasitesiyle nereye kadar gidilebilir ki? Bu kalıptan çıkamamanın, küreselliği kendiliğinden gerektiren yeni üretici güçlere, onun maddi ve zihni dinamiklerine vakıf olamamanın, bunların ördüğü bir sosyalizm tasavvuru oluşturamamanın aczini yansıttığı bu denli ortadayken üstelik.

Hem liberalizmi, hem de temel hak ve özgürlük kısıtlamalarını, hem sivil iktidar fikrini, hem de “devlet”in dokunulmaz iktidar payını birbirine teyelleyen sağ demokrat gelenek bu bezirgan tutumuyla daha ne kadar varolabilecektir.

Merkez sol, “aslında var mıydı ki” dedirten varlığıyla, “devleti kuran parti” nostaljisi ile sosyal demokrat olma hülyası arasında gidip gelmekten soluksuz kalmış haliyle daha ne kadar yaşayabileceğini düşünmektedir acaba?

Talibancı eğilimlerden Hıristiyan demokratlar gibi olmaya, İslâm’la neo-liberalizmi eklemleyebilmiş yırtıcı kapitalistlerden bir İslâmî sosyalizm hayal edebilenlere kadar uzanan gayet geniş İslâmî hareket tayfının bütün bu unsurları daha ne kadar “aynı geminin yolcularıyız” diyebileceklerdir? Örneğin Avrupa Birliği’ne giriş önkoşullarının önümüze koyduğu koordinatlar içinde nerede ve nasıl durmak gerektiği konusu, herkesten fazla onlar için hayatî bir kimlik belirleme sorunu değil midir?

Aynı şey soy Türk milliyetçiliğinin siyasal hareketi için de bir noktaya kadar sözkonusu değil midir? 1980’lere hattâ ’90’lara kadar “Türkün Türkten başka dostu yoktur” sloganıyla ABD emperyalizminin Soğuk Savaş politikalarına yaslanmayı birarada götürebilmiş bu hareket, o yolun sonuna geldiğinde bu kez de onu ikinci parti ve iktidarın büyükçe ortağı konumuna taşıyıveren Avrupa ve “iç düşman” karşıtı milliyetçi galeyanının daha henüz dumanı tüterken, bu dalgadan gıdalandığını bilmesine rağmen, şimdi öncelikle o “iç düşman” teranesini terketmeyi şart koşan ve onu Türk -dost- olmayanların dünyasına çeken bir Avrupa’ya katılma protokolü karşısında ne yapacaktır?

Körfez’de, Marmara’da, yani Türkiye’nin kalbi sayılan bu bölgedeki deprem, tıpkı kalp krizinin kişiyi kendi sağlığı ve yaşam biçimine ilişkin radikal kararlar almaya yöneltmesi gibi, Türkiye toplumunun da “sağlıklı” bir toplum olmanın önkoşul ve gereklerine ne ölçüde sahip olduğu, buna nelerin engel olduğu ve ne yapılması gerektiği konusunda kaçınılmaz bir ilgilenme haline yöneltti. Bu ilgi henüz sözü edilir bir hareketlenmeye, pratik adım girişimlerine dönüşmüş sayılamaz ise de ve hattâ sözkonusu ilginin özellikle sorguladığı devletin günler geçtikçe duruma yeniden hâkim olduğu gibi bir görüntü var ise de; süreç bir kere başlamıştır ve potansiyel dağılmamıştır.

İki yıl önce AB’ye aday üyelik başvurusu geri çevrilen Türkiye’nin bu kez adeta bir oldu-bitti çabukluğuyla aday üyeliğe kabul sürecine sokulması, bu toplumun geleceği açısından şüphesiz son derece önemli bir gelişme. Aralık ayında büyük ihtimalle resmîleşecek olan Türkiye’nin aday üyeliği, Türkiye’nin deprem felaketine uğraması ile kabaran şefkat ve yardım duygularıyla adını vermiş bir karar değil elbette. Fakat, Türkiye’nin aday üyeliğe daveti, tam da deprem felâketi ortasında Türkiye, dünyanın sırf düşman milletler toplamı olmadığını “keşfettiği”, o milliyetçi paranoyanın zihnî, insanî duyguları ve hattâ yeteneği körelten kıskacının dünyanın her köşesinden -özellikle de en düşman bilinenlerden- uzanan yardım elleriyle açıldığı bir sırada yapılması, sanki bir iklim değişikliği etkisi yarattı. Türkiye’nin aday üyelik müracaatının geri çevrilmesinden beri esen ve Abdullah Öcalan’ın ele geçirilme sürecinde doruğuna varan anti-Avrupa ve milliyetçi galeyan halinin soğuk iklimi, yerini zaten toplumsal bilincimizin ortasında bir yerlerde bulunan Avrupa’ya gıpta duygusunun estirdiği sıcak havaya bırakıverdi.

Türkiye’nin Avrupa’yla ilişkisinde bu tür gelgitler, iklim değişiklikleri çokça olur. Ama bu kez doğan sıcak hava esintisi, daha öncekilerden hayli farklı bağlama oturduğu ve gerçek anlamda toplumsal talep gözeneklerinde dolaşıma girdiği için son derece ciddi sonuçlara gebe bir olgu olarak görülmelidir.

Bağlam farkı derken kasdettiğimiz şudur: Bilindiği gibi, çok yakın zamanlara kadar Türkiye -yani “devlet” ve egemen sınıf- için, Avrupa’ya katılmak hemen hemen yalnızca ekonomik ihtiyaç ve çıkar hesapları ile ele alınan bir konu idi. Gerçi Avrupa Birliği’nin bir önceki aşamasında, yani AET döneminde Avrupa için de esas olan bu kıstaslardı. Oysa AB’ye geçiş ile ekonomik kıstaslardan belki de daha önplanda olarak hukuki-siyasal kıstaslar “katılma”yı belirler hale geldi. Dolayısıyla 1980’lerin ortalarından itibaren Türkiye’nin önüne konulan katılma koşulları, “devlet”in -Türkiye’ye özgü- siyasal belirleyiciliği ile, yargı sistemi ile, temel hak ve özgürlükler ile, kısacası demokratik bir düzen ve işleyiş ile ilgili taleplerin yerine getirilmesiydi. Türkiye’de “devlet” ve yönetenler katı, bu taleplerin egemenlik haklarımıza müdahale, dahası -özellikle o yıllarda ağırlaşan ve kanlı bir mecrada seyreden “Kürt sorunu” ile gerekçelendirildiği ölçüde- Türkiye’yi parçalama art niyetinin ürünü sayarak, yerine getirilmemesi için direndi. Bu direncine Kürt sorunu üzerinden kabaran Türk milliyetçiliğini kullanarak toplum çoğunluğunu da ortak edebildi. İki yıl önce Türkiye’nin aday üyeliğinin geri çevriliş nedeni de buydu.

Şimdi, 1999 Ekim’inde, Avrupa, yerine getirilmesini istediği koşulların hiçbirinden vazgeçmeksizin Türkiye’nin aday üyeliğe kabul edileceği mesajını verirken, kamuoyunun çok geniş bir kesimi bunu gayet sevindirici bir gelişme olarak karşılıyor. Ve üyelik önkoşulları arasında örneğin “Kürt sorunu”nun çözümüne nasıl yaklaşılması gerektiğine dair cümleler ve dahası Abdullah Öcalan’a yapılacak uygulamanın bu konuda test olacağına dair örtük uyarılar yeralmasına rağmen. Çok değil üç beş ay önce “bu malzeme” yeni bir “Avrupa bize düşman” dalgasına bol bol yetebilecekken bu kez gürültü değil sadece mırıldanmalar duyuluyor. Gerçi bu önkoşullardan gayet “rahatsız” olan ve o “malzeme”yi tepe tepe kullanmaya teşne olanlar elbette var ve azımsanmayacak güç ve sayıya da sahipler. Bunu “Türkiye’yi bölmek istiyorlar” ve “Bağımsızlığımız elden gidiyor” sloganlarıyla bir millî dalgaya, “bağımsız son Türk devleti”ni koruma hamlesine tahvil etmeyi de düşünmüyor değillerdir. Ama Körfez depremi ertesinin Türkiye halkının bu dalgaya kanmayacağını, katılmayacağını da seziyorlar herhalde. Ve ayrıca öyle anlaşılıyor ki; Türkiye toplumu deprem felâketinin aynasında, devletinin baskı ve denetim dışında ne yapabildiğini, beceri, yetenek, kapasite ve kaynak kullanımı konusunda hal-i pür melâlini yani “kutsallık” zırhı altında neyin varolduğunu ve gizlendiğini açıkça görebildiği gibi; bu esef verici manzarada kendisinin devletle ilişkisinde ataletinin, yurttaş gibi değil teba gibi davranagelmiş olmasının da payını farketme noktasına gelmiştir. Bu oluşmaya açıkça ifadeye hazır teşhisin gerektirdiği devletin demokratikleştirilerek etkinleşmesi yoluyla çözüm fikrinin Avrupa Birliği’nce Türkiye’ye şart koşulan siyasal-hukuki düzenlemelerin birbiriyle örtüştüğünü de görebilmektedir.

Dolayısıyla uzun ve sancılı “Batılılaşma” tarihimizde ilk kez “Batılı olma”nın ilk normları ile Türkiye halkının yurttaş olarak ihtiyaçları ve talepleri arasında bir kesişmenin, geniş bir rezonansın yaşandığı bir momente varmış oluyoruz.

Türkiye’nin AB’ye katılması sürecini hızlandırmak veya süresiz ertelemek kararını yakında verecek olan iktidar bloku, bakalım bunu mu dikkate alacak, yoksa şimdiye dek yerine getirip getirmeyeceğine dair hiçbir şey söylemediği o “önkoşullar”ın millet ve devlet açısından kabul edilemez olduğu bahanesine mi sığınacak?

Ama bilinmelidir ki her iki durumda da şu bahsettiğimiz momentin hâlâ geçerli olduğunu kanıtlamak da Türkiye halkının görevi, kendine borcudur.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5089/avrupa-yerimiz-mi-yoremiz-mi#.Wlxdma5l8dU


9 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 7

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 7


Avrupa Entegrasyon Modelleri,


Bilent Kaya  

( BİRİKİM DERGİSİ  Sayı : 128 - Aralık 1999 )

GİRİŞ

“Avrupa’nın Birliği” fikri kökleri ortaçağa kadar uzanan çok eski bir öngörü.[2] 18. yüzyıl ortalarına kadar esas olarak dinsel-ideolojik motivasyondan beslenen bu öngörü, bugün kendisini Avrupa Birliği (AB) projesinde somutlaştıran, politik, ekonomik ve kültürel birlik idealiyle Avrupa kıtası tarihinin en büyük tarihsel projesi olarak algılanmaktadır. Bu, Avrupa için kendisini tanımlama bahsi de aynı zamanda. Avrupa fikrinin ilk kurucuları Avrupa’nın tanımlanması sorunu ile pek uğraşmamışlar ve belki de bunu o dönemin kontekstinde gerekli görmemişler. Böylesi bir çaba bugüne özgü bir zorunluluk. Zira, Avrupa’yı Atlantik’ten Urallar’a kadar uzanan coğrafi bir alan olarak algılayan klasik tanımlamalar sadece eksik kalmıyor, Avrupa’nın şu an yaşadığı evrime de uymuyor; Sosyalist Blok’un dağılmasından önceki Avrupa tanımlaması sonrakinden farklı olsa gerek. Bu yüzden de, Avrupa’nın inşâsı ve geleceği üzerine yapılan tartışmalar kaçınılmaz olarak Avrupa’nın kendini nasıl tanımladığı sorunsalı etrafında dönmektedir.

Sadece AB’nin kendi özel ihtiyaçlarına cevaplar aramakla sınırlı kalmayan Avrupa’nın inşâsı sorunsalı aynı zamanda, Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra, Avrupa’da oluşan yeni kontekstin temel sorularını da (birlik, güvenlik vb.) yanıtlamak gibi bir görevle karşı karşıya bulunuyor. AB’nin inşâsı üzerine sayısız entegrasyon proje ve modelleri öneriliyor ve tartışılıyor. Bunların ortak paydasını AB’nin inşâsını kimlik ve genişleyerek derinleşmek paradokslarından çıkarma arayışları oluşturmaktadır. Başka bir deyimle modeller, Birliğin kendisini içsel reformlarla derinleştirme zaruretini onun karşı karşıya kaldığı genişleme zorlaması ile nasıl bağdaştırabileceği ya da bağdaştıramayacağı sorunsalını incelemektedir. Her genişleme teorisi belli bir coğrafi sınır ve kimliksel tanımlama değişkenine son derece yakından bağlıdır. Zaten kendisini politik yapı olarak da algılayan bir birlik, elbette ki kendine aidiyet kriterini netleştirmesi gerekiyor. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer’in vurgusu bir tesadüf değil: “Eğer Avrupa kendini serbest değişim bölgesi olarak değil de bir Birlik olarak görüyorsa, bazı sınırlar belirlemesi kaçınılmazdır.”[3]

Avrupa’nın inşâsı üzerine önerilen bir dizi entegrasyon modellerinden, önemi, ve orijinalliğini göz önüne alarak beş tanesini seçtik.[4] Bunlar: 1) Guy Héraud’un “Etniler Avrupası” önerisi, 2) Jacques Attali’nin “Kıtasal birlik” projesi, 3) “Özekdeş halkalar” modeli, 4) Alman Hiristiyan demokrat partilerinin (CDU-CSU) savunduğu “Ana çekirdek” modeli ve son olarak da 5) Savunuculuğunu daha çok Fransızlar’ın yaptığı “Üç halkalı birlik” projesi.

Bu metin yukarıdaki modellerin Avrupa’nın geleceğini nasıl algıladıklarını ve ne tür öngörüler ileri sürdüklerini özetlemeyi amaçlıyor. Sonuç bölümünde ise bir taraftan entegrasyon modellerinin bir sentezini yaparken diğer taraftan AB-Türkiye ilişkilerine değin birtakım düşüncelerimi ifade edeceğim.

1. “ETNİLER AVRUPASI” MODELİ: “ETNİK DEMOKRASİ”YE DOĞRU

Avrupa’nın inşâsı üzerine yapılan tartışmalarda “Halklar Avrupası“, “Yurttaşlar Avrupası”, “Uluslar Avrupası” gibi kavramlar, egemen kriter olarak beliren ekonomik konsepte alternatifler olarak ileri sürülmektedir.[5] Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu kendini hissettiren Avrupa ulusları, devletleri ve halkları arasında yeni dengelerin kurulması ihtiyacı bu alternatif arayışlara bir arka plan oluşturmaktadır.

Guy Héroud’un “Etniler Avrupası”[6] adlı kitabında, bu arka plandan hareket ederek sergilediği modelin kalkış noktası şu: Avrupa’da barışı tehdit eden yerel savaşlar ve istikrarsızlıklar egemen devletlerin himayeleri altında tuttukları halklar ve azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme istek ve iradelerine karşı gösterdikleri hoşgörüsüzlükten beslenmektedir. Bu yüzden, istikrarsızlık unsuru olan etnik azınlıkları hesaba katacak bir çözüm bulmak gerekiyor.

Héroud, Avrupa ve Rusya’nın etnik gruplarını bir sınıflandırmaya tâbi tutuyur. Etnotipin biçimlenmesindeki öneminden dolayı, dil ve kültürel ögeleri sınıflandırma için temel değişkenler olarak alıyor. Sınıflandırmaya göre, Avrupa ülkeleri bünyesindeki devletleşememiş etnik gruplar ve azınlıklar “Avrupa’nın etnik azınlıklar topluluklarını“ oluşturuyorlar. Bundan sonra, Héroud’a göre, bu azınlık toplulukların kendi özgürlüklerine kavuşacakları koşulları hazırlamak kalıyor. Felsefi gıdasını ulus-devlet modelinden alan ve çoğunluk prensibine göre çalışan geleneksel-klasik demokrasi konseptlerinin azınlıklar sorununu çözmekteki başarısızlığı açık. Zira, geleneksel demokrasiler bir halkın bir başka halk tarafından egemenlik altına alınmasını olanaksızlaştırmıyor; tam tersine, bir çok durumda, etnik çeşitlilik ulusal birliği parçalayan bir “tehlike” olarak algılanıyor. Ve bu “tehlike”yi kontrol altında tutma isteği egemen çoğunluğu azınlıklara karşı genellikle baskıcı politikalar uygulamaya zorluyor. Öyleyse bu durumda ne yapmak gerekir? Héroud’a göre önce, referandumlar aracılığı ile bütün azınlıklara kendi kaderlerini tayin etme hakkını tanıyarak, özgürlükleri verilmeli veya iade edilmelidir.[7] Daha sonra ise, “içinde her halkın kendi devletsel aidiyetini seçtiği bir rejim” olan “etnik demokrasi”yi kurmak gerekiyor.[8] Etnik çoğulculuğu demokrasinin temeli olarak gören bu yeni demokratik düzen böylece, etnik temizlik ve kavgaları önleyecek bir güce sahip olacaktır.

Soru: Böyle bir demokratik oluşum Avrupa’da ne tip bir yapılanmayı gerektirir? Héroud’un modelinin bu soruya yanıtı, aznıklara ayrılma hakkını da tanıyan bir federal yapılanma olur. Çünkü, diyor, “etnik programların sistemleştirilmesi federasyonu gerekli kılar”.[9] Avrupa’nın uluslarının ve bölgelerinin oluşturacağı bu federasyon bünyesinde “uluslar ve bölgeler farklı yetkilere sahip olacaklar: Birinciler kendilerini dil ve kültüre adarlarken, ikinciler politik ve ekonomik yetkiler gibi önemli görevlerle donatılacaklar.”[10] Bir federalist modelin burada önerilmesinde faydacı bir yaklaşımın izlerini buluyoruz: ulus-devletlerin azınlık haklarını tanıyan yaptırımlardan sürekli kaçtıkları gözlemi, yaptırımcı gücü yüksek bir üst kurumsal organın varlığını (federasyonu) azınlık haklarının garanti altına alınması ve tanınması için gerekli görüyor.[11]

Kısaca özetlemek gerekirse Héroud’un modeli, Avrupa’nın uyumlu birliğinin sağlanmasını bünyesinde barındırdığı etnik azınlıklara tanınacak özgürlüklerin doğuracağı barış ve istikrar ortamına endekslemektedir. Bunun yoluda etnik çoğulculuk ilkesine dayanan “etnik demokrasi” diye tanımladığı ve federalist oluşumu öngören yeni bir demokratik düzenden geçmektedir.

2. “KITASAL BİRLİK” MODELİ: EKONOMİK DİNAMİĞİN ROLÜ

Europe(s)[12] -Avrupa(lar)- adlı kitabında Jacques Attali, Avrupa’nın gelecekteki mimarisi için bir birine alternatif üç olası modeli eleştirdikten sonra “kıtasal birlik” diye adlandırdığı kendi modelini tanıtıyor.[13] Her biri göreceli bir öneme sahip bu modellerin hepsinin burada tanıtma olanağımız malesef yok. Kısa bir dipnotla yetinmek zorunda kalmamız bu modellerin önemini küçümsediğimiz anlamına gelmemelidir.

“Kıtasal Birlik” modelinin temel özelliği Avrupa coğrafyasına ait hiçbir ulusu Avrupa’nın inşâsı sürecinin dışında tutmamak. Zaten kalıcı bir birlikteliğin oluşması ancak dışlayıcı değil, kapsayıcı bütünleşme modelleri ile gerçekleşebilir. Bu yüzden Avrupa, kıtanın bütün ülkelerini kapsayacak “konfederal kurumlara” sahip olmalıdır. Bu modelde ilginç olan şu: AB, kendisine üye ülkelerle birlikte tek bir birim olarak ve her hangi diğer bir üye ülkenin sahip olacağı sıfatla oluşacak bu konfederal yapıda yerini alacak. Böyle bir mimari elbette, AB’nin genişleme stratejisinin önemini azaltabilir, ama AB’nin kendi entegrasyonunu güçlendirmesinin önünde bir engel olarak da görülmemelidir. “Kıtasal birlik” modeli kendi bünyesinde AB’ye sıradan bir üyelik sıfatı vermesine rağmen, AB’yi yine de Avrupa dinamizmin motoru olarak görüyor. Bu yüzden de AB, ekonomik, sosyal ve politik alandaki örneksel evrimini devam ettirmelidir.

“Kıtasal birlik” çerçevesinde Attali, kıtasal gelişmeyi global politik bir vizyon eksenine oturtacak bir “kıtasal ortak pazar”ın kurulmasını öneriyor.[14] Bu oluşum ortak tarifelerden sermaye, mal ve bireysel serbest dolaşım hakkına kadar birçok alanda kıtanın ekonomik regülasyonunun temel prensiplerini belirlemelidir. Attali’nin modeli Avrupa kıtasının ekonomik durumuna çok iyimser bir gözlemle yaklaşıyor: Avrupa güçlü ekonomik bir dinamiğe sahip ve bu dinamiğin “kıtasal ortak pazar” çerçevesinde değerlendirilmesi ve işletimi bütün bir Avrupa kıtası için son derece önemli bir gelişme faktörü olabilir. Burada model, hem AB’ye hem de onun dışında kalan diğer Avrupa ülkelerine aynı anda yararlı olabilecek ve ekonomik etkileşim temeline dayalı bir yeni ilişki biçimi öneriyor.[15]

“Kıtasal Birlik”in kurumsal öngörüsüne gelince, Attali’nin modeli Avrupa Konseyi’ne son derece önemli bir fonksiyon yüklüyor. Avrupa Konseyi “Kıtasal birlik” oluşumunun parlamentosuna yani anlaşmazlıkları çözmenin politik çerçevesine ve ortak politikaların belirleneceği bir kuruma dönüşmelidir. Kıtanın parlamentosu görevini üstlenecek Avrupa Konseyi’nin yürütme görevini ise “kıtanın birkaç ülkesinden oluşacak güvenlik konseyi” üstlenmeli.[16] Diğer taraftan model, Avrupa’nın savunma sorununu ilerideki bir sürece bırakıyor ve zamanla bir “kıtasal savunma kimliği”nin oluşabileceğini öngörüyor.[17] Örgütlenme biçimi nasıl olursa olsun, bu savunma örgütü Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın (AGİT) demokrasi, insan hakları, azınlık hakları ve anlaşmazlıkların çözümü konusundaki ilkelerini kendine kimlik edinmelidir.

Bu modelin en ilginç özelliği, çok kültürlü bir Avrupa fikrini kendine referans alıyor olmasıdır. Avrupa’nın gelecekteki mimarisi “dışlamaya karşı çok aidiyetliği” temel almalı ve “Avrupa artık kendini bir Hıristiyan kulübü olarak değil, İrlanda’dan Türkiye’ye, Portekiz’den Rusya’ya, Arnavutluk’tan İsveç’e kadar uzanan sınırsız bir alan olarak görmelidir.”[18]

3. “ÖZEKDEŞ HALKALAR” MODELİ

İlk kez Tugendhat tarafından ileri sürülen ve AB Komisyonu eski Başkanı Jacques Delors tarafından da destek gören Avrupa’nın geleceği için “özekdeş halkalar” projesi,[19] “değişken geometri” kavramını yapısal bir çerçeveye oturtuyor. “Değişken geometri” kavramı, AB bünyesinde giderilmesi güç farklılıkların varlığını kabul eden ve üye devletler arasında entegrasyon kapasitelerine göre belli bir ayrımı kalıcılaştıran farklılaşmış bir entegrasyon modeli anlamına gelmektedir.[20]

“Özekdeş halkalar” kavramı ise “sağlam bir topluluğun oluşturacağı bir çekirdek etrafında, farklı entegrasyon seviyeleri ve işbirliği bölgelerinin inşâsı“nı ifade etmektedir.[21] Bu tanım gereği AB, etrafı her biri farklı işbirliği biçimlerini ifade eden üç ayrı halkayla çevrilen bir çekirdek merkez olarak algılanıyor. Aşağıdaki tablo bu halkaların fazla ayrıntısına girmeden özet bir tanıtımını içermektedir.

4. “ANA ÇEKİRDEK” MODEL: İKİ VİTESLİ FEDERALİZM

Helmut Kohl’un etkileyici ideologlarından ve CDU-CSU Bundestag Parlamenter Grup Başkanı Wolfgang Schäuble tarafından formüle edilen “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporu resmî bir karakter taşımasa bile, Kohl hükümetinin Avrupa politikasının temel referanslarını belirliyen bir doküman olarak değerlendirildi Avrupa çevrelerinde.[22] AB’nin üye ülkeleri bünyesinde birçok tartışma doğuran bu rapor, AB’nin hızlı bir “genişleme” ve “derinleşme” sürecini aynı anda yürütmesinin zorunluluğuna işaret ediyor.

1) Genişleme: AB, Avrupa’daki değişimleri dikkate almalı ve “kıtanın doğu kısmı için de kalıcı bir düzenin” yaratılmasına aktif bir şekilde katkıda bulunmalıdır. Bu yüzden AB, genişleme stratejisinde önceliği Orta Avrupa ülkelerine vermelidir. AB’nin Macaristan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya ve Slovenya gibi Orta Avrupa ülkelerine yönelik genişlemesini rapor, istikrarsızlığın bu bölgeye yeniden yerleşmesini engelleyecek bir unsur olarak görüyor. Aksi durumda bu bölgede başgösterecek bir istikrarsızlık “Almanya’yı Doğu ve Batı arasında zor bir durumla karşı karşıya” getirecektir.[23]

Rusya-AB ilişkilerinin geleceğine yönelik ise rapor, Rusya’nın AB’ye olası üyeliğinden söz etmeden iki birim arasında “partner” tipi bir ilişkinin kurulmasının önemine değinmekle yetiniyor.

2) Derinleşme: “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kaleme alanlar AB’nin mevcut gidişatı konusunda son derece endişeliler. AB projesinin basit bir serbest değişim bölgesine dönüşmesi ve kendi bünyesindeki temel sorunları çözebilecek bir dinamikten yoksun kalabilmesi kendisini bekleyen en büyük tehlike olarak görülmektedir. AB’nin böylesi bir pozisyona düşmemesi için Alman Hıristiyan Demokratlar, Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda ve Luksemburg’un bir “ana çekirdek” yapı etrafinda bir araya gelip AB’nin kendi iç entegrasyonunu hızlandırmalarını öneriyorlar. Almanya ve Fransa’nın motor rol oynayacakları “ana çekirdek” grubun temel amacı ise, her alanda kendi ahengini güçlendirerek ortak dış politika ve güvenlik alanında entegrasyon sürecini hızlandırmak olarak tanımlanıyor.

Diğer üye ülkelerin “ana çekirdek” grubun dışında tutulmalarına, bazılarının (örneğin İngiltere) politik birliğe olan çekimserliği, bazılarının ise ekonomik durumlarının hızlı entegrasyon sürecini henüz kaldıracak durumda bulunmamaları neden olarak gösteriliyor. Fakat “ana çekirdek” grubun dışında bırakılan ülkeler “ana çekirdek” yapının uygulamaya koyduğu entegrasyon vitesini takip edebilecek duruma geldikleri an, bu gruba katılabilecekler. Böylece “ana çekirdek” başlıbaşına bir amaç değil, Wolfgang Schäuble’nin deyimi ile diğer üye ülkeler için bir “çekim alanı”[25] oluşturacak. Ve diğer taraftan da, “ana çekirdek” daha çok “AB’nin genişleme ve derinleşmesi gibi birbiriyle çelişkili amaçları bağdaştırabilecek bir araç” olacaktır.[26]

“Ana çekirdek” modeli AB’nin federal sisteme dönüşmesinin ve kurumsal reformlara gitmesinin zorunluluğuna işaret ediyor: a) AB kendisinin, üye devletlerin ve bünyesindeki bölgelerin yetkilerini yeniden tanımlıyacak ve belirleyecek bir “anayasal metni” bir an önce hazırlamalı. b) Demokratikleşme alanında, Avrupa Parlamentosu’nun yetkileri genişletilerek “Konsey ile aynı hukuki haklara sahip bir yasama organı”na dönüştürülmeli. Konsey ise “özellikle hükümetler arası alana ait diğer görevlerinin yanında bir ikinci meclis, yani devletler meclisi temel görevini üstlenmeli”. Böylece bütün kararlar, Konsey ve Avrupa Parlamentosu’nun onayını almış olacak. c) Avrupa Komisyonu ise bir yürütme organının sahip olması gereken yetkilerle donatılarak Avrupa hükümeti sıfatını almalı.[27]

Bu model, daha önceleri de farklı aralıklarla gündeme getirilen “çok vitesli Avrupa” (Europe à plusieurs vitesses)[28] kavramına belli bir yapı kazandırmayı amaçlıyor. Üye ülkelerin “yavaş vites” veya “hızlı vites”li entegrasyon süreci etrafında kümelenmelerini öngören bu model, bazı üye ülkelerin diğerlerine göre daha hızlı gidebilmesine olanak tanıyan çok vitesli entegrasyon sürecini tercih etmektedir. Alman Hıristiyan Demokratları’nın bu görüşü savunmalarındaki temel amaç bir taraftan Almanya’nın ısrarla arzuladığı bazı Orta Avrupa ülkelerinin AB’ye tam üye olmalarını kolaylastırabilmek, diğer taraftan da herhangi bir üye ülkenin “vetosunu kullanarak aralarında işbirliği ve entegrasyonu güçlendirmeyi amaçlayan diğer ülkelerin çabalarını bloke etmesini önlemek”[29] düşüncesidir.

5) “ÜÇ HALKALI BİRLİK” MODELİ: FEDERALİZMİN REDDİ

Alman Hıristiyan Partiler Birliği yöneticilerinin “Avrupa politikası üzerine düşünceler” raporunu kamuoyuna sunmalarından yaklaşık bir ay sonra, zamanın Fransız Başbakanı Edouard Balladur, Figaro gazetesi ile yaptığı bir söyleşide Avrupa entegrasyonu üzerine görüşlerini açıkladı.[30] Balladur’un “üç halkalı birlik” önerisi Avrupan’nın inşâsı hususunda Alman Hıristiyan Birlik partilerinin “ana çekirdek” projesine karşı Fransa’nın yanıtı şeklinde algılandı.

“Üç halkalı birlik” modeli a) Avrupa’da, AB’nin dikkate alması gereken konumsal bir çeşitlilik oluştuğu ve, b) AB’ye üye ülkeler arasında “artan bir şekilde çıkar farklılıklarının” beliriyor olması gibi iki temel gözlemden hareket ediyor. Birinci gözlem AB’nin genişlemesinin kaçınılmazlığına vurgu yaparken, ikincisi AB’nin kendi entegrasyon sürecini koruyup onu daha da ileri götürebilecek bir “ana merkez”in kurumlaştırılmasına işaret ediyor. Böylece “çok vitesli Avrupa” birliği pragmatik ve süreklilik arz eden bir tarzda gelişip ve genişleyerek ilerde “iki, belki de daha ileride sadece tek” bir Avrupa gerçeğine dönüşebilmelidir.[31]

Bu model biri merkezî ve diğer ikisi bunun etrafında kümelenmiş üç halkadan oluşuyor.

A) Birinci merkezî halka entegrasyonda “daha hızlı gitmek isteyen” ülkelerden oluşuyor. Bu merkezî vücut, çok daha iyi bir yapıya sahip ve işbirliğinin öngörüldüğü her alanda ortak kurallara tâbi olması gerekiyor. “Bütün üye devletler bu halkaya katılmaya davet edilmelidirler. Ne var ki, hepsinin bu davete olumlu bir yanıt verebilmesi çok az olasıdır.”[32] Bu yüzden, AB’ye üye ülkeler entegre politikaların tümünü benimseme gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kalmamış olacaklar. Böylece merkezî halka, Fransız eski Başbakanı Alain Juppé’nin deyimiyle “güçlendirilmiş dayanışmalar” eksenine oturmuş ve hızlı entegrasyona endekslenmiş sınırlı ve homojen bir yapıya sahip olacaktır.[33]

B) İkinci halka, merkezî halkanın dışında kalan ve kazanılmış topluluk haklarının savunmasına angaje olmuş bütün diğer üye ülkeleri bünyesinde topluyor. Bu halka, AB’nin bir nevi temel yapısını oluşturacak ve aynı zamanda kamu hukuku ilkesi çerçevesinde güvenlik, dış politika, tarım vb. gibi birçok alanda ortak politikalara sahip olacak ve kendisini büyük bir pazar gibi algılayacak.

C) En geniş üçüncü halka ise, AB’ye girmek isteyen bütün ülkeleri bünyesinde barındıracak (örneğin Polonya, Macaristan, Malta, vb. ülkeler). AB bu halkada yeralan ülkeler ile diplomatik ve güvenlik alanında olabileceği gibi ekonomik ve ticari alanlarda da farklı ortak yapılanmalara gidebilecek. Türkiye ve AB arasında 1995 yılı sonunda başlatılan gümrük birliği bu gruptan bir üyenin AB ile tam üyeliğin ötesinde girebileceği ilişkiye bir örnek olarak gösterilebilir.

AB’nin “genişleme” sorununa yaklaşımı açısından bakıldığında Fransız modeli, Alman “ana çekirdek” modeli ile son derece ortak noktalara sahip olmasına rağmen, ondan, AB’nin “derinleşme”sine yönelik önerdiği kurumsal reformlar noktasında ayrılıyor. Alman modeli, AB’nin bütün bir yapısının yeni bir biçime dönüştürülmesine (federalizm) dikkat çekerken Fransız modeli, AB’nin mevcut yapısını koruyarak her alanda karar alma mekanizmalarını iyileştirmesi ve randımanını artırması gibi bir sorunla karşı karşıya olduğunu vurguluyor. Örneğin Komisyon’nun mevcut yapısı korunarak, sorumluluk ve yetki alanlarının daha da netleştirilmesi gerekiyor. Konsey’in bünyesinde ise “anlık oluşan çoğunluğun bütün bir sistemi bloke etmelerini engellemek için” “büyükler”in ağırlığının artırılmasını kaçınılmaz görüyor Fransız modeli.[34] Avrupa Parlamentosu, mevcut rolunu daha iyi yerine getirebilmesi için seçim modelini ve karar alma mekanizmaları sürecini iyileştirmek zorunda.

SONUÇ YERİNE

1989’da Berlin duvarının yıkılmasından sonra oluşan gerçeklik AB’yi çözmesi gereken iki önemli sorunla karşı karşıya getirdi: Genişleme ve derinleşme.

Yukarıda tanıtılan modeller açık veya saklı bir şekilde AB’nin genişleme sorunsalını bir taraftan belli bir Avrupa güvenlik konseptinin oluşturulması, diğer taraftan da, Avrupa’nın kültürel ve coğrafik tanımının belirlenmesi çerçevesinde ele alıyorlar. Bu kriterin önemini AB’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişleme projesinde görebilmek mümkün. Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç, güvenlik kriteri perspektifinden hareket ederek AB’nin genişlemesine kafa yoran diğer modeller Türkiye’ye genişleme treninde yer vermiyorlar. Zaten Türkiye NATO üyesi ve Avrupa’nın güvenlik sisteminde belli yükümlülüklere sahip. Üstelik Batı Avrupa Birliği’ne de (BAB) gözlemci bir statüyle katılıyor. Bu anlamda Türkiye’yi AB’nin genişleme projesine herhangi bir güvenlik endişesinden dolayı dahil etmek gibi bir zorunluluk belirmiyor modeller açısından. Körfez savaşında olduğu gibi bazı durumlarda Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği için ne kadar önemli olduğu vurgulansa bile, bu önem Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini zorunlu kılacak bir olgu olarak algılanmıyor.

Kültürel kriter açısından bakıldığında, gene Jacques Attali’nin “kıtasal birlik” modeli hariç diğer modeller Türkiye’nin adını bile anmıyor. Alman modelinin tasarlayıcısı Wolfgang Schäuble son derece açık bir şekilde Türkiye’nin Avrupa’daki yerini belirliyor: “Türkiye AB’nin tam üyesi olamaz. Türkiye ile ilişkilerde gümrük birliği gibi özel formüller bulmak lazım. Ama AB’ne kesinlikle entegre etmemek lazım. Eğer Türkiye’yi Birliğ’e dahil edersek yarın Rusya, İsrail hattâ Cezayir gibi ülkelerin üyelik başvurularını nasıl red edebiliriz. (...) Türkiye Avrupalıdır ama sadece Avrupalı değil.”[35] Aynı türden bir yaklaşımı biraz daha kapalı bir ifade ile Fransız modelin savunucusu Alain Juppé’de de görebiliriz: “Sözünü ettiğim Büyük Avrupa şüphesiz büyük olacak, yani genişleyecek ama bu Avrupa ‘eurasiatique’ kıtanın tümü ve onun Akdeniz çevresi olmayacak. 21. yüzyıl bu ilk zamanlarında netleştirmemiz gereken bir konsept varsa oda Birliğin coğrafyasının belirlenmesidir. Benim için harita yeterince açıktır.”[36]

Avrupa kimliği ve haritasını açıkça belirlemesinden dolayı, kimliksel ve kültürel kriter Héroud’un “etniler Avrupası” modelinde son derece önemli bir rol oynuyor. Bu konsept Rusya’yı ve bünyesindeki etnileri Avrupa kimliği ve haritasına dahil ederken Türkiye’ye bu haritada yer vermiyor.

Kültürel ve kimliksel yaklaşımlar Türkiye’nin Avrupa’daki olası yerine son derece kuşkuyla bakıyorlar. Bu bağlamda, modellerin Avrupa’yı bir “Hıristiyan klübü” olarak algıladıkları ve Türklerin’de “Avrupa bizi Müslüman olduğumuz için almıyor” şeklinde özetledikleri sava ilk bakışta belli bir haklılık payı verilebilir. AB’nin kültürel kimliğinin Hıristiyan gelenek üzerinden şekillendiğini inkâr etmek elbette mümkün değil. Ne var ki, dinsel anlamda ortaklıkları da olsa AB’nin üye ulusları etnik, dilsel, geleneksel vb. farklılıklar üzerine kurulu ulusal kimliklerinden dolayı birbirlerine karşı kültürel farklılıklar göstermektedirler. Üstelik AB, Avrupa’nın savunduğu evrenselliğin kendi içinde kültürel çoğulculuğu barındırdığını ve birliğin de bu çeşitlilik üzerine kurulduğunu her fırsatta ifade etmektedir. Bu yüzdendir ki, “çeşitlilik içinde birlik” teorisi Jacques Dellors’dan üye devlet başkanlarına kadar geniş bir yelpazede kabul bulmaktadır. Bu anlamda, Türkiye’nin AB’nin dışında tutulmak istenmesini kültürün bileşkenlerinden sadece biri olan dinsel farklılıkta aramak son derece eksik kalmaz mı?

Bu konuda, yani Türkiye’nin Müslüman kimliğinin AB’ye tam üyeliğine bir engel teşkil edip etmeyeceği konusunda, Avrupa kamuoyunda da tam bir netlik yok. AB bünyesinde kamuoyu araştırmaları yapan Euro-barometre dergisinin, 1993’te üye ülkelerde yaptığı kamuoyu araştırmasında, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği konusunda da bir soru sormuş. Ankete katılan Avrupalılar’dan yüzde 52’si Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı görüş belirtiyor.[37] Diğer taraftan, bir başka ankette “başka kültüre ait birisinden sözedildiğinde aklınıza kim geliyor?” sorusuna ankete katılan Almanlar’ın yüzde 24’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 40’ı “Türkler” diye yanıtlıyor.[38] Eğer kültürel farklılık kriterinden hareket edersek, bizi kendi kültürlerinden (Avrupa kültürü diye okuyalım) saymama oranının Almanlar’a göre daha yüksek olduğu Hollandalılar’da Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı olma oranı Almanlar’a göre daha fazla olması gerekmiyor mu? Oysa durum tam tersi: 1993 anketi sonuçlarına göre Almanlar’ın yüzde 53’ü Hollandalılar’ın ise yüzde 43’ü Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olduklarını belirtiyorlar. Ankete katılan ve “Müslüman” olduğunu belirtenlerin yanıtı ise genel eğilimden çok farklı değil; yüzde 43 karşı görüşe karşın Müslümanlar’ın sadece yüzde 57’si Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilirliğini kabul ediyor. Şu bir gerçek ki, yüzde 43’lük bu Müslüman “hayırları” dinsel motivasyondan hareket ederek anlayamayız; Avrupalı Müslüman da olunsa Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini onaylamamanın başka nedenleri de olsa gerek. Ortodoks dininden olup Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı çıkanların oranı yüzde 85. Avrupa Birliği’ndeki ortodoks grubu genellikle Yunanlılar’ın oluşturduğunu düşünürsek karşı çıkışın nedenleri herkes tarafından kolaylıkla tahmin edilecek kadar açıktır; kronikleşmiş Türk-Yunan anlaşmazlığının Yunan toplumundaki etkileri. Hıristiyanların görüşü de pek mucize arz etmiyor: Protestanlar tam ikiye bölünürken (49.5 evete karşı 50.5 hayır) Katolikler’in yüzde 53’ü Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinden yana görüş belirtiyor. Bu durumda Avrupa kamuoyunda Türkiye’ye karşı net bir “karşı görüş”ün olmadığı tam tersine bir “kabullülük” durumunun varlığından bile söz edilebilinir. Buradan kültürel kriterin tek başına Türkiye-AB ilişkilerini açıklamakta eksik kaldığı ileri sürülebilinir. Böylece, AB’nin Türkiye’ye karşı kültürel ayrımcılık yaptığı savını savunalım ya da savunmayalım kendimize şu soruyu mutlaka sormalıyız: AB sadece bir Hıristiyan kulübü müdür? Hayır, değildir. Gerek bütün Avrupa entegrasyon modellerinin gerekse de AB’nin kendi evriminin altını çizdiği olgu onun ekonomik (liberal ekonomi kulübü), kültürel (kültürel çeşitlilik kulübü) ve bir politik proje (demokrasi kulübü) olduğudur. Bu iddialar kendi içinde eleştirilebilecek birçok noktayı barındırsa bile, Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bugünü ve geleceği üzerine eğilen her düşünce kaçınılmaz olarak bu üç boyutu irdelemek zorundadır. Türkiye’nin bugünkü durumu bu üç boyutlu analiz ölçeğine yatırıldığında onun AB projesine uzaklığı ve yakınlığı hakkında sanırım daha objektif bir fikire sahip olunur.[39]

Modellerin çoğu derinleşme stratejisini “farklılaşmış entegrasyon” kavramı çerçevesine oturtmaktadır. Zaten AB’nin bugünkü mevcut işleyişinde bu türden bir şekillenme görülmektedir. Sadece birtakım somut ekonomik problemlerinden dolayı değil bazı ülkeler, entegrasyonda daha hızlı gitmek isteyen ülkere ne pahasına olursa olsun katılmayı politik olarak da doğru bulmuyorlar. Bu anlamda üye ülkeler bünyesinde, özellikle de Fransa ve Almanya’da, “farklılaşmış entegrasyon” konsepti ve bunun doğal bir sonucu olan “çok vitesli Avrupa” oluşumu göreceli bir kabul görmüş durumda. Sorun bu gerçekliğe en iyi cevap verecek politik oluşumun yaratılması sorunudur. Bu noktada üye ülkeler arasında henüz her hangi bir konsensus bulunamadığı gibi son derece büyük farklılıklar da gözlenmektedir. Almanya’nın federal yapılanma önerisine karşı Fransızlar konfederasyon fikrinde ısrarlılar. Önerilen uluslar üstü (trans-national) yapılanmanın alacağı biçim nasıl olursa olsun, üye ülkelerin eğemenlik alanını sınırlandıracağı için özellikle küçük çaplı ve daha milliyetçi üye devletlerin direnişiyle karşılaşmaktadır. Üzerinde hemfikir olunan bir nokta varsa o da AB’nin, tüm kurumlarında ve karar alma mekanızmalarında demokratik işleyişini iyileştirmesidir. Daha da esaslı bir görev olarak, AB’nin kendi bünyesinde ki demokrasi açığını bir an önce gidermesine işaret edilmektedir.

Aslında AB’nin derinleşme sorunsalı iki yönlü bir iktidar hareketinin işaretini vermektedir: birinci yön, üye ulusal devletlerin birtakım yetkilerinin oluşacak merkezi uluslar-üstü yapıya devrini zorunlu kılan yukarıya doğru bir hareket; ikinci yön ise, ulusal devletlerin kendi bünyelerinde iktidarın aşağıya doğru, yani bölgesel özerk yapılara paylaştırılmasını öngörmektedir. Bu ikinci hareket üye ulus ülkelerde yerel, katılımcı demokrasiyi kurmayı veya yaygınlaştırmayı amaçlamaktadır.

Eğer Türkiye AB’nin gelecekteki yapılanmasına entegre olmayı ulusal bir proje ve hedef olarak belirliyorsa, AB’nin genişleme stratejisinde diğer boyutların yanında (ekonomik, politik, güvenlik vb.) sınırlı ama inkâr edilmeyen bir rol oynayan kültürel kritere, ama sadece bu kritere takılıp kalmamalıdır.[40] Nitekim, AB’nin aynı zamanda iktidarın ulusal devletlerde yoğunlaşmasından öteye bir başka türlü paylaşımını da öngören bir politik proje olduğunu kendi iç derinleşmesini düşünürken anlamak mümkün. Bu anlamda, AB entegrasyon trenine katılmak isteyen bir ülke, AB’nin derinleşme stratejilerinde beliren toplumsal tasarımla da hemfikir olup olup olmayacağını düşünmek zorundadır. Sonuçta Avrupa entegrasyonu Türkiye için köklü yapısal reforumları zorunlu kılan birçok bahsi ifade etmektedir. Sorun bu bahisleri gerekleştirmeye devletçe ve toplumca hazır olup olmadığımızdır?

[1] Eldeki bu metin, 1995 yılı sonunda Cenevre Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine sunduğum AB-Türkiye ilişkilerini konu eden master tezinin birinci bölümünün son derece kısaltılmış bir versiyonudur. Bu yüzden gözlemlenebilecek birtakım içeriksel kopukluklardan dolayı okurlardan beni bağışlamalarını isteyeceğim.

[2] Bkz. Bernard Voyenne, Histoire de l’idée europenne, Payot, Paris: 1964.

[3] Bkz. AB Komisyon Başkanı Jacques Santer ile ilgili yazı, Milliyet, 31 Ocak 1995.

[4] Guy Héroud’un Etniler Avrupası modelini Avrupa’nın geleceğine entellektüel cepheden kültürel bir yaklaşım sergilemesi, Jacques Attali’nin modeli ise gerek ekonomik bir yaklaşımı öne çıkarması gerekse de görüşlerinin Avrupa Kalkınma Bankası eski Genel Müdürü olmasından dolayı belli bir teknokratik yaklaşım içermesi ve son olarak da Alman ve Fransızlar’ın AB’nin zaman zaman birbirlerine son derece ters düşen iki ateşli savunucuları ve yönlendiricileri olmalarından dolayı seçtik. Buna rağmen seçimimiz yine de keyfi kalmaktadır. Böylece, bu modellerin beş değil daha az veya daha çok olabileceği yönünde yapılabilecek her türlü eleştiri son derece haklıdır.

[5] Bu kavramlar bazı sosyal ve çevresel argümanlarla da beslenerek Avrupa’nın geleceği konusunda belli bir modelsel yapı oluşturamamış alternatif eleştirel düşünceler tarafından da zaman zaman ifade edilmektedirler. Bu çevrelere AB fikrine başından beri uzak duran ve onun ˆzellikle de ekonomik karekterini eleştirmeği öne çıkaran Marksist sol politik çevreleri de katabiliriz.

[6] Guy Héroud, L’Europe des Ethnies, (3. baskı), Bruxelles, Bruylent, Paris: L.G.D.J., 1993.

[7] Ne var ki Héroud, çogunluğun azınlıkların kendi kaderlerini tayin etme hakkını öngören referandumun sonucunu olumsuzlaştırdığı olası bir durumda, barış ve istikrarın nasıl gerçekleşebileceği sorusunu yanıtsız bırakıyor.

[8] A.g.e., s. 187.

[9] A.g.e., s. 199.

[10] A.g.e., s. 199.

[11] Bu gözleme katılmamak mümkün değil. Zira, Avrupa’da azınlık haklarının korunmasını amaçlayan Avrupa Konseyi’nin 1992 de kabul ettiği “Avrupa azınlık ve bölge dilleri bildirgesi” üye ulus-devletlerin direnişiyle karşılaşıyor.

[12] Jacques Attali, Europe(s), Fayard, Paris: 1994.

[13] Bu üç model ve temel öngörüleri şunlardır : a) Avrupa Federal Birliği fikri: AB’nin genişlemeden Maastricht Antlaşması’nı uygulamaya koymasına işaret ederken; b) Avrupa Konfederal Bölge senaryosu AB’nin büyük bir pazar olmayı amaçlayarak yakın komşu ülkelerine doğru genişlemesini önermektedir; c) Avrupa-Atlantik (euro-atlantique) şeklinde isimlendirilen üçüncü senaryo ise AB’nin, ortak ekonomik, politik ve kültürel alan çerçevesinde, Kuzey Amerika ile kademeli bir şekilde entegrasyona gitmesini savunmakta. Bkz. a.g.e., s.181-192.

[14] A.g.e., s.193.

[15] A.g.e., s.194.

[16] A.g.e., s.195.

[17] Avrupa’da Bosna, Kosova vb. gibi etnik uyuşmazlıkların ve istikrarsızlıkların varlığının yanında, ABD’nin Avrupa güvenliği konusunda gösterdiği yükümsüzlük eğilimi Avrupa’yı kendine özgü bir savunma kimliği arayışına sürükledi. AB’nin Batı Avrupa Birliği Örgütü’nü kurmasıda bu yönde atılan bir adım olarak algılanmalıdır.

[18] A.g.e., s.196.

[19] Daha ayrıntılı bilgi için bkz. C. Tugendhat, “How to get Europe moving again”, International Affaires, 1985, 61, s. 421-429. ; M. Telò “L’élargissement et la construction européenne”, L’Union européenne et les défis de l’élargissement içinde,. M. Telò (der), Bruxelles: Etudes europennes, 1994, s. 7-38.

[20] AB’nin mevcut işleyişinde, ”değişken geometri” usulü bir birliğe doğru eğilim gözlenmektedir. Schengen antlaşmaları ve “Euro” ya 15 üyeden 11’nin katılması bu eğiliminin pratik örneklerini oluşturmaktadır. Sosyal politika, göç politikası hattâ ortak güvenlik politikası alanlarında ”değişken geometri” eğiliminin dahada güçlenmesi olasıdır.

[21] Telò, a.g.e., s. 12.

[22] Bu metinde yapılan alıntılar raporun fransızca versiyonundan alınmıştır. Bkz. Futuribles, s. 193, Aralık 1994, s. 29-39.

[23] Futuribles, a.g.y. s. 31.

[24] EFTA üyesi Avusturya,İsveç ve Finlandiya EEE sayesinde AB ile geliştirilmiş ve güçlendirilmiş ilişkilere sahip olmalarına rağmen AB’ye tam üye olmak gibi bir tercih yapmak zorunda kaldılar. Bu ülkeler için tam üyeliğin tek altarnatif olarak belirmesinde bize göre, dieğer nedenlerin yanında, şu iki neden belirleyici olmuştur : a) EFTA’nın bu üç ülkesi ( ısviçre’nin aksine) EEE yi AB’ye tam üyeliğin yerine geçebilecek bir alternatif olarak görmediler ; b) EEE karar alma mekanizmaları sürecinde büyük bir eşitsizlik doğurdu : EFTA ülkeleri oluşum süreçlerine katılmadıkları AB kararlarını olduğu gibi kabul etmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıya kaldılar.

[25] Le Monde, 10 Eylül 1994.

[26] Futuribles, a.g.y. s. 35.

[27] A.g.y. s. 32.

[28] Bu kavram farklılaşmış entegrasyon modelini ifade etmektedir. Başka bir deyimle, tanımlanmış ortak amaçların gerçekleştirilmesi işi daha hızlı ileriye gitmekte istekli ve iradeli üye ülkelere bırakılırken, diğer ülkelerin ilerde bu gruba katılımlarının mümkün olabileceği vurgulanıyor.

[29] Futuribles, a.g.y. s. 33.

[30] Bkz. Figaro, 30 Ağustos 1994. Balladur 1990 yılında Fayard yayınevi tarafından yayımlanan Douze lettres aux Français trop tranquilles adlı kitabında Avrupa üzerine önerilerinin ana hatlarını belirlemişti. Burada, haklı olarak, sağ eğilimli Balladur’un görüşlerinin Fransa’nın bugünkü sol hükümetinin AB politikalarının eğilimlerini ne derece temsil edebileceği sorusu sorulabilir. Ne var ki, AB’ye üye ülkelerin Avrupa politikaları politik partilerin sağ-sol ideolojik eğilimlerden çok ulusal konsensüsün izlerini yansıtır. Bu yüzden üye ülkelerdeki hükümet değişiklikleri birtakım ayrıntıların altını çizseler de ülkelerinin mevcut Avrupa politikalarında ciddi kopuşlara neden olmuyor.

[31] Figaro, 30 Ağustos 1994.

[32] A.g.m.

[33] Bkz. Alain Juppé’nin “Repenser l’Europe” adlı makalesine, Le Monde, 18 kasım 1994.

[34] A.g.m.

[35] Alıntıyı yapan Faruk Şen, bkz., “Nichts gegen Muslime!”, Die Zeit, 3 Şubat 1995.

[36] Alain Juppé, a.g.m.

[37] Kamuoyu araştırmasında sorulan soru şu “aşağıdaki her bir ülke için, yakın bir gelecekte, Avrupa Topluluğuna katılmasına kaşı veya taraftar mısınız?” On iki üye ülkeden beşinin aleyhteki oranı AB ortalamasının üstünde; bunlar sırası ile Yünanistan (88%), Fransa (69%),Lüksemburg (66), Danımarka (55%) ve Allmanya (53%). Diğer taraftan İtalyanların yüzde 51i, İspanya ve Hollandalılar’ın yüzde 43’ü, İngilizler’in yüzde 38i, Portekizliler’in yüzde 29u ve İrlandalılar’ın ise sadece yüzde 28 Türkiye’’nin AB’ye tam üyelığine karşılar. Elbette görüşler de değişiyor. Bugün yapılacak bir kamuoyu arştırmasında lehte olabileceği gibi aleyhtede belli oynamalar olacaktır. Bkz. Euro-Baromètre 1993.

[38] Euro-baromètre, spécial racisme et xénophobie, 1989, s.. 40.

[39] Şöyle bir iddiada bulunmak sanırım pek abartılı olmaz : Bugün Türkiye AB’ye yakınlık pozisyonu itibariyle 1987’de tam üyelik başvurusu yaptığı dönemdeki yerine göre pek ileri bir noktada bulunmuyor. İnsan hakları, demokrasi ve ekonomik alandaki engeller hâlâ devam etmektedir. 10 yılı aşkın bir süredir politik gündemden hiç düşmeyen AB’ye tam üyelik konusu ulusal strateji ve vizyonsuzluktan dolayı sadece iç politikanın dar alanına sıkışıp kalmıştır.

[40] Burada tartışılması bir dipnotla vurgulanamayacak kadar önemli olan politik kimliğimizin, kültürümüzün de AB’ye entegrasyonu zorlaştıran özelliğe sahip olduğunu belirtmekte yarar var. AB ve üye ülkeleri, sorunlara ve anlaşmazlıklara yaklaşım yöntemi olarak barışçıl yaklaşımı ve çözüm araçları olarakta diyalog ve konsensus arayışlarını öne çıkarmaktadır. Avrupa Konseyi böyle bir politik kültürün kurumsal yapısını oluşturmaktadır. Türkiye’nin bu kurumdan birkaç yıl önce atılma tehlikesi ile karşı karşıya gelmesi son derece düşündürücüdür. Diğer taraftan Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü konusunda askeri-şiddet yöntemlerinde hâlâ ısrarlı oluşu Türkiye’nin AB’nin politik kültüründen ne kadar uzakta durduğuna verilebilecek sayısız örneklerden sadece birisidir.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5097/avrupa-entegrasyon-modelleri#.WlxcnK5l8dU

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6

AVRUPA BİRLİĞİ.. 40 YILDIR KAPIDA  BEKLETİLEN BİRLİĞE ALINMAYAN ÜLKE TÜRKİYE, BÖLÜM 6



Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne Aday Üye İlan Edilmesi Şarttır,



Taner Akçam | (Sayı : 128 - Aralık 1999)

KAÇINILMAZ BİR DEPREM NOTU

Aşağıdaki makaleyi, Yeşiller Partisi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne resmen aday üye ilân edilmesi için yürüteceğimiz bir kampanya için Mayıs ayında yazmıştım. Avrupa Birliği’nin, Almanya’nın dönem başkanlığında, Köln’de yapılan son toplantısında Türkiye’nin Aday Üyeliği için yapılan girişim sonuçsuz kalmıştı. Genel hava “olumsuz” idi. Deprem, birçok şey gibi, bu konuda da ciddi bir dönüşüme yolaçtı. Artık Helsinki’de, Aday Üyelik kararının çıkması, bir aksilik olmazsa, “kesin” gibi. “Türkiye aleyhine olan hava” bütünüyle dağılmış gözüküyor. Fakat bu durum kimseyi aldatmamalı. Çünkü, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde asıl tartışma bundan sonra başlayacak.

Helsinki’den çıkması muhtemel “olumlu” karar, Avrupa’nın, Türkiye’ye yönelik politikalarında ciddi bir dönüm noktası anlamına geliyor. Bu “dönüşü”, deprem sonuçlarına bağlamak elbette doğru değil. En genel hatlarıyla söylemek gerekirse, Avrupa, Türkiye’ye yönelik, esasları ABD tarafından çizilen politikayı, ayak sürüyerek de olsa, kabul etmişe benziyor.

Günlük politik gelişmelerin, diplomatik hesapların dışında cevap vermemiz gereken bir ana soru var: Büyük devletlerin politik hesapları dışında, Türkiye’nin AB üyeliği doğru mudur? Hangi nedenlerle böyle bir üyelikten yana tavır almak, hangi nedenlerle buna karşı çıkmak gerekir?

Ben, Avrupa’yı ve Avrupa Birliği üyeliğini, Türkiye’nin toplumsal demokratikleşmesinin, olmazsa olmaz şartlarından birisi olarak görenlerdenim. Türkiye’nin, Avrupa dışında bir arayışa girmesinin, demokratik olmayan seçenekleri tercih etmesi anlamına geleceğini savunuyorum. Bu yazıda, bugüne kadar Türkiye-AB ilişkilerinin genel bir dökümünü yapmanın ötesinde, demokratikleşme için Avrupa’nın niçin “olmazsa olmaz” olduğunu göstermeye çalışacağım.

GİRİŞ

Türkiye-Avrupa ilişkileri önemli bir dönüm noktasına girdi. Bugüne kadar, tarafların “birbirleri hakkında gerçek kanaatlerini söylememe” üzerine oturan ilişki tarzı değişti. Düşüncelerin ve beklentilerin daha açık ve net dile getirileceği bir dönemi yaşıyoruz. Türkiye gerçekten Avrupa Birliğinin üyesi olmak; Avrupa gerçekten Türkiye’yi bir üyesi olarak görmek istiyor mu? Bu soruların cevabı önümüzdeki aylarda daha net olarak verilecek.

Şu anda, Türkiye ile Avrupa arasındaki ilişkiler, ne kadar olumlu gözükürse gözüksün, aslında durumun oldukça kaygı verici olduğunu düşünüyorum. Çünkü, zihniyet dünyamızın köşe taşları esas olarak, tarafların birbirini “karşıt görmesi”; “öteki” olarak değerlendirmesi ekseninde kurulmuştur. Bunu, Avrupa’da tartışmalarda kullanılan “Türkiye” kelimesine yüklenen anlamdan ve Türkiye’de “Avrupa” kavramının kullanılış tarzından çıkarmak mümkündür. Gerek Türkiye’de “Avrupa”dan bahsedilişin biçimi ve içeriği; gerekse Avrupa’daki tartışmalarda kullanılan “Türkiye”, Avrupa ve Türkiye gerçekliklerini anlatmaktan çok uzak.

Türkiye’de, “Avrupa” homojen bir bütün olarak ele alınıyor ve “olumsuz karşı taraf” olarak kullanılıyor. Aynı şeyi Avrupa açısından da gözlemek mümkün. Tartışmalarda kullanılan “Avrupa” ve “Türkiye”, tarafların kendi “kollektif kimliklerini” tanımlayabilmeleri için ihtiyaç duydukları “olumsuz öteki”nin yerini doldurmak için kurulan “öteki”dir. Tarafların birbirlerini bu tarzda ele almalarının üzerine sıhhatlı bir gelecek kurabileceklerini zannetmiyorum.

Kafalarda yaratılan “öteki”nin ne gerçek Avrupa ile ne de gerçek Türkiye ile fazla bir ilgisinin olması önemli değildir. Çünkü, her iki taraf da, kendi ihtiyaçları olarak ürettikleri “öteki”ni, birbirleriyle ilişkilerini belirleyecek “gerçeklik” olarak görmekte ve algılamaktadırlar. Birbirleriyle bu tür bir ilişki kurma tarzı, tarafların aslında birbirleriyle ilişkilerini geliştirme ve derinleştirme niyetinde olmadıkları biçiminde de yorumlanabilir. Mevcut söylem, aradaki ilişkileri her an dondurmaya ve birbirlerini dışlamaya daha uygundur.

Çünkü ana kaygım ve endişem şudur ki; ne Türkiye yönetici eliti, Avrupa Birliği’nin üyesi olmak için özel bir çaba içindedir ne de Avrupa karar mercileri, Türkiye’nin giderek Avrupa dışına düşecek olması karşısında özel bir endişe içindedirler. Şu anda, “olumlu” gözüken politik hava, kendisine uygun bir dil, buna uygun bir zihniyet dünyası yaratmamıştır. Daha çok ABD’nin de bastırmasıyla ortaya çıkan bu tablo, kendisine uygun bir “atmosferi” henüz yaratmamıştır. Mevcut zihniyet dünyaları ise, söylediğim gibi, birleşmeye değil, “dışlamaya” daha uygundur.

Bu durum, Türkiye-Avrupa ilişkileri konusunda “birleşmeden” yana olan çevreler için ciddi bir “zorluk” ve sorun olarak görülmek durumundadır. Bu satırların yazarının da kendisini bir üyesi saydığı bu çevrelerdeki egemen kanı son derece açık ve basit bir tespite dayanmaktadır: Türkiye’de, başta demokrasi ve insan hakları olmak üzere (Kürt sorunu da bunun bir parçasıdır) var olan sorunların çözümü Avrupa ile bütünleşmekten geçmektedir. Türkiye’de demokratikleşme ancak ve ancak Avrupa bağlantısı ile mümkündür. Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli azınlıkların sorunları da gerçek anlamda Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesiyle aşılabilir.

Ayrıca, kıta Avrupa’sında istikrar ve barış, Avrupa Birliğinin Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesiyle tesis edilebilir. Yugoslavya’da yaşanan sorunların, Kıbrıs, Yunanistan-Türkiye arasındaki sorunlar ve Kürt sorunu ekseninde daha da güneye doğru kayması ancak ve ancak bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılması ile engellenebilir. Türkiye’nin dışlanması üzerine oturtulacak politikalar, gerek Avrupa’da gerek bölgede yeni istikrarsızlık ve yeni sorunlar yaratmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.

Hem Avrupa ülkelerinde yaşayan başta Türk ve Kürt olmak üzere Türkiye kökenli azınlıkların varlığı nedeniyle; hem Güneydoğu Avrupa’da güvenlik ve barışı sağlamanın; hem de Türkiye açısından demokratik ilişkilerin egemen hale getirilmesinin en kolay ve en basit yolu Türkiye’nin Avrupa Birliğine dahil edilmesidir. Bölgede çatışmaların sivil çözüm yolları geliştirilmeden ve silahsızlandırma hayata geçirilmeden, yani bölgedeki ilişkiler Avrupalılaştırılmadan, yukarıda sayılan sorunların ciddi olarak çözümü mümkün değildir. Bu nedenle, Türkiye’nin Avrupa’ya entegrasyonunu hem Avrupalı olarak Avrupa için, hem de Türkiyeli olarak Türkiye için savunmalıyız.

TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYECEK İKİ ÖNEMLİ FAKTÖR

Türkiye’nin AB’ye aday üyeliği meselesi Aralık ayında Helsinki’de karara bağlanacak. Türkiye-AB ilişkilerinin özel boyutunun yanısıra, karar iki önemli gelişmenin ışığında şekillenecek. Birincisi, Balkan Paktı çerçevesinde Avrupa Birliği, artık Güneydoğu Avrupa’ya genişlemesinin kaçınılmaz hale geldiğini görmektedir. Kosova ile birlikte Avrupa’nın, bölgede yıllarca askerî, politik ve idari olarak “hazır” bulunmak zorunda olduğu bir süreç başlamıştır. Yugoslavya’nın parçalanması süreci ile başlayan Kosova ile noktalanan gelişmeler, bir ölçüde Avrupa’nın izlediği “yanlış politikalar”ın veya daha doğru bir deyişle bölgeye yönelik politik bir perspektife sahip olmamasının da ürünüydü. Bugüne kadar, bölgede ortaya çıkan çatışmalara isteksiz ve sonradan ayak süreyerek müdahale eden ve herhangi bir bütünlüklü programa sahip olmayan Avrupa, kendisi açısından da sürekli istikrarsızlık anlamına gelecek bir kuyunun içine düştüğünü yavaş da olsa görmeye başlamıştır.

Bu “politikasızlığın” bir sonucu olarak, aksi yönde yapılan tüm politik niyet açıklamalarına rağmen, katliam ve etnik temizlikler engellenemedi ve sonuçta daha saf etnik temelli devletlerin kurulmasına hizmet eden politik bir çizgi ortaya çıktı. Etnik aidiyetin, siyasî örgütlenmede esas alınmasını teşvik eden böylesi bir çizginin bedeli ise, katliamlar, sürgünler ve savaşlardan başka bir şey olmadı. Kosova’nın, Yugoslavya devlet bütünlüğü içinde ne kadar kalabileceği ise gerçekten bir soru işaretidir.

Gelinen noktada, yapılan hataların tekrar etmemenin, “daha saf etnik” temelli yeni ulus-devletlerin ortaya çıkması sonucunu doğuracak yeni sınır kavgaları, katliam ve sürgünleri engellemenin yolunun, bölgedeki ilişkilerin Avrupalılaştırılmasından geçtiği artık kabul görmüşe benziyor. Balkan Paktı bu sürecin bir başlangıcıdır. Şimdilik Balkanlarda istikrarı sağlamak amacıyla sınırlı olarak başlatılan bu girişimin, kısa sürede bölge devletlerinin daha hızlı bir biçimde, belki de Doğu Avrupa ülkeleri ile paralel olarak Avrupa’ya dahil edimesi projesine dönüşeceğini görmek şaşırtıcı olmamalıdır. Türkiye, Avrupa Birliğinin Güneydoğu’ya doğru genişlemesindeki en kilit ülkedir. Bu nedenle bu sorun, önceki dönemlerden çok daha fazla Avrupa’yı uğraştıracaktır.

İkincisi, Türkiye’de yaşanan gelişmelerdir. Türkiye bir yol ayrımındadır. 21. yüzyıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurulmasını sağlayan iç ve dış koşulların, esas olarak değişmiş olduğunu söyleyebiliriz. Cumhuriyet’in üç önemli paradigma üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz: a) Büyük devletlerin Anadolu’yu kendi aralarında paylaşım planları, b) Osmanlı Devletinin Pan-Turanist, Pan-İslâmist hayalleri c) Sovyet devrimi. Osmanlı-Türk yönetici elitinin ana hedefi, etnik-din kardeşliği temelinde İmparatorluğu doğuya doğru genişletmekti. Türkiye’nin bugünkü sınırlarını tanımlamak için kullanılan Misak-i Milli kavramı ve Cumhuriyet Devleti fikri, Cihan Harbinde alınan ağır yenilgi ve pancı hayallerin çökmesi üzerine, Anadolu’nun paylaşım planlarına karşı ortaya çıkmıştı.

Fakat, Ermeni soykırımı ile yıkıcılığının tepe noktasına ulaşan, etnik ve dinsel homojenliği esas alan “büyük bir İmparatorluk ve büyük güç olma” fantezilerinin terkedilerek, tanımı devletin sınırları ve vatandaşlarıyla belirlenen politik ulus-devlet anlayışına geçiş olarak adlandırılabilecek bu dönüşüm, ilkesel bir tercihin ürünü olmaktan çok, pratik bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bölgedeki sınırlar, büyük ölçüde genç Cumhuriyet ile Sovyetler’in anlaşması ile belirlendi. Sovyetler’in dağılması, kuruluş yıllarında bir kenara bırakılan “büyük güç olma fantezilerini” yeniden gündeme soktu.

Dünyada ve bölgede oluşmaya başlayan “yeni dengelere” bağlı olarak, Türkiye, kendisinin bölgede ve dünyada işgâl ettiği yeri yeniden tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıya. Ya, “Misak-ı Milli” ve “Cumhuriyet” fikirleriyle belirlenen devlet anlayışına gerçekten sahip çıkılacak ya da yeniden “büyük güç fantezileri” içine yuvarlanılacak. Yeni bölge ve dünya düzeninde Türkiye açısından bunun anlamı, “güç faktörü” olmasının önünde bir engel olarak gördüğü Avrupa’dan kopmak ve etnik-din kardesliği temelini daha fazla öne çıkartan dış politik arayışlara yönelmektir. Pratikte bu, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar bölgede etkin bir iktidar gücü olmanın yollarını aramak anlamına gelir. Azarbeycan, Çeçenistan, Özbekistan vb. gibi ülkelerde bugüne kadar uygulanan politikalara baktığımızda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” sözleri sadece iş olsun diye söylenmemişe benziyor.

Türkiye’nin Avrupa tarafından şimdilik “dışlanmış“ olması, aksi yönde gösterilen duygusal tepkilere rağmen, Türkiye yönetici elitinin işini kolaylaştıran bir faktör oldu. Özellikle Lüksemburg kararları sonrası: “Türkiye’nin, Avrupa dışında başka stratejik bağlantılara, yeni arayışlara yönelmesi gerekir”, sözleri dillendirilmeye başlandı. Avrupa Birliğine üye olmak için ciddi olarak yapılması gerekenler üzerine düşünmek ve bu konuda çaba harcamak yerine, sanki bir “yükten kurtulmuş” olmanın tepkisi öne çıktı. Avrupa, Türkiye’de tarihî ve kültürel nedenlerden dolayı açık olarak söylenemeyen, dile getirilemeyen bazı özlemlerin ifade edilmesi için gerekli olan malzemeyi sunmuş gibidir. “Ne yapsak boşuna, nasıl olsa Avrupa bizi istemiyor” tezi, “büyük güç olma fantezilerinin” açık olarak ifade edilmesi için fırsat olarak kullanılıyor.

Dışlanmış olmanın “hayal kırıklığının” başını çeken, dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz’ın, bu konuda açık konuşan ilk lider olması, Avrupa hakkındaki gerçek kanaatlerin ne olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Yılmaz, Temmuz 1999 başında, AB’ye girmek hedefinin kapanması gerektiğinden açık olarak sözetti. Ona göre, artık Avrupa perspektifi terkedilmeli, bunun dışında başka stratejik arayışlara yönelinmeliydi. Bu tür arayışların neler olacağından daha önemli olan nokta, hesap nasıl yapılırsa yapılsın, bu hesabın merkezinde, Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan bölgede söz sahibi bir güç olmak mantığının yattığıdır. Dışa yönelik güç olma arayışlarının ülke içine yönelik anlamı, “demokrasi ve insan hakları” değil, “büyük güç olmanın gereklerini yerine getirmenin” öne çıkartılması olacaktır. Otoriter seçenek, “Avrupa’ya karşı” içe kapanmak, militarist-milliyetçi bir yapı bu dış tercihin içe yönelik ifadeleridir. Avrupa’dan uzaklaşmak bunun için de önemlidir. Ülkedeki demokratik hak ve özgürlüklere “güç“ olmanın türevi olarak bakılacaktır.

ARA SONUÇ: HER ŞEYDEN ÖNCE SINIRLAR SORUNU YENİDEN TANIMLANMALIDIR

Yugoslavya somut örneğinde yaşanan gelişmeler, Avrupa’yı, kendisini yeniden tanımlamak sorunu ile karşı karşıya getirmiştir. Bugüne kadar, iktisadî bir birlik olmayı başarmış Avrupa, hem politik bir birlik hem de bu politik birlikteliğe çimento hizmetini görecek kültürel kimlik olarak sınırlarını açık olarak yeniden tanımlamanın eşiğine gelmiştir. Türkiye’nin Avrupa’nın içine alınıp alınmayacağı doğrudan doğruya bu sınırların tesbit edilmesiyle ilgilidir. Türkiye açısından da benzeri bir durum sözkonusudur. 200 yıldır, Batılılaşmayı, “Avrupa Konseyi”nin üyesi olmayı önüne koymuş Türkiye, bu hedefi, ne kadar gerçekten istemiş olup olmadığının cevabını vermenin eşiğine gelmiştir. Taraflar “sınırlarını” açık ve net olarak tanımlamak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar.

Fransız tarihçisi Braudel’in dediği gibi; “Sınırlar sorusu her şeyden önce gelir... tüm diğer şeyler buna bağlıdır. Herhangi bir şeye sınır çekmek demek, onun tanımlamak, anlamak ve onu yeniden inşa etmektir. Bunun da ötesinde, belli bir tarihî bakış açısını benimsemek demektir.”[1] Avrupa açısından bunun anlamı basittir: Sınırları İran’a kadar uzanan bir Avrupa düşünülüyor mu? Kollektif kimliğin tanımlanmasında kullanılan “Avrupa’nın ortak tarihî ve kültürü” söylemi, Müslüman bir ülke sayılan Türkiye’nin varlığı ile nasıl bağdaşacaktır? Açıkça görmek zorundayız ki, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilme perspektifi, Avrupa’nın sınırlarını tarihsel, kültürel, sosyal anlamda sorun haline getirir. Avrupa’nın kendisi hakkında çok doğal olarak kabul ettiği bazı varsayımları, kanaatleri kuşkulu hale sokar.

Fakat bu aynı zamanda Avrupa’ya kendini sorgulaması ve geliştirmesinin imkânını da sunar. Çünkü Avrupa, tartışmasız kabul ettiği, doğal saydığı, kendisine has bazı özellikleri üzerine, Türkiye’nin üyeliği bağlamında yeniden düşünmek, kendisini eleştirel tarzda gözden geçirmek zorunda kalacaktır. Bu tartışmaların Avrupa’daki sivil-demokratik kültürü geliştirecek güçlü dinamikler taşıdığını görmek gerekiyor. Yani Türkiye’nin Avrupa entegrasyonu, Avrupa’nın kendi iç demokratikleşmesine; çok kültürlü, çok uluslu, çok dinli bir yapıya uygun demokratik toplumsal örgütlenmelerin sağlanabilmesine ve buna uygun bir politik kültürün yerleşmesine önemli katkılar yapacaktır.

Benzeri durum Türkiye açısından da geçerlidir. Türkiye, ya özgürlükleri garanti altında almış, Avrupa Birliği üyesi demokratik bir Cumhuriyet, ya da Balkanlar’dan Orta Asya’ya büyük güç olma hayalleri ve fantezileri içine yuvarlanmış, Avrupa’dan uzaklaşacak otoriter, askerî-bürokratik bir devlet olma tercihleri ile karşı karşıyadır.

BUGÜNE KADARKİ İLİŞKİLERİN BAZI KARAKTERİSTİKLERİ

Bugüne kadarki, Türkiye-AB ilişkileri esas olarak Soğuk Savaş döneminin ihtiyaçlarınca belirlendi. Bu, tarafların esas olarak “stratejik“ nedenlerle tercih ettiği bir ilişki tarzıydı. Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği yönündeki tüm “aşk ilânlarına“ ve bu yönde atılmış gözüken adımlara rağmen, taraflar hiçbir biçimde bütünleşme ve entegrasyonu ciddi olarak düşünmediler. Ne Türkiye ciddi olarak AB üyeliğini önüne koydu, ne de AB bunu kendisi için bir hedef olarak gördü. Eğer Türkiye gerçekten AB üyeliğini düşünmüş olsaydı, şimdiye kadar “karnesindeki eksiklikleri” gidermek yolunda ciddi adımlar atardı. Eğer Avrupa böyle bir üyeliği ciddi olarak düşünmüş olsaydı, Türkiye’nin “eksikliklerini” onu kapı dışında tutmak için bir bahane olarak kullanmazdı.

Tüm bu dönem boyunca, birbirlerine duydukları stratejik ilgi nedeniyle, taraflar, birbirleri hakkındaki gerçek kanaatlerini hiçbir dönem açık olarak dile getirmediler. Söyledikleri şey, kastettikleri şey değildi.

Avrupa Açısından Durum;

Eğer Soğuk Savaş’ın ihtiyaçlarınca belirlenmiş Türkiye-Avrupa ilişkilerini tanımlamak gerekirse bunu; iki yönlü çifte standarta dayalı özel muamele olarak tanımlamak mümkündür. Çifte standarta dayalı özel muamelenin birinci yönü, NATO üyesi olan Türkiye’nin Batılı değer yargılarını ayaklar altına alan tutumlarına göz yummak biçiminde ortaya çıkmıştır. İnsan Hakları İhlalleri, askerî darbeler, farklı toplumsal kesimlere karşı açık şiddet uygulamalarına sadece göz yumulmakla kalınmamış, bu politikalar, Batı hükümetlerince esas olarak siyasî, iktisadî, askerî olarak da desteklenmiştir.

İkinci yön ise, Türkiye Avrupa’ya girmek istediğinde gündeme sokulmuştur. Türkiye’nin Müslüman bir ülke olması ve kendilerinin de destekledikleri İnsan Hakları ihlâlleri onun Avrupa’ya alınmamasının bir nedeni olarak ileri sürülmüştür. Yani bu “özel muamele” sayesinde hem insan hakları ihlâllerine göz yumuldu hem de bu ihlaller, Türkiye’nin Avrupa’ya dahil edilmemesinin gerekçesi olarak ileri sürüldü. NATO üyesi olmak (bu göz yummanın nedenidir) ve kültürel fark (bu da dışlanması nedenidir) eksenine oturutulmuş bu “özel muamele” çizgisi bugüne kadar Türkiye’ye yönelik politikaları esas olarak belirledi ve hükümetler duruma göre birinden diğerine atladılar. “İnsan Hakları İhlâlleri“ ve “Kültürel Fark“, Avrupa’daki hükümetlerin muhafazakâr veya sol olmasına bağlı olarak birbirinin yerini ikame eder tarzda kullanıldı. Lüksemburg kararlarında, “kültürel fark”ın altı özel olarak çizildi.

Bugünlerde, “Ordu’nun siyasetteki belirleyici rolü, demokratik hukuk devleti ve insan hakları konusunda görülen eksiklikler” gibi nedenler öne çıkartılıyor. Oysa, 40 yıllık ilişki boyunca, başta Türkiye’de yapılan üç askerî darbe olmak üzere, insan hakları ihlâlleri desteklenmekle kalınmadı, AB doğrultusunda önemli anlaşmaların bazıları bu askerî darbeler sonrası bizzat darbeci generallerle imzalandı. (Örneğin, Türkiye-Avrupa ilişkilerini düzenleme yolunda en önemli anlaşmalardan olan 1-2-3/180 Nolu Ortaklık Konseyi Kararları 17 Eylül 1980 günü, yani askerî darbeden 5 gün sonra alınmış ve imzalanmıştır.)

Sonuç, gelinen noktada, Türkiye için özel bir statünün yaratılmış olmasıdır. Türkiye’den, AB’ye aday üye olabilmesi için, hiçbir başka aday üyeden istenmeyen özel koşulları yerine getirmesi isteniyor. Diğer aday ülkelerin, tam üye olmak için yerine getirmesi gereken koşullar, Türkiye’nin aday olarak ilân edilmesi için istenir olmuştur. Avrupa açısından yapılması gereken öncelikle bu “özel muamele“ zihniyetinin terkedilmesidir.[2]

Türkiye Açısından Durum

Tüm bir ilişki dönemi boyunca, Türkiye, NATO’da oynadığı rol nedeniyle, deyim yerindeyse kendisini “Avrupa’nın şımarık çocuğu“ olarak gördü. Avrupa ile olan ilişkilerini esas olarak bu “şımarık“ tutum belirledi. Lüksemburg kararlarının Türkiye açısından büyük bir şok olarak yaşanmasının en önemli nedenlerinden birisi, Avrupalı babası tarafından, askerî darbeleri, insan hakları ihlâlleri sürekli desteklenen, bunlar bilerek kendisiyle tam üyelik yolunda anlaşmalar yapılan Türkiye‘nin, bu babadan, tam da bu nedenlerden dolayı, hiç beklemediği bir anda dayak yemesiydi. Onyıllardır yapılan ihlâllere onay veren Avrupa, Türkiye’yi kapı önüne koymak için, “aniden” o güne kadar destek verdiği, göz yumduğu ihlâlleri gündeme getirme ihtiyacı duymuştu.

Eğer Avrupa ailesinin üyesi olmaktan, sivil ve demokratik kural ve normlara göre davranmayı bir alışkanlık haline getirmeyi, kısacası belli bir “politik kültürü” anlıyorsak, Türkiye yönetici elitlerinin, hiçbir zaman böylesi bir zihniyetin ürünü olarak, Avrupa üyeliğini düşünmediklerini söyleyebiliriz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği ideolojik-politik bir tercih olarak değil, Yunanistan ile rekabet nedeniyle gündeme geldi. 40 yıl boyunca Avrupa üyeliği için, insan hakları ve demokrasi konusunda köklü reformlar yapılmasının gerekli olduğu konusunda en ufak bir inanca sahip olunmadı. Darbe de yapsam, işkencede insanları da öldürsem, nasıl olsa bu Avrupa, şu veya bu nedenden dolayı benim arkamdadır, diye düşünüldü. Kendisine Avrupa tarafından ihlâller konusunda bir marj tanındığına ve bu marjla birlikte üye olabileceğine inandı.

Sorulması gereken soru aslında çok basit: Avrupa üyeliği konusunda bu denli hassas ve duyarlı olduğunu iddia eden Türkiye, niçin kendisini dışlamak için bahane olarak kullanılacağını bildiği İnsan Hakları ve demokratikleşme konusundaki eksiklerini gidermek için en küçük bir adım atmıyor? Bu sorunun cevabı basit: Çünkü Türkiye yönetici elitleri Avrupa’ya tam üyeliği, hiçbir zaman temel bazı demokratik normların yerleştirilmesi ve bu normlara göre davranma zorunluluğu, yani bir “politik kültürün” egemen kılınması olarak kavramadılar. Aksine, soruna “pratik yarar” açısından baktılar ve “demokratikleşme” gibi bir maliyeti ödemeden Avrupa’dan yararlanmanın yolunu aradılar. [3]

SORUYU SORUŞ TARZINI DEĞİŞTİRMEK

Türkiye ile ilişkide soru bugüne kadar, “acaba Türkiye üyelik için olgun mudur?“ biçiminde soruldu. Bu sorunun ve düşünme tarzının değiştirilmesi gerekiyor. Sorulması gereken soru şudur: Türkiye’de demokratik ilişkilerin egemen olması, insan hakları ihlâllerine son verilmesi isteniyor mu? Ve Avrupa bunun için elindeki imkânları kullanmaya hazır mıdır?

Soruyu bu biçimde sormanın, en önemli nedenlerinden bir tanesi de şudur: Türkiye, kendi içinde demokratikleşme dinamikleri zayıf olan bir ülkedir. Avrupa bağlantısı, demokratikleşmenin en önemli ön şartlarından birisidir. Eğer Türkiye‘nin Avrupa bağlantısı kopartılırsa, bu ülkenin kendi iç dinamikleri ile gerekli demokratik açılımları gerçekleştirebilmesi zordur. Hattâ belirttiğim gibi, Türkiye yönetici eliti, Avrupa ile bağların kopmasını, kısmen bir zorunluluk ve yük olarak gördükleri demokratikleşmeleri rafa kaldırmak için bir bahane olarak kullanmayı tercih edecektir. Bu nedenle, Türkiye ile ilişkilerde, “Türkiye önce insan hakları vb. gibi konularda bazı düzelmeler göstersin, sonra bakarız”, gibi bir bakıştan vazgeçilmelidir. Görülmesi gereken şudur ki; bu bakışın, “biz Türkiye’nin demokratikleşmesini istemiyoruz; bu sorun bizi ilgilendirmiyor”, demekten başka bir anlamı yoktur.

Eğer, Türkiye’nin özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir ülke olması gerçekten isteniyorsa; hangi yıl ve hangi süreç gibi sorulardan bağımsız, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği ve entegrasyonu açık siyasî hedef olarak ilân edilmelidir. Problem, Türkiye’nin herkesin bildiği ve tam üyelik için mutlaka yerine getirmesi gereken eksikliklerinin varlığı değildir. Problem bu eksikliklere nasıl yaklaşılacağıdır. Bunlar, Türkiye’nin kapının önüne konulmasının gerekçeleri olarak mı kullanılacaktır, yoksa tam üyelik yolunda ortadan kaldırılması gereken engeller olarak ele alınacak ve aşılması için Türkiye’ye destek mi verilecektir? Türkiye’de Avrupasız bir demokratikleşmenin mümkün olamayacağı gerçeği, ilişkilerde kalkış noktası yapılmalıdır. Almanya ve Türkiye tarihleri arasındaki bir benzerliğe dikkat çekerek bu durum anlaşılır kılmakta fayda vardır.

ALMANYA VE TÜRKİYE ARASINDA BİR KIYASLAMA DENEMESİ

Türkiye ile Almanya‘nın, uluslaşma ve ulusal devlet kurma süreçleri ortak özellikler göstermektedir. Her iki ülkenin de ulusal devlet kurma süreci, sınırları belli bölgesel bir devlet olmakla bir imparatorluk olmak ikilemi arasına sıkışmış olmanın gerilimi tarafından belirlenmiştir. Bu nedenle, eğer II. Dünya savaşı sonrası Almanya’da gündeme gelen değişmeleri bir kenara bırakırsak, iki ülkede egemen olan politik kültür arasında büyük paralellikler vardır. Bununla, bu iki ülkedeki kollektif davranış normlarını, egemen ideolojilerin niteliklerini, zihniyet dünyalarını kastediyorum. Almanya’da bu davranış normlarının, ideoloji ve zihniyetin oluşması ve egemen olmasında Almanya’nın Avrupa’nın orta yerinde olması nasıl etkili olmuşsa, Türkiye içinde aynı şeyden sözetmek gerekir. Burada “orta yer”i coğrafi bir kategori olarak ele almadığımı ayrıca belirtmek gerekiyor. Çevresinin, kendi varlığı için tehlike teşkil ettiğine inandığı “ulus” veya “devletlerle” çevrilmiş olduğu yolundaki derin inanç bu “ortayerde” olma psikolojisini esas olarak belirlemektedir.

Sonuçta oluşan politik kültürün bazı özelliklerini şöylece sıralamak mümkün: ulusal devlete karşı tahrik edilmiş veya tahrik olmaya çok yatkın nevrotik bir tavır alış sözkonusudur. Bu tavır alış, içinde bulunduğu durumdan hoşnutsuzluk; başka maksimal ideal hedeflerin tesbit edilmesi ve buna erişmede yıkımlar ve çöküntülerin yaşanmasıyla birlikte, gerçekleşmemiş arzuların ürünü olan hayal kırıklıklarıyla şekillenmiştir. Almanya’nın ütopik ve maksimalist olarak belirlenmiş ulusal devlet ideali 1849’dan Versay’a kadar sürekli olarak büyük Almanya idealinin sarsılması ve hayal kırıklıkları ile birlikte yaşandı. Ve bu ideali gerçekleştirme doğrultusundaki her atak diğer ülke ve halklar için yıkım anlamına geldi. Osmanlı-Türk eliti açısından da süreç farklı yaşanmadı. Bir İmparatorluğun çöküşü ile bu çöküşün derinliği ile paralel oluşan büyük idealler, “Doğu’ya yönelme“ hedefleri her seferinde büyük hayal kırıklıkları ile sonuçlandı ve özellikle Anadolunun Hıristiyan ahalisi için soykırım ve sürgünler anlamına geldi.

Bu sürecin başka özelliklerini de saymak mümkündür: Askerî davranış kalıplarına ve ilişki biçimlerine karşı sivil hayatın normlarının içine geçecek derecede, kendisini “asker millet“ olarak bile tanımlamaktan çekinmeyecek pozitif bir bağlılık. İktidarın esas olarak Parlamento ve partilerde değil, askerî-bürokratik elitin kontrolü altında olduğu otoriter bir yönetim geleneği ve güçlü bir üste itaat kültürünün varlığı. Hızlı modernleşmenin bir ürünü olarak yaşanan “eşdüzeysiz” gelişmişliklerin yanyana bulunması ve devasa sosyal ve ekonomik gelişmeye rağmen buna ayak uyduramayan ve bunun gerisinde kalan bir politik yapının yarattığı güvensizlikler; bir taraftan modernizm ve teknik gelişmeye histeri boyutunda duyulan bağlılık ve bunun idealize edilmesi ama öte yandan buna karşı duyulan kuşku ve şüpheler; anti-parlamenter, anti-Batı ve anti-liberal tutumların güçlü bir gelenek olarak mevcudiyeti; iç birlik ve bütünlüğe duyulan büyük arzu, politik harmoni arayışı, sınıfsal farklılıklar ve toplumsal çoğulculuğa duyulan kuşkular, belli sınırlarla da tanımlanabilecek kollektif bir üst kimliğin yokluğunda toplumu birarada tutacağına inanılan “güçlü büyük adam” arayışları... Bunların Türkiye’de şu anda egemen olan Almanya’da ise geçmişte egemen olmuş ve bugüne de derin izler bırakmış ortak özellikler olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

Türkiye açısından bazı ekler yapmak gerekir; üç kıtaya egemen büyük bir imparatorluktan, Anadolu topraklarına sıkışmış küçük bir Cumhuriyete geçiş henüz hazmedilememiş bir sorun olarak durmaktadır. Kendi geçmiş büyüklüğünün altında ezilme ve şu andaki durumunu aslında hiç de hak etmediği ve daha “yüksek“ yerlerde olması gerektiğine derin bir inanç ve bunun getirdiği aşağılık kompleksi ve bunun ürünü aşırı alınganlıklar; şu anda devletler arası ilişkilerde geçmişteki önem ve ağırlığının kalmadığını bir türlü kabul edememe ve hâlâ herkesin (özel olarak da Avrupa’nın) esas olarak kendisi ile uğraştığı yolunda paranoyaya varan saplantılar; bu nedenle de çevresinin kendisinin yokolmasını ve parçalanmasını istemekten başka plan ve hedefleri olmayan güçlerce çevrilmiş olduğuna yönelik derin bir inanç; İmparatorluğun bir yüzyılı aşkın ağır ağır çöküş ve parçalanışının getirdiği kendine güvensizlik ve sınır korkusu; her türlü ulusal-demokratik talebin arkasında parçalanmayı hedefleyen uluslararası bir komplonun yattığına yönelik inanç; kendisine karşı takınılan ve hiç de haketmediğine inandığı tutumları “onuruyla oynanması“ olarak algılamak ve bunları geçmiş gücünün yokluğunun bilinciyle “sineye çekme” zorlukları vb.

Şüphesiz bunlar benzeri süreçleri yaşamış birçok devlette gözlenen özelliklerdir. Konumuz açısından bu özelliklerin anlamı ve önemi, bunların toplumsal demokratikleşmenin önünde ciddi engeller oluşturdukları gerçeğidir. Demokratik geleneklerin yaratılması konusundaki bu yeteneksizliği en iyi anlayacak olan Almanya’dır. Nasıl ki, Almanya bugünkü demokratikleşmesini, İkinci Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”na borçluysa Türkiye için de benzeri bir durum sözkonusudur. Almanya’da milliyetçi sağ kesimler nasıl ki uygun gördükleri her ortamda, “Batı bağlantısı” ve “Batı entegrasyonu”nu eleştirip, Almanya’nın kendine has özelliklerinin altını çiziyorlar; “Sonderweg (özel yol)” tezlerini ileri sürüyorlarsa, Türkiye’de de benzeri eğilimleri (özellikle iktidar katında) gözlemek mümkündür. Sovyetler’in dağılması ve Lüksemburg sonrası dönemde, yukarıda aktardığımız gibi, Türkiye’nin kendisine has özellikleri olduğu, bölgesinde, Avrupa dışında, özelliklerine uygun “özel yol”lar ve müttefikler araması gerektiği tezleri, geleneksel Batı karşıtı tutumlar ile birlikte sesli olarak dile getiriliyor.

DEMOKRATİKLEŞMENİN EN ÖNEMLİ ŞARTI

Türkiye’de, iç dinamiklerin zayıflığı nedeniyle, demokratikleşme özlemini dile getiren çevreler, sivil inisyatifler, ciddi siyasal bir hareket yaratmayı, toplumsal bir güç olmayı başaramamışlardır. Bu nedenle, Türkiye’de, özgürlüklerin garanti altına alındığı, demokratik bir Cumhuriyeti özleyenler, Avrupa Birliği üyeliğini tarihî bir şans olarak görmektedirler. Eklenmesi gereken, dış faktörün, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesinde daima motor rolü oynadığı gerçeğidir.

Eğer başlangıç olarak 1839 Tanzimat Reformları alınacak olunursa, Osmanlı-Türk yöneticiler, bu dönemden sonra gündeme getirdikleri reformları, inandıkları için değil, Avrupa ile girilen ilişkiler sürecinin zorunlulukları olarak, “yukarıdan aşağıya” gündeme getirmek zorunda kalmışlardır. Her önemli büyük reform dalgasının arkasında bir “dış politik zorunluluğun” yattığını söylemek abartılı olmayacaktır.

Bu nedenle, Avrupa ile kurulacak güçlü bağlar, Türkiye’de demokrasi ve özgürlük isteyen kesimleri güçlendirecek bir unsurdur. Türkiye’yi Avrupa’dan uzaklaştırmakla sonuçlanacak her girişim ise, Türkiye’de demokrasi ve özgürlükler sorununu birinci elde gündemlerine almayan unsurların güçlenmesinden, demokratikleşmeyi bilinmez bir geleceğe ertelemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Avrupa’yla entegrasyon Türkiye’nin demokratikleşmesinin olmazsa olmaz şartıdır.

BİR ÖZ ELEŞTİRİ

Açıkça itiraf etmek gerekir ki, gerek Türkiye’de gerekse Avrupa’da yaşayan Türkiyeli demokrat çevrelerin geniş bir kesimi Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda açık ve net bir tutuma sahip olmamışlardır. Bunda çeşitli faktörler rol oynamıştır. Birincisi ve en önemlisi, Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler konusundaki eksikliklerinin bilincinde olunmasıdır. Bir diğer önemli neden de Türkiye’de ilerici çevrelerde geniş biçimde egemen olan “Üçüncü Dünyacılık”tır. Bu bakış Avrupa Birliği konusunda yıllarca “onlar ortak biz pazar” tezini savunmuş ve Avrupa Birliği üyeliğine soğuk bakılmıştır. Bugün, Türkiye’de sol çevrelerin, Avrupa Birliğine üyelik konusunda hiçbir fikrinin olmamasının ana nedeni de budur.

“Üçüncü Dünyacılık”, özellikle Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin boyutlarının büyüklüğü ile birleşince, Avrupa’dan yapılan eleştiriler karşısında belli bir “mahçubiyet” ve sessiz kalma tutumuna yolaçmıştır. Böylece, AB-Türkiye ilişkilerinde, “ev ödevini” yerine getirmeyen Türkiye’nin eleştirilmesi ve kınanması ana tutum olmuştur. Avrupa’da, demokrat ve ilerici olmanın “modasının” Türkiye’nin eksiklikleri nedeniyle “eleştirilmesi” olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu “moda” tutum nedeniyle, Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin hararetli bir savunucusu olmaktan “utanılmıştır”. Türkiye’nin AB üyeliği savunulursa, insan haklarını ihlâl eden Türkiye Hükümetleri ile aynı safa düşülecek olmaktan korkulmuştur.

Ama özellikle bu tutum nedeniyle, Avrupa üyeliğinin Türkiye’nin demokratikleşmesi sürecindeki katkısı ve önemi üzerine deyim yerindeyse hiç düşünülmemiştir. Oysa, Türkiye’nin Avrupa üyeliği açık bir siyasî hedef olarak savunulur, Avrupa tarafından konulan engeller kaldırılır ve dolayısıyla sorun sadece Türkiye’nin belli bir takvime bağlı olarak yerine getirmesi zorunlu koşullar meselesine indirgenirse; Türkiye’deki yönetici elitin önemli bir kesiminin Avrupa üyeliğini istemediği görülecektir. Bu nedenle, Türkiye’yi Avrupa’dan, yani demokrasi ve insan haklarının egemen olmasından uzaklaştırmak isteyenlere karşı, demokrasi ve insan hakları için Avrupa’ya entegrasyon şiarının öne çıkarılması gerekmektedir.

Yapılması gereken son derece basittir. Hangi takvimde tamamlanacağından bağımsız, Türkiye 12. aday üye ilân edilmek zorundadır. Demokratik bir Türkiye için, Avrupa’da, Güneydoğu Avrupa’da barış ve istikrar için, bölgedeki sorunların esas olarak çözülebilmesi için, bölgede ve Türkiye’deki ilişkilerin Avrupalılaştırılması şarttır. Türkiye’nin Avrupa’yla tam entegrasyonunu savunan bir kampanya tüm bu nedenlerden dolayı kaçınılmazdır.

[1] Zitiert nach Hagen Schulze, Gibt es überhaupt eine deutsche Geschichte?, s. 20, Berlin 1989.

[2] Şu günlerde gözlenen, bu “özel muamele” çizgisinin terkedildiği; Türkiye’ye özel koşullar ileri sürülmeyeceği söylenmektedir. Fakat, Helsinki’de çıkacak karar olumlu olsa bile, bu konu henüz çözülmemiş görülüyor. Diğer aday üyelerden farklı olarak Türkiye için “özel yol haritası” düzenlenmesi gerektiğini savunanlar var.

[3] Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Brüksel’de, Türkiye’yi kabul etme yolunda yapılan bir toplantıda bile, “Tabiatıyla, Türkiye resmen aday olarak ilan edildiğinde, gerektiği gibi bir hazırlanma sürecine başlayacağımız açıktır”, diyordu. (Hadi Uluengin, Hürriyet, 15 Eylül 1999) Demokratikleşme silahı, “sen beni alırsan ben de demokratikleşmeye başlarım”, biçiminde Avrupa’ya karşı kullanılmaktadır.


http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/5095/turkiye-nin-avrupa-birligi-ne-aday-uye-ilan-edilmesi-sarttir#.WlxcL65l8dU

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

...