Bulgaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bulgaristan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Aralık 2019 Cuma

TÜRKİYE’NİN BALKANLAR POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN BALKANLAR POLİTİKASI 2009, BÖLÜM 1



Hüseyin Emiroğlu*, 
Turgay Kayalak** 
* Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.
** Araş. Gör., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü.



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


Giriş

Balkan merkezli bir imparatorluktan Anadolu merkezli bir ulus-devlete dönüşen Türkiye Cumhuriyeti, 1919-1989 arası dönemde Balkan ülkeleri ile ilişkilerini tarihsel ve dönemsel uluslararası politika gelişmelerinin etkisinde şekillendirmiştir. Balkan ülkelerinde değişen yoğunlukta Osmanlı bakiyesi Türk ve Müslüman halkların varlığı ve ilgili ülkelerce bu azınlıklara karşı uygulanan politikalar Türkiye’nin dış politika gündeminin en önemli maddelerinden birisini 
oluşturmuştur. Türkiye, bu tür gerginlik alanlarının dışında, gerek iki dünya savaşı arası dönemde gerekse Soğuk Savaş döneminde Balkan yarımadasında barış ve istikrarın hâkim olmasını temel dış politika yönelimi olarak benimsemiştir. Ancak özellikle Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin Balkan ülkeleriyle ilişkisi iki sınırlayıcı faktörün etkisiyle son derece sınırlı düzeyde kalmıştır. Birinci faktör, Yunanistan hariç Balkan ülkelerinin İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Sovyet etki sahasına girmeleridir. İkincisi ise, Yunanistan ile 
yaşanan sorunlar (azınlıklar, kıta sahanlığı, FIR, kara suları, kayalıklar ve Kıbrıs sorunları) hem iki ülke ilişkilerinin zaman zaman çok gerginleşmesine hem de bir cepheleşmeye yol açmıştır.

Soğuk Savaş’ın bitişi sosyalizmin sınırlayıcı etkisini ortadan kaldırırken, özellikle Yugoslavya’nın parçalanması ve ortaya çıkardığı çatışma dinamikleri Türk dış politika gündemini ve temel dış politika parametrelerini değişime zorlamıştır. 

Bu noktada temel sorun, Türk dış politikasının temel parametrelerinin nasıl formüle edileceği, hangi dış politika araçlarının ne düzeyde devreye sokulacağı  olmuştur. 1945-1989 dönemini Avrupa-Atlantik kurumlarına üyelik ya da üye olma perspektifiyle şekillendiren Türk dış politikasını oluşturan seçkinler, Soğuk Savaş’ın hemen sonrasında, gerek stratejik adımların atılmasında gerekse askeri ve ekonomik dış politika araçlarının hazırlık kapasitesi ve etkinlik düzeyleri konusunda hazırlıksız ve kararsızdırlar. Bu yeni dönemde Balkanlara yönelik vizyoner bir yaklaşım da söz konusu değildir. Türk dış politikasını oluşturan 
seçkinler açısından Balkanlara yönelik algı, Yugoslavya’nın parçalanması 
ve sonuçlarının negatif bir prototip olarak Türkiye’nin ülkesel bütünlüğüne vermesi olası zararlara dönük söylemler ile Osmanlı bakiyesi azınlık sorunlarına indirgenmiştir. Soğuk Savaş sonrası Yunanistan’ın, Yugoslavya’nın dağılması sürecine yönelik endişeleri sonucu ürettiği çatışmacı dış politika ile Arnavutluk gibi komşularıyla oluşan gerginliklerin yarattığı fırsatların Balkan ülkeleriyle 
ilişkilerin geliştirilmesinde geçici bir süreç olduğu da çok iyi analiz edilemedi. 
Çok uzun bir süredir Avrupa-Atlantik kurumlarıyla ilişkide bulunan Türkiye modelinin ulaştığı düzey, çoğu Balkan ülkesi açısından sorunludur. Bu bağlamda, kendi içerisinde tutarlı ve bütünlüklü bir dış politika stratejisi modelinin oluşturulması ile ekonomik, siyasal ve toplumsal açılardan başarılı bir Türkiye modeli Balkan ülkeleriyle yeni dönemde geliştirilecek ilişkilerde büyük önem 
taşımaktadır.

2000-2009 yılları arası Balkan ülkeleri arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi 
ve sorunların çözümlenmesine yönelik ortak bir algının oluşmaya başladığı yeni bir dönem olmuştur. 2000 yılında düzenlenen genel seçimlerde Sırbistan-Karadağ Devlet Başkanı Slobodan Milosevic’in iktidardan uzaklaştırılması ve 2002 yılında Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne teslim edilmesi bu yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Bu yeni dönemle birlikte, diğer Balkan ülkelerinde 
de 1989-2000 yılları arası görev yapmış ve işbirliğinden daha çok çatışmayı ve karşıtlıkları besleyen liderlerin önemli bir kısmı siyasal alandan ya çekilmişler ya da tasfiye olmuşlardır. Balkan ülkelerinde olduğu gibi, 1999-2001 yılları arasında ciddi ekonomik krizlerle sarsılan Türkiye’de de Kasım 2002 seçimleri, eski siyasal kadrolar açısından tam bir tasfiye olmuştur. Kasım 2002 seçimleri sonucunda 
önemli bir parlamento çoğunluğu kazanan AK Parti liderlerinin İslamcı 
geçmişinden dolayı Türkiye’nin dış politikasının nasıl şekillendirileceği önemli bir tartışma konusu olarak ortaya çıkmıştır. Kasım 2002-Mayıs 2009 yılları arasında kurulan AK Parti hükümetlerinde dış politika başdanışmanlığına Ahmet Davutoğlu’nun getirilmesi AK Parti iktidarının dış politikasına dair ipuçlarını ortaya koymuştur. Davutoğlu’nun Mayıs 2009’da yapılan bir kabine revizyonuyla Ali Babacan’ın yerine dışişleri bakanı yapılması önemli bir gelişme 
olmuştur. Böylece “gölge bakan” olarak nitelenen Davutoğlu’nun 2001 yılında yayımlanmış olan Stratejik Derinlik başlıklı çalışmasında dile getirmiş olduğu görüşlerin uygulama boyutu ya da uygulanabilirliği daha net olarak görülebilecektir. 

Davutoğlu’nun dışişleri bakanı olması bir başka noktadan da çok büyük önem taşımaktadır. Türkiye, cumhuriyet döneminde ilk defa Balkan yarımadası ülkelerine yönelik stratejik bir vizyon çerçevesinde, önceden kurgulanmış ve ilkeleri ilan edilmiş bir dış politika izlemektedir. Türkiye’nin 2002’den itibaren uygulama çabasına giriştiği bu dış politikasının temel özellikleri sorunları dondurmak yerine çözmek, sürekli ve mekanizmaları oluşturulmuş üst düzey siyasal diyalog, aktörler arasında maksimum işbirliğini ve karşılıklı ekonomik 
bağımlılığı arttırmak, toplumlararası etkileşim, iletişim ve ulaşım olanaklarını arttırmak, bölgeyi küresel aktörlerin hesaplaşma alanı olmaktan çıkarıp ve ortak refah ve işbirliği alanları yaratmaktır. Balkan halklarının güvenliğine ve ekonomik kalkınmalarına katkı sağlayacak vizyoner bir Türk dış politikası modeli, 18. yüzyılın sonundan itibaren ötekileştiği ve meşruiyetini kaybettiği Balkanlarda eşit aktörler arasındaki saygın ve çekincesiz yerini tekrar bulabilmesine 
olanak tanıyabilecektir.

Bu çalışmada, 2009 yılında Balkan ülkeleri ile Türkiye arasında dış politika alanında yaşanan gelişmelerin incelenmesi, değerlendirilmesi ve analiz edilmesi amaçlanmıştır. Bu çalışma sürecinde karşılaşılan en büyük zorluk, dış politika alanında yaşanan gelişmelerle ilgili verilere ulaşmaktı. Ulaşılabilen bilgiler ise ayrıntıdan yoksun bilgilerdir. Kurumsal düzeyde verilerin sistematik, düzenli ve derinlikli bir şekilde ulaşılabilirliği akademik değerlendirme ve analizleri çok daha kolaylaştıracaktır. Çok güncel bilgilere ulaşılmasının zorunluluğu internet kaynaklarının daha yoğunlukla kullanılmasına sebep olmuştur.

2009 Yılında Türkiye-Balkan Ülkeleri İlişkileri,

Türk dış politikasını oluşturanlar, yakın kara havzası olarak nitelenen Balkanlara barış ve istikrarın yerleşmesinin ve bölgenin ekonomik kalkınmasının ve toplumsal refahının sağlanmasının Avrupa ve Dünya barışının sağlanmasındaki sembolik tarihsel öneminin bilincindedirler. 2009 yılı, Balkan ülkeleri-Türkiye ilişkilerinin bu derin tarihsel bilincin pozitif yönlerine odaklanarak geliştirilen karşılıklı ve gittikçe sıklaşan ilişkilerine tanık olacaktır. Bu başlık altında, 
2009 yılı içerisinde Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile kurmuş olduğu her düzeydeki ilişki “karşılıklı bağımlılık” olgusunun derinlik kazanmasına yaptığı katkı çerçevesinde incelenmeye çalışılacaktır. Burada gözden kaçırılmaması gereken husus, Türkiye’nin Balkan ülkeleri ile ilişkilerinde belirli ülkeleri eksen olarak alınmış ve bu ülkeler ile diplomatik temas sıklığı diğer ülkelere nazaran çok daha fazla olmuştur. Bu noktayı Davutoğlu’nun 23 Temmuz 2009 tarihinde  Sırbistan ’da yayımlanan Politika Gazetesinde çıkan makalesinde yaptığı şu vurguda da görmek mümkündür. “Balkanların en Doğusunda yer alan Türkiye ve en Batısında yer alan Sırbistan Balkanların kilit ülkeleridir. Bu itibarla Balkanlarda daha fazla istikrar, daha fazla barış ve daha fazla refah sağlanmasına en fazla katkıda bulunabilecek ülkeler Türkiye ve Sırbistan’dır.”1

Türkiye-Sırbistan İlişkileri,

Yugoslavya’nın parçalanma sürecinde Devlet Başkanı Miloseviç’in Türkiye’ye geldiği 23 Ocak 1992 tarihinden 2009 yılına kadar geçen süreçte iki ülke ilişkileri çok köklü bir değişim geçirmiştir. 7 Ekim 2000 tarihinde göreve başlayan Devlet Başkanı Vojislav Kostunica ile 2004 ve 2008’de Devlet Başkanlığına seçilen Boris Tadic gibi liderler hızla uluslararası toplumla bütünleşme ve ülkenin sorunlarını çözme çabasına yönelmişlerdir. Şu ana kadar iktidara gelen Sırp liderler, ülkeleri üzerine on yıl boyunca oluşan negatif imajın giderilmesinin küresel ve bölgesel düzeyde etkili bir diplomasi ile sağlanabileceğinin bilincindedirler. Bu dönemde Türkiye, Sırbistan’ın olumlu yöndeki bütün diplomatik çabalarına ciddi bir destek vermiştir. 

2009 yılı içinde çeşitli bakanlıklar düzeyinde yapılan ziyaretlerin dışında, ilk defa bir Türk Cumhurbaşkanı Sırbistan’ı ziyaret etmiştir. Kültür Bakanı Nebojsa Bradic, 18-22 Şubat 2009 tarihleri arasında Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın davetlisi olarak Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunmuştur. Ziyaret sırasında Türkiye ile Sırbistan arasında bir Kültür İşbirliği Protokolü, imzalanmıştır. İmza töreninde yaptığı konuşmada Bakan Bradic, protokol ile iki ülke arasında kültürel ilişkilerin gelişeceğini dile getirmiş, Bakan Günay ise protokolle iki ülke arasındaki kültürel ilişkilerin daha da güçleneceğini vurgulayarak bu tür ilişkilerin kültürler arasında önemli bir bağ ve köprü oluşturduğunu belirtmiştir.2

Ekim 2000 genel seçimlerinde Milosevic iktidarının sona ermesinin ve bu ülkeye yönelik ambargoların kaldırılmasından sonra Sırp liderleri özellikle bölge ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini sürekli olarak arttırma çabası içinde olmuşlardır. 2002 yılında kurulan Türk-Sırp İş Konseyi de iki ülke arasında karşılıklı ekonomik ilişkileri geliştirmenin ve bu ilişkilerin altyapısını oluşturmanın önemli bir aracı 
durumundadır. Konsey, 23 Şubat 2009 tarihinde toplanmış ve iki ülke arasındaki ekonomik ve ticari ilişkiler değerlendirilerek iki yıllık eylem planını belirlemek amacıyla, Konsey ile yakın çalışmalar yapan, geçmişini ve bugününü irdeleyerek yönü ve gelecekteki yeri ile ilgili katkıda bulunabilecek kuruluş temsilcilerinin katılımları ile bir vizyon/strateji çalışması yapılmasına ve değerlendirme toplantısının da 5 Mart 2009 tarihinde toplanmasına karar verilmiştir.

Söz konusu toplantı belirtilen tarihte Türkiye’nin Belgrad Büyükelçisi Süha 
Umar ve Sırbistan Ankara Büyükelçisi Vladimir Curgus’un da katılımıyla 
Ankara’da toplanmıştır. Büyükelçi Umar toplantıda yapmış olduğu konuşmada, Sırbistan’ın bölgedeki istikrar ve barış için çok önem arz ettiğini, önümüzdeki 3-5 yıl içerisinde AB’ye bütünleşme sürecinin tamamlayarak AB üyeliğinin öngörüldüğünü, Sırbistan’ın Balkanlardaki en büyük nüfusa, zengin doğal kaynaklarına, eğitimli ve kaliteli iş gücüne sahip olduğunu belirtmiştir. Satın alma ve ortaklıklar için uygun zaman olduğunu ve Türkiye ile Sırbistan arasındaki Serbest Ticaret Anlaşması’nın müzakerelerinin 26-27 Şubat 2009 tarihinde Belgrad’da gerçekleşen görüşmelerde tamamlandığını ifade 
etmiştir. Büyükelçi Curgus da konuşmasında iki ülke arasındaki ticari 
ve ekonomik ilişkilerin, potansiyelin çok altında seyrettiğini, turizm 
konusunda işbirliği imkânlarının bulunduğunu, 2009 Haziran ayında imzalanması öngörülen Serbest Ticaret Anlaşması (STA) vesilesiyle Türkiye’den resmi bir ziyaret beklentileri olduğunu, özellikle otomotiv, turizm, tekstil, inşaat, demir-çelik ve altyapı alanlarında işbirliği imkânlarının bulunduğunu dile getirmiştir.4

2009 yılında iki ülke arasındaki ilk resmi temas, Sırbistan Dışişleri Bakanı Vuk Jeremiç’in Dışişleri Bakanı Babacan’ın resmi davetlisi olarak 19-20 Martta Türkiye’ye yapmış olduğu ziyarettir. Ziyaret çerçevesinde iki ülke dışişleri bakanı baş başa ve heyetler arasındaki görüşmelerinin ardından ortak basın toplantısına işbirliği protokolü imzalayarak başlamışlardır. Düzenlenen basın toplantısında Bakan Jeremiç, ziyaretinin Türkiye’ye bakan düzeyindeki ilk ziyaret olması 
ve hem Türkiye’nin bölge ve Balkanlarda önemli bir rol üstlenmesi hem de Türkiye’nin Kosova’nın bağımsızlığını tanımasının ardından gerilen ilişkilerin normalleşmesi açısından önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Jeremiç açıklamasında, Türkiye’nin birçok alanda güçlü firmaları bulunduğunu ve Sırp hükümetinin ekonomik alanda Türkiye ile işbirliği yapmak istediğini aktarmış ve “iki ülke arasında seyahat ve ticaret alanında sınırlamaları tamamen kaldırmak konusunda elimizden geleni yapacağız” demiştir.5 
Bakan Babacan ise açıklamasında Türkiye’nin, Sırbistan’ın Balkanlarda barış ve istikrarın vaz geçilmez aktörü olduğunun bilincini taşıdıklarını vurgulamış ve “Balkanların özgün kimliğini, istikrar, barış ve refah üretecek bir mekanizmaya döndürecek potansiyele en fazla sahip iki ülke olarak Türkiye ve Sırbistan’ı görüyoruz. Bu nedenle ikili ilişkilerinin gelişmesinin bölgesel işbirliği açısından olumlu yansımaları olacak” değerlendirmesini yapmıştır.6 Babacan, Kosova konusunda iki ülkenin farklı tutumlarının olduğuna ancak bunun iki ülke arasındaki ortaklığın ilerletilmesine engel olmadığını ve Türkiye olarak Belgrad’ın AB sürecine tam destek verdiklerini ifade etmiştir.7

İki ülke arasındaki ilişkiler sadece karşılıklı ziyaretler çerçevesinde değil, aynı zamanda farklı uluslararası platformlar kullanılarak geliştirilmeye ve bölgesel sorunlara çözüm üretilmeye çalışılmaktadır. 
Bu tür uluslararası toplantılara örnek Türkiye ve İspanya’nın girişimleri ile geliştirilen Medeniyetler İttifakı projesinin İkinci Yıllık Forumu’nun 5 Nisan 2009 tarihinde düzenlenen İstanbul Zirvesi’dir. Sırbistan Dışişleri Bakanı Jeremiç de Medeniyetler İttifakı İkinci Forumu toplantılarına katılmak üzere İstanbul’a gelmiştir. Bu toplantıya katılımı son derece olumlu anlamlar içeren Jeremiç, ziyareti sırasında Dışişleri Bakanı Babacan ile görüşmelerde bulunmuştur. Babacan, aynı toplantıya katılmak için İstanbul’da bulunan Bosna-Hersek 
ve Sırbistan Dışişleri Bakanlarını iki ülke arasında bir siyasal diyalog başlatmak için bir araya getirmiştir.

Sırbistan ile her alanda geliştirilmeye çalışılan karşılıklı ilişkilere ve artan resmi temas trafiğine önemli bir örnek de Savunma Bakanı Dragan Stanovac’ın İstanbul’da 27-30 Nisan 2009 tarihleri arasında düzenlenen IDEF-2009 Uluslararası Savunma Sanayi Fuarına katılmasıdır.

Bakan Stanovac fuara katılmasından kısa bir süre sonra Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün davetlisi olarak 11-13 Mayıs 2009 tarihlerinde Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Yapılan görüşmelerde Bakan Gönül, Türkiye ile Balkan ülkeleri arasında ekonomik, siyasal, kültürel ve insani bağların olduğuna dikkat çekmiştir. Türkiye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerinde ikili ve çok taraflı işbirliğine özel önem 
verdiklerini ve Sırbistan’ın bu ülkelerin başında geldiğini ifade eden Gönül, iki ülke arasında ortak sınır olmasa da Sırbistan’ı komşu olarak gördüklerini, Sırbistan’ın Balkanların geleceğinde önemli bir rolü ve sorumluluğu olduğunu ve yakın bir tarihte Avrupa güvenlik ve savunma politikasının bir parçası olacağını açıklamıştır. Ayrıca, Türkiye’nin BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyeliğine seçilmesi konusunda Sırbistan’ın vermiş olduğu destek Türkiye için çok önemli 
ve anlamlı olduğunu; esnasında Türkiye’nin de üyeliği esnasında bölgesel 
ve uluslararası konulara, özellikle Balkanlara, özel bir önem vereceğini 
belirtmiştir. Sırbistan ile her alanda işbirliğinin geliştirilmesi için gerekli hukuki altyapının tamamlanması bağlamında önemli bir adım atıldığını da ilan etmiştir. Sırp Bakan Stanovac ise konuşmasında ziyaretinden duyduğu memnuniyeti dile getirmiş ve Türkiye ile stratejik ilişkiler geliştirilmesi konusunda kararlı olduklarını ve bu alanda daha yapılacak çok iş olduğunu vurgulamıştır. 
Daha sonra iki bakan arasında Savunma Sanayi Alanında İşbirliği Kapsamında Mübadele Edilen Gizlilik Dereceli Bilgi ve Malzemenin Karşılıklı Korunması Anlaşması imzalanmıştır.9

Türkiye, Balkan ülkeleri arasında maksimum karşılıklı bağımlılığın temellendiği alan olarak ekonomiyi görmektedir. Bu çerçevede, ekonomik işbirliğini arttıracak ve ekonomik bütünleşmeye hizmet edeceğini düşündüğü mekanizmaları oluşturmaya çaba göstermekte ve oluşturulan mekanizmalara işlevsellik kazandırmaya çalışmaktadır. Bu mekanizmalardan biri de Türkiye-Dünya Ticaret Köprüsü 2009 ve Ticaret Bakanları Zirvesidir. 1-3 Haziran 2009 tarihleri 
arasında toplanan zirveye, Başbakan Yardımcısı ve Ekonomi ve Bölgesel 
Kalkınma Bakanı Mlajan Dinkic de katılmış ve ziyaret sırasında iki arasında STA imzalanmıştır. Anlaşma ile iki ülke, aralarındaki ticari ve ekonomik işbirliğinin artırılmasını, uygun rekabet koşullarının yaratılmasını, yatırımların karşılıklı olarak teşvik edilmesini ve üçüncü ülkelerdeki ticaret ve işbirliğinin geliştirilmesi ni amaçlamışlar, ayrıca gümrük vergileri, kısıtlamalar gibi ticaretin önündeki engeller başta olmak üzere damping, devlet tekelleri, korunma, kamu 
ihaleleri ve kurumsal hükümler konularında birtakım düzenlemeler yapılmış  tır.10 İmza töreninin ardından yaptığı açıklamada Bakan Çağlayan, Sırbistan ile serbest ticaret anlaşması imzalayarak 2008 yılında 520 milyon dolar olan iki ülke dış ticaret hacminin 1 milyar dolara çıkarılmasının amaçlandığını belirtmiştir.11

Türkiye, Balkan ülkeleri Genelkurmay Başkanları Konferansı kapsamında 9-10 Haziran 2009 tarihlerinde Belgrad’da toplanan konferansta Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ tarafından temsil edilmiştir. Konferansın ardından düzenlenen basın toplantısında Genelkurmay Başkanı Başbuğ, küresel terörizme karşı Balkan ülkelerinin ortak mücadele etmesi gerektiğini vurgulamıştır.12 
Genelkurmay internet sitesinden yapılan resmi açıklamada da söz konusu konferansta ve yürütülen görüşmelerde, ülkeler arasındaki sorunlardan daha çok bütün Balkan ülkelerini ilgilendiren konuların görüşüldüğü vurgulanmıştır.13 

Balkanlarda barışın ve Dayton Anlaşmasında kurulan hassas dengenin ancak, Sırbistan ve Bosna-Hersek arasında oluşturulacak sürekli bir siyasi diyalog köprüsü ile aşılabileceğini düşünen Davutoğlu, 10 Haziran 2009’da bir kez daha Sırp meslektaşıyla bir araya gelmiştir. Bu aşamaya kadar karşılıklı siyasi diyaloglarda temel konularda ya da argümanlarda bir ilerleme sağlanamamasına karşın, diyalog zemininin sürdürülebilir kılınması açısından bu toplantılar 
önem taşımaktadır. Balkanlardaki sorunların çözüm aracının, askeri kuvvet kullanımı değil, diplomasi olduğunun taraflarca vurgulanması bile son derece önemlidir.

Karşılıklı ziyaretlerin sıklığı, Türkiye-Sırbistan ilişkilerinin geldiği boyutu iyi bir şekilde göstermektedir. Bu sıklaşan ziyaretler kapsamında, 22-24 Temmuz 2009 tarihleri arasında Ahmet Davutoğlu, Sırbistan’a yaptığı resmi bir ziyaret çerçevesinde Sırbistan Cumhurbaşkanı Tadiç, Başbakan Cvetkoviç, Meclis Başkanı Djukic-Dejanoviç ve Dışişleri Bakanı Jeremiç ile bir araya gelmiş, ayrıca Sırbistan Hükümetinde Bakan olarak yer alan iki Boşnak lider Rasim Ljajic ve Süleyman Ugljanin ile de görüşmeler yapmıştır. Davutoğlu ayrıca, nüfusun büyük kısmını Boşnakların oluşturduğu Sancak Bölgesinde yer alan Yeni Pazar kentini de ziyaret etmiştir.14

Davutoğlu yaptığı açıklamada Türkiye-Sırbistan ilişkileri bağlamında kapsamlı bir vizyon ortaya koyduklarını belirtmiştir. Ona göre, “bu vizyonda karşılıklı kültürel ilişkilerin artırılması, kültürel saygının geliştirilmesi var, ortak ekonomik projelerle, ekonomik işbirliğinin geliştirilmesi var ve siyasal düzeyde de temasların artırılması var.” Dışişleri Bakanı Jeremiç de açıklamasında Sırbistan ve Türkiye Dışişleri bakanlarının ilk kez Sancak’ı birlikte ziyaret ettiklerini 
ve bölgenin Türkiye ve Sırbistan için bir öncelik taşıdığını dolayısıyla bölgeye ilişkin uzun vadeli ve büyük altyapı projeleri bulunduğunu bu hedefleri Türkiye ile birlikte hayata geçireceklerine olan inancını dile getirmiştir.15

2009 yılı içerisinde Sırbistan ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler birçok zeminde geliştirilmeye çalışılmıştır. Ekonomik ilişkileri üst düzeye çıkarma amacını taşıyan etkinliklerden biri de DEİK-Sırbistan Yatırım ve İhracatı Teşvik Ajansı (SIEPA) işbirliğinde 16 Eylül 2009 tarihinde İstanbul’da düzenlenen toplantıdır. DEİK/Türk-Sırp İş Konseyi Başkanı Tamer Türker toplantıda yaptığı konuşmada iki ülke arasındaki ilişkilerin ticareti artırmak için geliştirilmesi gerektiğinden bahsetmiştir. Toplantıda, iki ülke arasında daha önce imzalanan STA’nın Ocak 2010 tarihinden sonra yürürlüğe girmesinin öngörüldüğü ve iki ülke arasındaki potansiyelin çok altında seyreden ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinin gerekliliği ve iki ülkenin stratejik ortak olmasını teminen gerekli siyasi alt yapının mevcut olduğu aktarılmıştır.16 

Gül, Cumhurbaşkanı Boris Tadiç’in davetine icabetle 25-27 Eylül 2009 tarihleri arasında Sırbistan’a resmi bir ziyaret gerçekleştirmiştir. 
Ziyarete Devlet Bakanı Faruk Çelik ve Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer’in yanısıra 50’ye yakın işadamı da iştirak etmiştir. Gül, ziyaret kapsamında Cumhurbaşkanı Tadiç’le baş başa ve heyetlerin katılımıyla görüşmeler gerçekleştirmiş; Meclis Başkanı Slavica Dukic-Dejanovic’i ziyaret etmiş ve Başbakan Mirko Cvetkoviç’i kabul etmiştir. Ziyaret sırasında iki ülke arasında Teknik ve Mali İşbirliği Anlaşması, Ekonomik ve Ticari İşbirliği Anlaşması, Ulaştırma Altyapısı Alanında İşbirliği Anlaşması ve Sosyal Güvenlik 
Sözleşmesi ile Sosyal Güvenlik Sözleşmesinin Uygulanmasına Yönelik İdari Anlaşma imzalanmıştır.17

Görüşmenin ardından düzenlenen ortak basın açıklamasında Gül, iki ülke arasında yakın işbirliği ilişkisi olduğu ve aynı istikamette politikaları destekledikleri süre içerisinde Balkanlarda büyük bir huzur ve güvenlik söz konusu olacağını ve bütün bölgeye, Avrupa’ya etki edeceğini belirtmiştir. Gül, iki ülke ilişkilerinin tarihteki en üst noktasına gelmesinden duyduğu memnuniyeti dile getirerek ilişkilerin sadece siyasi değil ekonomik alanda da geliştiğine 
işaret ederek iş adamlarına daha çok iş yapmaları çağrısında bulunmuştur. 

Tadiç ise Türkiye ile Sırbistan arasındaki tarihi ilişkilerin bölgedeki siyasi süreç ve Güneydoğu Avrupa açısından çok önemli olduğunu ve iki ülkenin pek çok konuda ortak bir görüşe sahip olduğunu ve stratejik ortaklığı geliştirmek istediklerini ifade etmiştir. Sırbistan’ın her ülkenin bütünlüğünü savunduğunu belirten Tadiç, Bosna-Hersek’teki süreci de desteklediklerini söylemiştir.18 

Tadiç, Sırbistan’ın Kosova’nın bağımsızlığını tanımayacağını ancak Ankara’nın Priştine ile olan diplomatik ilişkilerinin Türk-Sırp ilişkilerini 
etkilememesi gerektiğini de vurgulamıştır.19 

Güney Doğu Avrupa İşbirliği Süreci’nin (GDAÜ) 2009-2010 dönem başkanlığını Türkiye’nin yürütmesi dolayısıyla GDAÜ Dışişleri Bakanları 9-10 Ekim 2009 tarihinde İstanbul’da gayri resmi bir toplantı düzenlemişlerdir. Davutoğlu bu toplantı vesilesiyle Türkiye’de bulunan Sırp Bakan Jeremiç ve Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Sven Alkalaj’ı 10 Ekim 2009 tarihinde bir araya getirmiştir. 
Türkiye ile İspanya’nın eş başkanlıklarını yaptıkları Medeniyetler İttifakı Girişimi’nin bölgesel düzeydeki girişimlere de öncülük etmesi söz konusudur. 

Bu çerçevede, Türk, Sırp ve Boşnak dışişleri bakanlarının katılımlarıyla Medeniyetler İttifakı bölgesel toplantısı 16 Aralık 2009 tarihinde Saraybosna’da yapılmış, toplantının ardından Bosna-Hersek Dışişleri Bakanı Alkalaj ve Sırbistan Dışişleri Bakanı Jeremiç’le el ele poz veren Davutoğlu, üç ülkenin bölgesel bütünleşme konusunda ortak hareket edeceğini açıklamıştır.20


2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

10 Aralık 2017 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE SU


TÜRK DIŞ POLİTİKASI VE SU


Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, GAP’ın planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur. 

Türk Dış Politikası ve Su Turkish Foreign Policy and Water 

Ayşegül KİBAROĞLU 



Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini sağlama; sanayi, kentsel ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve 
sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir. 

Ulusal düzeydeki bu stratejik hedeflerle uyumlu biçimde sınıraşan sular politikaları biçimlendirilmiştir. Bu bağlamda, sınıraşan su politikasının 
oluşturulması ve uygulamasından doğrudan sorumlu olan Dışişleri Bakanlığı sınıraşan sular politikasını şöyle tanımlamaktadır: 
“Sınıraşan sular politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, Avrupa Birliliği (AB) ile tam üyelik 
müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen şartlara göre gözden geçirilmektedir.”1 

Suyun, Türk Dış Politikasının bir meselesi haline gelmesi, 1980’li yıllarla birlikte özellikle Fırat ve Dicle havzasında çok sayıda büyük baraj ve sulama projeleri inşa etmeyi içeren, kapsamlı bir sosyo-ekonomik kalkınma projesi olan Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) planlanma ve inşa aşamalarında olmuştur. Dış politikayı belirleyen en önemli faktörler olan ‘tarih’ ve ‘coğrafya’ sınıraşan 
su politikasının belirlenmesinde de esas rolü oynamıştır. Bu bağlamda, komşularımızla ve bölge ülkeleriyle Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana gelişen siyasi ve ekonomik ilişkilerinin durumu sınıraşan su politikasını belirleyen esas 
çerçeveyi oluşturmuştur. Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan ‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. 

Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır. 

Buna karşılık, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la 
Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslar arası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) 
öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır. 

Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafi şartlar sınıraşan su politikasının belirlenmesinde önemli rol oynamıştır. 
Türkiye’de; Meriç, Çoruh, Asi, Fırat-Dicle ve Aras havzalarında yer alan akarsuların kolları, sınıraşan ya da sınır oluşturan2 sular kapsamında yer almaktadır. Bu havzaların Türkiye’deki yağış alanları toplam 256.000 km2 olup, 
ülke yüzölçümünün yaklaşık üçte birini kaplamaktadır. 

Türkiye’deki ortalama su potansiyelleri ise toplam 70 milyar m3/yıl mertebe sinde bulunmakta, dolayısıyla ülke ortalama su potansiyelinin yaklaşık %30’na karşı gelmektedir. Türkiye, Fırat-Dicle, Çoruh, Aras nehirlerinde ve küçük 
tekil akarsularda memba (yukarı-kıyıdaş) ülke, Meriç nehrinde mansap (aşağı-kıyıdaş) ülke, Asi nehrinde ise memba (nehir kollarında) ve büyük oranda mansap ülke konumundadır. 

Türkiye’nin; 
Yunanistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, İran, Irak ve Suriye olan sınırlarının birçok bölgede ya akarsulardan oluştuğu ya da kesiştiği görülmektedir. Toplam uzunluğu 2753 km olan Türkiye sınırlarının %22’sini akarsular oluşturmaktadır. 

Gerek fiziki coğrafi şartlar itibariyle: Sınıraşan su kaynaklarının Türkiye’de tatlı su kaynaklarının önemli bir bölümünü (%30) oluşturması ve bu havzalarda Türkiye’nin ekilebilir ve sulanabilir toprak kaynaklarının önemli bir bölümünün yer alması (Örneğin: Fırat ve Dicle havzası Türkiye alansal yüzölçümünün %20’ni kaplar) gerek ise insani coğrafi koşullar bağlamında, sınıraşan su 
havzalarında yaşayan kentsel ve kırsal nüfusun durumu, nüfus artış hızı ve gelişen yaşam standartları çerçevesinde artan sosyo-ekonomik gereksinimleri 
de dikkate alındığında, sınıraşan su politikalarının belirlenmesinde ‘coğrafyanın’ oynadığı rol ön plana çıkmaktadır. 




Sınıraşan Su Politikasının Oluşturulmasında Kurumsal Gelişim 

20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında gelişen küresel, bölgesel ve ikili siyasi ve ekonomik ilişkilerin genel tarihsel bağlamında ve fiziki ve insani coğrafyanın belirlediği koşullar çerçevesinde biçimlendirilen sınıraşan su politikaları devlet 
Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izleyen ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi.
bürokrasisi içinde özellikle 1980’li yıllardan itibaren kurumsallaşmış ve başlıca dış politika ilkeleri belirlenmiştir. Bu ilkelerin oluşturulmasında ulusal siyasi ve ekonomik çıkarlar doğrudan rol oynadığı gibi uluslararası su hukuku ve siyasetinin de önemli etkileri olmuştur. 

GAP’ın uluslararası etkisinin artmasıyla 1980’lerden bu yana sınıraşan sular konusunda ilke ve politikaların belirleneceği bürokratik yapılanma oluşturulmuş tur. Dışişleri Bakanlığı’nda bölgesel ve sınıraşan sularla ilgili bir dairenin kurulması ve bu dairenin Enerji, Su ve Çevre İşleri Genel Müdür Yardımcılığı altında yapılandırılması sağlanmıştır. Öte yandan, sınıraşan su politikalarının 
oluşturulabilmesi için su kaynaklarının miktar ve kaliteye ilişkin durumunun ve değişkenliğinin tespiti ile ilgili pek çok teknik bilgiyi sağlayan; su kaynaklarının geliştirilmesi, yönetilmesi ve korunmasından sorumlu diğer ilgili devlet 
kurumlarının da dış politikanın ilke ve politikalarının oluşturulmasında Dışişleri Bakanlığı ile eşgüdüm içinde çalışması hedeflenmiştir. Bu kurumların başında, Türkiye’deki sistematik su kaynakları yönetiminden 1954 yılından bu yana 
sorumlu olan Devlet Su İşleri (DSİ) gelmektedir. Türkiye’nin 25 nehir havzasındaki yüzey ve yer altı sularının miktar ve kaliteye ilişkin verilerinin 
toplanması, suların tarım, içme suyu, sanayi, enerji ve diğer ilgili sektörlerce olan talebinin karşılanması için gerekli su geliştirme projelerinin planlanması, projelendirilmesi, inşa ve işletmesinden sorumlu olan DSİ’nin görevleri zaman 
içinde ülkedeki ve dünyadaki siyasi ve ekonomik koşulların ve yaklaşımların değişmesiyle özel sektör, kullanıcılar ve diğer kamu kurumlarına devredilmiş olsa da Türkiye’nin sınıraşan su havzalarında başta GAP olmak üzere enerji, içmesuyu, sulama, taşkın ve kuraklıktan koruma projelerini gerçekleştiren bir kurum olarak DSİ, sınıraşan su politikalarının ilkelerinin belirlenmesinde 
Dışişleri Bakanlığı’na önemli girdiler sunmuştur. 

GAP bölgesinde sosyo-ekonomik kalkınma projelerinin eşgüdümünden ve bölgesel kalkınmanın etkin ve adil bir biçimde yürütülmesinden sorumlu GAP Bölge Kalkınma İdaresi’nin Suriye ile suya dayalı kalkınma alanında işbirliği 
girişimleri olmuş ve bu girişimler sınıraşan su politikalarına yeni açılımlar sağlamıştır. Bu bağlamda, 2001 yılında, GAP Bölge Kalkınma İdaresi 
öncülüğünde Suriye ile 2000’li yıllarda gelişen siyasi ve ekonomik ilişkileri destekleyecek biçimde, Suriye Arazi Islah Müessesi (GOLD) ve Suriye Sulama Bakanlığı’nın daveti üzerine ülkeye bir delegasyon gönderilmesiyle olumlu 
adımlar atılmıştır. Bu ziyaretin ardından, Sulama Bakanlığı’nın öncülüğüyle Suriye delegasyonu Türkiye’ye iade-i ziyarette bulunmuştur. 
Bu ikili  görüşmelerin sonucunda, 23 Ağustos 2001’de GOLD ve GAP yönetimleri arasında bir Ortak Bildiri (Protokol) imzalanmıştır. Protokol iki tarafın eğitimi, karşılıklı uzman değişimi, teknoloji alışverişi ve ortak projelerin yürütülmesi gibi 
alanlarda işbirliği yapmasını öngörmektedir. Ayrıca, Haziran 2002’de bir uygulama belgesi imzalanarak, Ortak Bildiri’de ortaya konan işbirliğinin 
uygulanmasının prensipleri belirlenmiştir. 

Bu belge, ülkeler arasında yürütülecek olan projeleri, eğitim programlarını ve diğer faaliyetleri tanımlamaktadır.3 Bu protokolün ve daha sonra imzalanan uygulama belgesinin amacı, sosyoekonomik kalkınmayı genel bir çerçevede değerlendirerek bölgenin toprak ve su kaynaklarından sürdürülebilir biçimde yararlanılmasını sağlamak, ayrıca da Türkiye ve Suriye’nin az gelişmiş 
bölgelerinin geliştirilmesini ve bütüncül bir kalkınma anlayışı ile ele alınmasını sağlamaktır. Bir zamanlar bölgesel politikada yalnızca gerilime yol açmış olan GAP’ın bu protokol kapsamında kalkınmayla ilişkili alanlarda gelişen işbirliğinin 
bir unsuru olması hedeflenmiştir. Protokol ve uygulama dokümanında yer alan ortak projeler, eğitim ve uzman değişimi projeleri takip eden dönemde uygulanamamış olmasına karşılık iki kurum arasındaki yarı-resmi diyalog hep sürmüş ve bu işbirliği adımı iki ülkenin diğer ilgili kurumları ve bakanlıkları arasında 2009 yılında somutlaşan bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma hedefli su kaynaklarının geliştirilmesi ve yönetimiyle ilgili kapsamlı işbirliğinin ilk nüvesini oluşturmuştur. Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin 
başladığı 2000’li yılların başlangıcından bu yana Çevre ve Orman Bakanlığı su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu bağlamda sınıraşan su politikalarının 
biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur. Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili imzalanan mutabakat zabıtlarında4 Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, AB ile ilişkiler çerçevesinde, geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır. Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de 
AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır. 

Bu protokollerin hazırlanmasında doğrudan rol oynayan ve uygulayıcı başlıca otorite olarak Çevre ve Orman Bakanlığı, AB ile üyelik müzakereleri 
çerçevesinde açılan “Çevre” faslı kapsamında geliştirdikleri yasal ve kurumsal gelişim ve deneyimleri Suriye ve Irak’la ile gerçekleştirilen bu iki protokole doğrudan yansıtmışlardır. Böylelikle sınıraşan sular konusunun Dışişleri Bakanlığı gibi ‘yüksek politika yapıcılarının’ yanı sıra, doğrudan konunun teknik yanıyla ilgili bakanlıklarca da ele alındığı gözlemlenmiştir. Bu durum, özellikle Fırat ve Dicle havzasında 1980’lerden Suriye ve Irak’la sürdürülen müzakereler den çok farklı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Bu yaklaşım farklılığı, geçmişteki diplomatik müzakerelerin gündeminden çok farklı olarak tarafların sınıraşan 
su kaynaklarının kullanımı ve yönetimi hususuna odaklanarak su kaynaklarının paylaşımı ve tahsisinden bahsetmemiş olmalarıdır. 

Diğer yandan, 2011 yılında hükümette yeniden yapılanma süreci doğrultusunda Çevre ve Orman Bakanlığı’nın görevleri iki ayrı bakanlık altında toplanmış ve bu bağlamda Orman ve Su İşleri Bakanlığı kurulmuştur. Bakanlığa bağlı Su 
Yönetimi Genel Müdürlüğü ve Genel Müdürlük altındaki Su Hukuku ve Politikası Daire Başkanlığı da sınıraşan su politikalarına yeni girdiler hazırlayacak kamu kurumları olarak biçimlendirilmişlerdir. 

Su Hukuku ve Politikası Daire Başkanlığı’nın başlıca belirlenen görevleri arasın da ulusal ve uluslararası su hukuku ve mevzuatı ile ilgili çalışmalar yapmak,      sözleşmeleri takip etmek ve uyumlaştırma çalışmalarını ilgili kurum ve kuruluşlar ile gerekli koordinasyonu sağlayarak yürütme görevi bağlamında sınıraşan su 
politikalarının oluşturulmasına önemli katkılar vermesi beklenebilir. Ayrıca yine Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı Türkiye Su Enstitüsü’nün (SUEN) amaçları arasında ulusal ve uluslararası su politikalarının geliştirilmesi için bilimsel araştırmalar yapmak ve desteklemek bulunmaktadır. 

Bu bağlamda SUEN’in sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkı veren bir düşünce ve araştırma kurumu olarak faaliyet göstermesi beklenebilir. 


Kamu kurumlarındaki bu yeniden yapılanmanın, sınıraşan su havzalarında stratejik siyasi ve ekonomik gelişmeleri dikkate alacak ve Türkiye’nin 
sınıraşan su hukukunun ve politikalarının oluşturulmasında aktif ve üretken olmasını sağlayacak biçimde gerçekleştirilmesi gerekmektedir. 
Bu yeniden yapılanma sürecinde kurumlararası eşgüdümün en verimli biçimde sağlanması halinde sınıraşan su politikaları üretiminin zenginleştirilmesi 
beklenebilir. Bütün bu gelişmelere ek olarak sınıraşan su politikalarının oluşturulmasında bilimsel ve akademik kadroların, düşünce ve araştırma kuruluşlarının, sivil toplum kuruluşlarının katkı sunmasına olanak sağlayacak 
açılımlar sağlanmalıdır. Küresel ve bölgesel düzeylerde (özellikle Orta Doğu ve Avrupa) su politikaları gerek siyasi gerek hukuksal alanlarda hızla gelişmektedir. Bu gelişmelere katılmak ve öncülük etmek için Türkiye’nin sınıraşan su 
politikaları nın paydaşların zengin ve etkin katılımı ile belirlenmesi gerekecektir. Ayrıca ulusal ve uluslararası medya araçları da sınıraşan su politikalarının tanıtımı ve kamuoyu ile paylaşımı açısından etkin bir araç olarak tercih edilmelidir. Sınıraşan Su Politikasını Yönlendiren Başlıca İlkeler ve Uluslararası Su Hukuku Sınıraşan suların özellikle 1980’lerden bu yana dış politikanın bir unsuru haline gelmesiyle beraber Türkiye bu alanda küresel gelişmeleri izleyen 
ve bölgesel siyasi koşulları dikkate alan gerçekçi ve tutarlı dış politika ilkeleri belirledi. Bu çerçevede, Dışişleri Bakanlığı tarafından sınıraşan sular politikasının temel ilkelerini aşağıdaki biçimde sıralanmıştır:5 

1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan nehirlerden faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesi esastır. 

2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur. 
3. Sınıraşan sular hakça, akılcı ve etkin biçimde kullanılmalıdır. 
4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir. 
5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir. 
6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. 
Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin bütün kıyıdaş ülkelerce paylaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu olamaz. 
7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. 
8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin toplam su potansiyelinin kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir. 
9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir. 
10. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı kıyıdaş ülkelerin de suyu etkin bir biçimde kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları gerekmektedir. 




Bu ilkelerin, özellikle ilk üç ilkenin, belirlenmesinde, uluslararası teamül (örfi hukuk), antlaşmalar hukuku, doktrin ve yumuşak hukuk kurallarından  etkilenildiğini iddia etmek yanlış olmaz. 

Dünyada çeşitli coğrafi, sosyal, siyasal ve ekonomik özelliklere sahip sınıraşan su havzalarındaki uyuşmazlıkların işbirliğine dönüştürülmesi için uluslararası su hukukunun suyla ilgili anlaşmazlıkların çözümünde ve su kaynaklarının daha iyi 
yönetilmesi ve tahsisi için gerekli (evrensel) kuralların belirlenmesinde önemli rolü olabilmektedir. 

Nitekim uluslararası su hukuku uzmanları başlıca üç uluslararası hukuk kaynağı üzerinde çalışırlar: Uluslararası su kaynaklarını konu alan ikili ve çok taraflı antlaşmalar; devletlerin uygulamaları sonucu ortaya çıkan ve Birleşmiş Milletler (BM) Uluslararası Hukuk Komisyonu (ILC) ve bağımsız profesyonel bir kuruluş olan Uluslararası Hukuk Derneği’nin (ILA) faaliyetleriyle yazılı hale gelen örfi uluslararası hukuk kuralları (teamül) ve bir sınıraşan nehir üzerindeki kıyıdaşlar arasındaki iddia ve karşı iddiaların oluşturduğu bir süreçle gelişen yasal çerçeve 
doktrinleri.6 

Uluslararası su hukuku, sınıraşan sular konusunda devletlerin etkin kurumlar oluşturabilmelerine zemin hazırlayacak başlıca ilke ve kuralları sağlar. Öte yandan, ulusal hukukun temel niteliklerinden olan gerektiğinde yargılama yetkisi ve yaptırım araçlarını kullanma gibi özelliklerden yoksun olan uluslararası hukuk devletler üstü olmayan bir sistemdir ve ancak devletlerin rızası ve onların oluşturduğu ilke ve normlara dayanarak uygulama olanağı vardır. Uluslararası hukuk sisteminin bu zayıf uygulama ve yaptırım yapısına rağmen, devletler çoğunlukla uluslararası hukukun birçok normuna uygun hareket ettiklerini 
kanıtlamaya çalışarak, uluslararası hukuk sistemini temel bir referans olarak kabul etmişlerdir. 

Hukukun uyuşmazlıklara çözüm bulmaktaki rolü değişken olsa da, devletler kabul görmüş uluslararası hukuk ilkelerini nadiren ihlal ederler. Esasen, diplomatik ilişkilerinde sıklıkla bu kurallara dayanırlar. Bu argüman, uluslararası su hukuku için de geçerlidir. 

Uluslararası su hukukunun birçok ilkesi iki tür kaynaktan beslenmektedir: antlaşmalar ve uluslararası örfi (teamül) hukuk. Antlaşmalardan kaynaklanan kurallar göreli olarak daha kolay tespit edilebilirler ancak bazı maddelerin farklı 
yorumlanması olasılığı daima mevcuttur. Örfi uluslararası hukuk kurallarını saptamak ve uygulamaya dönüştürmek görece daha zordur. Önde gelen uluslararası su hukuku kurumlarının bu kurallarla ilgili sürdürdükleri kodifikasyon çabaları sürece büyük oranda katkıda bulunmuştur. 

Bu bağlamda, uluslararası hukuk uzmanları, 1997 yılında BM Genel Kurulu’nda “Birleşmiş Milletler Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanılması na İlişkin Sözleşme” (United Nations Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses) kabul edilmesinin uluslararası hukuk (örfi) kurallarının kodifikasyonunda ve ileriye yönelik olarak geliştirilmesin de kayda değer bir başarı olduğunu vurgulamışlardır.7 Söz konusu metni günümüze değin 30 ülke onaylamıştır. Bu Sözleşme birçok sınıraşan su havzalarında, çatışan çıkarları nedeniyle karşı karşıya gelen kıyıdaş ülkelere anlaşmazlıklarıyla ilgili çözüm için referans olabilecektir. Türkiye, Sözleşme’nin BM Genel Kurulu’ndaki oylamasında, özellikle İkinci Bölümü’ndeki “planlanan (snıraşan su kaynakları üzerindeki projelerin) önlemlerin önceden haber verilmesi” ve “uyuşmazlıkların barışçıl yollardan çözümü için zorunlu diplomatik ve yargısal mekanizmalar” ilkelerini içermesinden dolayı red oyu vermiştir. Öte yandan gerek uluslararası teamül (örfi) hukukunun gerekse başta BM Sözleşme si olmak üzere uluslararası antlaşma hukukunun temel ilkeleri olan: “adil kullanım hakkı,”“önemli zarara yol açmama,”“sınıraşan işbirliği” ve “hidrolojik ve diğer ilgili veri ve bilgilerin düzenli olarak paylaşılması” yükümlülükleri Türk dış politikasının da temel ilkelerini (Dışişleri Bakanlığı’nın vurguladığı ilk üç ilke) oluşturmaktadır. Şüphesiz ki bu ilkeler, antlaşmalara ulaşmak isteyen sorunlu sınıraşan su havzalarında kıyıdaşlar için yararlı referanslar sağlamaktadırlar. Ancak bu ilkelerin sınıraşan nehir havzalarında oluşturulabilecek anlaşmalarda yer alacak kıyıdaşların karşılıklı hak ve yükümlülüklerini içeren kuralları 
aracılığıyla operasyonel ve kurumsal kılınmaları gereklidir.8 Dolayısıyla, örneğin, uluslararası su hukukunun en önde gelen ilkesi: “adil ve makul kullanım ilkesi”, daha çok genel ifadelerle hakkaniyetli ve makul kullanımı; sınıraşan suların geliştirilmesini ve korunmasını tanımlar; böylelikle yalnızca gerçekleştirilecek eylemlerin çerçevesini çizer. Kıyıdaşlar, hukukun çeşitli araçlarla sunduğu bu genel ilkeleri spesifik ve sınıraşan su kaynağının özgün koşullarıyla ilişkili  
uluslararası antlaşmalar tarafından oluşturulmuş kurallar ve karar-alma mekanizmaları aracılığıyla operasyonel, ölçülebilir ve doğrulanabilir hale getirmelidirler.


Sınıraşan su anlaşmazlıklarının yaşandığı birçok havzada ikili ve çok taraflı nehir anlaşmalarının gerçekleştirilmiş olduğu gözlenmektedir. Ancak ikili veya çok taraflı bu su anlaşmalar tutarlı bir biçimde tüm etkilenen tarafları (tüm kıyıdaşları) kapsamalı; uyuşmazlıkları görüşmeye yetkili ortak bir yürütme komitesini içermeli; hidrolojik koşullarda meydana gelebilecek uzun dönemli 
değişimlere uyum sağlayacak biçimde esnek olmalıdır. Sınıraşan su müzakere leri, antlaşmaların oluşturulmasını ve bu antlaşmaların uygulanmasını 
sağlayacak nehir havzası yönetim yapılanmalarının kurulmasını hedefleyen uzun 
soluklu bir çaba olmalıdır. Nitekim kısa dönemli siyasi çıkarlar için ve ilgili tüm paydaşlar (devlet, özel sektör, sivil toplum ve su kullanıcıları) arasında 
gerekli tüm istişareleri tamamlanmadan imzalanan ve uygulanan sınıraşan su paylaşım antlaşmaları bu havzalarda su kullanımını etkin, verimli, sürdürülebilir kılamamaktadır. Bu bağlamda, Fırat nehri sularının Türkiye ve Suriye arasında metreküp üzerinden paylaşımını içeren 1987 tarihli Protokol ve 1990’lı yıllarda Irak ve Suriye arasında aynı nehrin sularını yüzdeler üzerinden paylaşımını içeren Protokol, ikili antlaşmalar olarak suyun miktarı ve kalitesiyle ilgili gerçek sorunlara değinmemiş; artan sorunlar için de açılım sağlayamamıştırlar.9 Belli kotalar üzerinden paylaşımı içeren bu antlaşmalar nehirlerin doğal-hidrolojik ve iklim değişikliğine bağlı değişkenliklerini dikkate almamış; kuraklıkların  etkileri ne, su kalitesine, havzadaki toprak kaynaklarının yönetimi ve korunmasına ise 
hiç değinmemiştir. Bu bağlamda 2009 yılında imzalanan ikili mutabakat zabıtları Fırat, Dicle ve Asi sularıyla ilgili taşkın, kuraklık ve kirlilikle mücadele, su geliştirme projeleri (barajlar ve sulama) gerçekleştirme gibi kıyıdaşların birçok 
ihtiyacına cevap vermeye çalışan ve çağdaş su yönetiminin birçok ilkesine ve uygulama politikalarına yer veren anlaşmalar olmuştur. Ancak bu mutabakat metinlerinin uygulanması önünde siyasi engeller oluşmuştur.

<   Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. >


Gerek Suriye’de meydana gelen iç karışıklık gerekse Irak’la olan siyasi 
ilişkilerdeki gerginlikler mutabakat metinlerinin uygulanması için gerekli olan karşılıklı güven ve barış ortamını ortadan kaldırmıştır. Esasında, Türkiye, 2009 yılında imzaladığı sınıraşan sularla ilgili ikili mutabakat metinlerini havza temelin de ve kapsamlı bölgesel işbirliği politikalarının bir parçası olmasını hedeflemişti. 2007-2011 arasındaki dönemde amaç, güvenlik, enerji ve“su” işbirliğini içeren bölgesel sosyo-ekonomik kalkınma havzaları oluşturmaktı. 2009 yılında Suriye 
ve Irak’la imzalanan mutabakat metinleri bu proaktif politikanın sonucuydu. Bu politikalar stratejik bir planın parçası olmalıdır. Bir başka deyişle, ulusal çıkar tanımlarıyla uyumlu, ülkemizin uzun dönemli gereksinimlerini dikkate alan ve bu bölgesel işbirliği politikalarının tarafı olan ülkelerdeki siyasal, sosyal ve ekonomik değişim ve dalgalanmaları göz önünde bulunduran uzun dönemli hedefler belirlenmelidir. Türkiye’nin, Fırat-Dicle havzasında diplomatik (ve teknik) müzakereler ve siyasi ilişkiler bağlamında yaşadığı deneyimler, söylemleri ve uygulamaları Türk Dış Politikasının suyla ilgili ilkelerinin (4-10 maddeler) önemli bir bölümünün oluşmasını sağlamıştır. Bu ilkelerin tamamı ya da bir bölümünü içeren (Örneğin: “Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir” ilkesi) bölgesel su hukuku teamülünün oluşması için Türkiye su hukuku ile ilgili politika ve strateji belirleme çalışmalarına önemle devam etmelidir. Türkiye’nin 
bölgedeki politik önemi, sınıraşan su konusunun doğrudan ulusal çıkar unsurları içinde yer alması ve bu nedenlerle Fırat-Dicle havzasında 20. Yüzyılın ikinci çeyreğinden bu yana çok çeşitli uygulama ve söylemlerde bulunuyor olması bu 
alanda kapasitesinin gelişmesini sağlamıştır. Bu kapasitesinin, uygun politik şartlar oluştuğunda, bölgesel su (hukuku) işbirlikleri oluşturulması için eyleme geçirilmesi sağlanmalıdır. 

Öte yandan Türkiye’nin sınıraşan su politikasının yalnızca Orta Doğu cephesini değil, stratejik boyutta Avrupa cephesini de kapsadığı göz önünde bulundurul malıdır. Bu bağlamda sınıraşan dış politika ilke ve uygulamaları Meriç Nehri havzası için de uygulanabilir nitelikte olmalıdır. Meriç havzasında iklim değişikliğinden ve Bulgaristan’ın eşgüdümsüz kullanımlarından ileri gelen yıkıcı taşkınlarla mücadele edebilmek için AB nezdinde proaktif politikalar izlenmeli 
AB Su Çerçeve Direktifi ve AB Taşkın (Sel) Direktifi’nin Meriç havzasında uygulanması için girişimlerde bulunulmalıdır. 

DİPNOTLAR

1 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s. 33. 
2 Egemen bir ülkenin topraklarından doğup, bu topraklardan aktıktan sonra komşu ülkeyle olan siyasi sınırları aşarak komşu ülkenin veya nehir havzasındaki diğer ülkelerin topraklarından akarak deniz ve göllere kavuşan 
nehirler sınıraşan; iki ülke arasındaki siyasi sınırların tamamını ya da bir kısmını oluşturannehirler ise sınır oluşturan nehirler olarak tanımlanmaktadır. 
3 Ayşegül Kibaroğlu, “Socio-Economic Development and Benefit Sharing in the Euphrates-Tigris River Basin,” Hillel Shuval and HasanDwiek(der.), Proceedings of the 2nd Israeli-Palestinian International Conference: Water for Life in the Middle East, IPCRI, Jerusalem, 2006, ss. 891-904. 
4 Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,” Cilt 
4, Sayı 4,Orta Doğu Analiz, Temmuz 2011-2. 
5 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34. 
6 Albert H. Garretson, Robert D. Hayton ve Cecil Olmstead (der.), The Law of International Drainage Basin, Dobbs Ferry, Oceana Publications, 1967; D. A. Caponera, “Patterns of Cooperation in International Water Law: Principles 
and Institutions”, Natural Resources Journal, Cilt 25, 1985, ss. 563-88; Joseph W. Dellapenna, “Building International Water Management Institutions: The Role of Treaties and other Legal Arrangements”, John Anthony Allan ve 
Chibli Mallat (der.), Water in the Middle East: Legal and Commercial Implications, London, Tairus, 1994, ss. 55-93; Stephen C. McCaffrey, “The Evolution of the Law of Transboundary Rivers”, Transboundary Waters in the Middle East: Prospects for Regional Cooperation adlı konferansa sunulan bildiri, Bilkent Üniversitesi, Ankara, Turkey, 2-3 Eylül 1991; Stephen C. McCaffrey, “International Organizations and the Holistic Approach to Water Problems” , Natural Resources Journal, Cilt 31, 1991, ss. 139-165. 
7 Sözleşme BM GenelKurulu’nda 105 olumlu, 27 çekimser ve 3 red oyu ile kabul edilmiştir. Sözleşme henüz yeterli onay sayısına (35) ulaşmadığı için bağlayıcı biçimde yürürlükte değildir. Sözleşmeyi reddeden ülkeler Çin, Türkiye 
ve Burundi’dir. 
8 Bir uluslararası rejimin kuralları, üye devletlerin gerçekleştirecekleri ya da gerçekleştirmekten kaçınacakları beklenen davranışlarla ilgili talimat ve rehber kurallardır. 
9 Ayşegül Kibaroğlu, “Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler,”Orta Doğu Analiz, Cilt 4, Sayı 43, Temmuz 2012.

***