Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahmet Davutoğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN İNGİLTERE POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN İNGİLTERE POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1




Ali Balcı*
* Dr., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü.


TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


Giriş

Türk-İngiliz ilişkilerinin erken dönemine ilişkin kapsamlı bir çalışma hazırlayan Ömer Kürkçüoğlu, Kurtuluş Savaşı’nın “gerçekte İngiltere’ye karşı verilen bir mücadele” olduğunu belirtmektedir.

Bu nedenle boğazlar meselesi ve Musul sorunu gibi Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk dış politikasını ilgilendiren iki önemli konuda Ankara’nın temel muhatabı İngiltere olmuştur. Musul meselesinin çözülmesi ile birlikte Türkiye-İngiltere ilişkileri büyük ölçüde normalleşme sürecine girmiş, 1930’lardan itibaren Avrupa’da giderek artan Almanya etkisi karşısında iki ülke arasında ittifak arayışları başlamıştır. 

Bu doğrultuda ilk girişim Londra Hükümeti’nin bazı Avrupa ülkelerine İtalya’nın saldırısı halinde yardım etme taahhüdünde bulunduğu ittifaka Türkiye’nin 22 Ocak 1936’da (Türk-İngiliz Akdeniz Anlaşması) katılması olmuştur.2 Daha sonra İtalya’nın Nisan 1939’da Arnavutluk’a saldırmasının ardından 12 Mayıs 1939’da taraflar olası bir saldırı durumunda birbirlerine yardım etmeyi öngören Türk-İngiliz Deklarasyonu’nu imzaladılar. Fransa’nın da katılmasıyla birlikte bu deklarasyon 19 Ekim 1939’da Türk-İngiliz-Fransız ittifakına dönmüştür.

İkinci Dünya Savaşı sona erip, Soğuk Savaş mantalitesi doğrultusunda 
dünya ABD ve Sovyetler Birliği arasında iki kampa bölündüğünde Türkiye ABD’nin önderliğindeki Batı Bloğuna dâhil olmuş ve İngiltere ile ilişkileri büyük ölçüde bu bağlamda şekillenmiştir.

Fakat İngiltere Türkiye’nin Ortadoğu’da aktif olmasından yana olmuş hatta tam da bu nedenle Türkiye’nin NATO’ya üye olmasına sıcak bakmıştır. Bu politikasını daha sonra da sürdürmüş ve Sovyetleri çevreleme politikasının Ortadoğu ayağını temsil eden Bağdat Paktı’nın en önemli destekçisi olmuştur. NATO müttefikleri ve Bağdat Paktı üyeleri olmalarının dışında Soğuk Savaş döneminde Türkiye 
ve İngiltere’yi karşı karşıya getiren en önemli olay Kıbrıs meselesi olmuş ve özellikle 1974 Kıbrıs harekâtına kadar İngiltere Kıbrıs konusunda büyük ölçüde Türkiye ile birlikte hareket etmiştir. Yine bu dönemde Türkiye ve İngiltere arasındaki ilişkilerin öne çıktığı bir başka alan ise Avrupa Topluluğu’na Türkiye ’nin katılma sürecinde Londra’nın aldığı tavırdır. İngiltere 1980’lerde Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na üyelik girişimlerini desteklediği gibi, Ankara’nın 
1987’deki tam üyelik başvurusuna Belçika’nın yanı sıra ılımlı yaklaşan ikinci ülke olmuştur.

1990’lara gelindiğinde özellikle Körfez Savaşı’nda Türkiye’nin bölgesindeki öneminin artmasıyla birlikte Avrupa Birliği içinde Türkiye’nin birliğe üye olmasını en etkin şekilde savunan ülke İngiltere olmuştur. İngiltere’nin bu desteği özellikle ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik desteği ile birlikte düşünüldüğünde bazı yorumcular tarafından Londra’nın Washington yönetimi ile birlikte hareket ettiği şeklinde değerlendirilmiştir. Dolayısıyla İngiltere’nin 
Türkiye’ye yönelik desteği AB içinde ABD’nin etkinliğini yeniden inşa etme çabası olarak sunulmuştur.4 
İngiltere’nin Türkiye’nin üyeliğine yönelik bu yoğun desteği Türkiye-AB ilişkilerinin en düşük seviyede olduğu 1997 Lüksemburg zirvesi sonrasında kısa bir dönem azalsa da, genel olarak bu destek 2000’lı yıllarda daha da artarak devam etmiştir.

2000’li yıllara gelindiğinde Türkiye İngiltere ilişkileri özellikle 2002’de Amerika’nın Irak müdahalesi sonrasında mesafeli bir hal almıştır. 

Irak savaşı sırasında ABD’nin en önemli müttefiki olan İngiltere, Türkiye’nin yeterli desteği vermediği düşüncesinden hareketle özellikle Kuzey Irak meselesinde Ankara’yı zor durumda bırakmıştır.5 Öte yandan Irak savaşı bağlamında iki ülke arasında bir gerginlik yaşansa da İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliğine desteği devam etmiştir. AB’nin Aralık 2004’te Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlama kararı almasında en etkili ülkelerin başında İngiltere gelmiş, dönemin İngiliz Başbakanı Tony Blair müzakerelerin başlamasına 
mesafeli bakan Fransa ve Almanya’yı ikna etme noktasında bizzat devreye girmiştir.6

2009 Yılı Gelişmeleri

2009 yılı boyunca Türkiye İngiltere ilişkileri özellikle Avrupa Birliği (AB), Kıbrıs ve Ortadoğu konuları etrafında şekillenmiştir. AB’ye üyelik sürecinde Türkiye’ye en etkin desteği veren ülkelerin başında gelen Londra yönetimi, Kıbrıs konusunda limanların Rum tarafına açılması ve adadan Türk askerlerinin çekilmesi gibi meseleleri gündeme getirse de Türkiye’yi rahatsız edecek açıklamalardan kaçınmıştır. İç politika bağlamında İngiliz hükümeti Kürt açılımı ve Ergenekon 
sürecine ilişkin görüş bildirmiş ve iktidardaki AK Parti’nin her iki politikasını da desteklediğini açıklamıştır. Ekonomik ilişkiler noktasında Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden biri olmaya devam etmiş, yabancı sermaye yatırımı bağlamında ise 2008 yılı ile kıyaslandığında İngiliz firmaların Türkiye’ye yatırımları 2009 yılında büyük ölçüde düşüş göstermiştir.

İki ülke yetkililerinin karşılıklı ziyaretleri bakımından 2009 yılı yoğun geçmiştir. İngiltere Dışişleri Bakanı David Miliband Mart ve Kasım aylarında olmak üzere iki kere resmi düzeyde Türkiye ziyareti gerçekleştirirken, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu çeşitli vesilelerle Londra ziyaretlerinde bulunmuşlardır. Yine 2009 yılı içinde İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Nick Baird’in görev süresi sona ermiş ve yerini Eylül ayında David Reddaway’a bırakmıştır. Türkiye iç politikası bağlamında 
ise Londra yönetimi, 2009 yılı boyunca sıklıkla gündeme gelen Ergenekon davası ve demokratik açılım gibi meselelerde iktidarın politikalarını destekleyici yönde açıklamalar yapmıştır. 

Türkiye İç Siyaseti ve İngiltere,

İngiltere’nin 2009 yılı boyunca Türkiye’deki iç siyasi gelişmelere ilişkin politikası temelde Kürt sorunu ve bu bağlamda uygulamaya konulan “demokratik açılım” temelinde olmuştur. Türkiye’de başlatılan “demokratik açılım” süreci ile birlikte Londra yönetimi özellikle dışişleri bakanlığı düzeyinde sürece ilişkin olumlu açıklamalarda bulunmuştur. Dışişleri Bakanı David Miliband’a göre, demokratik 
açılım süreci hem “Türkiye’yi geliştirecek, hem de Kürt halkının temel haklarına ulaşması konusunda önemli bir gündem” yaratacak, aynı zamanda da “Kürtlerin hak ve özgürlüklerine kavuşması için çok önemli” bir gelişmedir. Tam da bu nedenle İngiltere olarak “daha iyi adımlar atması için Türkiye’yi teşvik” edeceklerini belirten Miliband, bu sürecin sınırlar değişmeksizin demokrasinin gelişmesi noktasında önemli bir adım olduğuna işaret etmiştir.7

Dışişleri bakanından gelen bu açıklamanın yanı sıra, dışişleri bakanlığı resmi web sayfasında ülke profillerinin Türkiye ile ilgili kısmında söz konusu açılıma bir paragraflık yer ayrılmıştır. Bu paragraf Londra’nın söz konusu sürece nasıl baktığını göstermesi açısından önemlidir. 16 Kasım’da Türk hükümetinin “Demokratik Açılım olarak bilinen bir reform paketi bağlamında ilk somut önerileri” açıkladığı belirtilen yazıda bunun “Kürtlerin daha fazla liberalleşmesi ve insan hakları reformları da dâhil Kürtlerin problemlerini çözmeyi”  amaçladığının altı çizilmiştir.8 Bu ifadelerden Londra yönetiminin açık bir şekilde demokratik açılım sürecini desteklediği ve bunu Kürt sorununun çözümünde “ilk somut adım” olarak gördüğü çıkarılabilir. 

Öte yandan resmi yetkililerden de, web sitesinde yayınlanan bu ifadelere paralel birçok açıklama gelmiştir. Örneğin Ağustos 2009’da görevi sona eren İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi Nick Baird, “bu konuya çok olumlu bakıyoruz çünkü bu sorun çok sayıda Türkün yaşamını yitirmesine neden oldu. Onun için hükümetin bu çabalarını güçlü bir şekilde destekliyoruz” ifadelerini kullanmıştır.

İngiliz hükümeti demokratik açılıma yönelik tutumunu yine dışişleri 
bakanı düzeyinde David Miliband’ın 4–6 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirdiği Türkiye ziyareti sırasında ayrıntılı bir şekilde dile getirmiştir. Konuya ilişkin Akşam gazetesine kapsamlı bir mülakat veren Miliband, süreci “tüm vatandaşların siyasi ve toplumsal haklardan eşit yararlanmasını sağlama” çabası olarak değerlendirmiş ve Kürtlerle birlikte diğer azınlıkların da siyasi alana çekilerek onlar için “siyasal bir alan yaratılmasının” önemli olduğunu belirtmiştir.10 

Yine CNN Türk’e verdiği bir mülakatta demokratik açılım noktasında “Türk hükümetinin attığı cesur adımları desteklemek” gerektiğini belirterek hükümetin “bütün Türkiye’nin vatandaşlarının eşit haklara sahip olması konusunda dürüst davrandığını ve sözlerine sadık kaldığını” ifade etmiştir.11

Fakat öte yandan, demokratik açılım süreci özellikle Türkiye’deki iç siyaset açısından tartışmalı bir konuydu ve Miliband’ın sürece açık destek vermesi muhalefetin eleştirilerine neden olmuştur. 

Miliband’ın açıklamaları muhalefetin gözünde demokratik açılımın yabancılarla danışlıklı bir şekilde hazırlanan bir şey olduğu suçlamasına zemin hazırlamıştır. 

Örneğin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adına Meclis’te konuşan Onur Öymen 
“Ne tuhaf, geçenlerde İngiliz Dışişleri Bakanı geldi Türkiye’ye ‘Hükümetin Kürt açılımını kuvvetle destekliyorum.’ dedi. Biz İngilizleri tanırız, yıllardan beri tanırız. Şimdiye kadar, bilmedikleri bir şeyi desteklediklerini hiç duymadık; 
şimdi destekliyor; demek ki biliyor. Demek ki bizim bilmediğimizi onlar biliyor. Nasıl oluyor bu iş? Bize söylemediğinizi onlara mı söylediniz yoksa? ... Efendim, yoksa onun içeriğinin hazırlanmasına, açılımın içeriğinin hazırlanmasına sakın yabancılar destek olmuş olmasın? 

... Acaba yabancılar mı bu yol haritasını hazırlıyor?” ifadelerini kullanmıştır.12

İngiltere’nin Türkiye iç siyaseti bağlamında görüş bildirdiği önemli konulardan biri de sivil-asker ilişkilerini yeniden şekillendiren “Ergenekon davası” olmuştur. Ankara Büyükelçisi Nick Baird Milliyet gazetesine verdiği bir mülakatta konuya “Bireylerin hükümeti yasadışı yollardan devirmek için girişimlerde bulundukları herhangi bir toplumda, bunun ciddi bir şekilde cezalandırılması gerektiği” 
temelinde baktığını belirtmiştir.13 Yine aynı mülakatta AK Parti iktidarı döneminde önemli tartışma konularından biri olan laiklik konusunda ise “Türkiye’de laikliğin özü itibarıyla tehlikede olduğunu düşünmüyorum. Kamu alanı ile özel alan arasındaki sınır belli bir değişimden geçebilir. Ama bunun işin özüne dokunacağını sanmıyorum. Konunun her iki tarafında duran insanların büyük çoğunluğunun bunun değişmesini istedikleri kanaatinde değilim.” ifadelerini kullanmıştır.14

Baird’in laiklik konusundaki bu açıklaması Dışişleri Bakanı Miliband’ın bu konudaki argümanlarının bir devamı olarak görülebilir. Miliband yine Milliyet gazetesi için kaleme aldığı bir yazıda, Ergenkon sürecine karışmak gibi bir niyetinin olmadığını bunun yargıçların kararı olduğunu belirttikten sonra Türkiye’nin temel meselesi olarak siyasal istikrarsızlığı gördüğünün altını çizmiştir.15 
Türkiye’de mevcut yasal çerçevenin “Avrupa’nın da isteği olan laik demokrasiyi koruma hedefi için en iyi yol olup olmadığını düşünmesine ihtiyaç” olduğunu belirterek “parti kapatma davasına imkân sağlayan bir sistemin” siyasi istikrarsızlığa yol açtığına işaret etmiştir. 
Miliband bu olgulardan hareketle laiklik için asıl tehlikenin “uzun vadede laik demokrasinin gerçek garantörleri olan ekonomik kalkınma ve AB katılım sürecinin düşmanı” olan siyasal istikrarsızlık olduğunun altını çizmiştir. 
Bu bağlamda Türkiye’ye “laikliği koruyacak bir anayasal kontrol ve dengeleme (checks and balances) çerçevesinin tasarımı için hep birlikte çalışmayı” önermiştir.

Türkiye’nin AB Üyeliği ve İngiltere

David Miliband 2008 yılında Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda temel görüşlerini özetleyen bir yazı kaleme almıştı ve 2009 yılı boyunca büyük ölçüde Türkiye konusundaki görüşleri burada ileri sürdüğü argümanlarla paralel olmuştur. “Europe in Turkey: The Economic Case For Turkish Membership of the EU” başlıklı çalışmaya yazdığı önsözde Miliband, ağırlıklı olarak ekonomik gerekçeler ileri sürerek Türkiye’nin AB üyeliğini meşru bir temele oturtmaya çalışmıştır. Ona göre, “son beş yılda yüzde 7,5 oranında yıllık büyüme rakamıyla Türk ekonomisi birçok AB ülkesini kıskandırmaktadır ve Türkiye 
aynı dönem içinde kişi başına düşen milli gelirini iki kat artırmıştır.” Bu göstergelerin yanı sıra, “genç, iyi eğitimli bir nüfus, enerji güveliği noktasındaki önemi ve Müslüman çoğunluklu demokratik bir devlet olarak başarısı” göz önüne alındığında Türkiye’ye ihtiyaç duyduklarını belirtmektedir.16

2009’un hemen başında İngiltere’deki Türk toplumuna yakınlığı ile bilinen İşçi Partisi Milletvekili Joan Ryan’a destek amacıyla düzenlenen gecede konuşan Miliband Türkiye’nin üyeliğini gerekçelendirirken şu ifadeleri kullanmıştır: “Özellikle enerji ve güvenlik konusunda son günlerde dünya politikasında yaşanan sıcak gelişmeler, Türkiye’nin rolünün ne kadar önemli olabileceğini bir kez daha gösterdi. 
Avrupa Hıristiyan bir topluluk olmanın dışına çıkıp Türkiye’yi de içine almalı.”17 Aynı konuşmada, İngiltere’nin görüşünün “Türkiye ile İngiltere arasındaki iyi ilişkilerin artarak süreceği” yönünde olduğunu belirten Miliband, özellikle enerji meselesi bağlamında Türkiye’nin sahip olduğu stratejik konumun bu politikanın ardındaki temel motivasyon olduğuna işaret etmiştir.18

Yine 9 Mart 2009’da katıldığı bir konferansta Miliband, AB’nin krizi bahane ederek reformları ertelemesinin yanlış olacağını ve aday ülke konumunda olan Türkiye’ye AB yolunu her zaman açık tutması gerektiğini ifade ederek AB’de müzakere sürecinde Türkiye’ye yönelik takınılan mesafeli havayı eleştirmiştir.19 

Aynı ifadeleri Polonya’da yayımlanan Gazeka Wyborcza gazetesine yaptığı açıklamada da tekrarlayan Miliband, yaşanan ekonomik krizin ülkelerin “eğilimleri ne olursa olsun kendi içlerine kapanmaması” gerektiğini ortaya koyduğunu ve tam da bu nedenle “Türkiye’yi AB’ye üyelik yolunda kesin olarak tutmak gerektiğini” ifade etmiştir.20 Mayıs ayında ise Atina’ya çalışma ziyaretinde bulunan Miliband, burada yaptığı açıklamada, Türkiye’nin AB üyeliğinin ertelenmesi tartışmalarında İngiltere’nin nerede durduğunu açıklayan ifadeler kullanmıştır. Böyle bir şeyin söz konusu olmadığını belirttikten sonra bu argümanını bazı somut örneklerle desteklemiştir: “İngiltere, Türkiye’nin AB sürecinin devamını istiyor. Kıbrıs konusunda da ilerleme kaydedilmesini arzuluyor. 
Yunanistan da son 10 yıldır Türkiye’nin ve batı Balkanlar’ın AB üyeliğini 
açıkça, güçlü ve cesur bir şekilde destekliyor. Türkiye’nin üyeliği AB’yi güçlendirecektir.”21 

Atina ziyaretinin ardından Ankara’ya gelen Miliband, Atina’daki argümanlarını daha güçlü bir şekilde bu ziyaret sırasında dile getirmiştir. Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğinin, “Birliğe ekonomik dinamizm getireceğini, Birliğin enerji güvenliği sorunlarını çözeceğini ve Batı ile İslam dünyası arasında yakın bağlar kuracağını” belirtmesi İngiltere’nin Türkiye’nin üyeliğini destekleme noktasındaki motivasyonlarını da ortaya koyması açısından önemlidir.22 
Daha sonra Ekim ayında Londra Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsünde bir konuşma yapan Miliband söz konusu motivasyonların altını bir kez daha çizmiştir. Bu bağlamda, laik bir Müslüman ülkenin AB’ye dahil edilmesinin Birliğe sadece güç kazandıracağını belirttikten sonra özellikle Avrupa’nın enerji ihtiyacının sağlanmasını garantiye alacak olması nedeniyle Türkiye’nin AB üyeliğinin bir hayli önemli olduğunu dile getirmiştir.23 Enerji meselesi bağlamında Türkiye’nin stratejik önemi Miliband’ın Ankara’nın AB üyeliğini destekleme noktasındaki en önemli gerekçelerinden biri olmuştur. Yine Milliyet gazetesi için kaleme aldığı yazıda da bu konuya değinmiş ve “Avrupa’da enerji 
güvenliği konusundaki endişelerin gittikçe artmakta olduğu şu günlerde, Türkiye ’nin bir enerji üssü olarak potansiyelinin daha da geliştirilebileceğini 
hepimiz biliyoruz” ifadelerini kullanmıştır.24

AB üyeliği konusunda özellikle Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye bazı haksızlıklar yaptığı argümanı da İngiltere’nin 2009 yılı boyunca dile getirdiği bir husus olmuştur. Miliband Mayıs ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret sırasında AB’nin üyelik şartları noktasında Türkiye’ye bazı haksızlıklar yaptığını belirtmiştir. AB’nin Türkiye’deki değişimleri görme noktasında problemleri olduğunu belirten Miliband, bu ifadeleriyle AB ülkeleri arasında İngiltere’nin Türkiye’nin üyeliğini 
en fazla destekleyen ülke olduğunu da açık bir şekilde ortaya koymuştur: 
“herkes Türkiye’nin reformlar yönünde atılımlar yaptığını görmek istiyor. Ama eşit derecede, doğru yönelim ve görüş açısına sahip, açık bir AB de görmek istiyoruz. Son 30 yıla bakarsanız (Türkiye’de) büyük değişiklikler var. Yeni bir Türkiye’nin kurulmakta olduğunu, bunun yönünün, aşikâr olduğunu düşünüyorum”.25 

Miliband bu argümanını daha sonra çeşitli vesilelerle tekrarlamıştır. 

İlk olarak 2 Temmuz’da Almanya’da çıkan Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesine yazdığı bir makalede şu ifadeleri kullanmıştır: “Şartları yerine getirdikleri takdirde, Türkiye ve Batı Balkan ülkelerine, AB üyeliği konusunda verdiğimiz sözlere bağlı kalmamız gerekmektedir. OECD’nin ön tahminlerine göre, Türkiye 2017 yılında dünya genelinde en yüksek ekonomik büyüme kaydeden ikinci ülke olacaktır. Ayrıca ülke, Orta Doğu ve Orta Asya’dan alınacak petrol ve gazın naklinde önemli bir transit güzergahı olabilir. Bu durumda 
Türkiye, Avrupa için bir tehdit değil, bir şanstır”.26 Yine Kasım ayında Türkiye’ye yaptığı ziyaret kapsamında Hürriyet gazetesine verdiği röportajda da bu argümanını net ifadelerle tekrarladı: “AB, Türkiye’ye adil bir katılım süreci taahhüt etti; bu taahhüdünü yerine getirmelidir”.27

Türkiye’nin AB üyeliği konusunun en etkin bir şekilde gündeme gelmesi Kasım 2009’da David Miliband’ın Türkiye ziyareti esnasında olmuştur. İlk olarak Miliband Türkiye’nin AB üyelik sürecinde baş müzakereciliğini yapan Egemen Bağış ile Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’nde bir saat süren bir görüşme gerçekleştirmiştir. Görüşmenin ardından yapılan basın açıklamasında Bağış, İngiltere’nin “bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da Türkiye’nin 
AB müzakerelerine destek vermeye devam edeceğini ve bu konuda kendisinden bir kez daha teyit almaktan son derece mutlu olduklarını” belirtmiştir. Basına yansıyan kısmı ile görüşmelerde Türkiye’nin AB üyeliği konusunda Miliband özellikle şu konuların altını çizmiştir: 

1.) AB müzakere sürecinde İngiltere, Türkiye’ye tam destek vermeye devam edecek. 
2.) Müzakere sürecinde çevre faslının açılması için önümüzde hiçbir engel görmüyoruz. 
3.) Enerji, eğitim ve kültür konularında Rum tarafından kaynaklı çekincelerimiz devam ediyor. 
Ancak fasılların açılacağına inanıyoruz. 
4.) Türkiye’nin demokratik açılımını destekliyoruz. AB üstünde de olumlu etkileri olduğunu düşünüyoruz. 
5.) Güney Kıbrıs lideri Papandreu üyelik sürecini destekliyor. 

Son olarak da Türkiye’nin “eksen kayması” tartışmaları bağlamında Batı’dan uzaklaştığı yönündeki yorumlar konusunda görüşlerini belirterek “Doğuya yönelme için doyurucu açıklamalar yaptınız. Ancak neden yanlış anlaşıldığınızı anlayamadık” mesajı vermiştir.28 

Egemen Bağış’ın ardından sırasıyla Başbakan Recep Tayip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile görüşen Miliband böylelikle kapsamlı Türkiye ziyaretini tamamlamıştır.

Davutoğlu ile görüşmesinin ardından düzenlenen basın toplantısında Miliband aynı yıl içinde Türkiye’ye iki kere ziyaret gerçekleştirmesinin en önemli nedeninin AB üyeliği sürecinde İngiltere’nin Türkiye’ye olan desteğini vurgulamak olduğunu belirtmiştir. Miliband daha önce sıklıkla dile getirdiği destek boyutunu bu ifadelerinin ardından güçlü bir şekilde tekrarlamıştır: “Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı olarak Türkiye’nin AB’ne ait olduğunu düşünüyorum. Hem Türkiye’nin hem AB’nin bu anlamda yerine getirmesi gereken unsurlar var. Ancak biz bu yolun sonunun açık olması için elimizden 
gelen her desteği veriyoruz.”29 Miliband konuşmasında ayrıca Türkiye’nin AB üyeliğini destekleme gerekçelerini de tekrarlamış ve şu ifadeleri kullanmıştır: 

“Türkiye’nin… dünyadaki 15. büyük ekonomi olması ve 2017 yılına kadar 
dünyada en hızlı büyüyen ikinci ekonomi olma beklentisi yüzünden. 

Bunlar gerçekten çok önemli istatistiki bilgiler. Ancak, Türkiye’nin AB’ne 
gelecekte üye olması için bence daha derinden sebepler var. Öncelikle coğrafi konum. Coğrafi konumunuz sizi Avrupa’daki bizlerle bağlayan bir konum. Aynı zamanda, gelecekte oynayacağınız enerjiye ilişkin bu rol çok önemli. Bence Türkiye ve AB arasında çok önemli ve güçlü bir enerji ortaklığı kurulabilir… İçinde yaşadığımız dünya Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkelerle Müslüman olmayanların çoğunlukta olduğu ülkeler arasındaki köprülerin daha fazla inşa edilmesi gerektiği bir dünya. Avrupa Birliği değerlerin hakim olduğu bir topluluk ve bu değerlerin en önemlileri arasında tüm insanlara, ırkları, dinleri veya 
mezheplerinden bağımsız olarak saygı göstermek var. Türkiye’nin AB’nin onurlu bir üyesi olması, insanların değerlerini dinler ötesi vizyon üzerinden paylaşabilmelerine ilişkin önemli bir sembol olacak.” 

Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere İngiltere, Ankara’nın AB üyeliği sürecine verdiği desteğini Türkiye’nin artan ekonomik gücü, enerji transferi bağlamında stratejik önemi ve Birliğin din temelli bir oluşum olmadığını ortaya koyacak olması şeklinde sıralanabilecek üç önemli neden üzerine temellendirmektedir. 

Bu dönemde İngiltere Türkiye’nin üyeliği konusunda zaman zaman diğer Avrupa ülkelerini de karşısına alan açıklamalarda bulunmaktan kaçınmadı. Bu bağlamda 26 Ekim’de İngiliz BBC televizyonuna yaptığı açıklamada Miliband, Türkiye’nin Avrupalı olmadığını ve bu yüzden Avrupa Birliği’ne üye olmaması gerektiğini belirten Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Koucher’e tepki göstermiştir. 

Konuşmasında AB üyeliğinin milletler ya da ırklar üzerine kurulu bir sistem olmadığını belirterek, “AB üyeliği değerler üzerine kurulu bir birliktir. Türkiye eğer yasama, yürütme ve yargı güçlerinin ayırımı ilkelerine tam olarak uyar ve insan hakları konusunda istenen seviyeye gelirse tam üye olur” ifadelerini kullanmıştır.30 
Yine benzer bir şekilde, Türkiye’nin limanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmaması nedeniyle yaşanan sorunun gündeme geldiği 8 Aralık’taki AB Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda Miliband Fransa’nın başı çektiği Türkiye aleyhtarı gurubu Türkiye’nin stratejik önemini tamamen göz ardı etmekle ve Kıbrıs sorununun çözüm sürecini de baltalamakla suçlamıştır.31 
Bu suçlama üzerine Miliband ile Fransa Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner arasında kısa süreli bir tartışma yaşanması İngiltere’nin Türkiye’nin AB üyeliği noktasındaki ısrarını göstermesi açısından dikkat çekici olmuştur.


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

10 Şubat 2019 Pazar

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 2



1991-2003 yılları arasında Türkiye-Irak ilişkileri genellikle sorunlu geçmiştir. 

Özellikle 1990 öncesi iki ülkenin üst düzeyde olan ekonomik ilişkileri ambargo sonucu zarara uğramış, iki ülke de ticari anlamda sadece petrol bağlamında değil, tarım, gıda, taşımacılık gibi diğer ticari alanlarda da büyük kayıplar yaşamıştır. İki ülke arasında bu dönemde görünen en önemli iş birliği, Türkiye’nin 2000 yılında başlatmış olduğu, Fırat ve Dicle bölgesinin kalkınması nın devamlılığı için bölge ülkelerini kapsayan sosyal, ekonomik ve teknik anlamlarda iş birliğini amaçlayan Fırat-Dicle İşbirliği Girişimi ( ETIC) olmuştur (Sağsen, 2011: 67). 

2003 Körfez Savaşı’ndan sonra Türkiye, Irak ile olan ilişkilerinde düzelmeye gitmiştir. Bölgede doğan fırsatlara karşı uzak durmak istemeyen Türkiye, Hem Irak’ın yeni yapılanmasında etkin rol oynamak ve ticaretini geliştirmek, hem de bölgede Kuzey Irak ile ayrı olarak iyi ilişkiler içerisinde olmak istemiştir. 2005 yılında, Irak’la olan ekonomik hacmi yüzde 51 arttırarak 2.2 milyar dolara çıkartmış, özellikle sanayi ürünlerindeki artış ile Irak Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı 7. Ülke konumuna gelmiştir (Çetinsaya & Özhan, 2009: 142). 

Ancak bu dönemde iki ülke arasında etnik köken tartışması yaşanmıştır. Türkiye bölgede Musul-Kerkük hattında bulunan Türkmenlerin haklarını koruma 
görevini üstlendiğini açıklamış, herhangi oluşacak bir Kürt Federe Devletinin bölgenin etnik zenginliğini tehdit edeceğini açıklamıştır. 

Öte yandan, Irak Cumhurbaşkanı Talabani ise Türkiye’nin kendi iç işlerine karışmakla suçlamış, gerekirse uluslararası arenada Türkiye’ye 
muhalif olan ülkeleri ve grupları destekleye-bileceklerini dile getirmiştir (Dilek, 2011: 21). 

2007 yılına kadar devam eden bu süreçte, aracı konumda olan Amerika Birleşik Devletleri’nin de teşvik etmeye çalışmasıyla Türkiye’nin bölgedeki Kürt oluşum ile iletişime geçmesi ve ılımlı bir politika izlenmesi yolundaki desteği sonucu, 2007 yılından sonra Türkiye daha farklı bir politika oluşturmuştur 
(Dilek, 2011: 21). 

Ticari olarak iki ülke arasında çeşitli anlaşmalar ve iş birlikleri bu dönemde gerçekleşmiştir. Bakıldığında 2001 yılında demiryolları taşımacılığı tekrardan 
başlamış ve 2003’te geliştirilmesi ile ilgili görüşmeler yapılmış, 2004 yılında iki ülke arasında bankacılık sektörü için anlaşma imzalanmış ve bu anlaşmayla 
birlikte Türk bankaları bölgede şube açma imkanı tanınmıştır. 2005 yılında da 15 yıl aradan sonra iki ülke arasında uçak seferleri tekrardan başlamıştır 
(Sağsen, 2011: 68). 

Arap Baharı sürecine kadar devam eden olumlu ikili ticari ilişkiler, 2011 yılından sonra tekrardan değişikliğe uğramıştır. 

2012 yılında Türkiye’nin Merkezi Irak Yönetimi ile arasında gerginlikler vardır. Bu gerginliklerden ilki, Türkiye’ye sığınan Irak Cumhurbaşkanı yardımcısı 
Haşimi’nin, dönemin Irak Cumhurbaşkanı Maliki’nin yargılanması için Türkiye’den istenmesidir. İkinci olarak Şii temelli olan Maliki’nin Iran ile 
yakınlaşarak Suriye’deki Esad rejimini desteklemesi ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ayrı olarak Türkiye’nin petrol ticareti yapması gibi 
sorunlar iki ülke arasında olumsuzluklar doğurmuştur (Balcı, 2013: 122). 

Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’nin 2011 yılından sonra Irak ile olan ticareti ve ihracatı yüksek görünmektedir. Ancak Maliki yönetimi ile iyi ilişkiler 
kurulamamış olması ve yaşanan sorunlar sonucunda ticari gelişmenin nasıl olduğu Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilgilidir. Türkiye, Maliki yönetiminin 
dışında, Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile iyi ekonomik ilişkiler kurmuş, petrol çalışmaları yürütmüştür. Türk iş adamları bu dönemde ilgisini merkez 
Irak’tan bu bölgeye kaydırarak birçok ihale almış ve ekonomiyi canlı tutmuştur (Erkmen, 2013: 93). 

Türkiye’nin 2009 yılında başlattığı ‘’Kürt Açılımı’’ ile birlikte Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile Türkiye arasındaki ilişkiler gelişmeye başlamıştır. 
Öncesinde Kerkük’ün statüsü ve PKK terör örgütünün teşkil ettiği sorunlarla gergin bir hava olması, ayrıca Türkiye’nin meclisten tezkere çıkarması sorun 
oluşturmasına karşın, Kürt Açılımı ile birlikte ilişkiler yeni bir boyut kazanmıştır. İki bölge arasındaki ticari gelişmeler yaşanmıştır. 2010 yılına baktığımızda, Türkiye ve Kuzey Irak arasındaki ticaret 5,2 milyar dolar hacme ulaşmış, 2003-2010 yılları arasında 450 Türk şirketi ve 150.000 Türk çalışan Kuzey Irak’ta var olmuştur (Semin, 2011: 197). 

Türkiye hükümetinin 2009 yılından itibaren bölgeye olan ilgisinin artışı, bölgeye yapılan ziyaretlerden de anlaşılmaktadır. 2009 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ve Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın beraberindeki iş adamı heyetleri ile birlikte Kuzey Irak bölgesine ziyarette bulunmaları Türkiye’nin gelecekte bölgeye yapacağı yatırım adımlarının temel taşlarından biridir (Öztürk, 2010: 15). Diplomatik olarak 2011 yılında bölgede konsolosluk açılmış, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan bölgenin lideri Mesut Barzani’yi ziyaret etmiştir. 

Irak hükümeti ile ilişkilerin sıkıntılı olması Türkiye’nin petrol ihtiyacının karşılanmasında, Irak’tan temin edilen petrolün ve petrol boru hatlarının geleceği açısından önemli bir sorun teşkil etmekteydi. Bu açıdan Kuzey Irak petrolleri Türkiye açısından önem arz etmekteydi. Kuzey Irak petrollerinin işletimi Kürt yönetiminde olunca, Türkiye ikili anlaşmalarla Irak’tan olan petrol ithalatı ve boru hattı projelerini bu bölgede yoğunlaştırmak için adım attı. 2010 yılında, Kuzey Irak petrollerinin taşınmasında tek yol olan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı için anlaşma imzalandı (Çelik, 2012: 124). Türkiye bölgenin petrol ihracatı ve ithalatı için muhatap olarak Irak hükümetinden ziyade Kuzey Irak bölge hükümetini alarak, Irak politikasında önemli bir değişikliğe imza attı. 2011 yılında Exxon Mobil Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ile bir anlaşma imzalamıştı. Bu anlaşmanın önemi, Merkez Irak yönetiminin Kuzey Irak petrolleri konusunda muhatap alınmaması ve muhatap olarak artık uluslararası arenada da Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi alınmasıydı. Bu anlaşma   doğrultusun da,  Kuzey Irak ve Türkiye arasında yeni bir boru hattı inşa edilmesini kapsamaktaydı ve bu durum Türkiye’nin resmi enerji şirketlerinin de Kuzey Irak’a girmesini sağlamaktaydı. (Üstün, 2013: 2). 

Türkiye ve Irak Arasında Petrol Bağlamında İşbirlikleri ve Anlaşmazlıklar 

Türkiye ve Irak’ın petrol bağlamında işbirlikleri ve yaşadığı sorunlar, bahsetmiş olduğumuz iki ülke ilişkileri ve sorunları ile doğru orantılıdır. 

İki ülke arasında yapılan en önemli iş birliği olarak Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı görülebilir. 

Tarihsel olarak 1970’li yıllara dayanan bu petrol boru hattı, 1973 yılında imzalanan Kerkük-Ceyhan Petrol Boru Hattı Anlaşması ile hayata geçmiş, 1977 yılında ilk hat devreye girmişti (Dilek, 2011: 24). 1987 yılında ikinci hattın da devreye girmesiyle 80 milyon ton petrol taşıma kapasitesine ulaştı (İnan, 2013: 72). Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi, 1.Körfez Savaşı ile Irak’a karşı ambargo uygulanmış, bu ambargo ile petrol boru hatları Birleşmiş Milletler kararınca kullanım dışı bırakılmıştı. 

Bu durum hem Türkiye hem de Irak için ayrı ayrı sorun teşkil etmekteydi. Her iki ülke de yapmış olduğu yatırımların karşılığını tam olarak alamamış ve projeden zarar eden konumuna gelmişti. 1996 yılında tekrardan hattın BM kararıyla petrol-gıda kapsamında açılmasıyla birlikte sınırlı miktarda petrol taşıması gerçekleşmeye başlamıştı. Burada Türkiye’nin de aktif olarak BM üzerindeki baskısının da etkisi vardı. Ancak 2003 yılında ABD askeri müdahalesi ve sonrasında da petrol hattına yapılan sabotaj terörist atakla-rıyla bu projeden iki ülke de tam olarak verim alamadı (Etheredge, 2011: 40). 

2007 yılında elde edilen verilere göre, 80 milyon ton taşıma kapasitesi olan boru hattından sadece 40 milyon ton elde edilebiliyordu (Zedalis, 2009: 15). 

2010 yılında Türkiye ve Irak arasındaki boru hattı anlaşmasının süresi doldu ve anlaşma yeniden revize edildi. Yeni anlaşmaya göre, Türkiye ve Irak arasındaki boru hattının petrol nakliyatı 15 yıllığına Türkiye’ye verilmiş ve varil başına düşen ödenecek tutar, yıl bazında ilerleme oldukça düşecektir (İnan, 2013: 81). 

Bunun yanında, 2004 yılında Irak Türk şirketlerine petrol projelerinde pay vermeye karar vermiş, Türkiye ve Irak, güney Irak’taki Gharraf bölgesindeki 
petrol alanlarında ortak petrol üretimi konusunda müzakerelere başlanmıştır (Sağsen, 2011: 67). Bu müzakereler sonucunda da, petrol alanlarını 
geliştirme projelerinde yapılan sözleşmeler, Türk ve Kanada şirketlerine verilmiştir. 

İkinci önemli durum ise, Türkiye’nin 2010 yılından sonra Kuzey Irak yönetimi ile petrol işbirliği içerisine girerek, bu durumdan Irak bölge yönetimini 
dışarda bırakmasıydı. 
Bu durum Exxon Mobile’ın Kuzey Irak ile anlaşma yapmasıyla yolu açılmış, Merkez Irak yönetimi tarafından da Kerkük petrollerinden soyutlanma sebebi olarak görülmüştü. 

Türk firmalarının Kuzey Irak bölgesindeki petrol ihalelerine girmeleri ve hisse almalarıyla bölgede etkin bir iş alanı oluşturuldu. 
Genel Enerji, Petoil, Doğan Holding gibi şirketler, bölgedeki petrol alanlarında ciddi hisse alımları gerçekleştirdi (Çelik, 2012: 125). 
Tüm bu iş alanlarının oluşması ve Türkiye ile Kuzey Irak’ın ikili ilişkilerinin de genişlemesi Irak hükümetini rahatsız etti. Zaten Haşimi konusundan dolayı gergin olan ilişkiler, ekonomik anlamda da Merkez Irak yönetiminin Türkiye hükümetine karşı tavır almasına sebep oldu. 
Irak hükümeti, Kuzey Irak dışında faaliyet gösteren Türk firmalarına karşı sorunlar çıkararak bölgeden uzaklaştırma çabası içerisine girmeye başladı. 
Özellikle petrol alanlarında yaşanan bu olaylara örnek olarak görünen en sert tepki, 2012 yılında, 25 milyar dolarla dört projede ortaklığı bulunan 
Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) Irak’ın güneyindeki petrol sahalarında petrol arama kontratını iptal etmesiyle gerçekleşmiştir (Balcı, 2013:126). 

Bunun yanında, 2012 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük ziyareti, Bağdat ile Ankara arasında kötü bir diyaloğa neden olmuştur. 
Bağdat ve Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi arasında Kerkük’ün statüsü konusunda tartışmalar vardır. 
Etnik olarak Kerkük’ün yapısının temel alınan bu tartışmaların ana odağı, Kerkük’ün sahip olduğu zengin petrol yatakları ile ilgilidir. 
Ahmet Davutoğlu ziyareti, Bağdat tarafından Kerkük’ün statüsü konusunda Türkiye’nin Barzani’nin Kerkük’te kabine toplantısı yaptığı dönemde 
gerçekleşmesiyle tartışmalarda Kuzey Irak tarafında yer alması olarak algılanarak Bağdat tarafından Türkiye’ye nota verilmesine sebep olmuştur 
(Balcı, 2013:126). 

Bu doğrultuda, iki ülke ilişkilerinin, siyasal anlaşmazlıklarla beraber kırılması ve olumsuz ilerlemesine neden olmuş, petrol işbirliğini de zedelemiştir. 


SONUÇ 

1991 yılında 1.Körfez Savaşı, Irak’ın bugün yaşadığı kaotik ortamın başlangıcı olarak görülmektedir (Duman, 2008:65). Saddam Hüseyin rejiminin ilk 
yarayı alması ve Birleşmiş Milletler ambargosu ile karşılaşmasıyla birlikte Irak, bölgede var olan gücünün kırılımına adım atmıştır. 
İkinci körfez Savaşı’ndan sonra da yaşanan rejim değişikliği ile birlikte bölgede beklenen demokrasi dönüşümü gerçekleşmemiş, iç çatışma ortamı doğmuştur. 
Savaşlarla beraber kırılan ekonomik yapı ve ülkenin fakirleşmesi, toplumun sisteme karşı duruşunu artırarak milliyetçilik unsurlarını körüklemiştir. 
Bu doğrultuda günümüzde, bölgede Şii-Sünni çatışmasının yaşanması kaçınılmaz olmuş, ayrıca Kürt-Türkmen-Arap çatışmalarını da alevlenmiştir. 

Ekonomik anlamda da, bu çatışmalar ülkenin en önemli gelir kaynağı olan petrol tesislerinin güvenliğini tehlikeye atmış ve güvenilirliğini sarsmıştır. 
Aynı zamanda uygulanan terör eylemleri ve sabotajlarla birlikte tesisler zarar görerek üretimin devamlılığına sorun teşkil etmiştir. 

   Türkiye ise Irak ile olan komşuluğuyla, Irak’a olan ticaretini arttırmaya çalışmıştır. Petrol anlamında aktif bir politika izlese de, Körfez Savaşlarında 
ABD’ye verilen destek ve diğer siyasi unsurlarla Bağdat ile ikili ilişkilerin sorunlu olmasına sebep olmuştur. 2010’da ise Kuzey Irak bölgesinin yönetimi 
alternatif olarak görülerek, Irak ile olan ticari hacmi bu alanda genişletme yoluna gidilmiştir. Petrol politikalarında da yeni değişiklikler olmuş, stratejik 
olarak petrol ekopolitiği de bu alana kaydırılmıştır. 

Ortadoğu bölgesinin sürekli karmaşa ve çatışma doğası uluslararası petrol ticaretini de etkilemektedir. Bu durum da, bölgeye komşu ülke olan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir. Her şeyden önce Türkiye, enerji koridoru olarak görülmektedir. Sahip olduğu stratejik konumu ile birlikte, bölgenin 
petrol yollarının güvenliği Türkiye’yi de çok yakından ilgilendirmektedir. 

Bu dönemde bölgede var olan IŞİD tehdidi, bölgenin enerji yollarının da güvenliği üstündeki en büyük tehdittir. IŞİD’ın geçtiği yollardaki petrol tesislerini ele geçirerek kazanç sağlaması, bazı petrol tesislerine sabo-taj düzenlemesi, Türkiye üzerinden geçen petrol yollarını ve Türkiye’nin yakından ilgilendiği Kerkük petrollerini de tehlike altına sokmaktadır. 


 KAYNAKÇA 

Aydın, Mustafa vd. (2007). Riskler ve Fırsatlar Kavşağında Irak’ın Geleceği ve Türkiye. TEPAV Ortadoğu Çalışmaları, 2. Bakırtaş, 
İbrahim ve Haydaroğlu, Ceyhun (2007). Ortadoğu Petrollerinin Politik Ekonomisi. 38.Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, ICANAS 38, C: 1. 

Balcı, Ali (2013). Türkiye’nin Irak Politikası 2012: İki Irak Hikayesi (Burhanettin Duran, Kemal İnat ve Ufuk Ulutaş (ed.)), Türk Dış Politikası Yıllığı 2012, 
Ankara: Seta Yayınları. 

Bayraç, Naci (2009). Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye: Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Açısından Bir Karşılaştırma. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10/1, 115-142. 

Çelik, Ersin (2012). ABD’nin Irak’tan Çekilmesi Sonrası Ülkenin Hidrokarbon Yakıtları Üzerine Enerji-Politik Hamleler. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. 
Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Çetinsaya, Gökhan ve Özhan, Taha (2009). İşgalin 6.yılında Irak. Ankara: Seta Yayınları. 

Dilek, Bahadır Selim (2011). Irak Politikasında Kritik Değişim. 21.Yüzyıl Dergisi, 29, 19-29. 

Duman, M. Zeki (2008). Irak Savaşı Sonrası Dönemde Global Siyasette Değişen/Dönüşen Stratejik Parametreler. Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1, 65-74. 

Erkmen, Serhat (2013). 2013’te Türkiye Irak İlişkileri İçin Beklentiler ve Olasılıklar. Ortadoğu Analiz, 5/49, 91-97. 

Etheredge, Laura S. (2011). Iraq: Region in Transition. New York: Britannica Educational Publishing. 

Gause, F.Gregory (2009). Iraq and The Gulf War: Decision-Making in Baghdad. University of Vermont. 

Global Enerji (2013). ‘’Yerli Petrolle 35 Milyar Dolar Cepte Kaldı’’. 
http://www.globalenerji.com.tr/dergide-bu-sayi/2013/12/12/yerli-petrolle-35-milyar-dolar-cepte-kaldi adresin-den erişildi. 

Gritzner, Charles F. (2003). World Modern Nations: Iraq. Philedelphia: Chelsea House Publishers. 

Gürbüz, Vedat (2003). Petrol, Petrol Politikaları ve Orta Doğu: Global Politikaların Bölgesel Yansımaları ve Irak Savaşı. Avrasya Dosyası, 9/1, 133-168. 

Ham Petrol ve Doğal Gaz Sektor Raporu (2014). İstanbul: Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı. 

İnan, Aybüke (2013). Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı ve Türkiye-Irak İlişkileri (1973-2011). Ortadoğu Analiz, 5/56, 68-75. 

İzol, Ramazan ve Zenginoğlu, Samet (2014). 11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu. Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 7/2, 423-439. 

Öztürk, Mehmet (2010). Türkiye’nin Kuzey Irak Politikasına Teorik Bir Bakış. Akademik Bakış Dergisi, 19, 1-21. 

Sağsen, İlhan (2011). Sektörler Bazında Türkiye Irak İlişkileri ve Su. Ortadoğu Analiz, 3/36, 60-72. 

Selvi, Aynur (2009). Soğuk Savaş Sorası Dönemde Orta Asya ve Ortadoğu Petrollerinin Uluslararası Politikadaki Yeri ve Önemi. 
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 

Semin, Ali (2011). Türkiye’nin Irak Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı. Bilgi Strateji Dergisi, 3/5, 179-205. 

Üstün, Nazlı (2013). Türkiye-Kuzey Irak İlişkileri ve Ekonomik Yansımaları. KTO Etüt Araştırma Merkezi. 

Zedalis, Rex J. (2009). The Legal Dimensions of OilandGas in Iraq. Cambridge: Cambridge University Press.


***

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1

KÖRFEZ SAVAŞI SONRASINDA PETROL POLİTİKALARI BAĞLAMINDA TÜRKİYE-IRAK İLİŞKİLERİ BÖLÜM 1


Yayın Süreci 
Yayın Geliş Tarihi 
26.04.2016 30.06.2016 
Araştırmacı
Muhammed TOZLU 
Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 

Özet;

Çalışma, Körfez Savaşı sonrası Türkiye-Irak ilişkilerinin petrol politikaları 
doğrultusunda irdeleme amacı taşımaktadır. Çalışma özellikle iki ülkenin petrol 
stratejileri doğrultusunda oluşturdukları politikalar ve anlaşmazlıklar üzerinde durmuştur. 

Ortadoğu coğrafyası, tarihin her döneminde toplumlar ve devletler için hem 
siyasi hem de ekonomik olarak önem arz etmiştir. Türkiye de bölge üzerinde Soğuk Savaş sonrası dönemde etkinliğini arttırmak için birçok çalışma yürütmüş ve her bölge ülkesi için dış politika unsurlarını aktif kullanan bir ülke konumunda dır. Bölgenin hem coğrafi olarak Türkiye’ye olan yakınlığı, hem de tarihsel olarak bağları olması sebebiyle, bölge ülkeleri üstünde etki kurabileceğini düşünerek girişimlerde bulunmuştur. 

Çalışma içerisinde Türkiye’nin Ortadoğu üzerindeki bölgesel anlamda petrol ve enerji politikaları doğrultusunda Körfez Savaşı sonrası Irak’a yaklaşımı ve dış politika unsurlarına değinilmiştir. Bunun yanında, Irak, yaşadığı karışıklıklar ve sahip olduğu yeraltı kaynakları ile bölgenin en önemli ülkelerinden biridir. Ancak yaşadığı savaşlar ve iç karışıklıklar ülke politikası açısından sorun oluşturmakta ve gelişimi engellemektedir. 
Çalışma içerisinde ayrıca Irak’ın Körfez Savaşı sonrası Türkiye’ye bakışı ve dış politikasının Türkiye doğrultusundaki yaklaşımlarına da değinilmiştir. Bu bağlamda, Körfez Savaşı sonrası iki ülke ilişkileri bazen olumlu, bazen olumsuz çizgide ilerlemiştir. Çalışma ilk olarak Ortadoğu petrol stratejileri üzerine genel bir değerlendirme yapılmış, sonrasında da petrol stratejileri doğrultusunda Türkiye-Irak ilişkilerine yoğunlaşmıştır. 

Ülke ilişkileri doğrultusunda petrol ilişkilerinin boyutu ve ticari hacminin dış politikalar sonucu yaşadığı değişimler de tarihsel düzlemde örneklendirilmiştir. 

Giriş 

Tarihsel süreç içerisinde insanlığın büyük uygarlıklarının ve ilk devletlerin Orta-doğu ve çevresinde var olması, bölgenin her zaman ve her an canlı kalmasını sağlamıştır. 

Tarihsel açının yanında, bölgenin sahip olduğu yer altı ve yer üstü değerleri, 20.yy ve 21.yy’da da Ortadoğu’nun dünya devletleri tarafından ilgi odağında kalması ve değerli görülmesine sebep olmuştur. Bakıldığında birçok unsur Ortadoğu’nun önemliliğini sağlamaktadır. 

Bir kere bölge, büyük dinlerin merkezi ve dinlerin kutsadığı toprakları bulundurmasıyla önem arz etmektedir. Ayrıca ticari olarak Arap dünyası 
bir pazar ve karlı görünmektedir. 

Tüm bunların yanı sıra, Ortadoğu’nun en önemli değeri sahip olduğu yer altı kaynaklarıdır. Özellikle petrol kaynaklarının zenginliği ve dünya pazarına tedarikçiliği sebebiyle bölgenin, dünyanın tüm büyük güçleri tarafından önem değeri yüksektir. 
Bu sebeple, yüzyıllardır dünya güçleri bölgede etki alanı oluşturmak, bölgeye hakim olmak ve bölge için yapılan rekabette bir adım daha öne geçebilmek için çeşitli ekonomik stratejiler ve politikalarla, bölgenin devletlerini ve halklarını da etki altına almaya çalışmaktadırlar. 

Ortadoğu 20.yy’da güç dengesinin olmadığı ve sürekli çatışma ortamının doğduğu bir bölge konumundaydı. Özellikle Soğuk Savaş döneminde, çift kutuplu dünyanın güçleri olan Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet ortamında, Ortadoğu sahip olduğu yeraltı kaynakları sebebiyle iki ülkenin rekabet alanı konumuna gelmişti. Bu rekabet ortamında, iki ülkenin etkisiyle bölge halkları devamlı olarak iç karışıklık, darbe ve devrimler, iç savaşlara tanık olmak zorunda kaldı. Özellikle 1970 sonrasında bölge ülkelerinin 
büyük bir kısmı, demokratik bir yönetim anlayışından daha çok diktatör ve hanedan yönetimlerine geçiş yapmaktaydı. Bu durum da ülkelerin sürekli çatışma alanı olmasına sebebiyet vermekteydi. 90’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte oluşan güç boşluğu, Ortadoğu’da farklı ülkelerin güç kazanması ve Rusya’nın eski etkisini tekrardan oluşturmaya başlamasıyla değişiklik kazandı. 

Bölgede var olan İran, Irak ve Mısır gibi ülkeler, sahip oldukları askeri ve ekonomik güç ile birlikte bölgeye tesir etmekteydi. Bunun yanında, toparlanma aşamasındaki Rusya’da bölgede etkili olmak istemesi sebebiyle hareket halindeydi. Nitekim bu hareket, 2000’li yıllardan itibaren çok daha net hale gelmiştir. Ayrıca ABD, petrol kaynakları nedeniyle bölgeye en çok ilgi duyan ülke konumundaydı ve bölge petrolüne ve ekonomisine hakim ülke olmak niyetindeydi. Tüm bunlarla beraber, Çin, Türkiye gibi diğer ülkelerinde 
bölgeye etki etme çabası sonucu, bölgedeki çıkar çatışması devam etmiş, günümüzde ise çok kutuplu bir çatışma ortamı hali almıştır. 

Ayrıca bölgede mezhep çatışmaları ve milliyetçi çatışmalar etkisini arttırmıştır. Tüm bunların temelinde ise yine görünenden farklı olarak ekonomik kaygılar ve güç savaşı vardır. Örnek verecek olursak, 1990-91 yıllarında gerçekleşen Körfez Savaşı, Vietnam Harekatından sonraki en büyük Amerikan askeri müdahalesiydi (Gaus, 2009: 1). Körfez Savaşının temelinde yatan neden olarak Petrol Pazarının hakimiyetinin ya da büyük bir kısmının tek bir ülke olarak Irak’ın eline geçmesine karşı olarak dünya güçlerinin dur demesiydi. 

Türkiye, bölge sahip olduğu bölge ülkeleriyle tarihsel bağlarını ve coğrafi yakınlığını kullanarak bölgede söz sahibi olan ülkelerden biri olmak için girişimlerde bulunmaktadır. Bu girişimlerin temelinde, hem Türkiye’nin ekonomik ve ticari olarak bölgede etkinlik kazanmaya çalışması hem de bölgedeki petrol zengini ülkelerle yapılacak iş birlikleri ile petrol aktarımının yeni yollarla Türkiye üzerinden sağlanması amaçlanmıştır. Ayrıca askeri olarak bölgede var olan PKK tehdidi de Türkiye’nin stratejik olarak mücadele verdiği bir alan haline gelmiştir. 

Irak ise 90’lı yıllarda karmaşa içerisinde görülmektedir. Saddam Hüseyin döneminde ABD ile olan savaşlar ve rejim yıkılması sonrasında ortaya çıkan iç savaşlar, mezhep savaşları ve IŞİD tehdidin gün yüzüne çıkmasıyla günümüze kadar olan süreçte sürekli bir karışıklık hali içerisindedir. 

Bu makalede, Türkiye ve Irak’ın petrol açısından durumu ve ticareti, 1.Körfez Savaşı Sonrası iki ülke ilişkilerinin günümüze kadar genel bir değerlendirmesi, iki ülke arasında yapılan petrol bağlamında anlaşmalar ve yaşanılan anlaşmazlıklar incelenmiştir. 
İlk olarak, Ortadoğu Bölgesi’ndeki petrolün önemi doğrultusunda genel bir değerlendirme yapılmıştır. 

Ortadoğu ve Petrol Stratejiği 

Endüstrileşme ve kentleşmenin artması, sanayinin gelişmesiyle birlikte, ekonomisi güçlü devletlerin 19.yy itibariyle gelişen teknoloji ile tamamen enerji ve enerji ihtiyacı odaklı üretime dönüşmüştür. Sanayileşmenin geliştiği ABD, Çin, Rusya gibi ülkeler, Ortadoğu’daki zengin petrol kaynaklarından ve enerjiye olan ihtiyaçlarından dolayı, bölgeyi kontrol etmek istemektedirler. 

Petrol üretimi veya kaynakları olmayan dünyanın süper güçleri için petrol ihtiyacının kesintisiz giderilmesi önem arz etmektedir. Ortadoğu ise Dünya petrol üretiminin üçte birini sağlamakta olup, rezervlerin de üçte ikisine sahiptir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Bu sebeple Ortadoğu petrolleri küresel güçler için vazgeçilmezdir. Bununla birlikte, petrol ihtiyacının giderilmesi bakımından Arap petrol zengini ülkelerinin kesintisiz petrol sağlaması, petrol yollarının güvenliği, petrolün akışının güvenli olarak sağlanması gibi pek çok unsur küresel güçlerinin her zaman gündeminde olmaktadır. Bölgenin istikrarının da korunması bu açıdan önem arz etmektedir (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Rakamlarla baktığımızda, Ortadoğu bölge olarak dünyanın günümüzde üretilen petrolün %40’ını üretmektedir. Suudi Arabistan’ı da içine alan İran Körfezi dünya petrol rezervlerinin %63’ünü elinde tutmaktadır. (İzol & Zenginoğlu, 2014: 431). 

Bunun yanında Körfez’de üretilen petrol, dünyada üretilen en ucuz petrol konumundadır. Körfezde Petrol’ün varili 1 Dolar’a mal edilirken, Amerika’da üretilen petrol varili 4-6 Dolar’ı görmektedir (Gürbüz, 2013: 135). Bu sebeple, bölgenin petrol üretimi konusunda da diğer kaynakları olan bölge ve ülkelere göre daha ucuza ürettiğini söylemek yanlış olmaz. 

Amerika Birleşik Devletleri, enerji politikaları açısından da Ortadoğu’ya en çok ilgili ülkelerden biridir. Bunda ABD’nin petrol ihtiyacını çok yüksek oranda ithalatla karşılaması en önemli etkendir. Bu sebeple, bölge ülkeleri üzerinde de ABD tesir etmekte ve tesirini bölge üstünde arttırmak istemektedir. ABD’nin endüstriyel ekonomisinin petrol ihtiyacına bakıldığında, üretilen dünya petrollerinin %25’ini tüketmekte olup, ithal ettiği petrol yıllık ihtiyacı olan 90 milyon varil petrolün %60’ına yakındır (Bayraç, 2009: 121.) 

Genel olarak bakıldığında, Soğuk Savaş esnasında Ortadoğu’nun üzerindeki temel politikaların büyük bir kısmı halen devam etmektedir. 

Sadece o dönemde var olan, Komünizm tehdidi ortadan kaldırılmıştır. Günümüzde ise bölge üzerinde sadece bilinen aktörler olan ABD, Rusya ve 
Avrupa ülkeleri değil, yükselen güç olarak kabul edilen Çin ve Pasifik ülkelerinin de önemlilik seviyesi içerisindedir. Burada temel olan hegemonik düzenin korunmasından ziyade, petrol politikaları çerçevesinde üretimin ve talebin karşılanmasının devam ettirilmesi vardır. Aynı zamanda bölgede oluşacak herhangi bir siyasal ve petrol ekonomisini olumsuz etkileyecek bir durumla karşılaşılması esnasında büyük güçler, insani müdahale ve demokrasinin yaygınlaştırılması kisvesi altında müdahale etmektedir (Bakırtaş & Haydaroğlu, 2007: 287). 

Ayrıca yine aynı göstermelik nedenlerin altında yapılan askeri ve siyasal müdahaleler bölgedeki rekabet ortamında güç kazanmak amacıyla da 
yapılmaktadır. 

Bakıldığında Ortadoğu ülkelerinin, var olan petrol kaynakları doğrultusunda ekonomiye yön veren dünyanın söz sahibi ülkeleri olması gerekirken, bu ülkelerin uluslararası rekabet politikaları yüzünden ayakta duramaması, bölgede gerçekleşen savaşlar, bölge ülkelerinin kendi aralarında yaşadığı siyasal ve mezhepsel çatışmaların yoğun yaşaması, bölge ülkelerinin güvenlik stratejileri doğrultusunda yanlış kararlar alması, radikal İslam’ın oluşturduğu köktencilik ve terörü besleyen kaynakların barındırılması ile birlikte bölgenin terör örgütleri tarafından yoğun etki alanında olması gibi nedenlerle ülkelerin siyasi çarkları düzgün işlememektedir (Bakırtaş ve Haydaroğlu, 2007: 295). Tüm bunlarla 
beraber, Ortadoğu üzerindeki petrol stratejiği genel olarak dünyanın güçlü ülkelerinin istediği doğrultuda ve rekabet ortamında ilerlemektedir. 

Türkiye ve Irak’ta Petrol 

Türkiye coğrafi konumu itibariyle Avrupa, Asya, Ortadoğu ve Afrika’ya olan yakınlığı doğrultusunda geçiş bölgesi olarak kabul edilmektedir. 
Dolayısıyla Türkiye’nin petrolle ilgisi de bu yöndedir. Öncelikle Türkiye’nin sahip olduğu petrol kaynaklarına bakıldığında, Türkiye’nin 1 milyar 30 milyon 
ton petrol rezervi olduğu düşünülmektedir. Ancak bu petrolün, 183,5 milyon tonluk bö-lümü üretilebilir seviyede olduğu kabul edilmektedir. 
Rezervlerinde yüzde 76’sı tüketilmiştir. Tüm bunlar doğrultusunda, Türkiye’nin günlük petrol üretimi,2,4 milyon ton üretim ile 45 bin varildir 
(Global Enerji, 2013). 

Bunun yanında, Türkiye kendi ihtiyacını karşılayacak kadar petrol üretimi yapamamaktadır. Türkiye’nin petrol ithalatı bu sebeple yüksektir. 
Türkiye’nin petrolde dışa bağımlılığı %90 oranında görülmektedir (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 27). 
Ancak Türkiye geçiş yolu olması sebebiyle birçok boru hattı projesi içerisinde yer almaktadır. Bu projelerin önemi, Türkiye’nin Avrupa’ya petrol geçişlerinde kendi üzerinden geçiş sağlayarak hem petrolün ulaşacağı mesafeyi kısaltmak, hem de petrol yollarının güvenli bir alandan geçmesi açısından önemlidir. Bu açıdan Türkiye, Irak ile Irak-Türkiye Ham Petrol Boru Hattı projesi içindedir. 
Bunun yanında, Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı, Azerbaycan petrolünün Ceyhan’a kadar ulaşıp, oradan dağıtılması amacıyla gerçekleştirilmiş olup, 2013 yılında yaklaşık 685,000 v/g’lük Azeri ve Türkmen petrolü Ceyhan’a ulaşmış ve buradan da dünya pazarına ulaştırılmıştır (Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, 2014: 42). 

Türkiye’nin enerji projeleri sadece petrolle sınırlı olmayıp, doğal gaz projeleri de vardır. Yani Türkiye coğrafi konumunu en iyi şekilde kullanmak istemektedir. Diğer ülkelere oranla, Türkiye’nin sınırları içerisindeki boru hatlarının güvenliğinin sağlanıyor olması ve petrol veya doğalgazın dünya pazarına daha kısa yoldan ulaşıyor olması da alıcı taraf için kolaylık sağlamaktadır. Ancak bölgede Türkiye dışında birçok ülkenin de yeni projeler veya gerçekleşmiş projeler için de olması, rekabet ortamını oluşturmaktadır. 

Irak ekonomisi tarihsel olarak bir dönüşüm ve gelişim içerisinde görülmüştür. 1950’li yıllara kadar, diğer Ortadoğu ülkeleri gibi Irak’ın da ekonomisi tarıma dayalı bir ekonomiydi. Ancak, 1958 yılındaki devrimden sonra, 1980’li yıllara gelindiğinde Irak ekonomisi Arap dünyasının Suudi Arabistan’dan sonraki en büyük ikinci ekonomisi konumuna gelmiş, ekonominin temeli ise petrole dayalı olmuştur (Etheredge, 2011: 32). 

Ancak Iran-Irak Savaşı, Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası ABD müdahalesi ve yaşanan ambargolar, ülkenin ekonomisinin ve Gayri Safi Milli Hasılası’nda düşüşe götürmüştür. 

Irak potansiyel olarak bulunduğu coğrafyanın gelişmesi en kolay ülkelerden biri olarak görülebilir. Çünkü sahip olduğu petrol kaynakları ve aynı zamanda bölge ülkelerine göre daha fazla su kaynakları olması gibi unsurlar, ülke ekonomisinin gelişebilme ihtimalini arttırmaktadır. Ancak yaşanan savaşlar ve rejim değişikliği doğrultusunda ortaya çıkan iç karışıklıklar, bu potansiyelin ortaya çıkmasına engel olmuştur. 
Irak’ın sahip olduğu petrol kaynakları iki bölgede yoğunlaşmaktadır. Bunlar, Musul-Kerkük Bölgesi ve Basra Körfezi tarafındaki bölgelerdir (Gritzner, 2003: 70). 

Irak Petrolleri, savaş ortamının doğuşuna kadar olan süreçte hedeflenen boyuta ulaşmış olsa da, Saddam Hüseyin döneminde devlet kontrolü 
altına alınması ve ABD’nin müdahalesiyle yaşanan Körfez Savaşları sonrasında Irak ekonomisi ciddi yara almıştır. 
Savaşın ve iç karışıklıkların getirdiği sancılı süreçte, boru hatları, petrol kuyuları ve rafineriler zarar görmüş, sabotaj saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştır (Aydın, 2007: 63). Bu sebeple de petrol üretimi ve ihracatından istenen seviyeye gelinememiştir. 

Rakamlarla bakılacak olursa, 115 milyar varil kanıtlanmış petrol rezervine sahip Irak’ın ihraç gelirlerini %80 petrol oluşturmakta olup, bu rakam 1970’lerin sonlarında 3.5 milyon varil civarındayken, 2003 ABD müdahalesi sonrasında 400 bin-500 bin varile kadar düşmüştür (Selvi, 2009: 92). 

Zaten bu dönemden sonraki süreçte de, ülkede sağlanamayan istikrarın etkisiyle petrol gelirleri ihracatın büyük bir kısmını kapsamasına rağmen geçmişe göre düşük bir seviyede kalmıştır. 

Irak petrol ihracatı kapsamında dahil olduğu petrol boru hattı projeleri vardır. Bu projelerden Türkiye-Irak Petrol Boru Hattı hayata geçirilmiş projelerden biridir. Bunun dışında Irak, tarihsel olarak birçok petrol boru hattı projesine dahil olmuş ve gerçekleştirmiştir. 
1977 yılında, Ceyhan’a Türkiye ile boru hattı inşa edilmiş, öncesinde Suriye ile birlikte inşa edilen boru hattıyla ile birlikte birleştirilmiştir (Etheredg, 2011: 39). 
Öncesinde, 1934 yılında İsrail’e Hayfa’ya bir boru hattı yapılmıştır. 1948’e kadar işleyen bu boru hattı, Filistin ile İsrail arasında savaşın patlak vermesiyle Irak tarafından sonlandırılmıştır (Zedalis, 2009: 13). 
Bunun yanında, Irak-Suriye-Lübnan (ISL) boru hattı, yapıldığı andan itibaren en yoğun kullanılan hat olmuştur. Ancak 1980 yılında gerçekleşen Irak-İran 
Savaşı ile birlikte, bu hattın kullanımında yeni sıkıntılar doğmuştur (Zedalis, 2009: 14). 

Körfez Savaşı Sonrası Türkiye-Irak İlişkileri 

Soğuk Savaş sonrasında iki ülke ilişkileri dönem dönem değişiklik göstermiştir. 

Öncelikle iki ülke arasındaki ilişkilerde, çok problemli dönemler olmuştur. PKK terör örgütünün Irak’ta konuşlanması, Türkiye açısından iki ülke arasındaki en önemli sorunlardan biri olmuştur. Ayrıca 1990’lı yıllarda, iki ülke arasındaki su sorunları da ikili ilişkilerin sorunları arasındadır. 
Bunun yanında, Türkiye’de bulunan ABD üssü, Körfez Savaşları’nda Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’ne vermiş olduğu destek de, iki ülke ilişkilerinin sorunlarının arasında göstermektedir. 

Ancak tüm bunların yanında, ticari ve ekonomik bağlamda ilişkilerin de geliştiği dönem olmuştur. 

Irak’ın Kuveyt’i işgali ve sonrasında Körfez Savaşı’na Türkiye’nin Irak’ın aleyhinde tam destek vermesi, o dönemde iki ülke arasında sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bu sorunlar kapsamında, Türkiye’nin Irak ile olan ekonomik iş birlikleri, petrol taşımacılığı ve Türkiye ihracatına olumsuz etki bırakmış, savaş öncesinde 1 milyar dolar olan ihracat, savaş sonrasında 215 milyon dolara düşmüştür (Sağsen, 2011: 65). 

Aynı zamanda Birleşmiş Milletlerin Irak’a uyguladığı ambargo sonucu Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattı kapanmış ve Türkiye petrol hattından elde 
edilen gelirden mahrum kalmıştır. Uygulanan ambargonun niteliği, Türkiye’nin Irak ile olan ticaretini olumsuz yönde etkilemiştir. 1995 yılında Türkiye petrol hattının kapalı olmasından dolayı toplamda 20 miyar dolar zarara uğramış ve ambargonun kaldırılması için Birleşmiş Milletleri ikna etmeye çalışmıştır (İnan, 2013: 77). 1996 yılında, 1 milyar dolarlık satışın 3 ayla sınırlandırılması ile birlikte Birleşmiş Milletlerin kararıyla boru hattı açılmıştır. Açılış amacı, Irak’ın petrolden gelir elde etmesi ve elde ettiği geliri sadece ilaç, gıda, barınma gibi halkının insani ihtiyaçlarını giderebilmesini kapsamaktadır (Sağsen, 2011: 66). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECKTİR

***