Ali Özsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ali Özsoy etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2018 Çarşamba

Militan Demokrasi

Militan Demokrasi,



Ali Özsoy*

Militan Demokrasi


* İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi öğrencisi

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş'ın geçtiğimiz aylarda yayınlanan eseri "Militan Demokrasi", son yıllarda Türkiye'yi meşgul eden siyasi tartışmaların bir tarafı olarak önemli bir belge niteliğinde. Kitap Vural Savaş'ın çeşitli konuşmaları, makaleleri, Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatma davaları, Tayyip Erdoğan davasıyla ilgili iddianameleri ve Vural Savaş'ın seçtiği bazı makaleleri içeriyor.

Her kitap tarihe atılmış bir imza olarak algılanabilir. Özellikle 28 Şubat'tan beri Türkiye'ye hakim olmuş belli başlı polemik konularının ilk defa gazete köşelerinden çıkıp, taraflardan birinin düzenli ve açık bir fikir manifestosuna dönüşmesinin örneği bu kitap.

Nedir bu taraflar? İlk başta Refah-Yol hükümeti ve ona karşı olmak olarak adlandırılan kutuplaşma daha sonra pek çok bulanık ve yer yer yanlış sıfatlarla nitelendirildi. Tartışma ve siyasi çekişmeler "Askerler mi, siviller mi? Demokrasi mi, laiklik mi? Demokrasi mi, Cumhuriyet mi? Laiklik mi, vicdan özgürlüğü mü?" gibi gerçekliğin yalnızca bir tarafını, çoğunlukla da en yüzeysel yanını yansıtan ayrımlarla ifade edildi. Aslında birbirinden çok farklı olmayan ve çoğunlukla da birbirinin olmazsa olmaz tamamlayıcıları olan kavramlar, son yıllarda birbirinin zıttı ve yok edicileri gibi çeşitli siyasi odaklarca silahlaştırıldı lar.

Vural Savaş, başından itibaren bu tartışma ve çekişmelerin tam ortasında bulunan biri. 28 Şubat'la başlayan süreçte Genelkurmay Başkanı kadar tarihi rollere imza attı. Ve kendisinin de kitabında belirttiği gibi Türkiye'deki laiklik ve cumhuriyet mücadelelerinde "tarafsız" bir hukuk adamı olarak değil, Atatürk'ün belirttiği anlamda Cumhuriyet'ten yana "taraflı" bir hukuk adamı olarak yer aldı.

Kitap, gericiliğe karşı bir hukuk mücadelesinin ürünü. Bu mücadelenin içinden Vural Savaş, Türkiye'de bugün varolan iki esas ideolojik kutuplaşmanın birinin sözcüsü olarak çıkıyor. Cumhuriyet, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, vicdan özgürlüğü gibi tüm kavramların, bütünlüklü bir kavrayışla sentezini oluşturmak için ortaya çıkarılmış bir eser diyebiliriz kitap için. Tüm bu kavramları tamamen farklı bir bakış açısıyla kaynaştırıp, Vural Savaş'ın durduğu noktanın tam zıddına ulaşanlar ve Türkiye'deki ikinci esas ideolojik kutuplaşmayı oluşturanlar da var. Bu kutup neo-liberal, ikinci cumhuriyeçi olarak adlandırılabilir. Sonuçta, adeta kavramlar üzerine bir savaş veriliyor. Kimse kavramları karşı tarafa bırakmak istemiyor.

Elbette bu savaş, bilimsellikten ve düşünsel tutarlılıktan sık sık sapabiliyor. Ancak Vural Savaş'ın kitabı bilimsel ve hukuksal açıdan önemli bir düzeyi ve tutarlılığı yakalayarak bir yerlere ulaşmaya çalışıyor. Uluşılan nokta ise: "Militan Demokrasi" kavramı. Bu kavram Vural Savaş'ın kendi buluşu olmadığı gibi Türkiye'de siyaset ve yönetimde önemli bir çevrenin gittikçe rejim tarifi olarak daha sık kullandıkları bir adlandırma. Sonuç: laiklik, ulusal bütünlük, cumhuriyetten asla ödün vermeyen, ulusal bağımsızlık konusunda daha duyarlı ve tüm bu hassasiyetler üzerinde kurulu bir demokrasi anlayışı. Şüphesiz bu anlayış kendi kendine birden ortaya çıkmadı. Türkiye'nin karşılaştığı gericilik, bölünme ve sömürgeleşme gibi tehlikeler son yıllarda bu kadar yoğunlaşmasıydı böyle bir rejim tarifine de gerek kalmayacaktı. Türkiye'ye ve halkımıza yönelik tüm bu tehlikeler sonuçta, kendi içinden çıktığı rejim için dahi önemli birer tehlikeye dönüştü. Cumhuriyet'in devrimci yıllarından bu yana uzun süredir belki de ilk defa rejimin savunulması adına ilerici bir tavır ortaya çıktı. 

Vural Savaş bu ilerici ve Cumhuriyetçi tavrın en keskin örneği. Düşüncelerini bu yüzden enine boyuna ele almamız ve tartışmamız gerekli. 

Militan Demokrasi Terimi

"Militan demokrasi" terimi 2. Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkıyor. Almanya'da Nazi partisinin, İtalya'da Faşist partinin demokrasiyi kullanarak güçlenmeleri ve iktidara gelmeleri Avrupa ülkelerinde ve özellikle Almanya'da mücadeleci, kavgacı, militan olarak adlandırılabilecek bir demokrasi anlayışının yerleşmesine sebep oluyor. Almanya'nın Bonn Anayasası 21. maddede "Streitbare Demokratie" terimiyle bu anlayışı vurguluyor. 

"Militan demokrasi", demokrasinin kendini sürekli olarak düşmanlarına karşı aktif olarak koruması anlamına geliyor. Demokrasiyi tehlikeye atabilecek her türlü düşünce, eylem, örgütlenme veya partinin gerekirse daha tehlikeli hale geçmeden hatta eyleme dahi geçmeden engellenmesi, cezalandırılması demokratik rejimin hakkı olarak görülüyor.

"Ateşe ateşle mukabele" militan demokrasinin rejim düşmanlarıyla mücadele tarzı. Kavramın kendisinin ve uygulamalarının 2. Dünya Savaşı'nda tek parti diktatörlüğü ve faşist rejim deneyimi geçirmiş ülkelerde daha anlamlı olduğu kuşkusuz. Vural Savaş özellikle son 50 yılda militan demokrasi anlayışının klasik liberalizmin gittikçe daha çok yerini aldığını iddia ediyor.

"Demokrasilerde parti kapatılır mı?" tartışmalarına Vural Savaş, Avrupa ve Amerika'da süren militan demokrasi tartışmalarıyla katılıyor. Savaş'ın, pek çok örnek ile gösterdiği gibi ister "militan" olsun ister olmasın kendini demokrasi olarak nitelendiren ve çok partili parlamenter hayata sahip pek çok ülkenin partileri kapatabildiği veya yasal yollarla faaliyetlerini kısıtlayabildiğini, bir düşüncenin veya düşünce akımının cezalandırılabildiğini görebiliyoruz.

Aslında demokrasilerde parti kapatılmaz fikri her zaman boş bir polemik olarak kaldı. Belli ülkelerde şu anda parti yasaklarının olmaması bunun geçmişte hiç olmadığı veya gelecekte hiç olmayacağı anlamına gelmiyor. Bu tür sorunlar toplumsal, siyasi ve ekonomik çelişmelerin derinleştiği ülkelerde her zaman ortaya çıkabiliyor. O ülkenin kendini demokratik olarak adlandırıp adlandırmaması bu gerçeği değiştirmiyor. Kitap verdiği onlarca örnekle bunu kanıtlıyor. Almanya'da Komünist Parti'nin (KPD) ve aşırı sağcı SRP partisinin 1950'lerde kapatılması, ABD'de Amerikan Komünist Partisi'nin kapatılması ve üyelerinin uğradığı baskılar, İngiltere'de IRA yanlısı Sinn Fein partisine yönelik halen devam eden kısıtlamalar, İtalya'da faşist parti yasakları... 

Son yıllarda ülkemizde yaratılan liberal batı demokrasileri fetişizmini ve bu fetişizmin hayat bulduğu hayaller dünyasını yıkmak aslında gerçek hayata biraz olsun bakınca çok kolay. Demokrasi, diğer bütün rejimler gibi sonuçta bir devlet yönetim biçimi ve tamamen tarihsel ve ekonomik şartlara dayalı sürekli değişebilen, gerektiğinde devletin bütün otoriterliğini hem iç hem de dış "düşmanlara" karşı gösterebilen bir rejim. 

Demokrasiyi herkesin baştan belirlenmiş belli, çok adil kurallara uyarak oynadığı şirin bir oyun zannedenler ya hiç bir tarih ve toplumbilim bilgisine sahip olmayan kişilerdir ya da basbayağı iki yüzlü bir tavırla demokrasiyi herkesi uyutmak için sihirli bir tılsım gibi kullanmak isteyenlerdir. Demokrasiler yalnızca Türkiye gibi azgelişmiş ve toplumsal dengeleri hassas ülkelerde değil, en eski demokrasi deneyimine sahip ülkelerde dahi büyük çalkantılara uğrayabilir. Hatta çağımızın en antidemokratik deneyimlerinin günümüzün "demokratik Batısında" yaşandığı yakın geçmişin gösterdiği açık bir gerçek.

Aslında Vural Savaş ne Refah ne de Fazilet Partisi kapatma davaları iddanemelerinde bu polemiklere girmek zorunda değil. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti yasaları hem başsavcılara hem de mahkemelere zaten parti kapatmak için gerekli yetkileri vermiş durumda. Ancak Vural Savaş bu davaların güncel ve siyasi değerinin farkında. Bu davalar sadece iç politika değil, bir dış politika meselesi haline bile gelmiş durumda. Dolayısıyla kanunları ve anayasayı savunurken başsavcı, meşru zeminini güçlendirebilmek için güncel ve tarihi polemiklere girmekten hiç sakınmamış. 

Şekilci demokrasi anlayışının sık sık demokrasinin özünden uzaklaşıp "Demokrasilerde parti mi kapatılırmış?", "Demokrasilerde düşünceye sınır mı olurmuş?", "Demokrasilerde vicdan özgürlüğü nasıl sınırlanabilir?" gibi itirazlarının çürütülmesi, Vural Savaş'ın verdiği gerçekçi örneklerle kitabın başından itibaren başlıyor. Savaş'a göre demokrasi bir "hoşgörü" rejimi ve bu hoşgörü ortamını zedeleyebilecek her olgu demokrasiye aykırı olduğu için yasaklara tabi tutulabilir.

Buraya kadar herşey doğru. Gerçekten de demokrasilerde yasak da olur parti de kapatılır. Hatta demokrasiler soylulara ve ruhban sınıflarına yasak hatta şiddet uygulayarak ortaya çıkmıştır. Ancak "rejimi ve demokrasiyi" korumak pahasına konan her yasak ve her parti kapatma olayı gerçekten "demokratik" ve haklı mıdır? İşte bu nokta tartışılabilir. Vural Savaş, demokrasiye şekilsel bakış açısını eleştirebilmek için hukuka, hukuk devleti kavramına ve tarihe sarılıyor, ama tarihteki her yasak ve parti kapatma olayını kendi görüşlerine dayanak olarak aldığı için başka bir şekilselliğin, hukuki şekilciliğin tehlikeli alanlarına giriyor, tarihsel bakış açısından uzaklaşabiliyor

Demokrasi ve Laiklik

Ülkemizde son yıllarda en çok yürütülen demagojilerden biri demokrasi ve laikliği birbiri ile çelişen kavramlar olarak sunmak. Demokrasi geliştikçe laikliğe gerek kalmayacığını ileri sürmek. Bu yalnızca şeriatçı çevrelerin ucuz bir siyasi söylemi olarak kalmıyor, liberallerce allanıp pullanıp çok ciddi akademik bir tezmişcesine ortaya konuluyor. Laikliğin ileri Batı ülkelerinde vicdan özgürlüğünden ibaret olduğu, zaten tersinin de olamayacağı çünkü demokrasinin özgürlükler rejimi olduğu bu tezin temel dayanağı.

Burada hem demokrasi hem de laiklik kavramlarının anlamı ve tarihsel gelişimleri üzerine bir aldatmaca söz konusu. Demokrasi, tek başına özgürlükler rejimi olarak adlandırılamaz. Hatta demokrasi aynı zamanda özgürlüklerin kısıtlanması ve dengelenmesi rejimidir. Zaten demokrasi önce kiliselerin sonra da kralların özgürlüklerinin kısıtlanması, sık sık da tamamen ortadan kaldrılmasıyla ortaya çıktı. 

Kapitalizm üzerine gelişen demokrasi, kendi içinde de pek çok kısıtlamalar ve dengelere sahiptir. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki denge aynı zamanda her birinin yetkilerinin kısıtlanmasına dayanır. Bireyin vicdan ve fikir özgürlüğü dahil her türlü özgürlüğü de ancak onu ifade edebileceği demokratik bir kamu alanında anlam kazanabileceğine göre, kamusal alanda kanunlar ve uyguluyacıları aracılığıyla sınırlanır. Bu sınırlamalar bireylerle de sınırlı kalmaz bireylerin oluşturduğu parti, dernek gibi örgütler için de geçerlidir.

Demokrasinin gerçekleştiği ülkenin tarihi gelişimi, toplumsal-ekonomik sistemi, sınıfların ve siyasi partiler arasındaki güç dengeleri elbetteki özgürlükler üzerindeki sınırlamaların niteliği ve niceliğini değiştirir. Fakat bu o ülke de demokrasinin varlığını ortadan kaldırmaz. 

Ancak tabi ki demokrasinin olmazsa olmazları da vardır. Laiklik bunlardan biridir. Laiklik düşünüldüğü gibi yalnızca vicdan özgürlüğünün sağlanması, düzenlenmesi (ve bir yandan da kısıtlanması) olarak ortaya çıkmamıştır. Hatta laiklik bireysel vicdani tartışmalardan çok, siyasi toplumsal mücadelelerden ortaya çıkmış bir kavramdır. Vural Savaş, laikliğin tarihsel gelişimini ve demokrasinin gelişiminde oynadığı önemli rölü Lord Acton'dan yaptığı alıntılarla vurguluyor. Devletin kiliseye ve onun egemenliğine karşı vermiş olduğu mücadelenin ürünü olan laiklik, dolaysız olarak milletin egemenliği haricindeki her türlü kişisel ve tanrısal egemenliğe karşı savaşmanın kurumsal ve fikirsel birikimini yaratmıştır. Bu da krallıkların devrilmesine, cumhuriyetlerin ve parlamenter rejimlerin kurulmasına yol açmıştır.

Laiklik, aslında ilahi egemenliğe ve dine karşı halkın örgütlenebilme ve iktidar sahibi olabilme hakkıdır. Dolayısıyla laiklik demokrasinin ne karşıtı ne de tamamlayıcısı. Tersine demokrasinin en temelinde yatan taşlarından biri. Demokrasinin varolabilmek için yarattığı ilk kurumsal ve kavramsal mevzilerden biri. Vural Savaş bu nokta üzerinde duruyor. Laikliğin demokrasinin teminatı olduğu sık sık vurgulanıyor. Ülkemizdeki demokratik gelişmelerin sık sık laiklik karşıtı gerici hareketlerle sekteye uğratıldığı belirtiliyor.

Laiklik ile demokrasi doğru ve bilimsel bir temelde birleştiriliyor.

"Ülkemizde, tam ve mükemmel olmasa dahi demokrasiyi getiren rejim laik cumhuriyet rejimi olmuştur. Laik cumhuriyet yokedildiği takdirde demokrasi de, belki de bir daha gelmemek üzere gidecektir."

Laikliğin ve cumhuriyetin demokrasi için anlamı yerli yerine oturtuluyor ama Vural Savaş'ın sözlerindeki bir ifade de gözden kaçmıyor. "Tam ve mükemmel olmasa dahi..." Bu sözlerde bir gerçek olmasının yanında demokrasinin geleceğine ilişkin değil daha çok geçmişte elde edilmiş değerlerinin korunmasına (şüphesi geleceğimiz için bu da çok önemli ama yeterli değil) ilişkin oldukları da şimdilik not etmemiz gereken başka bir gerçek.

Gericiliğe Demokrasi Yok!

Vural Savaş'ın mücadelesinde güç aldığı gerçek nedir? Bunun Avrupa'da yürüyen "klasik liberal demokrasi mi yoksa militan demokrasi mi" tartışmalarında bir tarafı tutumaktan çok farklı olduğu açık.

Türkiye'nin demokrasi tarihindeki en önemli atılım 1923'te kurulan Cumhuriyet'in, peşi sıra gelen devrimlerin ve yaratmaya çalışılan çağdaş toplum için oluşturulan laik ve demokratik yapının ürünü olduğu açık. 

Vural Savaş bu konuda kendini açıkça ve korkusuzca taraf ilan ediyor. Çünkü demokrasinin ve Cumhuriyet'in gericiliğe karşı tarafsız kalmak gibi bir durumu olamaz. Halkın aydınlanması, örgütlenmesi, kendi egemenliğini pekiştirmesi irticayla çatışan bir sürecin ürünü.

Vural Savaş, Atatürk'ün demokrasisini "militan demokrasi" olarak nitelendiriyor. Burada kavramsal bir tartışmaya girmenin ve Alman Anyasası'nın 21. maddesiyle Atatürk dönemi anayasaları karşılaştırmanın pek bir anlamı olacağını sanmıyoruz. Atatürk'ün dönemindeki devrimci iktidar, doğru yanlış pek çok tamlamaya layık görüldü. Bir yenisini de Vural Savaş eklemiş oluyor. Ama buradaki gerçek anlam şudur: Türkiye yargısının ve hukuk adamının yıllar sonra yeniden Cumhuriyet ve demokrasi düşmanlarına, gericiliğe, karşıdevrime ve irticaya karşı bir savaş başlattığı görülüyor. 

Vural Savaş M. Kemal Atatürk'ten yaptığı alıntıyla (9 Ekim 1925) "gericiliğe özgürlük yok" diyen bu yeni anlayışı şöyle özetliyor:

"Devrime karşı koyan muhalefetin özgürlükten ve yasadan yararlanmaya hakkı yoktur. Bireyin değil, bireylerin tamamını ifade eden toplumun ve devletin yararı her düşünce ve kaygıdan önce gelmelidir. Sınırsız bireysel özgürlük ve kişisel çıkar peşinde olanlar, kendi emellerini, çıkarlarını ulusun yüksek çıkarları ve özgürlüklerinden üstün tutanlardır. Sınırsız kişisel özgürlükler, kişisel çıkarlar, uygar ve düzenli toplumları, devletleri yıkarak anarşiyi ve çoğunlukla zorbalığı yaratır. Anarşi ve zorbalık, doğrunun yanlışa, zayıfın güçlüye yenilmesi sonucunu doğurur.

Savcılık, karar değil, dava makamıdır. Yargılama sırasında ve duruşmada, savcıların kendilerini herhangi bir taraf sayarak ısrarla açıklamaları ve görüşlerinin kabul edilmesini ve desteklenmesini sağlamak için tüm tarihsel ve yasal araçlardan yararlanmayı ihmal etmemeleri gerekir.

Kamu hukuku adına ortaya koyduğu bir talebin desteklenmesini sağlayamamanın, bir Cumhuriyet Savcısı için övünülecek bir konu olamıyacağını hatırlatmak isterim."

Şeriat Demokratik Midir?

Vural Savaş, hem Refah Partisi hem de Fazilet Partisi kapatma davalarında din ve çağdaş cumhuriyet ilişkisini detaylı olarak inceliyor.

Özellikle şeriatçı çevrelerin kendi yorumları Kuran'dan ayetler ve açıklamaları ve İslam hukukuna dayanılarak, şeriatın demokrasiyle çeliştiği, çağdaş ve laik bir ülkenin hukuk sisteminin dine ne dayalı olabileceği ne de oradan destek alabileceği vurgulanıyor.

İslam'ın cihad, düşünce, inanç ve vicdan özgürlüğü, kadın hakları gibi konulardaki düşüncelerinin laik, demokratik, hukuk devletiyle asla bağdaşamayacağı vurgulanıyor. İddianame, Refah Partisi ve Fazilet Partisi'ne yönelik kuru bir "dininimizi kullanıyorlar" eleştirisinden sıyrılıyor, dine ve şeriata tarihsel, aydınlanmacı bir bakış açısıyla gerici ideolojinin mahkum edilmesi üzerine kuruluyor.

Parti kapatma davalarındaki iddanamelerin hukuki yönünün yanında siyasi ve ideolojik boyutu açıkça yer alıyor. Bu olumsuz değil tersine olumlu bir yan. Şeriatçı partiye karşı tavır prosedürlere uymamalarından değil, Cumhuriyet ve laiklikten yana tavizsiz tavırdan kaynaklanmalı. 

Batı ve Türkiye

Kitabın içerdiği geniş örnekler dizisi Amerika tipi laiklik, Avrupa tipi laiklik, Faransa tipi laiklik, Türkiye tipi laiklik gibi bir yığın gereksiz tartışmayı da boşa çıkarıyor.

Tıpkı demokrasi ve cumhuriyet gibi laiklik de varolduğu ülkenin öznel koşullarına ve tarihi gelişimine göre kurumları ve uygulamalarıyla çok çeşitli şekiller alabiliyor. Ancak özde değişmeyen bir ilke her zaman için mevcut. Laikliğin değişmeyen şartı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılması, yani dünyaya aklın ve bilimin hükmetmesi, inanç ve dinin ise bireysel vicdanla sınırlandırılması. Bu aynı zamanda dinin, hukuk, bilim ve aklın egemenliği altına alınması demek oluyor.

Bu bağlamda din özgürlüğünün uğradığı sayısız kısıtlama laikliğin olağan bir yönü olarak her ülkede görülebiliyor. Amerika'dan İsviçre'ye, Fransa'dan İngiltere'ye sayısız uygulamalar anayasal ilkelerin ve laikliğin pek çok dinin inanç, ibadet, davranışı sınırlandırabileceğini gösteriyor. Hukuk devleti ve anayasanın korunması gerektiği durumlarda parlamentoların aldığı kararlar bile anayasaya ve laikliğe aykırılıktan iptal edilebiliyor. 

Türkiye'nin buradaki tek ayrıcalıklı konumu, irticanın ve laikliğin çok daha güncel meseleler olması, siyasi partilerin ve parlamentonun çok daha sık anayasayı ihlale kalkışmaları, dolayısıyla yargıyla, yasama ve yürütmenin çok daha sık çatışması. 

Vural Savaş, Batı’daki uygulamaları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) verdiği kararları ortaya koyarken Avrupa ve Amerika'nın sık sık çifte standart uygulayarak Türkiye'ye bu konularda baskı yapmasını da eleştiriyor. Kitaptaki dava iddianamesi veya mütalası gibi resmi yazılarda laiklik uygulamalarına Batı’dan sık sık örnekler verilirken, panel konuşmaları, makaleler gibi bölümlerde ise Avrupa Birliği ve Amerika'ya karşı tepkisel ve bağımsızlıkçı bir yaklaşımın hakim olduğu görülüyor.

Vural Savaş, yaptığı çağdaşlık tanımıyla da Avrupa'yla ilgili Kemalist kesimlere genel olarak hakim olan görüşlere benzer görüşleri dile getiriyor. Çağdaşlık eşittir demokrasi, cumhuriyet, laiklik olarak görülüyor. Bu değerlerin beşiği ve bugün de geçerli oldukları yer olarak Batı bir örnek olarak alınıyor. Ancak Batı'nın ve Avrupa'nın dayatmalarının çağdaşlıktan gittikçe uzaklaştırıp bağımsızlığımızı yıpratacağı vurgulanıyor. Dolayısıyla bugün AB'nin istekleri doğrultusunda girilen sürece karşı çıkılıyor. Batı’ya rağmen çağdaşlaşıp, sonra kendi şartlarımızla AB'ye girmeye çalışalım fikri ön plana çıkartılıyor. 

Demokrasiye Şekilci Bakış Açısı

Nasıl bir demokrasi istiyoruz? Ya da demokrasi nedir?

Türkiye'ye yaklaşık yarım asırdır hakim olan egemen güçlerin çok işine gelen şekilci bir demokrasi anlayışı demokrasiye en çok zarar veren siyasi çizgi.

Bu anlayış Türkiye'de güç dengeleri ve konumlanışların kendi lehine olduğunu ama bunun değişebileceğinin farkında. Dolayısıyla bugün varolan mevzilerini koruyabilmek için sahte bir demokrasi şiarının yükseltildiğini görüyoruz.

Türkiye'de bugünkü konumlarını tamamen ordunun siyasete karışması ve darbeleri sayesinde edinmiş olan bazı egemen ekonomik ve siyasi güçler, yine bu konumlarını pekiştirmek pahasına "sivilliğin" demokrasinin en önemli şartı olduğunu savunuyor. Gericilerin cirit attığı parlamento demokrasinin kalesi olarak ilan ediliyor...

Bunların hepsi siyasi gerçekler. Ama bir de genel bir gerçek var. O da şu: Demokrasiyi varolduğu ekonomik, soysal sistemden ve tarihi koşullardan soyutlayarak, özünden koparmak, onu yalnızca parlamentarizm, sivillik, gibi kavramların varlığına indirgemek demokrasinin gerçek hizmet etmesi gereken amaçtan, yani halkın örgütlenmesi, bilinçlenmesi ve kendi kendini yönetmesinden tamamen koparır. 

Zaten demokrasi kendi başına egemenlikleri, baskıyı, ayrıcalıkları ortadan kaldıramaz. Çünkü demokrasi adil bir ekonomik ve sosyal sistemle varolacak diye bir şart yoktur. Özellikle Türkiye gibi ağır sömürünün, gelir dağılımı dengesizliğinin varolduğu bir ülkede herşeyin şekilci bazı demokratik kurumların işleyişiyle düzeleceğini iddia etmek, aslında egemenlerin daha egemen olarak köşe başlarında ve iktidarda kalabilmelerinin sağlanabilmesi anlamına gelir. Dolayısıyla toplum gittikçe daha çok yoksulluğun, gericiliğin ve antidemokrasinin kucağına "demokrasi" yoluyla gittikçe itilir. 

Şekilci demokratların sık sık yineledikleri bireysel özgürlükler ve demokratik haklar somutta karşımıza rantçı ve tekelci işadamlarının sınırsız özgürlüğü, gerici yobazların lakiklik pahasına genişleyen özgürlüğü olarak çıkıyor.

Hukukun Siyasiliği ve Şekilciliği

Vural Savaş bu şekilci demokrasi anlayışına laiklik ve demokrasinin ayrılmazlığından yola çıkarak karşı çıkıyor. "Herşey bireyin özgürlüğü ve demokratik hakları için" diyen ve aslında bir azınlığın gittikçe artan diktatörlüğüne karşı şöyle bir formül ile karşı çıkıyor:

Kamu çıkarı ile bireyin çıkarı çakıştığı anda kamu, bireyin özgürlüklerini kısıtlar. Bu militan demokrasi anlayışının bir nevi özeti. 

Kuşkusuz bu anlayış ülkemizde cumhuriyeti ve devrimleri yıkıma uğratan birinci anlayışın karşıdevrimciliğine karşı önemli bir güç odağı oluşturuyor. Ama içinde zaaflar da barındırıyor. 

Kamunun çıkarı nedir? Bireysel çıkarla nerede ayrışır? Nasıl ona üstün gelir? Bunlar muğlak kalabilir. Kamu çıkarını belirleyecek olan nedir? Vural Savaş açısından bu, hukuk, anayasa, ulusal ve uluslararası kanunlar gibi gözüküyor. Dolayısıyla laiklik ve cumhuriyetin demokrasiyle çelişir gibi gözüktüğü yerde devreye militan demokrasi anlayışı giriyor ve problemi çözüyor. Ortaya öyle bir tablo çıkıyor ki, "demokrasi demokrasiyi koruyan rejimdir" gibi durağan ve kendini yenileyemeyen bir demokrasi tanımı gerçekleşiyor. 

Burada hukukun siyasiliği ve hatta siyasete tabi olduğu gözden kaçırılıyor. Vural Savaş, pek çok ülkede parti kapatmalarını örnek verirken bunların önemli bir kısmının tamamen haksız bir zeminde ve anti demokratik güçlerce gerçekleştirildiğini gözden kaçırıyor. 

1939-1940'larda Fransa ve İsviçre'de KP'lerin yasaklanmasının faşizmin ve Hitler saldırganlığının yükseldiği bir dönemde gerçekleşmesi nasıl gözden kaçırılabilir. 1950'ler Amerikası'nda McCarthycilik ve Komünist Parti'ye uygulanan baskılar, yüzbinlerce Amerikan vatandaşının anayasal haklarının tamamen hukuk dışı bir şekilde ellerinden alınması ne militan ne de militan olmayan demokrasiyle açıklanamaz. Soğuk Savaş'ın ve dünya çapında Amerikan müdaheleciliğinin gerçekliği bütün hukuki terimleri ezip geçiyor. Almanya'da uygulanan antiterör yöntemlerinin acaba Türkiye'ye örnek mi olması gerekir? Yoksa bu "demokratik" ülkelerin demokrasi konusunda iki yüzlülüğünün bir ibret belgesi mi? İtalya'da Gladio'ya karşı hukukun mücadelesini öven Vural Savaş, yine hukukun ve demokrasinin teröre karşı üstünlüğü adına Galdio'nun temelinde yatan kontrgerilla teorisinin üretici ve uygulayıcılarından J.F. Kennedy'nin terörle nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair sözlerine göndermelerde bulunabiliyor.

Tüm bu örnekleri kendi tarihsel şartlarından kopararak bugün gerici partinin kapatılmasıyla karşılaştırmak ve tarihsel dayanak olarak görmek demokrasi anlayışında başka bir şekilciliğin kapılarını açıyor.

Hukukun tarafsızlığı ve üstünlüğüne bu körü körüne inanç uluslararası hukuk ve self-determinasyon konusunda en uç ve yanlış noktaya ulaşıyor. En haklı ulusal mücadelelerin hatta işgal altındaki bir ülkenin halkının bile ulusal kurtuluş için şiddet kullanılması uluslarası hukuk açısından, dolasıyla Vural Savaş için “terör” sınıflandırmasına giriyor. Bu anlayışa göre “uluslararası hukuk” ve antlaşmalara karşı ayaklanıp bunları yırtıp atan dünyanın ilk ulusal bağımsızlık savaşı olan Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı bile terörist olarak nitelendirilebilir. Hukuğun en adaletsiz durumların ve en meşru terörizmin aracı olabileceğinin en güncel örneği olarak ise, onbinlerce Filistinli’nin kanı üzerinde yükselen İsrail işgalciliği gösterilebilir. Bir çocuğun attığı taş arkasına hukuki dayanak bulamadığı için terör aracı olurken, İsrail’in sivillerin üstüne attığı bombalar yasal sayılabilir. 

Vural Savaş, tarihselliğe yaklaştığı noktada bu yanılgılardan uzaklaşıyor. Nitekim 1950'lerde Almanya'da yasaklanan KPD'nin bugün aynı program ve ideolojiyle varolabilmesi, Almanya'da radikallerin somut bir tehlike oluşturmamasına bağlanabilmekte. Demek ki herşey hukukun işleyişi ve demokrasinin kendini otomatikman korumasıyla ilgili değil. Siyasi konjonktür, pek çok yanlı hukuki süreci de beraberinde getiriyor. Almanya'ya gitmeye gerek yok. 10 yıl önce aynı yasalarla, aynı gerici partileri kapatacak gücü Türk yargısı kendinde bulamazken, siyasi dengelerdeki değişiklik bunu bugün mümkün kılıyor.

Militan demokrasinin Türkiye'de uygulanabilmesi için ise Vural Savaş şu önlemleri öneriyor: Terörle mücadelede İngiltere ve Almanya'da olduğu gibi medyaya sansür uygulamaları, cumhuriyet karşıtı eylemleri ve örgütlenmeleri engelleyebilmek için telefonların dinlenebilmesi için hukuki düzenlemeler, cezaevlerinin yeniden düzenlenmesi, seçim siteminin değiştirilmesi, 163. maddenin geri getirilmesi... 

Acaba tüm bunların ve benzeri uygulamaların gerçekleşmesi Türkiye'de laiklik, cumhuriyet ve demokrasi üzerine tehlikeleri engeleyebilecek midir? Hiç sanmıyoruz. Sadece hukuki önlemlerle şeriatın, gericiliğin, göğüslenmesi mümkün olsaydı, Türkiye bu noktaya hiç gelmezdi. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kanunları zaten laiklik için yeteri kadar güvenceyi içeriyor.

Aslına bakılırsa Türkiye'de gericiliğin bu kadar yaygınlaşmasının baş sorumlusu da militan demokrasinin sürekli yasaklayacağı veya baskı altında tutacağı radikal dinci parti de değil. Militan demokrasiye son derece hukuki gözükebilecek ANAP, DYP, AP, DP gibi merkez sağ partiler, hatta devletin kendi bürokrasisi gericiliğe bir takım ekonomik ve siyasi çıkarlar karşılığı büyüyeceği sıcak yuvayı sağladılar. 

Bugün militan demokrasi anlayışını ve laikliği savunan pek çok çevrenin bile Kanun Hükmünde Kararnameler tartışmasında KHK'lerin göründüğü gibi gericiliğe vurmayacağını, MHP gibi aşırı sağ ve merkez sağ partilerin çıkarlarına hizmet edebileceğini görebildiğini ve hukukun doğru ellerde ve doğru tarzda uygulanması gerektiğini teslim ettiğine tanık oluyoruz.

Türkiye'de gericiliğin kaynağının hukuki zaaflar ve aymazlıklar değil, derin ekonomik problemler ve sistem sorunları olduğu açık.

Türkiye'de Demokrasi Sorunu ve Halkın Örgütlenmesi

Vural Savaş'ın gericiliğe, bölünme tehlikesine ve sömürgeleşmeye karşı aldığı tavırlar son derece yerinde ve ileri tavırlar. Ama Türkiye'nin geleceğine dair her problemin çözümünü militan demokraside görebilir miyiz, bu kuşkulu.

Formulü kamunun çıkarının ve hukukun bireyin çıkarından üstün olması şeklinde değil, halkın çıkarlarının, ilericiliğin, halkın gerçek demokratik haklarının şekilci ve çarpık demokrasiye üstün olması şeklinde kurmaktan yanayız. 

Demokrasi, devrimci bir bakış açısıyla ele alındığında çok yönlü bir süreç olarak karşımıza çıkacaktır. Bunun bir yönü dine karşı halkın ve bilimin örgütlenebilme ve yönetebilme özgürlüğü olan laikliktir. Diğer bir yönü ekonomide feodal yapının tasfiyesi, köylünün ve ümmetin özgürleşmesidir. Geleceğimiz açısından en çok önem taşıyan yönü ise demokrasinin gerçek anlamda yaşanabileceği bir toplumsal yapıya kavuşabilmek için halkın kendi çıkarları doğrultusunda örgütlenebilme, siyaset yapabilme, ekonomik ve sosyal çıkarlarını koruyabilme ve nihayet iktidar olabilme hakkıdır. 

Vural Savaş Türkiye’de demokrasinin eksikliği ve çarpıklığının sebebi olarak Batı’nın tersine feodal kalıntıların, cehaletin, geri kalmışlığın, fakirliğin ve radikalliklere eğilimin olduğunu vurgularken bir nokta da haklı. Ancak bu demokrasinin nasıl geleceğine ilişkin bir fikir değil, neden gelemediği ve militan demokrasiye ihtiyaç duyulduğuna ilişkin bir fikir. Sanıldığının tersine demokrasi yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada “sallantıda” olan bir rejimdir. Çünkü demokrasinin özgürlük, eşitlik, kendi kendine yönetme gibi idealleri içinde varolduğu kapitalist sistemin sömürü, egemenlik ve baskı ilişkileriyle hep çelişki içerisindedir. Bu demokrasinin kendi çelişkisidir de aynı zamanda. Sadece Türkiye gibi geri kalmış ülkeler de değil, Avrupa ve Batı ülkelerin de de radikalliklere ve şiddete sık sık rastlanır. Yeter ki sömürge ve yarı sömürgelerinden gelen refah kaynağı biraz kısılsın.

Dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin niçin tam anlamda var olamadığının açıklanmasından sonra, radikal uçlara gidişi engellemek, statükoyu en azından demokrasinin koşulları oluşana kadar (bunun da nasıl oluşacağı meçhul) korumanın demokrasi için yapılabilcek tek şey olduğuna katılmıyoruz. Tersine Türkiye’nin demokratikleşmesinin tek yolunun feodal kalıntılar, fakirlik, dışa bağımlılığa karşı halkın “radikalliğinin” devrimci, ilerici ve demokrat örgütlenmesi ve mücadelesi için kullanılması olduğunu düşünüyoruz. 

Vural Savaş'ın Cumhuriyet ve laikliği korumak için bir hukuk adamı olarak geliştirdiği ilerici duyarlılık anlamında militan demokrasi, yani gericiliğe özgürlük tanımamak anlayışı, tam da bugünün Türkiye'sinin en demokratik ihtiyaçlarından biri. 

   Fakat bugün Türkiye'de militan demokrasi pek çok çevrece yalnızca ilerici ve hukuki bir duyarlılık olarak değil, rejim sorununa bir çözüm olarak algılanıyor. Açıkça belirtmek gerekir ki, bu tür bir rejim ve konumlanış Türkiye'yi geriye çekmek isteyen kollara bir noktaya kadar direnebilir ama bunu yaparken ileriye atılacak gücü kendinde bulamayabilir. 

İleriye ve ilericiliğe açılan kapıları kapatan bir anlayış bir noktadan sonra hem gericiliğe karşı militanlığını hem de demokratlığını yitirebilir. Sağlam bir statüko ve kendini çok iyi koruyabilen militan demokrasi ileriye açık olmazsa, bir gün gericilik karşısında kendini çok korunmasız bulabilir.


***

27 Kasım 2015 Cuma

İSRAİL SENİNLE GURUR DUYUYOR



İSRAİL  SENİNLE  GURUR  DUYUYOR




Ali Özsoy
07.08.2008


İsrail seninle gurur duyuyor!

Simon Peres niçin Tayyip Erdoğan’a hayran

Tüm dünya kamuoyu İsrail’in Lübnan’ı işgalini ve katliamlarını nefretle kınayarak izliyor. Mazlumların emperyalizm ve Siyonizme kini ve savaşma azmi artıyor. Türkiye’de bu hisler çok daha güçlü ortaya çıkıyor. Sağlı sollu tüm partiler “taban” dedikleri Türk Milleti’nden kopmamak için bu konuda genellikle hümanizmin ötesine geçmeyen kınama açıklamaları yapıyor.
ABD’nin asla izni dışına çıkamamış siyaset kurumunun halkı kandırmak için ortaya serdiği klasik bir oyundur bu. Türk Milleti İsrail’e düşmandır. Ama bunlar düşman olamaz. O yüzden görüntüyü kurtarmak zorundadırlar.
Bu kukla oyununu bırakırsak ve İsrail’in en azılı Siyonistlerinden bakan Simon Peres’in açıklamalarına kulak verirsek, sadece Türkiye için değil, “Büyük Ortadoğu” dedikleri bölge için çok açık bir gerçeği hemen görebiliriz.
AKP’li milletvekili ve hükümet üyelerinin timsah gözyaşlarına kanmayın. Bakın Peres ne diyor: “Türkiye’de AKP’nin iktidar olması hem İsrail için hem de dünya için çok büyük bir fırsattır. AKP’ye ve Tayyip Erdoğan’a İsrail olarak hayranız. Teşekkürlerimizi iletiyoruz.”
Bu kadar basit. Peres AKP hükümetinin ilk aylarında da “AKP bizim için Türk lokumu” demişti. Bu sözleri ise Lübnan’ın güneyinde Kana Kasabası’nı İsrail kasapları bombaladıktan ve 50’ye yakın çocuğu katlettikten hemen sonra söylendi.

Rastlantı değil... İsrail’e en dost hükümet

AKP iktidarına İsrail ne kadar hayran olsa yeridir. Çünkü AKP iktidarı, Türkiye Cumhuriyeti’nin İsrail’le en sıkı ilişkiler kuran, askeri, ekonomik ve siyasi her alanda işbirliğinin geliştirildiği ve en son İsrail’in Lübnan işgalinde olduğu İsrail politikalarına Türkiye hükümetinin en çok angaje edildiği bir dönemin sorumlusudur.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde İsrail’e en çok resmi gezi AKP döneminde gerçekleşmiştir. En çok bakan, başbakan ve resmi heyet AKP iktidarı döneminde İsrail’e gitmiştir. Yine İsrailli bakan, başbakan ve Cumhur başkanlarının Ankara’ya en çok geldikleri dönem AKP iktidarı dönemidir.

AKP’nin TBMM’de büyük bir çoğunluğunu ele geçirdiği son dönemde tarihimizde ilk defa Meclis’te “Türk-İsrail Dostluk Grubu” kurulmuştur. 160’ı aşkın “İsrail Dostu”yla en kalabalık dostluk grubunu AKP’li milletvekilleri kurmuştur.
Devam edelim.

AKP iktidarı sayesinde İsrail sermayesi ilk defa Türkiye’de stratejik kaynaklara el koymuştur. AKP iktidarı sayesinde İsrail’in satın aldığı Türk toprakları ve gayrimenkulları kat kat artmıştır.

Ve tüm bunlar ne zaman oldu? İsrail’in Filistin’e en vahşice saldırdığı dönemde bu “hayranlık duyulacak büyük dostluk” inşa edildi. Filistin direniş liderlerinin suikastla katledildiği, Arafat’ın zehirlenerek şehit edildiği, Filistin mülteci kamplarında İsrail’in büyük katliamlar gerçekleştirdiği ve İsrail’in Filistin topraklarını duvarlarla bölüp, yeni işgallere giriştiği bir dönemde, Tayyip Erdoğan Peres’te ve İsrail devletinde “hayranlık” uyandıracak bir “bölgesel liderlik” örneği ortaya koydu.
Aslında sadece AKP’ye değil, Türkiye’de gerici siyasi akımın tüm geleneğine ABD ve İsrail çok şey borçludur. Bugünden geçmişe tek tek örnekleri sıralayalım.
Sabetayist arayanlar aynaya baksın
ABD ve İsrail dostlarının Batı emperyalizmine bu sadakatini neyle açıklamalı?
İslamcılar komplo teorilerine çok meraklıdır. Herkes de bir Yahudi kanı ararlar. Özellikle son yıllarda dönmeler ve Sabetayistler üzerine teoriler ve spekülasyonlar ortalığı çok sardı.
Soner Yalçın’ın bir nevi Sabetayistlerin tarihini yazdığı Efendi-1 kitabını gericiler çok sevmişti. Soner Yalçın kitabında böyle bir şey demese bile hepsi Atatürk’ün dönme olduğu imaları ve iddialarıyla Türk Milleti’nin değerlerine her zamanki gibi saldırmaya başlamışlardı.
Atatürk’ün damarlarındaki asil Türk kanından kimse en ufak bir şüphe duymaz. Zaten tersi bir durum olsaydı ağızlarından köpükler saçarak bu konuyu kaşırlardı.
Ama Soner Yalçın, Efendi-2 kitabıyla İslamcı gelenek içindeki Sabetayist ve dönmeleri ortaya saçınca birdenbire tüm İslamcı kesim komploculuk karşıtı kesildi. Bunlar saçma sapan teorilermiş, dönme iddiaları derin devletin uydurmalarıymış.
Nakşi şeyhleri, Saidi Nursi ve Fethullah Gülen’in ırki ve dini olarak Yahudiliğe bağları var mı bilemeyiz. Soner Yalçın gibi geniş araştırma olanaklarımız yok. Özellikle Fethullah’ın Aksiyon dergisi bu konuda aşırı hassaslaşmış durumda. 

Yarası olan gocunur.

Kısacası her taşın altında Yahudi arayan gericilere tek öğüdümüz var. Dönün ve aynaya bakın. Genetik olarak Yahudi değilseniz bile ruhen ABD ve İsrail’in uşağısınız. Zaten Museviler sizi Musevi olarak da görmek istemez. Hizmetkarlar Musevilik dinine geçemez.

AKP Yahudi sermayesinin bekçisi

Gericiler gözlerini kısıp, tüm dünyadaki Siyonist komplodan bahsetmeyi, uluslararası Yahudi sermayesinin başımıza ördüğü çoraplardan bahsetmeyi çok severler.

Meğersem bu arka sokak tüccarlarının tüm derdi Yahudi sermayesinin desteğiyle biraz da kendi ceplerini doldurmakmış.

AKP iktidarı sayesinde adeta masal kahramanı gibi adından o çokça bahsedilen “uluslararası Yahudi sermayesi” Koç’u, Sabancı’yı veya herhangi bir yerli acentayı da aşarak tüm endamıyla Türkiye’nin içine girdi.
AKP iktidarının ekonomideki en kahramanca (!) ve şiddetli olarak verdiği mücadele, dünyaca meşhur Yahudi tefecisi Sami Ofer’i Türkiye’ye usulsüz ihaleler, kamu teşekküllerinin kanunsuz hisse satışları kanalıyla sokmak oldu. Yasalara karşı amansız bir mücadele veren Tayyip Erdoğan ve Kemal Unakıtan, bu talancı Yahudi sermayesine karşı çıkanları, “ırkçı ve antisemitist” olmakla suçladı.
Böylelikle on binlerce Müslümanı “helal sermaye, faizsiz kazanç, İslami kalkınma” palavralarıyla kandırıp dolandıranlar, Türkiye’ye Yahudi sermayesini fiilen, aracısız ilk sokan “kazanç ortakları” olma şerefine ulaştı. Sadece İsrail devleti değil, Yahudi sermayesi de sizinle gurur duyuyor.

Sınırlar İsrail’e, Telekom CIA-MOSSAD’a

Bu kadar yeter mi?

Yetmez. Siyonistin hayranlığını kazanmak için daha çok hizmet gerekir.
Devam edelim.

Bugün İsrail Lübnan’da bu kadar kolay katliamlar düzenliyorsa nedeni Suriye birliklerinin ABD ve tüm Batı dünyasının baskılarıyla Lübnan’dan çıkarılmış olmasıdır. Bu dönemde Abdullah Gül, Beşar Esad’ın kulağını çekip, akıllı olması için uyarmak gibi büyük bir misyon üstlenmişti. Washington, Tel Aviv ve Şam arasındaki “mekik diplomasisi” başarılı oldu diyebiliriz. Bugün Lübnan İsrail’in saldırılarına karşı korunmasız. Suriye de saldırılacak ülkeler sırasına girdi.
Ama AKP iktidarının İsrail’e hizmetleri bunlarla da sınırlı değil. Bilindiği gibi Lübnan’dan Suriye’yi çekilmek zorunda bırakan olaylar dizisi Hariri isimli Batı ve İsrail yanlısı bir sermaye babasının öldürülmesiyle başlamıştı. Lübnan’da Soğuk Savaş döneminden kalma, Batı tarafından örgütlü işbirlikçi ve Ortadoğu’nun genel nüfusuna aykırı etnik gruplar Hariri lehine, Suriye aleyhine gösterilere başlamış, Müslüman Arap nüfus ise karşı gösteriler yapmıştı.
Ama Hariri ailesine en ballı başsağlığı taziyesini yine AKP sundu. İsrail-ABD-İngiliz sermayesine paravanlık eden Hariri’nin Oger firması AKP sayesinde, Türkiye’nin en büyük ve en kârlı kamu kuruluşuna, Telekom’a el koydu.
Bu özelleştirmenin ekonomik yağma olarak ihanet kısmını bir tarafa bırakıyoruz. Sadece istihbarat anlamında AKP’nin, CIA ve MOSSAD’a ne büyük bir hizmet yaptığını daha geçtiğimiz haftalarda gazetelere yansıyan küçük bir haber ortaya çıkarıyor. Telekom’da çalışan 10 İngiliz, ajanlık suçlamasıyla gözaltına alındı.
Artık her gün ortaya çıkan Türk Ordusu’nun komutanlarına yönelik tele-kulak skandalları, suçsuz insanlara “telefon kayıtları” vesilesiyle komplolar düzenlenmesi olayları Türkiye için olağan olaylar haline gelmiştir. Sadece İsrail değil, CIA ve MOSSAD da sizinle gurur duyuyor.

Bu arada AKP’nin Türkiye-Suriye sınırlarını mayın toplama adı altında İsraillilere teslim etmek istemesini de hatırlatalım.

İsrail daha ne ister?

İsrail ile AKP ortak Filistinli toplama kampı kuruyor
Daha fazlasını da ister? İsrail’in istekleri bitmez. Ve AKP’nin tüccar kafalı olmakla övünen Başbakanı ve bakanları da bu isteklere hemen atlar.
Tayyip Erdoğan’ın son İsrail gezisinde imzalanan ve “büyük ticari proje”, “bölgesel barışın güvencesi”, “Türkiye’nin liderlik misyonu” olarak adlandırılan anlaşma bunlardan biri. İsrail Filistin’i parça parça işgal ederken, halkını da kendi topraklarında duvarlar örerek hapsediyor.

Tayyip Erdoğan ise bu duvarların çevireceği bir “serbest ticaret ve sanayi bölgesi”nde İsrail-Türk sermayesinin ortaklığıyla İsrail ile Filistin arasında “ekonomik ve ticari ortaklık temelinde barış köprüsü” kurmak hayalleri kuruyor.
Açıklama bu yönde. Ama gerçek ne?

İsrail Filistin halkından gasp ettiği topraklarda Filistinlileri karın tokluğuna işçi (ya da köle diyelim) olarak çalıştıracağı kârlı çalışma kampları kurma derdinde. Kendi güvenliğine çok düşkün olduğu için Filistinli işçileri Tel Aviv’de Kudüs’te görmek istemiyor. Ve bu toplama kampına bulduğu en iyi ortak Tayyip Erdoğan.
Kendisinin Filistinlileri de ikna edeceğini umuyorlar. Filistinlilere AKP eliyle İsrail’den gelecek barış ve özgürlük ancak böyle olur. “Serbest ticaret ve sanayi bölgesinin” duvarlarına da büyük harflerle şu sloganları yazsınlar: “Arbeit macht frei”, “Kazancımız faizsiz ve helâldir.”

Arafat’ın ölümüne sevinen “Müslümanlar”

Arafat’ın ölümüne dünyada en çok kimler sevindi?

Hatırlayalım. Bush bunu terörizmi kapatacak yeni bir dönemin başlangıcı olarak adlandırdı. ABD’ye göre zaten dünyadaki tüm Ulusal Kurtuluş Hareketleri ve liderleri teröristtir. Zamanında Atatürk için de ABD gazeteleri ve devlet adamları “eşkıya” derdi.

Arafat ölünce İsrail resmi bayram ilan etti. Sokaklarda Siyonistler dans etti.
Türkiye’de ve tüm Müslüman dünyada ise halk adeta Filistin direnişinin adı haline gelmiş Arafat için yas tutarken, bir büyük dış politika atılımı için daha heyecanlanan Abdullah Gül tıpkı Bush gibi sevincini saklayamadı. “Bundan sonra barış için daha uygun bir ortamın ortaya çıktığını” duyurdu.

Barış dedikleri, teslimiyet ve esaret. Arafat yaşarken gerçekten de buna asla boyun eğilmeyeceği ortadaydı. HAMAS ve El Fetih gerginliğine bu yüzden İsrail gibi en çok AKP sevindi. HAMAS lideri Türkiye’ye çağrıldığında Tayyip Erdoğan ABD ve İsrail’deki efendilerini kızdırmamak için kendisinden köşe bucak kaçtı. Dünyaya da “Biz Hamas’ı terörizmden vazgeçirmek için çağırdık” dediler. Kendi tabanlarına ise yüzsüzce İslamcı bir Filistin iktidarını destekledikleri propagandasını yaptılar. Sonunda yine İsrail’i memnun etmeyi başardılar.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor. Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda. Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.
K. Irak’a girmek “delilik”, Lübnan’da İsrail emrine girmek “fırsat”
AKP’nin İsrail için yapabileceği daha ne kalmış olabilir diyenler biraz beklesin.
AKP’nin kalan son bir hizmeti var: AKP İsrail için paralı askerlik yapmak için fırsat kolluyor.

İsrail her gün tepeden Lübnan’a bomba ve füze yağdırıyor. Ancak karada Lübnan işgali tıkanmış durumda. ABD’nin Irak’ta yaşadıkları İsrail’i oldukça korkutmuş gibi. Hizbullah direnişi kolay bir İsrail zaferinin bu sefer mümkün olmadığını açıkça gösteriyor.

Ateşkes olsun olmasın tartışması buradan kaynaklanıyor. İsrail’in Lübnan’ı işgal edemeyeceği ortaya çıktı. ABD önderliğinde uluslararası bir gücün Lübnan’ı işgal etmesini istiyor. ABD buna dünden razı. Ama önce Güney Lübnan’daki halkın tamamen katledilmesini veya göç ettirilmesini istiyor. Lübnan’da ortaya çıkan yeni Arap direnişinden onlar da korkuyor. Bu yüzden Bush ve Rice İsrail’e ateşkese kadar biraz daha vakit vermek gerektiğini savunuyor. Tüm Batı dünyası Arap direnişine karşı İsrail’in düzenleyeceği soykırım için verilen bu süreyi onayladı. BM zaten Irak işgalinden önce tarihin çöplüğüne atılmış bir sahtekarlık anıtı haline gelmişti. Şimdi ise İsrail katliamlarını resmi onaylayan mercii durumunda.

Türk askerine ve milletine haince saldıran ABD ve İsrail uşağı PKK teröristlerine karşı K. Irak’a girmeyi “delilik” ve “duygusallık” addeden AKP, ABD ve İsrail’in Lübnan’a Türkler uluslararası güç olarak girsin teklifine büyük bir sevinçle evet dedi.

Zaten İsrail’i tüm laf ebeliklerine rağmen bir kez bile Lübnan saldırılarından dolayı kınamayan AKP, kendisine biçilen yeni görevi memnuniyetle kabul etti.
Bush-Olmert’in güvendiği savaş gücü AKP
İşte AKP için “bölgesel liderlik” fırsatı doğdu. İsrail’in paralı askeri olarak Arap direnişine karşı Türk çocukları Güney Lübnan’a sokulacak. Hem Tayyip Erdoğan hem de Abdullah Gül buna ilkesel olarak onay verdiler. Hatta Tayyip Erdoğan heyecanla Blair ve Bush’la konuyla ilgili görüşmelere başladı.
İşte Cüneyt Zapsu’nun ABD’de bahsettiği “kullanılma fırsatı.” Hem “ecdadımızın, Osmanlı’nın topraklarına gidiyoruz” palavralarıyla iki yüzlü propaganda da yapabilirler.
Oysa Hizbullah ve Filistin sözde “barış gücüne” tamamen karşı. Gelenlerin bedel ödeyeceklerini açıkça duyurdular. Bu gücün amacı Güney Lübnan’ı İsrail’in güvenliği için işgal etmek olacak. İsrail Lübnan’daki Arap direnişinden böyle kurtulmayı hayal ediyor. ABD ise Lübnan’dan Suriye’ye sıçramayı planlıyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan BM kararı olsun gidelim diyor. Hiç merak etmesin. Irak’ın işgalini gecikmeli olarak onaylayan BM bu sefer erkenden Lübnan’ın işgali için karar verir.
ABD ve İsrail’in uluslararası gücü bu kadar çok istediği bir dönemde, Tayyip Erdoğan bu işgal gücüne “barış gücü” adı vererek hemen gönüllü yazıldı. İsrail’in yeni katliam sorumlusu Başbakan Olmert en çok güvendiği kişilerden birinin Tayyip Erdoğan olduğunu açıkça söyledi. “Barış gücü” dediklerinin ne olduğunu da gizlemeden ortaya koydu:
“… Türk hükümetine çok güveniyoruz. Güney Lübnan’a BM kararıyla yerleşecek güç, savaşçı birliklerden oluşmalıdır. İçinde Fransa, İngiltere, İtalya, Türkiye ve Avustralya yer alabilir. Onlar gelir gelmez ateşi kesebiliriz.”
İşte Tayyip Erdoğan’ın çokça bahsettiği ateşkes ve barış gücü çözümü budur. İsrail için “savaşçı birlikler” Lübnan’ı işgal edecek. İsrail’in 60 yıldır ezemediği Arap direnişi böylelikle bölgenin 1. Dünya Savaşı’ndan kalma eski sömürgeci güçleriyle ezilecek. Türk askeri ise kendi ülkesini de bölecek olan Rice’in bahsettiği “Yeni Ortadoğu Düzeni” için gurkalık yapacak. Zaten Tayyip Erdoğan dememiş miydi: “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı biziz.” Şimdi yaptıkları da tüm Ortadoğu’yu parçalamak olan bu projeye taşeronluk.
Olmert Lübnan’a NATO’nun gelmesini isterken, Tayyip Erdoğan “PKK’ya karşı Türkiye’nin güvenliğini NATO sağlasın” dedi. Aynı günlere rastlayan bu demeçlerdeki paralellik rastlantı değil. Türkiye değil tüm Ortadoğu’yu NATO kanalıyla ABD-İsrail işgali altına almak istiyorlar.
Bölücülüğü azdırıp, Türk askerini PKK’nın önüne canlı hedef gibi atan AKP iktidarı, bu sefer Mehmetçik’i ABD- İsrail ordusunun emrine verip kurban etmek istiyor. Eğer bunu gerçekleştirebilirlerse sadece ABD ve İsrail AKP’yle gurur duymaz, İsrail’deki işgalci Yahudiler ve ABD’nin emperyalizmin tehlikeli yönlerinden korunan tüm vatandaşları da sonsuz vefa borcu hisseder.
Yahudi Cesaret Ödüllü tek başbakan
Tayyip Erdoğan ise İsrail’e bu kadar hizmetten sonra emeklilik hayatını belki de İsrail’de devam ettirmek istiyordur. Vahdettin İngiliz gemisiyle Malta’ya kaçmıştı.
Amerikan Yahudi Konseyi’nden Yahudi Cesaret Ödülü olan “Davut Boynuzu”nu alan sadece Türkiye’den değil, tüm Müslüman dünyadan tek devlet adamı Tayyip Erdoğan’dır. Bir gün İsrail’e gidip, orada yaşamak zorunda kalırsa İsrailliler kendisini omuzlarına alıp: “İsrail seninle gurur duyuyor” diye karşılayabilirler.
Tabii hâlâ sığınabilecekleri bir İsrail kalır mı bilemeyiz. Onu da Ortadoğu halklarının mücadelesi tayin edecek. “Yahudi cesareti”ne karşı bizlerin cesaretinin mutlak ağır basacağını düşünüyoruz.
Gericilerin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi
ABD’nin ikiz çocukları: İsrail ve Yeşil Kuşak
AKP şahsında iktidar olan Kürt-İslamcılar, tarikatlar ve aşiretler koalisyonuna dayanmaktadır. Bu güçler hem Türkiye’yi onursuzca ABD ve İsrail’in kuklası yapmakta hem de çeşitli mitingler düzenleyerek Filistin halkı için timsah gözyaşları dökmektedirler.
Gerçek Müslümanlar artık bu oyuna gelmesin. Gericilerin tüm tarihinin emperyalizme ve Siyonizme uşaklık tarihi olduğunu görmek, zulme gerçekten karşı çıkmak için şarttır.
AKP’yi yoldan çıkmakla suçlayan SP, BBP gibi Kürt-İslamcı güçlerin küçük kalmış partileri, Türk halkında ABD ve İsrail’e karşı yükselen kini sömürmek istiyorlar.
Oysa bunların tümünün mayası aynıdır. Geldikleri yer de, geçmişte yaptıkları da, gelecek de gidecekleri yer de ortaktır.
Türkiye’de gericiliğin Batı emperyalizmine hizmeti ve Türk Milleti şahsında tüm mazlumlara ve Müslümanlara ihaneti İstiklal Savaşı’ndan günümüze sabittir. Osmanlı’nın İngiliz ve Hıristiyan uşağı son halifesi ve şeyhülislamı abdestli mi öldüler bilemeyiz. Ama “gavur”ların hizmetleri için önlerine attıkları son kemikleri kemirerek Türkiye dışında öldükleri bilinen bir gerçek. Yine de Vahdettin hepsinin “kahramanı”dır.
İngiltere yerini ABD’ye bıraktı. ABD ve İsrail’e uşaklık söz konusu olunca gericilerin bambaşka hizmetleri ve ABD’ye vefa borçları vardır. Türkiye’de Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı gerici hareket Menderes döneminde ABD sayesinde yeniden dirilmiş, yok olmak üzere olan tarikatlar serpilmiş ve sonunda iktidar olmuşlardır. Aynı Menderes İsrail’in kanlı lideri Gurion ile gizlice görüşen ve Türkiye’yi İsrail politiklarına ilk bağlayan sağcı-gerici siyasetçidir.
ABD’ye çıraklık yılları boyunca sürekli Atatürkçülere, devrimcilere ve milliyetçilere saldıran gerici hareketin beslendiği odaklar hep aynıdır. Sağ iktidarlar döneminde kanları bitlenir. Komünizme Mücadele Dernekleri, Milli Görüş hareketi, komando ve mücahit kampları hepsinin mezun olduğu Amerikan okuludur.
Rastlantı değildir. Türkiye’nin bağımsızlığı için İkinci Kurtuluş Savaşı başlatan devrimci gençler, aynı zamanda Filistin’in Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın da Türkiye’deki tek dostlarıydı. Devrimci gençlere CIA ve MOSSAD emrinde saldıran “mücahitler” ise “İslam” adına ABD ve İsrail’e hizmet etmeyi o yıllarda öğrenmişti.
Tayyip Erdoğan’ın “hocası” ve kimilerine göre “anti-siyonist” olduğu için devrilen Erbakan AKP’den çok önce “İsrail ile Ticaret ve Askeri İşbirliği Antlaşması” imzalamıştı. Milli Görüş geleneği devam ediyor. Hocası, Tayyip Erdoğan ile gurur duyabilir. Filistin’i susuzluğa mahkum eden İsrail’e ta Manavgat’tan su taşımak fikri Erbakan’ındı. Ama uygulama fırsatını Erdoğan ele geçirdi.
Bakın Abdullah Gül, ABD gazetesi Washington Post’a gençlikte Milli Görüş’ten aldığı terbiyeyi nasıl özetliyor: “Benim neslimin kalbinde ABD hep insan hakları ve demokrasinin koruyucusu olarak yer almıştır. Ortadoğu’ya çözüm getirebilecek tek süper güç olarak lütfen harekete geçin.”
Senin neslin keşke Deniz Gezmiş’in nesli gibi cesur olup Filistin’e gidebilseydi. Deniz Filistinli gerillalara Türk Milleti’nin desteğini sunarken, sen de bugünleri beklemeden İsrail ordusuna yazılırdın.
Böylelikle gericilerin yıllardır devam ettirdiği bu iki yüzlü politika rezilliğini midemiz bulanarak izlemek zorunda kalmazdık.
Aslında sadece Türkiye’de değil tüm mazlum Müslüman dünyasında geçerli olan bir Siyonist-gerici kardeşlik ilişkisinden bahsediyoruz. Soğuk Savaş yıllarında ABD’nin Müslüman dünyasında milliyetçi ve devrimci Ulusal Kurtuluş Hareketlerine saldırmak için kullandığı değişmeyen iki beslemesi vardır.
Bunlardan biri Ortadoğu’nun hançer gibi kalbine saplanan ve tüm halklara saldıran kukla İsrail’dir. Diğeri ise devrimci, antiemperyalist milliyetçilik hareketlerine karşı örgütlenen gerici hareketlere dayanan Yeşil Kuşak projesidir.
Arap birliğinin ve milliyetçiliğinin lideri Nasır’ın birleştirdiği Mısır’a ve Suriye’ye İsrail, ABD ve Batı silahlarıyla saldırırken, içte Batının yarattığı “Müslüman” Kardeşler örgütü terör eylemleri düzenliyordu. İngiltere’den ABD’nin devraldığı Müslüman dünyadaki gerici işbirlikçi gelenek, İsrail’in aslında kardeşidir.
Arap dünyasında milliyetçi ve ilerici gelenek çok güçlenemediği için, Soğuk Savaş bitince milliyetçi direnişin içinde Batıya cephe alan tek tük İslamcı örgütler de yer aldı. Ancak Türkiye’de böyle tek bir istisna göremezsiniz. Türkiye’deki gericiler çok kan dökmüştür. Ama katlettikleri istisnasız Atatürkçü, ilerici, devrimci, antiemperyalist, ABD ve İsrail karşıtı aydınlar olmuştur. ABD’nin ve İsrail’in önünde hep hazır ola geçerler.
Yine de dini açıdan mutlu olabilirler. Suudi Arabistan’ın en yüksek Vahhabi şeyhi Abdullah Bin Cebren fetva vermiş. Hizbullah İslam karşıtıymış. Sünnilerin Hizbullahı kınaması gerekiyormuş. İsrail’e karşı Hizbullah’ın eylemlerine Müslümanlar asla destek vermemeliymiş. İran’ın provokasyonlarına gelinmemeliymiş.
Söz konusu olan emperyalizme hizmet olunca en “katı” gericiler bile uşaklık fetvası verecek bir “ilmi kaynak” bulur. Bazen mezhep farkı bahane olur, bazen halifeye biat etmek gerekçedir.
Türkiye’deki Nakşi şeyhleri ve Nurcu baronlardan da fetva bekliyoruz. İsrail uşaklığını ve paralı askerliğini caiz kılın.


.

15 Mart 2015 Pazar

Kerkük, Kürtlere Zindan Olacak!





Kerkük, Kürtlere  Zindan Olacak!





Ali Özsoy
07.02.2005/Sayı:75


30 Ocak seçimleriyle birlikte ABD ve Kürt işbirlikçileri Irak’ı parçalamak için, sözde resmi bir plebisit yapmış oldu.
Irak’taki silahlı direnişin büyümesiyle birlikte, ABD’nin Irak’ta iç savaş çıkartarak ülkeyi üçe bölme planı hızlandı.







Bu planın temel hedefi, Irak’ın kalbinde barınamayan işgalcilerin, kuzey ve güneye çekilerek tutunmaları ve Ortadoğu’da yeni saldırılar için güvenli bir zemin yaratmalarıdır. İran ve Suriye saldırısı artık yakın geleceğin gündemi oldu. Bundan dolayı Türkiye ile ABD arasında, “görüşmeler yapıyoruz”, “sorunları aşacağız” dönemi ve üslubu çoktan aşıldı.
Kerkük ve Musul’u, ABD’nin Kürtlere vereceği, ABD’li yetkililerin en son Ankara temaslarında açıkça belirtilmiş oldu. Şimdi artık Türk yetkililerine de sert açıklamalarını biraz daha sertleştirmek kaldı ya da harekete geçmek.
Tayyip’in resti, Barzani’nin resti
Tayyip Erdoğan’ın son aylarda ABD’ye karşı “kişilikli” politika yürütmeye çalıştığını görüyoruz. Sözde sert çıkışlar her gün gazete manşetlerinde. “Türkiye’nin hukukunu çiğnetmeyiz”, “Irak’ta seçimler demokratik değil” gibi açıklamalarla ABD’ye karşı “müttefikini darıltma” politikası yürütülüyor. Ancak bu tür bir diplomasi Türk-ABD ilişkilerinde çoktan kapanmış bir dönemin yadigarı.
Diğer yandan Barzani ve Talabani’nin restini görüyoruz. 30 Ocak seçimlerinden önce seçimi boykot etme tehdidini savuran Kürt aşiretleri, Musul ve Kerkük’e sadece Irak’tan değil Türkiye ve İran’dan da Kürt akıtmak için ABD’nin yeşil ışığını aldı.
ABD Tayyip’in restiyle “muhatabınız demokratik Irak yönetimidir” diyerek dalga geçti, Barzani ve Talabani’ye ise Kerkük ve Musul’a giriş için kırmızı halılar serildi. İşte Amerikancı siyaset ve medyanın, ABD’ye “sert” çıkışlarını, komediye dönüştüren sahne. 60 yıllık “dost ve müttefik ABD” palavrası en rezil şekilde sona erdi.
İki tane Kürt aşiret reisinin alaycı ifadeleri ve küstah tehditleri arasında Amerikancıların büyük jeopolitikaları tarihe karıştı. “ABD bize muhtaç” saçmalığına dayanan dış politika dehası, ABD’nin Türkiye’deki işbirlikçilere Kuzey Irak’taki iki köpek kadar bile muhtaç olmadığının ortaya çıkmasıyla çöktü.
Amerikancılar Suriye, Rusya, Çin dolaşarak, ABD’ye zavallıca mesaj vererek, kendi çöken politikalarını kurtarma çalışmalarına devam ediyorlar. Bize ise Türk milletinin her gün küstahça çiğnenen onurunu ve geleceğini kurtarmak kalıyor.
Türk-Kürt değil, Türk-Amerikan Savaşı
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik.
Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor. Genelkurmay İkinci Başkanı Başbuğ ve Tayyip Erdoğan’ın Kürt aşiretleri uyaran sert açıklamaları üzerine Türkiye’nin söyleyemediğini, Barzani ve Talabani söyledi.
Bilindiği gibi Türkiye en “sert” açıklamasında bile “Kerkük’e gireriz” demedi. Çokça bahsedilen “kırmızı çizgi”ler ise artık alay konusu haline geldi. ABD’li yetkililerin alaycı açıklamalarını bir yana bırakalım ve Barzani’yle Talabani’nin son iki aydaki küstah tehditlerini alt alta koyalım.
Talabani: “Asıl bizim Kürdistan’ın kopmaz parçası Musul ve Kerkük konusunda kırmızı çizgilerimiz var”; Barzani: “Bağımsız Kürdistan kurulacak mı sorusu anlamsız. Sorulması gereken ne zaman kurulacak?”; yine Talabani 30 Ocak seçimlerinden hemen sonra: “Türkler Kerkük üzerinde hak iddia ederse yarın Araplar da Antakya, diğer Kürtler de Diyarbakır üzerinde hak iddia eder.”
Bu sözlerin sahibi Türkiye’nin Amerikancı iktidarlarının “denge politikası” yürütmek adına 2 yıl öncesine kadar ceplerine harçlık ve pasaport koyduğu iki bölücü kabile reisi. Türkiye, Kerkük’e girmeyi rest olsun diye bile ağzına alamazken, Diyarbakır’a gireriz diyorlar. Ve Türkiye’de Tayyip ve Gül “huzursuzluk çıkarmayın” gibi çıkışlar yapmakla yetinmek zorunda çünkü Barzani ve Talabani’nin tasmasını tutanların, tanıdık bir efendi olduğunu biliyorlar.
Türkiye’deki üst düzey açıklamalar 30 Ocak seçimlerinden sonra biraz sertleşince, işi alttan alan ABD sesini yükseltti ve Kuzey Irak’taki köpeklerin sahibinin kendisi olduğunu hatırlattı. Güya Türkiye’nin isteklerini dinlemeye gelen ABD Savunma Bakanlığı’nın üçüncü adamı Feith, Türkiye’yi uyardı. “Kerkük Iraklıların iç sorunu.” Ve ABD’nin, Tayyip’in 30 Ocak’tan sonra yaptığı açıklamaya net yanıtı: “Türkiye Irak’ın sahibi değil. Irak’ta demokratik bir rejim kuruldu. Türkiye karışamaz.”
Diyarbakır’a Barzani ve Talabani saldırmayacak. ABD saldıracak. Ve artık kartların bu kadar açık oynanmasının nedeni, diplomasinin silahla yapılacağı günlerin çok yakınlaşması.
ABD’nin İran işgali ufukta netleştikçe, hem İran hem de Irak işgaline karşı çıkan Türkiye’yle çatışma da yaklaşıyor.
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.


Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.
Kimse Barzani ve Talabani’ye bakarak, sorunu bir kukla Kürdistan-Türkiye çatışması olarak algılamamalı. Türk-ABD ilişkilerinin Kuzey Irak’ta kopacağını ve Türk-Amerikan savaşının ufukta olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi Barzani ve Talabani ABD adına Türkiye’yi savaşla tehdit ediyor.


Irak’ın geleceği de netleşti

Irak’ın geleceği artık çizildi. Sünnileri kazanma, Kürtleri frenleme, Şiileri memnun etme gibi komik ifadeler, Amerikancı dış politika alimlerinin köşe yazılarında mizah unsuru olarak yer alabilir.
30 Ocak seçimleri ise, ABD’nin ilk günden beri söylediğimiz gerçek planının resmi deklarasyonu oldu. ABD, Arap direnişini bastıramayacağını biliyor. Kendisi için en iyi ihtimalle Şii-Sünni iç savaşı çıkarabilir. Kuzey’de ise bütün Irak içi denge ihtiyaçları ve direniş unsurlarından kurtarılmış kukla Kürt devleti garanti altına alınırsa, Irak üçe bölünecek. ABD de Ortadoğu sömürgeleştirilmesine kaldığı yerden devam edecek.
Bu noktadan sonra Irak için tek şans direnişin zaferi. Üçe bölünmüş Irak bugünün fiili tablosudur. ABD’yle orta yol bulmak derdine düşen Türkiye ve İran bu tablonun en çok kaybedenleri ve en büyük sorumlularıdır. Özellikle İran Şii direnişini destekleyerek ve sözde Şii Irak’a oynayarak kendi sonunu daha da hızlandırmıştır.
O yüzden Irak’ın direnişi, şu anda tek başına. Tabii Türkiye, Suriye ve İran istemeden de olsa, ABD saldırısına muhattap olduğunda bu tablo değişecek. Çok daha büyük güçler Ortadoğu’da silahlı direnişin içine çekilecek. Ancak ABD şimdilik hâlâ savaşın zamanı ve şeklini seçme üstünlüğüne sahip. Şimdi çırpınan Türkiye’deki Amerikancı iktidar, iki yıl boyunca uyguladığı bilinçli ihanet politikasıyla ABD’ye bu avantajı sağladı.

Bush: İran ve Suriye ilk hedef

ABD bu noktada kendini Irak’a hapsedip, her gün direnişçilerin onlarca ABD askerini ve peşmergeyi avlamasını bekleyecek bir aptallık yapamaz.
Irak’ın kalbi, hatta Bağdat’ı bile zaptedemese de ABD üç parçalı, iç savaşlı Irak sonucuna ulaşıp, emperyalist işgallerine kaldığı yerden devam etmeyi düşünüyor. Yoksa Suriye ve İran’a girmeden, kukla Kürdistan’a yönelik Türkiye tehdidini ortadan kaldıramadan Irak’ta kalmak canlı hedef olmaktan başka bir anlam taşımaz.
Bush seçildikten sonra İran ve Suriye’nin ilk hedefleri olabileceğini, defalarca yinelemişti. En sonunda ABD parlamentosunda Bush, Suriye ve İran’ın topraklarında terörist yetiştirmeye devam ettiğini, yakın hedeflerinin bu iki ülke olduğunu açıkça belirtti. İran’ın nükleer potansiyelinin, yok edileceğini duyurdu. İki ülke halkını isyan etmeye çağırdı.
Kimilerinin iddia ettiği gibi İran, ABD için yutulamayacak bir lokma değil. Tersine Irak’ın işgalinde ABD’nin elinde olmayan imkanlar şimdi var. ABD’nin karada 200 bin kişilik bir gücü var. İran’da ise Saddam Irak’ın da hiç var olmayan bir Amerikancı iç muhalefet var. Bu muhalefet o kadar güçlü ki mollalar iktidarı son 10 yıldır Batıcı işbirlikçilerle paylaşmak zorunda kaldı. Ayrıca İran’da da bölücü akımlar güçleniyor.
ABD’nin ilk darbesiyle, rejim değişikliği İran’da hızla başlayabilir. Sonraki halk direnişinin boyutu ne olur bilemeyiz ama molla rejiminin kalıntılarının Irak’ta ilk direnişi başlatan Saddam’ın Baas kadroları kadar savaşabileceği hiç mümkün görülmüyor. Ultra-şeriatçı Şii ulemasının ve Ayetullah Sistani’nin Irak’ta iki üç bakan koltuğu için 30 Ocak’ta içine düştüğü ihanet her şeyi sergiliyor.

Türkiye, İran ve Irak’a ders

Hz. Ali’nin türbesini bombalayan Haçlıların çizmelerini daha bir yıl geçmeden öpen Irak mollaları, Kerbala ağıtlarıyla, Sünni kardeşlerine ve esas olarak Arap ulusuna ihanetlerini saklamaya çalışıyorlar.
Buradan ise hem İran ve Türkiye hem de Arap direnişi için iki büyük ders çıkıyor.
Birincisi İran ve Türkiye kendi kuyularını kazdı. Türkiye ve İran yakınlaşması baştaki iktidarların karakterinden dolayı ABD’ci politikanın, ABD’ye rest çekip, taviz koparma unsuruna indirgendi. ABD aptal değildi. Birbirine yakınlaşan iki çaresiz ülkeyi de kullandı.
Daha iki hafta öncesine kadar 30 Ocak seçimlerini “demokratik Irak için büyük atılım” olarak değerlendiren AKP iktidarı şimdi “seçimler anti-demokratik ve hileliydi” diyor. Oysa iş işten geçti. AKP’nin “demokrasi sandıklarının” yanına Barzani ve Talabani, Kürdistan referandumu sandığı koydu. Kendi ilan ettiklerine göre %99.5’lik bir oranla bağımsız Kürdistan kararı alındı.
K.Irak’ta Araplar ve Türkmenler seçimlere büyük oranda katılmadı. Zaten Irak Türkmen Cephesi Kerkük’e 350 bin Kürdün sadece Irak’tan değil, İran ve Türkiye’den taşındığını, seçimlerin meşru olmadığını ilan etmişti.
Bu noktada Araplar, Musul ve Kerkük’te seçimleri tamamen boykot ettiler. Arap bölgelerinde zaten sandık bile kurulamadı. Türkmenler ise seçimlere genel olarak katılmadı. Katılmak isteyenler ise oy atacak sandık bulamadı.
Seçimden bir gün önce tüm Türkmen büroları, ABD askerleri tarafından basıldı. Irak’taki tek Türkçe TV kanalı Türkmeneli TV saldırıya uğradı. Ortada topyekün soykırım için tezgahlanan açık bir seçim oyunu vardı.
Ancak AKP’nin hatalı politikası sonucu seçimlerin yasadışı olduğu, boykot edileceği ve sonuçlarının kabul edilmeyeceğini ne Türkmenler ne de Türkiye, açıklamaya cesaret edemedi. Bu seçim hileli, antidemokratik diyorsunuz. Bu seçimlerle bağımsız Kürdistan kurulup, Musul ve Kerkük Türkmen ve Araplar’dan temizlenecek diyorsunuz ama seçimleri tanımadığınızı ilan edemiyorsunuz.
İran yönetimi ise; Şii Bağdat, Şii Irak hayalleriyle Arap direnişine karşı ABD’yi ve seçimleri destekledi. Sadr’ın “aslanları” İran ajanı Sistani’nin talimatıyla kediye döndü.
Şimdi İran, kara kara düşünebilir. Sözde Şii Irak kuruldu. Şii ama Amerikan uşağı mollalar Irak’ta hükümet oluyorsa, aynısını ABD niçin İran’a hediye etmesin? Böylelikle Hasan Hüseyin’in intikamını, Araplardan, İranlılar için ABD almış olacak!!! Ama karşılığında İran da Haçlı çizmelerinin altında çiğnenerek parçalanacak.

Direnişçilere ders

En önemli derslerden biri ise önce Irak sonra da tüm Ortadoğu’daki direniş güçlerine. Direnişi şeriat veya mezhep davası üzerine kurmak, baştan yenilgiyi kabul etmek demektir. Irak’a Şii şeriatı veya Sünni şeriatı getirerek “kâfirlerden kurtaracağız” diyenler, kendi şeriat yorumları uğruna kafir dediklerinin, kucağına oturmaya mahkum. Şii bölgeleri seçim hayaliyle 30 Ocak’ta sandıklara gitti. Tek gerçekleşen, kukla Kürdistan’ın ve Irak’ın parçalanmasının kendi elleriyle onaylanması oldu.
Ortada işbirlikçi bile olsa, Şii bir rejimin en ufak bir belirtisi bile yok. Zaten Barzani ve Talabani, yeni Irak hükümet başkanlığını “ödül” olarak talep ettiler. Sadece “Kürdistan” kendilerine yetmiyor. İleride üzerlerine yürüyecek birleşik bir Irak’ın sonsuza değin ortadan kaldırılmasını amaçlıyorlar.
Irak’ta ise direnişin hâlâ en yoğun olduğu bölgeler, Arap ulusçusu Baas’ın, geleneksel olarak güçlü olduğu bölgeler. Bu gelenek, direnişin hakim çizgisi. Hem “kafirlerle” hem Şiilerle savaşalım şeklindeki Zerkavi ve Sünni şeriatçı çizgi, hâlâ egemen değil. İç savaş çıkmadan Arap milliyetçiliği ve Irak bağımsızlığı çizgisindeki direnişin tüm Irak’ta egemen olması ve işbirlikçi Şii “din liderlerinin” saf dışı edilmesi, sadece Irak’ın değil, İran’ın da tek şansı.

ABD Nihai saldırı için Kürtleri Silahlandırıyor

Şimdi tekrar Türkiye-ABD cephesine dönelim: ABD’nin İran işgali başlayınca, Türkiye’nin Kerkük müdahalesi, iyice imkansızlaşacak. Çünkü Türkiye’nin kuşatılması tamamlanmış olacak. Ayrıca İran’daki bölücülerle birleşen PKK, Barzani ve Talabani; ABD’nin ilk öncü gücü olarak Doğu ve Güney’den sınırlarımıza saldıracak stratejik konuma kavuşmuş olacak.
İran’ın işgalinin ötesinde, Türkiye’nin işgali için ABD bugünden lojistik hazırlıklarına başladı. Barzani’ye tank ve ağır silah takviyesi devam ediyor. En son Kandil’deki PKK’lı teröristlere ABD tarafından pek çok devlette bile bulunmayan ısıya hassas, yüksek teknolojili, güdümlü füze takviyesi yapıldı.
Barzani ve Talabani’nin ağzından köpükler çıkarmalarının nedeni, ellerine tarihi bir fırsatın geçtiğini düşünmelerinden.
Türkiye, ABD’ye “hassasiyetlerini” hatırlatmaya çalışırken, son bir ayda Türkiye’ye gelen üç üst düzey ABD’li yetkili de aynı açıklamaları yaptı. Irak’taki işgal güçlerinin komutanı General Abazaid, Pentagon’dan Feith ve yeni Dışişleri Bakanı Rice, Türkiye’den İncirlik’i, daha önce talep ettikleri diğer üsleri ve İran’a Türkiye’den saldırma yetkisini istediler.
PKK ve Kerkük konusunda ise hiçbir şey yapmayacaklarını açıkça ilan ettiler. Yani ABD Türkiye’nin hiçbir şey talep edip, dayatamayacağını o kadar net dillendiriyor ki, yetkilileri Türkiye’yi yatıştırmak için değil yeni dayatmalar için ziyaret ediyor.

Kerkük’e ne olur?

Kerkük’e Türkiye bugün müdahale etmese bile Barzani ve Talabani Kerkük’e el koyamaz. Binlerce yıllık Türk ve Arap toprakları, birkaç on yıllık ihanetin ürünü üç beş aşirete kalmaz. Musul’a Kürdistan’ın kalbi diyenler, 30 Ocak’ta oraya sandık bile sokamadı. Ancak bugün için Türkiye ve Türkmenler değil, Arapların direniş hareketi Musul’un geleceğinde söz sahibi.
Kerkük’te ise 30 Ocak’tan hemen sonra “Irak ordusu” üniforması giymiş, 12 peşmerge cezalandırıldı. Geleceğe yönelik küçük bir işaret.
Türkiye olaylara seyirci kaldığı için, Talabani ve Barzani sadece Kerkük’ü Kürdistan’a başkent yapıyoruz demiyor, “Irak’a da talibiz” diyorlar. 30 Ocak seçim “zaferini” kutlayan Barzani ve Talabani, KYB ve KDP’nin anlaştığını, Talabani’nin Irak hükümet başkanı, Barzani’nin ise Kürdistan devlet başkanı olacağını açıkladı.
Peki bu ihanet bayramı ne kadar sürer? Çok merak edenler 100 yıl öncesinin Ermenilerinin akıbetine baksınlar. Adana, Maraş, Antep, Van ve daha nicesi için bizim diyenler onlar değil miydi? Büyük Ermenistan haritaları çizilmemiş miydi? Bugün Musul ve Kerkük’te yürütülen Türkmen ve Arap soykırımının bin misli, Anadolu’da Türklere karşı Ermenilerce yapılmıyor muydu? Ve o zaman ki Osmanlı başkenti İstanbul’un göbeğinde, Ermeni alkışları arasında, Türk devlet adamları yargılanıp asılmıyor muydu?
Ancak bu topraklar ihanet kaldırmaz. Kerkük’e dışarıdan kelle taşıyıp, “sayım yapalım, seçim yapalım” diyerek kuduranlar, çok değil 90 yıl öncesine bir baksınlar. Şimdi Van ve Adana’da bir sayım yapsak acaba kaç Ermeni çıkar?
Kerkük’e bir elinde ABD bayrağı, bir elinde kirli çaputlarıyla halay çekerek girenler, kendi mezarlarına girdiklerinin farkına varacaklar. Ama bir yıl ama on yıl sonra. Her emperyalistin Ortadoğu’da ömrü sınırlı. Ama Türk, Arap ve Fars halkları burada kalıcı.
Peki Türkiye bugün üzerine düşen görevi yerine getirmezse ne olur? Bilinçli ve başarılı bir şekilde, ABD’ye karşı yürüteceğimiz askeri direnişi, köşeye sıkışmış bir şekilde ve Diyarbakır önlerinde başlatmak zorunda kalırız.
Ya şimdi Kerkük için savaşmalı ya da Diyarbakır’ı savunmak üzere geri çekilmeyi göze almalıyız. Bu Türk için yegâne bakış açısı ve seçenektir. Ankara’da devletin bir yerlerinde Türk kalmış mı göreceğiz.


16 Şubat 2015 Pazartesi

Kimse bizi topuyla tüfeğiyle AB’ye sokamaz



“Kimse bizi topuyla tüfeğiyle AB’ye sokamaz”






Denktaş Savaş hattını düzeltti: 

“Kimse bizi topuyla tüfeğiyle AB’ye sokamaz”


Savunma hattının güçlü kalesi: Denktaş
AKP iktidarının Bush’la birlikte başlattığı KKTC’yi ortadan kaldırmaya yönelik yeni saldırı Rauf Denktaş’ı yeniden Annan’ın masasına oturmak zorunda bıraktı.

21 Nisan tarihinin referandum tarihi olarak kabul ettirilmesi bile ABD, AB ve AKP için önemli bir kazanım. Çünkü Denktaş’ın tavrı ve KKTC halkının kararı ne olursa olsun tıpkı 14 Aralık seçimleri gibi 21 Nisan da uluslararası müdahale ve emperyalist işgal için saldırı gününe dönüştürülecek. Kıbrıs’ta Türk devletinin egemenliği ve varlığının referandum konusu yapılması bile Türk milletinin Kıbrıs’tan başlayan vatan savunması açısından önemli bir zaaf.
Annan’ın masasına oturmak KKTC açısından güçsüz bir stratejiyle savunma yapmaya mahkum edilmek anlamına geliyor. Ancak Denktaş bu stratejinin kendi stratejisi olmadığını açıkladı. Denktaş, Ankara’dan yeterli desteği göremediğini ve inisiyatifin tamamen ver kurtulculara geçmesini engellemek için New York’a gittiğini açıkladı.
Denktaş’ın New York’a gitmesi bu açıdan gerekli bir manevra olarak görülebilir. Ancak Denktaş’ı bu manevrayı yapmak zorunda bırakan stratejinin AKP’nin ve Batının işine yaradığı ve milli ihtiyaçları karşılamadığı bir gerçek.
“Uluslararası kamuoyundan” tecrit olmamak adına Denktaş’ı New York’a gönderen bakış açısının direniş mevzisini geri çektiği bir gerçek. Direniş mevzisi Denktaş’ın sarsılmaz milli tavrına olan güven çerçevesinde geriye çekildi. Ancak AKP’nin amacı da zaten Denktaş’ı tecrit etmek. Annan’ın 21 Nisan’da referandumu öngören takvimi de tecrit edilecek Denktaş’ı etkisiz hâle getirmeyi amaçlıyor.
AKP’nin Türkiye’nin savunmasında açmaya çalıştığı her gedik şimdilik Denktaş’ın politikalarıyla kapatılıyor. Denktaş’ın sarsılmaz tavrı şimdiden AKP ve ABD’nin planlarını aksatmaya başladı.
Tayyip’in sansür ve kuşatma kararı
Tüm planlarını referandum üzerine kuran AKP ve Batı Denktaş’ın tavrı karşısında panikledi. BM temsilcisi De Soto Denktaş’tan susmasına ve halkından gerçekleri gizlemesini isterken, Tayyip daha ileri gitti. Tayyip, Denktaş’ı susturamadıklarını ancak basının oto sansür uygulayarak onu susturabileceğini açıkladı.
AKP’nin amacı Denktaş’ı sansür dahi her türlü yöntemi kullanarak kuşatmak ve tecrit etmek. Türk devletinin milli politikasının AKP tarafından sabote edildiği koşullarda, Denktaş doğrudan Türk milletine dayanarak direnme yolunu tuttu. Denktaş’la halk arasındaki bağ devam ettiği sürece Rumların ve Batının saldırıları tüm olumsuz koşullara ve yanlış politikalara rağmen püskürtülebilir. Nitekim şimdiden KKTC’de Annan karşıtı eylemler yaygınlaşmakta.
Gül son noktayı Annan’ın koyacağını ve çözümün 1 Mayıs’tan önce gerçekleşeceğini açıklarken tek bir şeyi amaçlıyor. Denktaş’ın direnişinin artık önemsiz olduğu ve teslimiyetin kaçınılmaz olduğu vurgulanmak isteniyor. Denktaş’ın içine sürüklendiği görüşmelerin bir kandırmacadan ibaret olduğu bir gerçek. Denktaş da yeni stratejisini bu gerçeği halka olanca açıklığıyla göstermek ve ayağa kaldırmak üzerine kurmuş durumda. Ancak bu gerçek Gül’ün bahsettiği gibi herşeyin bittiği anlamına değil, tersine Denktaş’ın etrafında yeni bir savunma mevzisinin kurulduğunu gösteriyor. Şimdiden dağıtılmak istenen bu.
AB’ye her koşulda üyelik Enosis demek
Görüşme masasında Denktaş ve Papodopulos hemen hemen hiçbir noktada anlaşamadı. Bazılarının iddia ettiğinin tersine bu Denktaş’ın uzlaşmaz taraf olmadığını kanıtlamak gibi bir yarar sağlamadı. Çünkü zaten KKTC ve Denktaş Batı tarafından uzlaşması veya uzlaşmaması beklenen meşru bir devlet ve temsilcisi olarak görülmüyor. Kıbrıs AB’ye ilhak edilince Annan Planı’nda Türk tarafı için elde edilen sözde tavizlerin hepsi AB mahkemeleri tarafından zaten çöpe atılacak. Görüşmeler formaliteden ibaret.
Denktaş’ın Türk tarafının egemenliği ve Türkiye’nin garantörlüğü için AB hukukunda Kıbrıs konusunda gerekli düzenlemelerin yapılmasını istemesiyle bu oyun da ortaya çıkarılmış oldu. Aslında Annan Planı Annan’ın bile önem vermediği bir paçavra çünkü boşluklarını ister taraflar, ister Annan doldursun, AB Kıbrıs’ı ilhak edince zaten plan rafa kalkacak ve AB kanunları çerçevesinde Rumlar adada tek egemen olacak.
Denktaş istedikleri değişikliklerin AB’nin ve tüm AB üyesi ülkelerin parlamentoları tarafından onaylanmasını isterken Batının yüzsüz planını kendi suratına vurmuş oldu. AB’nin asla böyle bir şeyi kabul etmeyeceği açık. Rumlar mı uzlaşmaz, Türkler mi tartışması 1 Mayıs’a kadar Türk tarafını manipüle etmek için ortaya atılmış bir tartışmadan başka birşey değil. Şimdiye kadar Rumlar, Batı ve AKP bu oyunu iyi oynadı. Denktaş’a kalan ise artık bu sahtekarlığa ve görüşmelere son vermek. Denktaş da son Ankara ziyaretinde bu yöndeki tavrını ilk defa açıkladı.
Savaş alanında Denktaş yalnız bırakılamaz
Şehit kanlarıyla vatan toprağını kurtaran Mehmetçik Annan’ın kalem oynatmasıyla adadan atılamaz. AKP ve Batı planının gelip tıkandığı nokta burası.
Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de 14 Aralık 2003 seçimleri öncesinde bu gerçeği vurgulamıştı. Tek bir AB vatandaşının bile Rumlar için kanını dökmeye cesaret edemeyeceğini, Türkiye’nin ise gerekirse ekonomik ve siyasi ambargolara bile göğüs gerebileceğini belirtmişti. Gerçekten de AB’nin 1 Mayıs tehdidi kendi çıkmazlarını yinelemekten başka birşey olmuyor. 1 Mayıs’ta tüm adayı içine aldığını iddia edecek olan AB, 30 bin Türk askeri kuzeyde topraklarımızı beklediği sürece sadece adanın fiili taksimini resmileştirmiş olacak.
Şimdi Türk devlet politikasının yeniden bu gerçek üzerine temellendirilip güçlendirilmesi gerekiyor.
Türk milletinin adadaki silahlı fiili gücü gerçeğinden dolayı AKP, New York’ta ABD emperyalizminin silahlı gücüne dayalı yeni bir strateji geliştirmeye çalıştı. ABD yetkilileri Tayyip’le görüştükten sonra, adada Türk askerinin çıkması sonucu ortaya çıkacak boşluğu adanın ABD askeri üssü haline getirilmesiyle çözüleceğini ve Türklerin de böylelikle ABD koruması altında haklarına kavuşacağını duyurdu. ABD böylelikle Türkiye’den ilk defa resmen bir Türk toprağını talep etmiş oldu.
Denktaş Türk’ü Türk askerinden başka kimsenin korumayacağını yineledi ve Türk milletinin adada ABD askerini hiçbir şekilde istemediğini açıkladı. Tayyip ve Gül bu konuda yorum yapmadı. Çünkü aslında ABD’nin isteğinin ileriye dönük bir temenni değil, Türk Ordusu’na karşı geliştirdikleri ortak stratejinin ilk adımı olduğunu biliyorlardı. Bu ortaklığı Tayyip açıkça duyurmamış olabilir ama Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmeler AKP ve ABD silahlı gücünün Türk devleti ve Ordusu'na karşı stratejik ortaklığını zaten açığa çıkardı. Bu ortaklık sonucu Irak’ta Türk devletinin tüm kırmızı hatları delinmeye başlamıştı. Aynı adımlar şimdi Kıbrıs’ta atılmak isteniyor.
Savaş hattını doğru yere kurmak
AKP’nin Türkiye karşıtı tüm güçleri seferber etmeye çalıştığı koşullar altında Denktaş savaş alanında yalnız bırakılamaz. AB ve ABD’yle karşı karşıya gelmeyi göze alamayan ve “uzlaşmaz” gözükmeden hakları savunmaya çalışan hiçbir politika Kıbrıs’ta milli bir hat oluşturamaz.
AKP iktidarının ve AB sürecinin devam ettiği koşullarda geliştirilecek en milli politikanın Denktaş’ı tekrar tekrar ateşin içine atıp, şu tarihe kadar orada diren demek olduğu açıkça ortada. Denktaş 1 Mayıs’a kadar yine direnecek. Referanduma Denktaş önderliğinde gidecek Türk halkı gereken yanıtı yine verebilir. Ancak bu mevzide verilecek savunmanın önümüzdeki dönem Türkiye’nin başına daha da büyük dertler açması kaçınılmaz.
21 Nisan’da Türk milleti teslimiyete “hayır” dese bile bu emperyalistler açısından büyük bir kazanım olacak. Çünkü bir kere varlığını ve egemenliğini “demokratik” bir şekilde oylayan bir millete ve devlete daha kötü koşullarda bu tekrar dayatılabilir. Milletin egemenliği ve bağımsızlığı oylanmaz. Zorla kazanılır ve korunur.
Rauf Denktaş Türk milletiyle birlikte içine atıldığı son çemberden çıkış yolunu son Ankara ziyaretinde net bir şekilde dile getirdi. “Eğer istediklerimizi alamıyorsak yapacağımız şey, bu görüşmeler burada tıkanmıştır, ey halkım, ey anavatanımın insanı diyerek, geri çekilip Annan Planı’nın kabul edilmemesi için mücadele etmektir… Kimse bizi topuyla tüfeğiyle AB’ye sokamaz.” diyerek ABD, AB ve AKP’nin Türk milletini içine sürüklediği oyunun kuralları dışına çıktığını ilan etmiş oldu.
Böylelikle Annan’ın son halini vereceği metin üzerinden Denktaş’a baskı yapma ve 21 Nisan'da KKTC’yi ortadan kaldırma stratejisi şimdiden önemli bir yara almış oldu. Denktaş AKP’nin restini gördü ve kartları açık oynamaya karar verdi. Denktaş’ın elini güçlü kılan yegane etken arkasındaki Ordu-millet desteği. 3 Mart’ta bir araya gelen ordu ve komutanlarının verdikleri mesaj zaten AKP’nin gözünü korkutmaya yetti. Nitekim Denktaş’ın son açıklamalarından sonra Tayyip ve Gül Denktaş’la uzlaşmazlıklarının olmadığını, sonuna kadar beraber yürümek istediklerini söylemek zorunda kaldılar.
Denktaş’a medya ve AKP tarafından uygulanan kuşatma aslında Ordu’nun ve milletin basit bir güç gösterisiyle kolaylıkla kırılabilir. Bu desteğin karşısında AKP ya geri adım atmak ya da açıkça ABD, AB ve Rumlarla birlikte seçim çalışmasına başlamak zorunda kalacak.
Denktaş’ın içine itildiği ve düşman saldırısına her açıdan açık savunma mevzisinde kalmayacağını ilan etmesi ve görüşmelere son vereceğini açıklaması çok önemli bir gelişme ancak savaşılacak yeni mevzi referandum için halkı seferber etmek mevzisi olmamalı. Denktaş’ın son çıkışı ve politikası mantıki sonucuna götürülmeli. Denktaş’ın gücünün gerçek kaynağı olan millet ve Ordu doğrudan varlığını savaş alanında hissettirmeli. 21 Nisan’da Kıbrıs’ta Türk milletinin varlığını oy konusu haline getirmeden AKP durdurulmalı. 21 Nisan’da emperyalistlere KKTC’yi içten yıkmak için yeni bir müdahale şansı tanınmadan süreç tersine çevrilmeli.
Daha geç bir vakitte de AKP yine durdurulur. Kıbrıs yine teslim edilmeden kurtarılır. Ama bunun bedelini Weston’un iddia ettiği gibi Türk milleti ödemez. Yalnızca Denktaş’ın da belirttiği gibi “İstiklâl Mahkemelerinde idamla yargılanacakların” sayısı artar.




..