Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ocak 2020 Perşembe

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 1

İNSANLIK SUÇLARI, BÖLÜM 1





Siyasal bilimci ve demograf; Rudolph J. Rummel 
    
19. Ve 20.  Yüzyılda  gerçekleşen soykırımlarda , mevcut iktidarlar  tarafından  çeşitli  teknikler  kullanılarak  öldürülen insan  sayısının  170  milyon  olduğunu  belirtiyor  ve  soykırım tarifinin  daha  da  geniş  tutulup , buna  insanın  insana  karşı gerçekleştirdiği  her  türlü  öldürme  olayı  dahil  edilirse  bu rakamın   300  milyona  yakın  olduğunun  tespitini  yapıyor. 

Rummel  kendi  tespit  ettiği  belge ve bilgilere göre , soykırım  ( genocide )  ve  her  türlü  insan  kırımının  ( democide ) İspanyol  engizisyonu  döneminde  yaygın  olarak  uygulandığını ve 1480-1758  yılları  arasında  124 milyon  insanın  , İspanyol monarşisi  tarafından  engizisyon  mahkemeleri  kovuşturmaları sonucunda  katledildiğini  belirtiyor.

Günümüzde  insanlığın , soykırım  konusunda  uluslar arası retorikten  dolayı  oluşan  genel  kanı  sonucu , soykırım  denince akla  sadece  Nazi  dönemi  Almanya’sını  yöneten  ekibin               ( 1938 – 1945 ) ; Yahudileri , Çingeneleri  ve  diğer  çeşitli milliyetten ve etnik kökenden gelen grupları ve üyelerini sistematik  ve  planlı   hedef   seçerek  yok  etmesini  getirmektedir.

Ancak  konunun  Nazilerle  başlamadığını  belirten Amerikalı  psikolog  ve  sosyolog  Williams James  bu  konudaki insanlık   tarihiyle   ilgili   araştırmasında “ tarih kan deryasıdır “ ( 1910 )  diyor . William  James  gibi  konu  üzerinde  araştırma yapan çeşitli bilim adamları da , soykırımın Nazilerin yaptıklarıyla  sınırlandırılamayacağını  ve  insanlık  tarihinin diğer dönemlerinin de bu tür zalimliklerle dolu olduğunu belirtiyorlar.

“ Kabalıklara ve vahşiliklere insanlık tarihinin tüm evrelerinde  rastlandığını ve  yok etme  olaylarının  Antik  çağların  nispeten  müşterek  vakası  olduğunu “  belirtiyorlar.

Uluslar arası arenada soykırım ( genocide / jenosid ) kavramının  tarifini  yapan , gündeme  gelmesi  ve  kullanılmasına ön  ayak olan , BM  soykırım  sözleşmesinin  hazırlanması  ve sonuçlanması evrelerinde birinci dereceden katkı yapan kişi yukarıda da belirttiğimiz gibi Polonyalı hukukçu Raphale Lemkin’di. 

Lemkin  1933  te  yapılan   5. Uluslar arası  Hukukçular Ekim  Kongresinden  itibaren  soykırımın  uluslar arası ceza yasası olarak kabulü ve bunun devletlerin iç hukuklarında yer alması  ve  aynı  şekilde  düzenlenmesi için , hukukçuların katıldığı Uluslar arası  Hukuk Konferanslarında ( Madrid ve Lahey ) terimin işerliği ve kabulü için öneriler veriyor ve çalışmalar yapıyor ve soykırımı ilk olarak 1933’de şöyle tarif ediyordu :
“ dini , milli ve ırki grubun yok edilmesidir. “

Lemkin  “ soykırım :  direkt  olarak  kişileri  hedef  almaz , kişinin  dahil  olduğu  grubu  hedef  alır ,  kişi  de  bu  gruba  dahil olduğu  için  saldırıya  uğrar. “ diyordu.

Lemkin’in  yoğun  çalışmaları  sonucu  dikkat çeken soykırım kavgası , İkinci Dünya Savaşında yaşanan toplu katliamlardan  dolayı , uluslar arası bir uzlaşma çerçevesinde 1946 yılında oluşturulan soykırım sözleşmesi taslağından biraz farklı bir biçimde , zamanın uluslar arası dengelerine uygun olarak  1948  yılında  BM  tarafından  kabul  edildi.


AVRUPALILARIN KÖLE TİCARETİ : AFRİKALILARIN TEHCİRİ

1600’lü   yıllarda  İspanya’da  ve  diğer  Avrupa  ülkelerinde baş  gösteren  ekonomik  ve siyasi krizler , Avrupalıların denizaşırı bölgelere yönelmesine yol açtı. 

Bunun  için her bir Avrupa devleti , kendi  siyasi  ülke  sınırlarını  ve  hükümetler de  kendi siyasi iktidarlarını korumak amacıyla  ,  yeni  ekonomik yatırım ve kalkınma alanları yaratmak için Afrika, Asya ve Amerika kıtasını sömürgeleştirmeye başladılar.

 Bu  da  sonuç  olarak   yeni sömürgelere göç edilmesine       ve de  ihtiyaca  göre  sürekli   yeni  sömürgeler oluşturulmasına yol  açtı. 

İşgal  edilen  bu yeni sömürgelerde sömürgeciler , ilk önce  kendi  toplumlarındaki  ekonomik  taleplerin  karşılanması ve  Avrupalı  devletlerin  arasında  ticaretin  yayılması için  ,  yeni gelir  getiren  tarım  alanları   yarattılar. 

Çünkü  ,  1600’lü  yıllardaki   Avrupa’da  ,   ekonomik   krizden  dolayı  binlerce  Avrupalı  işsiz  kalmıştı  ve  fakirlik   artarak   yayılmaktaydı.  

Avrupalıların   ülkelerindeki   krizden  dolayı   ekonomik   rekabetteki  zayıflıkları   ,   her   ülkede   siyasi   ve   ekonomik   daralmaya   ,   ülkeler   arasındaki   karşılıklı  gerginliğe   ve  savaş   rüzgarlarının    da   esmesine   yol   açıyordu.  

İlerleyen    zaman   süreci   içerisindeki   gelişmelere göre , sömürgelerdeki   iş  gücü   ihtiyacını   karşılamak   maksadıyla ,  sömürgeciler   tarafından   Afrika   ve  Güneydoğu  Asya dan  yeni  sömürgelere  köle  ticaretine   başlandı   ve   gerçekleştirildi.


1650  - 1713   yılları  arasında   ,  Afrikalı   köle   ticareti   bir endüstri   olarak    ,   Amerikada’ki    yeni   sömürgelerde   yeni   tarım  alanlarının   geliştirilmesine   ve  yeni  maden  yatakları bulunmasına  paralel  şekilde  gelişen iş gücü  talebine bağlı olarak  Danimarkalı – Norveçli   ,  Fransız   , Hollandalı  , İspanyol , İngiliz ve Portekizli  köle  tacirleri  tarafından  çok  karlı  bir  ticaret  alanına  dönüştürüldü.

Köle  ticareti  ve  kölelerin  ucuz  iş  gücü  olarak kullanılması ve üretimi artırmaları o kadar karlı bir iş ti ki        16. Yüzyıldan 19. Yüzyıla  kadar  olan  zaman  içerisinde  , özellikle  İngiliz , Portekizli  , İspanyol ,  Danimarkalı – Norveçli , Fransız  ve Hollandalı  köle tacirleri tarafından , Afrika kıtasından   12 – 13,5  milyon arasında Afrikalı insan , Amerika’ya  köle  olarak  tehcir  edildi.

Afrikalıların , Amerika daki yeni sömürge alanlarına , Avrupalılar tarafından yapılan bu tehcirler sırasında , Kuzey Amerikaya tehcir edilen  Afrikalı  kölelerin % 25 i sömürgeciler tarafından  dayatılan ağır yaşam ve iş koşullarına dayanamayarak  ilk  18  ay  içerisinde  öldü.

Bunun dışında , Afrika dan Amerika’ya yapılan köle sevkiyatı sırasında da , İngilizlerin elindeki köle ticareti  filolarındaki yaşam koşullarına dayanamayan ortalama % 6,5  oranındaki  köle  yaşamını   yitirdi. 

İSPANYOLLAR;

İspanyollar ilk köle ticaretine başlayan Avrupalılardandı.   İspanyollar   ilk  etapta  ,  1520  yılında  Afrika dan  Meksika’ ya  2,000  köle  getirdiler. 1550’de ise ,  3,000  köleyi   Peru’ya   sevk  ettiler .  Daha  sonra  ,   köle  tehcirini   ve   iş  gücünü  , İspanya’nın  yeni sömürge alanları olan ; Bolivya  ,  Şili ve  Ekvator’a  yaydılar. 1640’da ise , Peru’nun  bugünkü  başkenti Lima’ya getirilen  köle  sayısı  20,000   kişiyi   buldu .  18.  Yüzyıl’a   gelindiğinde  , Peru’da  zorla  iskan  ettirilen   köle   90,000 ‘e   ulaşmıştı.

Buna   karşılık  Meksika’da   iskan  ettirilen  köle sayısı ise  ,  6,000 dolaylarındaydı. 1650 yılında ekonomik gelişmeye uygun olarak , yeni iş gücü ihtiyacını karşılamak için , Peru ve Meksika’ya  İspanyollar tarafından , Afrika’dan 300,000 civarında  çok  büyük  bir  köle  tehciri  yapıldı.

Sömürgecilikte hiçbir sınır tanımayan Avrupalı sömürgeciler, kendi ekonomilerinin gelişmesi için Güney Amerikanın diğer bölgelerine de köle tehcirini yaymaya başladılar.

1575 – 1591   yılları  arasında , sırf  Angola ’dan   Brezilya’ya ve İspanyol Batı Hint bölgesine 52,000 köle , 1617 yılından itibaren ise , her yıl  28,000  köle Angola ve Kongo dan aynı bölgelere  gemilerle  tehcir  edildi.   

İspanyol ve Portekiz sömürgecilerinin , Brezilya daki , özellikle şeker üretimiyle ilgili olarak yarattıkları yeni tarım alanlarındaki ucuz iş gücüne ihtiyaç gittikçe büyümeye başlayınca,   bu   sefer bir yıl içerisinde  (  1700 lerin başlarında )   600,000   Afrikalı  köle  bölgeye   tehcir edildi.

1798 yılında , Brezilya’da  gerçekleştirilen  nüfus  sayımında   Brezilya’daki   iş  gücüne  yönelik   olarak  Afrika’dan   tehcirlerin   sonucunda  1,582,000    köle   ( o zaman ki  Brezilya ya  Fransızlar  ve   Hollandılaların  da  sürekli  köle  taşıdılar )  olduğu  saptandı.

1600 yıllarında aynı gerekçeler ve sömürgeci mantıkla hareket eden Fransızlar da , köle ticaretini ve köle iş gücünü geliştirdi.

Saint Dominique adasını elinde bulunduran Fransız sömürgecileri ,  1660 yılında  Afrika dan 18,000 köleyi adaya tehcir etti.

İngilizler  yeni sömürge alanlarının olduğu , Amerika Kıtasına , 1700  yılından 1808 yılına kadar 3,1 milyon Afrikalı köle tehcir ederek , birinci sırada yer alırken  ,  1 milyonun üzerinde  Afrikalı  köle  tehcir  eden  İspanyollar   ikinci  sırada  ve 1 milyon Afrikalı  köle tehcir eden  Fransızlar ise  üçüncü  sırada  yer  alıyorlardı.

Danimarka   gemilerindeki 60,783  köleden ancak  46,387  kişi  Amerikaya  ayak  basabilmişti. Geri kalanlar ise , Amerika’ya  varamadan  gemideki  ağır  şartlardan                         ( işkenceden , angaryadan , aç bırakılmaktan , hastalıktan vs. ) dolayı    ölmüştü.

Klein’ın   verilerine  karşılık  ,  konuyla ilgili araştırma yapan  diğer  tarihçiler ve demograflar ise , Afrika ve Atlantik ötesi  arasında  yapılan  köle  ticaretinin  esas  sayısının                25  milyon  kişiyi   kapsadığını  belirtiyorlar.

Araştırmacıların   tespitlerine  göre  , tehcir  edilen  her  1,000  köleden   ortalama  35 - 45 arasında  insanın  gemideki  yada  sömürgedeki  ağır  koşullara  dayanamamaktan dolayı  kısa sürede öldüğü de  eski belgelerde kayıtlara düşüldüğü görülmektedir. 

Köle  iş  gücü  kullanımı  konusunda  , Avrupalı sömürgeciler sadece , Afrika’dan Amerika Kıtasına köle tehciri yapmakla kalmadılar , aynı zamanda paralel olarak Afrika kıtasında  da  aynı  yöntemi  geliştirdiler.

Güney  Afrika da sömürgeciliğe başlayan Hollandalılar  , 1662  yılında  Cape şehrini oluşturdular.

Batı Afrika   kıyılarındaki Guinea  ve Angola’dan tehcir ettikleri  kölelerle  birlikte , Güney  Afrika ‘da , ekonomik çıkarlar  sağlamak   için , bölgeye  yerleşmeye  başladılar.  

1692 ila 1793 yılları arasında Hollandalı sömürgeciler tarafından , 64,848 köle , sömürgeci tarım ekonomisinin geliştirilmesi  için  Cape  bölgesi   sömürgesine  tehcir  edildiler   ve  ağır  koşullarda  çalıştırıldılar.   

Hollandalılar  tarafından  bu şekilde sürdürülen sömürgecilik  ve  tehcir  olayları , 140  yıl   boyunca  devam etti. Bu  zaman  içerisinde  bir  çok  köle  , ağır şartlarda dayanamadığı için ve Hollandalılardan kaynaklanan hastalıklardan  öldü.

VOC ,  Güney  Amerika’da  oluşturulan  Hollanda sömürgesi Surinam’daki yeni tarım alanlarına sürekli köle taşıyordu. VOC  firmasının  çeşitli  düzeyde  rakipleri   olan , diğer  devletlere bağlı  köle ticareti yapan firmalar ise, Cape bölgesi ve Güney Afrika’ya yakın denizlerde aynı şekilde faaliyette  bulunuyorlardı.

Bu Hollandalı olmayan firmalarda , Madagaskar’dan Fransız sömürgelerine  ve Mozambik’ten Brezilya’daki Rio Portekiz   sömürgesine  köle  taşıyan  gemilerdi.

Aynı  zamanda bu gemiler , Hollandalılar tarafından oluşturulan  , Güney Afrika’daki Cape – Hollanda sömürgesindeki  köle  pazarına  VOC  firmasının  dışında  da  köle  tehciri  yapıyorlardı.

Burada  bu  yüzden , büyük  bir  köle pazarı  ve  borsası oluşturulmuştu.

Cape – Hollanda   sömürgesine   köleler  başlıca ; Endonezya  Madagaskar , Mozambik , Malabar , Sri Lanka’dan tehcir ediliyorlardı.

     Cape , Graaf – Reinet , Drankenstein , Swellendam , ve Stellenbosch  Hollanda sömürge bölgelerine , tehcir edilen bu köleler , sırt  maddi  çıkar  elde  etmek   karşılığında , sömürgeciler tarafından , Avrupalıların çeşitli bölgelerde ve kıtalarda   oluşturdukları   yeni   sömürgelere   dağıtılıyorlardı.

Köle  ticareti  ve tehcirle ilgili olarak yukarıda anlatıldığı gibi beyaz Avrupalı insanın siyah Afrikalıya yaptığı ırkçılığa dayalı köleciliğin , psikolojik , sosyal ve kültürel etkileri günümüze  kadar  sürdü.

Avrupalılar yaptıkları köle ticareti vasıtasıyla , kendi ekonomilerini  geliştirdiler ama milyonlarca insanı ülkelerinden ve  yaşamlarından  zorla  kopartarak , Afrika  halklarının  mevcut kültür , gelenek  ve  sosyal düzenlerine büyük darbeler vurdular.

Avrupalılar ,  Afrika’dan yaptıkları bu köle tehciriyle birlikte , Afrika’daki  bir  çok  bölgede  topluluklar arasında insan gücü ihtiyacı doğmasına , ekonomik , sosyal , siyasi , demografik  ve  kültürel   kaosa   yol açtılar.

Afrika da  değişik  bölgelerde  insanların  ,  Afrikalıların köle   ticaretinde  bir  meta  haline  getirilmesiyle de ,  Afrikalıların  günümüze   kadar kökeni Avrupalı olan beyaz adamlar  tarafından , her   türlü  aşağılayıcı   muameleye  tabii   tutulmasına   ve   aşağı   bir  ırk  olarak  görülmesine   neden  oldu.    



AVRUPA   KÖKENLİ   KUZEY  ve  GÜNEY  ( BEYAZ ) AMERİKALILARIN   AMERİKALI   YERLİ   HALKLARA KARŞI    SOYKIRIMI

İSPANYOLLAR

Amerika  kıtasının , Avrupalıların kendi değerlendirmelerine   göre  ,   ilk  defa  ,  Avrupalı  bir   İspanyol olan  Colombus  tarafından   (  İspanya  Kralı  Ferdinand  ve Kraliçesi    Isabella’nın   himayesindeydi  )   1492    yılında  keşfedilmesiyle   birlikte  ,  Avrupa  kıtasında  yer  alan  ülkelerin  iktidarları  bu   yeni   keşfedilen   kıtayı   işgal  etmek  ve  oralarda kendi  siyasi ve ekonomik coğrafyalarını oluşturmak amacıyla birbirleriyle   adeta  yarış edercesine   Karayipler  ,   Meksika   daha  sonra  tüm  güney  ve  Kuzey  Amerika’yı  içine  alacak  bir biçimde  işgale   başladılar.

1492 yılında  Colombus’un  Amerika  Kıtasında  ,  Hispaniola  adasına  (  bugünkü Haiti  ve Dominik Cumhuriyetinin  bulunduğu  ada )  50  kişiyle  ayak  bastığı zaman , ada da toplam nüfusu  8  milyon  olan Arawaks  Yerlileri yaşıyordu.

Edinilen bilgilere göre bölgede , hüküm süren  22 yıllık İspanyol  egemenliğiyle birlikte ilk sıralarda 8 milyon  ( bazı veriler  5  milyon  )   Arawaks  yerlisinin   yaşadığı  ada  da 22   yıl   sonra   geride   kalan  nüfus  sayısı  ise  sadece  28,000 di.

Colombus’un   Karayiplere ,   17   gemiyle tekrar geri dönüşü  olan  1493 yılından sonra , Karayiplerde yaşayan 8 milyon  Arawaks  (  Tanios  )  yerlisinin  İspanyol  egemenliği sırasında , fiziki  olarak yok edilmesinden , hastalık ve köle ticareti yapılmasından , çocukların sömürgeciler tarafından parçalanarak  köpeklere yem olarak atılmalarından , toplu şekillerde asılmalardan , işkencelerden 

( Özellikle  yerlilerin  İspanyollar  şişe geçirilerek  alevde  yapılan insan  kızartması / çevirmesi  yapılması  yaygın  bir uygulamaydı )  dolayı soykırıma uğratıldı.

Sömürgecilerin  adaya ayak bastıklarından 50 yıl sonra ise ada da yaşayan yerli halktan sadece 200 kişi ancak hayatta kalmıştı.

Olaylara  tanıklık  eden , zamanın bir İspanyol misyoneri , Bartolome de las Casas  bölgesinde , kendi  gördüklerini  not  ettiği yazılarında  , sömürgecilerin yerlilere karşı yaptığı katliamlarla  ilgili  şunları  belirtiyor :

“ Bir gün Las Casas önlerinde , İspanyollar 3,000 kişinin kellesini kesiyorlardı , organlarını  parçalıyorlardı  ve ırzlarına geçiyorlardı. Ben hayatımda bu kadar barbarlığın benim insanlarım  tarafından  yapıldığının  hiç bir örneğine hiçbir zaman bir anı olarak şahit olmadım “

Diyor  ve  yazısına  şöyle  devam  ediyor ;

“ İspanyollar  kendilerinden  kaçan  çocukların  bacaklarını koparıyor , insanları  kaynayan  kazanlara  atıyorlardı , insanları iki  parçaya  ayırıyorlardı , yerlileri  bir  kancaya  domuz asar gibi  asıyorlar ve  kızartıyorlardı. Kızaran  insanları  ise  köpeklere  yiyecek  olarak  veriyorlardı. “

1519  yılında , İspanyol  Corte’in  Meksika’yı  feth  etmesiyle birlikte , ilk  başta  12  milyon  yerli nüfusu olan Meksika da , 1600  yılına  gelindiği zaman ancak 1 milyon yerli hayatta kalmıştı.

İspanyollar  Meksika  nın  California  bölgesini egemenlikleri  altına aldıkları zamanda , 700,000 olan bölgedeki yerli nüfusu ise , 1845 yılında yerlilere yapılan soykırımlardan dolayı  200,000  kişiye  düşmüştü.

1850 yılında California ABD egemenliğine girince , katliamlardan geriye kalan 200,000  yerliden  10,000’i               1854 yılında köle olarak pazarda satıldılar. 1852 yılında , California’nın  yerli  nüfusu  85,000’di . 1862 yılına gelindiğinde ise , bu  sayı  35,000  kişiye  düşmüştü. 

Buna  sebep  ise , 1849  yılında  ABD  askerlerinin  Pomo yerli  kabilesine  saldırısından  dolayı ,  Pomoların yok edilmesiydi.  Aynı  dönemde , ABD  askerleri ,  2,000 – 3,000 Yama  yerli  kabilesinden  olan insanları  katletti.  Bölgenin  diğer güçlü kabilelerinden Yukiler’e de saldıran ABD askerleri , saldırıda  12,000  Yuki’yi  katlettiler. 

Sömürgecilerin Yukilere yaptıkları seri katliamlarından sonra , Yukilerden  geriye  kalan  nüfus  ise  , sadece  200  kişiydi.

Saldırılar ve yerli katliamları hiç durmadan bütün bölgelerde  devam etti.

1860 yılında California’nın Indian Adasındaki ABD saldırısında , yüzlerce  yerli  kadın  ve  çocuk  katledildi. 

1900  yılına  gelindiği zaman , 1800 lerin ilk yarısında 700,000 kişi olan California yerli nüfusundan yerlilere karşı sömürgeciler tarafından yapılan katliamlardan sonra ancak 15,000  kişi  hayatta  kalabilmişti.

İspanyolların ve Kuzey Amerikalıların eski İspanyol sömürge bölgesinde ( California , Mexico ) yaptıkları yerli  katliamlarından  sonra , 1492 yılında , 7 milyon olan ( bazı verilere göre 12  milyon ) yerli nüfusu , 1892 yılına gelindiği zaman , 500,000  kişiye  inmişti.

Bir  başka  veriye  göre  ise , İspanyol  Colombus’un Amerika  kıtasına  ayak  bastığı  zaman  ve daha sonra                48. Birleşik  Devletler  bölgesine  girecek  olan  bölgede                 12   milyon  yerli  yaşıyordu , 400  yıl  sonra  ise , yerli  nüfusunun  % 95’i   soykırıma  uğratılarak  sayıları  sömürgeciler  tarafından 200 bin  ( bazı verilere göre 237 bin )  kişiye  düşürülmüştü.

İNGİLİZLER

Yerlilere ilişkin İngilizler sömürgecilerin , öldürme amaçlı işledikleri  soykırımlarda ,  insanları  vurarak  öldürmeleri dışında , sömürgecilerin  Amerika kıtasına bilerek yaydıkları çiçek  hastalığının  da  büyük  payı  vardı.

1607 yılında , Rio Grande ve Virgina bölgesini sömürgeleştirmek  için gelen İngilizlerin hazırladıkları bir raporda  da  bu  durum  su yüzüne  çıkıyordu.

Buna  bir  örnek  verecek olursak , hastalıklardan ve öldürme olaylarından önce bölgede yaşayan , Powhatans yerli kabilesinin nüfusu , 1600 yıllarında 50,000 iken , İngilizlerin hastalık  yayarak  yerlileri  soykırıma  uğratmaları  sonucu ,  1607 yılında  Powhatanlardan  geriye  ancak 5,000 kişi hayatta kalmıştı.

1607 yılında Jamestown bölgesini işgal eden İngilizler , bölgede  yakaladıkları  her  yerliyi  kayıtsız şartsız öldürüyorlardı.

Bu   konuda  Tarihçi   David E.Stannard   şöyle  diyor :

“  Yüzlerce yerli hiç yoktan meydana gelen saldırılarda katledildiler.  Diğer   yüzlercesi   ise  çeşitli  entrikalarla  zehirlenip  öldürüldüler.  Yerlilerin   kanoları  paramparça  edildi  bütün  tarım  alanları yakılıp yıkıldı. Ne  zaman  yerliler  barış istediyse  hep  İngilizler  tarafından  sahte  bir  anlaşma  yapıldı  ve  ardında  İngilizler  barış  zamanında  olduğunu  sanan yerlilere , beklenmedik   bir  biçimde tekrar saldırdılar. Çünkü sömürgeciler   yerlileri  yeryüzünden silmek istiyorlardı. Onun için  yerlilere  karşı  her  türlü  öldürme  olayını  kendilerine  reva gördüler ,  yerlilerin  ekili  alanlarını  da  sırf yerlileri aç bırakarak  yok  etmek   için   yaktılar   “   demektedir.

Yerlileri  yabani  ve  barbar  olarak gösteren birçok Avrupalı kaynağa karşın , tarihçi David Stannard’ın yaptığı araştırmayı  yayınladığı  eseri American Holocaust’da Stannard’ın  sözünü  ettiği  Virginia’da yerleşmiş olan Powhatan’lı Paspaghegh yerlileri , bölgede tarımı çok iyi geliştirmişler  ve  iyi  seviyede  bir  medeniyet  kurmuşlardı.

Bölgeye   yerleşen  500  İngiliz  sömürgeci  her  yıl ,  yerlilerin buğday üretiminden 1610 yılına kadar aralıksız olarak yararlanıyordu.

1610 kışında yerlilerden buğday alamayan bölgedeki İngilizler , kuru  kış  ve  açlıktan meydana gelen ölümlerden dolayı  nüfusları  60  kişiye  kadar  düştü.

Açlıktan  ölen  İngilizlerin  ölümlerini  kabullenemeyen İngiliz Bölge Valisi , Paspaghegh kabilesi yerlilerine karşı savaş ilan etti ve 15 kadarını öldürdü , kabilenin kraliçesini ve çocuklarını  kaçırdı  ve  evlerini  ateşe  verdi.

İngilizler kaçırdıkları yerli çocuklarının hepsini ve Paspaghegh  katlettiler  ve  cesetlerini  ırmaklara  attılar.

1624  yılında ise , 60 silahlı  İngiliz in  saldırılarında  ise  ,  800  savunmasız  kadın , erkek , çocuk kendi yerleşim bölgelerinde   katledildiler.

1644  yılında ise, yerliler  yavaş  yavaş  topraklarının  işgal edilmesine  ve  yaşam  şartlarının zorlaştırılmasına karşı mücadele etmeye başladılar ve  İngilizlerin saldırılarına karşılık , 500  yeni  sömürgeciyi  öldürdüler.

Bunun  üzerine bölge valisi William Berkeley , yerlileri yok etme amacıyla yerlileri iç ve verimsiz bölgelere tehcir ettirmeyi hedefleyen  bir  stratejiyi  uygulamaya  koydu.

1637  yılında  yerlilerin  sömürgeciler tarafından katledilmesi Virginia’da olduğu gibi Massachusetts’de de sürdürüldü.

Connecticut  ırmağına  yakın bölgedeki  Black adasında , İngiliz  bir  subayın  emriyle  bölgede  bulunan  ne  kadar  erkek yerli   varsa   katledildi   ve   bölgenin  en  güçlü  Pequot  kabilesine  ait  iki  yerleşim  birimi  yakıldı ,  yerleşim  birimindeki  yerli kadın ve çocuklarda hiç acımadan İngiliz askerleri   tarafından   katledildi.

Connecticut’ta General Court kumandasındaki ingiliz kuvvetleri ise , yerli  yerleşim  bölgesi  Mystic at Dawn’a   saldırıda bulundu ve bir saat içinde 700 tane yerli kadın , yaşlı erkek  ve  çocuğu  katletti.

1900  yılına  gelindiğinde , yerlilerin yüzyıllarca , yüzbinler olarak  yaşadıkları bölgelerde aşırı derecede yerli nüfusunun azalmasından dolayı  Avrupalı  sömürgecilerin  yerlilere yaptıkları   soykırımların   sonuçlarını   algılamak  çok  zor değildi.

AMERİKALILAR

Amerika’da 1900 yılına gelindiğinde milyonlarca yerliden geriye  hayatta  kalanlar  şunlardı ;

New Hampshire  22 kişi  ,  Delaware 9 kişi , Alabama 177 kişi  Arkansas 66 kişi , Connecticut 153 kişi , Georgia 19 kişi , Kentucky  102 kişi , Massachusets  587 kişi , Ohio  42  kişi ,  Rhode  Island  35  kişi , South  Carolina  121  kişi ,  Tennessee 108 kişi , Texas  470  kişi , West  Virginia  12  kişi , Maryland  3  kişi ve  New  Jersey  de  ise  5  kişi  hayatta  kalmıştı.

Amerikada’daki  Avrupa  kökenli  sömürgecilerin , yerlilere soykırım  uygulamasına  ilişkin  olarak , Amerikan Devlet Başkanı  Theodore Roosevelt’in Amerikalıların yerlilere yaptıkları katliamlarla ilgili söylediği söz , Amerikalıların yerlilere  karşı  besledikleri  soykırımcılığı  çok  iyi  özetliyordu.

Roosevelt yerlilerle ilgili olarak ırkçı ve soykırımcı görüşlerini  anlattığı  bir  konuşmasında :

“  Ben  en  iyi yerli ( kızılderili ) ölü yerlidir diyebilecek kadar  çok  ileri  gitmek  istemiyorum  ama onda dokuzu öyledir. “ diyebilmekteydi.

Esasında Roosevelt’in bu ırkçı ve soykırımcı sözlerinin altında  yatan  neden  şuydu ;

Roosevelt , Black Hills’den South Dakota’ya kadar olan bölgeyi fethetmek istiyordu. Roosevelt’in rüyası gerçekleştiği zaman  sayısız  yerli çocuk , kadın , yaşlı ve erkek katliama uğradı. 

Daha  sonra  yerlilere karşı , aynı ırkçı ve soykırımcı düşünce ve retorik South Dakotalı General ve vali William Jankov tarafından , yerlilere karşı yapılan insanlık dışı uygulamalarda  da  kullanıldı.

Kuzey  Amerika’daki  yerli soykırımlarında , Avrupa kökenli  yeni  Amerikalılar  ( sömürgeciler )  her  türlü insanlık dışı   sayılacak  yöntemi  kullanıyorlardı. 

Yeni  Amerikalıların  bu  kullandıkları soykırım yöntemlerini  başlıca  sayacak  olursak ,  şöyle  özetleyebiliriz ;

Toplu soykırımlar , hastalık yayarak oluşturulan soykırımlar , işkencelerle hedefe varılan soykırımlar , ürünleri yakıp   yıkarak  ve  hayvanları  katlederek yerli halkı aç bırakarak  oluşturulan soykırımlar , zorla kadınları kısırlaştırarak  oluşturulan biyolojik  soykırımlar , 

yerlilerin  bin yıllardır yaşadıkları topraklardan yerlileri dağıtıp yok etmeye yönelik  olarak  yaptıkları  tehcir  yoluyla  gerçekleşen soykırımlar , yeni Amerikalıların  kendi  değerlerini  zorla empoze ederek yerlilerin beyninin ( özellikle çocukların ) yıkanması yoluyla uygulanan soykırımlar ,

 ( beynin sömürgeleştirilmesi / asimilasyon ) , yerleşim bölgelerinin  yakılması  yoluyla  uygulanan  soykırımlar , şamanist  ve  totemist dine inanan yerliler arasındaki dini ibadet özgürlüğünün  kaldırılması   yoluyla  uygulanan  soykırımlardı.

New York  ve  Pennsilvania’da  yaşayan  ve  çok  büyük  bir yerli   kabilesi  olan   Iraquoisler   tehcirlerden  dolayı  en  sonunda yaşamlarının  anlam  getiren  her  şeylerini  bırakarak  Kanada’ya  gitmek  zorunda  bırakıldılar.

Daha sonra bu  yerli  kabilesinden  birkaç  yüzyıl  sonra  yerli  kabilesinden  birkaç  yüzyıl  sonra  hemen hemen arda hiçbir şey  kalmadı.

1830  yılında  ABD’nin   aldığı  yerlileri  tehcir  kanunuyla  , 5  tane  Choctaws , Creeks , Chickasaws , Cherokees , ve Seminoles yerli medeniyetlerinden 100,000 kişi Mississipi bölgesine  ABD’nin  kontrolünde  olarak  tehcir  edildiler.

Tehcire   karşı  çıkan  Cherokees  kabilesinden  yüzlerce  kişi ise  katledildi.

Özellikle yerli çocukların asimile edilerek kendi kültürlerinden kopmaları için Jesuit ( hristiyan   tarikatı ) örgütlenmesi yoluyla açılan okullarda öğretilen sömürgeci hrıstiyan  kültür  ve  sosyal  değerlerle  şartlandırılıyorlardı.

Dil  eğitimi  verilmesi  ve  çocukların asla okulda yatılı olarak yer aldıkları müddet içerisinde hiçbir zaman kendi anadilinin  konuşmasına  olanak  verilmemesi  yoluyla yapılıyordu.

Pensylvanyadaki “ Charlis Indian  Industrial “ okulunun kurucusu , Capt.  Richard  H. Pratt ‘ın     “ İnsanları koruyabilmek  için  yerlileri öldüreceksin “ sözüyle yerli çocuklara okul yoluyla yapılan bu kültürel asimilasyonun esasında  yerlileri  yok  etmek  olduğunu  doğruluyordu.

Kuzey  Amerika’ya  ek olarak Latin Amerika’da da Avrupalı sömürgeciler , aynı türden soykırımları aynı amaçları güderek ,  yerlilere  karşı  uyguladılar.

1970 – 1980  yılında  zamanın  ABD  Başkanı, Ronald  Reagan  tarafından  bizzat  direktif  verilerek  desteklenen ABD destekli Guatemala’daki mevcut hükümet birlikleri ve paramiliter örgütler tarafından , yüzyıllardan beri yerlilere  gerekçesiz  olarak  uygulanan  soykırım uygulamalarının  bir  devamı  olarak , insanlık  tarihinde  Aztekler  gibi  önemli  medeniyetlerden birisi olan Myaların en son nesli olan Guatemala da yaşayan yerlilerden binlercesi kaçırıldı ,

Yerlilerin  400 e yakın  yaşadığı  köy  ve  tarım  alanları  yok edildi , bir çoğu işkenceden geçirildi ve bu soykırım uygulamalarının  sonucunda  ise , 200,000  Maya  yerlisi  tamamen katledildi.

Olayların  dünya  kamuoyu  nezdinde  ortaya  çıkması  ve yoğun  uluslar arası  protestolardan  dolayı , 1999 yılında ABD Başkanı   Bill Clinton , Mayalara Guatemala   askerleri tarafından yapılan bu saldırılarda ve katliamlarda Reagan dönemindeki  ABD’nin  aktif  rolünden  dolayı  resmi  olarak  yerli  halktan  özür  diledi.

Sömürgecilerin  Latin  Amerika’ da  yerlilere karşı yaptıkları   soykırımların  araştırmacıların  Hans Goning ,  yaptığı   yorumda , sömürgeci  anlayışın  hala sürdürüldüğünü belirtiyor  ve   bu  konuda  şöyle  diyor ;

“ Latin Amerika’da  hala fetihler günümüzde de varlığını sürdürmektedir. Bu fetihler hala fethedilmeyen ormanlar ve dağlık  alanlarda  sürdürülmektedir.  Amazon yerlilerinin köyleri Orta  Amerika’nın bu arka ormanları , buralara çiftlikler açma ve maden arama gerekçesiyle gelen eli silahlı güçler                          ( sömürgeciler )  tarafından  işgal  edilmektedir. “ 

Araştırmacı Arne Falk – Rönne’de Latin Amerika yerlileriyle  ilgili  yaptığı  bir  araştırmada , Kuzey ve Orta Amerşka’daki  yerlilere  uygulanan  sömürgeci  soykırımlarda olduğu  gibi , Latin  Amerika’daki  Avrupa  asıllıların  yaptıkları soykırımlarda da  , yerlilerin  yaşadıkları bölgelerin işgal edildiğini  ve  planlı olarak sömürgeciler tarafından aynı ekonomik çıkar  amacı  güdülerek , Avrupa  asıllılar  tarafından Kuzey Amerika’daki soykırımlarda olduğu gibi , soykırımcı metotların   aynen   uygulandığını   gözler   önüne   sermektedir.

 Arne Falk – Rönne’nin  yaptığı  araştırma  sonuçlarına  göre , Avrupalı sömürgeciler tarafından üzerlerinde soykırım uygulanan  yerli grupları ve yaşadıkları bölgeleri kısaca şöyle özetleyebiliriz ;

Brezilyanın Rio Arinos bölgesinde yaşayan Tapayuna yerlileri ,  1967  yılında bölgelerini işgale gelen Avrupa asıllı ticaret  adamları  ( sömürgeciler )  tarafından  unlarına ve sularına  zehirli  madde  olan  arsenik  karıştırılarak  yok edildiler.

Geride kalan çok az miktardaki Tapayuna yerlisi ise , profesyonel  yerli  insan  avcıları tarafından , ormanlarda avlandı. 

10,000 kişilik nüfusu olan Cinta Larga yerlileri ise , Brezilyanın Rio Jureaneler bölgesinde , 1962 / 1963 yılında sömürgeciler  tarafından  tamamen  yok edildi.Bu gruptan hayatta  sadece  tesadüf  olarak ,  20  kişi  kaldı.

Brezilyanın  Rio  Manuel  bölgesinde  yaşayan Kraho yerlileri ise , bölgenin güçlü adamı Pedro Alfons – egnen tarafından  yerleşim  birimleri  yakıldı  ve  daha  sonra  aynı  şahıs ve  adamları  tarafından , verimsiz  ve Malarya hastalığının yaygın  olduğu  bir bölgeye tehcir edildiler.Tehcir edilen Kraho’lar tehcir edildikleri bölgede , açlık ve hastalıktan dolayı tamamen  yok  oldular.

Brezilyanın  Belo Horizonte bölgesinde yaşayan 5,000 nüfuslu  Maxakali yerlileri ise , baskılardan ve sömürgeci avcıların kendilerini avda avlayarak öldürmelerinden dolayı tamamen  yok  edildi.

Brezilyanın Rondon bölgesinde yaşayan binlerce Nambikvara  yerlisi  de 4 – 5  dolar  karşılığı  verilen  ödüllerle , beyaz  sömürgeci  avcılar  tarafından  katledildiler.

Beyaz  avcılar tarafından yerli avlarında katledilmelerden dolayı , 1968 yılında Nambikvara’dan geriye ancak 500 kişi hayatta  kaldı.

Brezilyanın  Rondonia  bölgesinde  yaşayan  binlerce    Pakaa – nova yerliside , 1900 yılında Avrupalı sömürgeciler tarafından  bulundukları  yerleşim  birimi  tamamen  sarıldı    ve hiç birinin kurtulmasına göz yumulmayıp kurşunlanarak katledildiler.

Brezilyanın   Itibuna  bölgesinde  yaşayan  Pataxo yerlileri ise , sömürgeciler  tarafından  hastalık  yayılarak  katledildiler.

Brezilyanın  Rio  Xingus  bölgesinde  yaşayan Bororo yerlileri de bilinçli olarak sömürgeciler tarafından yok edilmek için  verimsiz  bir  bölgeye  tehcir edildiler ve bir çoğu yeni yaşama  ayak  uyduramadığı  için  hastalıktan  kırıldı.  

Bugüne  kadar  konuyla ilgili yapılan araştırmalardan ortaya çıkan verilerden edinilen bilgilere göre , Amerika’ya Avrupalılar  gelmeden  önce  yaklaşık 100 / 145 milyonun üzerinde yerli yaşarken , 

Avrupalı   sömürgeci  Colombus’un Amerika’yı  500 yıl  önce  keşfiyle  birlikte  yerli  nüfusun  bir  çok  nedenlerden  dolayı yavaş yavaş  Avrupalı sömürgecilerin boyunduruğuna geçtiği  ve  birçoğunun  Avrupalılar  tarafından  çeşitli  neden  ve metotlarla soykırıma uğratıldığı yukarıdaki tarihsel  bilgiler  ışığında  da  iyice  belirginleşmektedir.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

2 Kasım 2019 Cumartesi

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 5

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 5



 1960’lı yıllara kadar Türkiye’de yaşam; 

 Cumhuriyet dönemine başlarken Türk insanının fikri, inanç ve dünyaya bakışını 
Atatürk döneminde kurulmaya başlanan fabrikalar değiştirdi. Atatürk, fabrikaların basında tanıtımını yaparak modernleşme stratejisi içinde kullandı. Söz konusu sanayileşme hamleleri hem iş dünyasının oluşumuna katkıda bulunurken, okullar, halk evleri ve köy enstitüleri de insan kalitesinin artmasının kaynakları idi. Okul, fabrika hayatı ile insan yükselebilir, hayat kalitesini artırabilirdi, onun dışında yapabileceği bir şey yoktu. 

 1960.lara kalan devam eden diğer bir toplumsal olgu, Osmanlı.daki Ahilik sistemine benzer „Arasta. oldu. Arasta; ayakkabıcılar, keçeciler gibi pek çok mesleğin temsil edildiği bir yonca sistemi işlevi gördü. Her mesleğin usta-kalfa-çırak sistemi içinde meslek sahibi olmak isteyen biri, daha 5-6 yaşında bir ustanın yanında işe başlardı. Çırak daha sonra kalfa olur, evlenene kadar ustasının yanında çalışırdı. Ustası askere gidince ona para gönderir, kendi 
dükkânını kurmasına yardım ederdi. 

Anadolu.da insanları şehri hiç görmemiş ya da sadece askerlikte görmüştü. Kasaba dışında evlilik (yani kız alıp-verme) olmazdı. Ortaokula giden kız öğrenci miktarı 4-5.i geçmezdi, kızlar evde koca beklerdi. 1940-50.li yıllarda tırnak ve bit yoklaması yapılır, eve geri gönderilen çocuklar olurdu. Her aileden tifo, dizanteri, kızamık gibi hastalıklardan ölenler sıklıkla görülürdü. Kasabalarda liseler 1971-1972 gibi geç bir tarihte kuruldu. 

Anadolu.nun mütedeyyin hayat biçimi içinde dükkân sahibi camiye giderken kapıyı kilitlemez, kapının önüne sandalyesini ters çevirirdi, hırsızlık yoktu. 

Kasabada banka yoktu; zenginler banka vazifesi görürdü. Paraya ihtiyacı olan örneğin „düğün yapacağım. diye biri hasatı toplayınca ödemek üzere zenginden borç alırdı. Bu kasaba hayatındaki dayanışmanın örneği idi. Hatta Sünni olanların borçları deftere kaydedilir, sözlerine çok güvenildiğinden Alevilerin borçları deftere bile yazılmazdı. Ancak, bugün olduğu gibi o dönemde de Sünniler ile Aleviler arasında kız alıp-verme yoktu. 

 1960’lı yıllardan sonra; 

 Şehirlere yoğun göçün başlamasının ana nedeni; Anadolu.da yani kasabalarda sanat erbabı olmanın önünün kesilmesi yani meslek hayatının bitirilmesi idi. Kendini kurtarmanın yolu büyük şehre göçtü. Fabrikalarda iş bulmak ve iş imkânları için büyük şehirlere gidildi ama orada da meslek eğitimi verecek, köylülükten fabrikada çalışma düzenine geçilmesini sağlayacak KOBİ benzeri meslek örgütleri yoktu. Fabrikalaşma ile birlikte eğitsel bir gelişme yapılmadı. 1960 ve 1970.lerde Anadolu.da yaşanan köy-kasaba hayatı Kemal Sunal 
filmlerinin tam da anlattığı gibidir ve çok güzel tasvir edilmiştir. 

 Bugün Türkiye’de toplumsal hayatı üç ana bölgeye ayırabiliriz; 

 Mümtaz Turhan.a göre; 1960.larda Türkiye.de iki kültür bulunmaktadır47; büyük şehirlerde „şehir kültürü. ile kasaba ve küçük şehirlerde „halk kültürü.. Ancak, bugün gelinen aşamada Türkiye.de üç farklı yaşam tarzı tespit ediyoruz. 

 (1) Sanayileşmiş, büyük şehirlerde yaşanan sanayileşme odaklı gelişmiş hayat: 

 Gelişmiş bölgeler genellikle kıyı şeridinde, turizme açık ve sanayileşmenin olduğu yerlerdir. 1960.lı yıllara kadar her yörenin kendine ait bir yaşam tarzı vardı. Kastamonulular, Sivaslılar ve diğerleri çalışacak fabrika olmadığı için göç ettiler. Kasabaya yerleşen köylü, kasaba kültüründe „köylü.dür. Ancak kasaba hayatına uyum gösterdiğinde şehirli kabul edilirdi. İstanbul.da da durum böyleydi; „İstanbullu. olmak vardı. Şimdi ise değil. 

 1960.larda İstanbul.da şehrin efendileri sinema filmlerinde gördüğümüz fötr şapkalı, takım elbiseli, bastonla gezen Hulusi Kentmen gibi biriydi. 
Kadınların başı açık, modern giyimliydiler. 


Tablo 1: Gelişmişlik Endeksine Göre Kademeli İl Grupları 


Kaynak: Bülent Dinçer, Metin Özaslan, Taner Kavasoğlu, İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması, DPT Yayın No:2671, Mayıs, 2003. 

Ancak, ani göç hareketi ile birlikte gelenler kendi adetlerini de getirdiler ve İstanbullu olma kültürü ortadan kalktı. İstanbul.a gelen her grup kültürel yapıyı bozdu, örneğin herkesin kendi camisi oldu. Bu durum kasabalara da yansıdı ve kasabalı kültürü de kayboldu. Bu kültürel dejenerasyona son yıllarda katılan Suriyeli ve Afganistanlı gibi göçmenler toplumsal yapımızı oldukça bozdular, dindeki Araplaşma, toplumsal yapıya da yansıdı. 

(2) Sanayileşmemiş, Ordu-Sinop-Ankara-Adana hattından doğuya doğru az gelişmiş hayat: 

 1960.lara kadar ikinci bölgeyi ayakta tutan Halkevleri, Köy Enstitüleri gibi eğitim kurumları oldu. Şehre göç edenlerin fabrika hayatına geçişinde mesleki 
eğitim verecek bir mesleki örgütlenme de ortaya çıkmadı. Bu yüzden, herkes memur olmaya kalktı. Anadolu insanı büyük şehre gelince; 

- İş bulamadı. 
- Farklı kültürlerle karşılaşıp, uyum sağlayamadı. 
- Dayanışma kayboldu (hemşehri dernekleri bu işleve soyundu hemşericilik devam etti). 
- Yeni yaşam tarzı insan karakterini bozdu. 

Büyük şehirdeki hayatın diğer bir sonucu artık kendi kasabası dışından yani bir yabancı ile evliliğin önünün açılması oldu. 

 Hala küçük şehirlerde okul-ev-kahve/lokal hayatı devam ediyor. Ama bir kere büyük şehire gelen artık o hayata dönemiyor. 
Küçük şehirler, emekli ve ölümü bekleyenlerin yeri oldu. 

 Tarikatçılık yaygındır. Özellikle Nakşîlik hâkim olmakla beraber, Adıyaman.da Menzil tarikatı gibi şehirden şehire değişen tarikat faaliyetleri vardır. 

Bu kapsamda, başka bölgelerden tarikat ziyaretleri gibi bir trafik de söz konusudur. 2011 yılı sonrasında BM kimlik kartı kullanan pek çok yabancı ajan da tarikatlarla bağlantıya geçerek sahada çalışmaya başlamış, uzun vadeli işlere girişmişlerdir. Bu kapsamda, tarikatlar üzerinden üniversite ve televizyon kurma faaliyetlerinde bulunmaktadırlar. Bu bölgede din istismarı içinde cinsel sapkınlıklar gözlenmektedir. 

 (3) Feodal; Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde süregelen hayat. 

 Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi sosyo-ekonomik olduğu kadar kültürel açıdan da gelişmemiştir. Söz konusu bölgelerde Osmanlı döneminden beri süre gelen aşiret yapısı, varlığını hala sürdürmektedir. Bu olgu bölgedeki üretim ve insan ilişkilerini oldukça etkilemektedir. 

 Ağalık, şeyhlik ve aşiret reisliği gibi ağır basan kurumlar yaşam biçimine yön vermektedir. Bu bölgelerde tıpkı Orta Çağ.ın feodal düzenine benzer şekilde insanlar ağanın tarlasında karın tokluğuna çalışır. Ülkemizin birçok yerinde aşiret, beylik geleneğinin yavaş yavaş ortadan kalkmasına rağmen Doğu ve Güneydoğu Anadolu.da varlıklarını, özellikle Mardin, Siirt ve Urfa gibi yörelerde, sürdürdükleri bilinmektedir. 

 Ağalık sistemine son vermek için toprak reformu denendi ama sonuç alınamadı çünkü devlet arkasında yeterince durmadı ya da inanmadı. Ağaların pek çoğu 1930.lardaki Ağrı İsyanı sonrası Konya-Kulu.ya sürülmüştü ama 1950.de Demokrat Parti iktidara gelince bu kişilerin geri dönüşüne müsaade etti. 

 Evlenmek dâhil kişisel kararları ağanın iznine tabidir. Ağa.nın pek çok karısı ve oğlanı vardır. Bu bölgelerde fiili livata denilen cinsel sapkınlıklar yaygındır. Bölgeden yapılan göçler de geride kalan yaşamı çok değiştirmedi, hala feodalite devam ediyor. 

 1930.lara kadar devam eden isyanların nedeni de Kürtçülük değil, ağalık düzeninin devamı yani Osmanlı döneminde elde edilen imtiyazların devamını istemektir. Lozan Antlaşması.nda çözülemeyen Musul sorununda Türkiye.ye baskı yapmak isteyen İngilizler, bölgedeki aşiretleri kullanmışlar ve isyanları din kisvesine (din elden gidiyor söylemi) sokmuşlardır. Örneğin Ağrı İsyanı.nda sakalının içine pil koyarak yüzünü aniden aydınlatan şeyh, „bana nur indi. diye halkı ayaklandırmış ve İngiliz bayrağı asmıştır. 

 Doğu ve Güneydoğu Anadolu.da dini kullanmak her zaman iyi bir strateji olmuştur. Bunda Halit-i Bağdadi.den beri Nakşîlerin, Barzani ile devam eden yakınlığı etkili olmaktadır. 1970.lerde din kartını kullanmak Milli Nizam Partisi ile başlayarak İslamcı partilerin işi oldu. PKK da din kartına sarıldı, Kürtçü Din Adamları Derneği kuruldu. 

 Sonuç ve Neler yapılmalıdır? 

 Osmanlı.dan beri devam eden modernleşme sürecinde hala Kapitalist olmayı başaramadık. Bunun başlangıçtaki nedeni Osmanlının din anlayışının verdiği umursamazlık ve yabancıların dışarıdan aldıkları destek oldu. 1945 yıllara kadar ülkenin güç şartları içinde sağlanan öz kaynaklara dayalı kısmi sanayileşme daha sonra borca dayalı gelişme modeline dönüştü. II. Dünya Savaşı.ndan sonra Türkiye.yi yönetenler, belirli kesimleri zengin eden, ülkeyi yabancılara talan ettiren fırsatçıların liberal ideolojisine yöneldi. 

Bugün de yapılması gereken halkın geniş kesimini düşünen, daha eşitlikçi ve devletçi bir ekonomi politikasıdır. Nitekim dünya özelleştirmenin çare olmadığını anlamaya başladı. Devletçi anlayıştan kastımız özel sektörün yok edilmesi değil, ekonomik ve sosyal refahın tüm topluma yayılmasında devletin elini taşın altına sokmasıdır. 

Fakirlik, Türk insanının kaderi olmamalıdır. Devletin bankalarındaki mevduatının yüzde 55.inin ülke nüfusunun binde 7.sine ait olduğu bir ülkede ne halkınızı refaha ve mutluluğa kavuşturabilirsiniz ne de terörü ya da ayaklanmayı önleyebilirsiniz. Devlet artık o mevduat sahiplerinin elinde halkı baskı altında tutmak için bir araca dönüşmüştür. 

 Son bin yıldır bu topraklarda yaşananlardan sonra Türk insanın doğası da değişmiştir. Bu toplum savaşçı ve süratle hareket eden bir yapıdan genel karakteri ile; 

- Yoksul ama tüketmeyi seven, 
- İşsiz ama çalışmayı sevmeyen 
- Dindar ama bencil ve saldırgan, 
- Diplomalı ama liyakatsiz, 
- İsyankâr ama kaderci 
- Özgüveni yüksek ama uyuşmuş bir karaktere dönüşmüştür. 

 Temel olarak iç sorunlarımızın başında kötü yönetim, yetersiz demokrasi, bağımlı adalet, az gelişmişlik çemberinde ekonomimiz ve irrasyonel eğitim geliyor. Ülkemizde eğitim, kültür, sağlık, din, hukuk, güvenlik yozlaşması yaşıyoruz. Az gelişmiş, borca dayalı, borçla beslenen bir ekonomi ile yaşamak kaderimiz. Bu yüzden ekonomiden savunma ve güvenliğe ülkemizin dış politikası tam bağımsız değil. Ülkemizde güçler dengesinin bozulması ile ülkemizde demokrasi oldukça geriledi. Ülkemizdeki kutuplaşmanın önünün alınmasında adalete güvenin sağlanması öncelik taşımaktadır. 

Öz kaynaklara dayalı bir üretim politikamız olmadığı gibi İkinci Dünya Savaşı sonrası tüketim toplumu olmaya özendirildik. Üretmeyen ülkede önce işsizlik başlar, açlık sefalet boy verir, ardından hırsızlık, fuhuş, aile parçalanması hızla gelişir, akıl almaz cinayetler –başta akraba cinayetleri, çoğalır, toplumda karamsarlık kırılma noktasına gelir. Bu durumlar anarşi ve terörü hortlatır. 

 Ülkemizin toplumsal sorunları ile ilgili sanırım hemen herkesin pek çok tespiti ve önerisi vardır. Bu tartışmalara alt yapı teşkil etmek üzere yukarıda kategorize ettiğim tespitlere yönelik öncelikli önerilerim şunlar olabilir; 

 (1) Türkiye.nin sorunlarının temelinde olan toplumsal gelişmelerin yönünün belirlenmesi ve tam bir resmin ortaya çıkarılması için sahada çalışan sosyologlara ihtiyaç vardır. Sosyologlarımız, yabancı sosyologların nazariyeleri ile uğraşmak kadar, kendi toplumumuzun sorunları ve ayrışmalarının kaynaklarına eğilmeli, çözümler önermeli, bu gayretler kurumlaşmalı ve projelendirilmelidir. Toplumsal hayat için bölge ve il bazında çeşitli çalışmalar yapılmalıdır. 

 (2) İnsanlarımız okumuyor, okuma isteği kayboluyor, üniversitelerde diploma almak hedef olmuş durumdadır. En önemli mesele, eğitim ve aydın yetiştirmektir. Gelişmiş ülkelerde nüfusun %7-10.u üniversiteye gider, üniversitenin ana görevi bilim adamı yetiştirmektir. Hedef herkesin üniversite bitirmesi değil, meslek sahibi yapmak olmalıdır. 
Sistem insana liyakat kazandırmalı, mesleğe göre insan yetiştirmelidir. Meslek eğitimi, ara eleman temini üniversitelerden beklenmemelidir. 

(3) Gerçekçi bir insan yetiştirme düzeni planı çerçevesinde yeteneği dayalı bir eğitim sistemine geçilmelidir. İlk defa İsrail.in kullanmaya başladığı Sınıf Öğretmenliği, biz de boş ders öğretmeni olarak istihdam edilmektedir. Hâlbuki onların görevi öğrencilerin zekâ ve yeteneklerini takip ederek, onların hangi meslekte başarılı olabileceğini tespit etmek ve yönlendirmek olmalıdır. Kültürel gelişme için eğitim alanında gerçek bir reform yapılmalı; meslek eğitimine önem verilmeli, liyakatli insan sorunumuz çözülmelidir. 

 (4) Ağalık ve aşiret düzenine son vermek, insanları toprağa bağlayarak göçü önlemek için toprak reformu ciddiyetle uygulanmalıdır. Günümüzde işsiz ziraat mühendisleri MEB.de öğretmen olmaya çalışıyor. Hâlbuki ziraat mühendisleri devletin kalkınma ajanı olarak, gittiği köylerde tarımı geliştirme yanında köy enstitülerine de öğretmen olmalı, tarım reformunu kontrol etmelidir. Sağlık ocaklarımız hala sorunludur ve halk sağlığı düzenlemeleri bölgenin gerçekleri ile örtüşmelidir. 

 (5) Alman vatandaşı; haftanın beş iş günü çalışır, Cumartesi içki içer ve eğlenir, Pazar günü dinlenir. Karı-koca ayrı zaman geçirirler. Türk insanı ve aile yapısı hala eski inanışlarından kurtulmamıştır. Son 20 yılda yapılan yol ve AVM.lere rağmen eğitim ve kültür seviyemiz geriye gitti, her kesimde bir yozlaşma yaşanıyor. Kadınların çalışma hayatına kazandırılması, gençlerin eğitimi, şehir ve kasabalarda boş zamanın değerlendirilmesi ile ilgili projeler geliştirilmelidir. 

 (6) Sanayi sektörü Anadolu.ya da dağıtılmalı, bölge insanının bölgesinde kalması için gereken cazibe yaratılmalıdır. İlaçlarla insanların ömrü uzadı ve emeklilerin yeni hayatının eğitim ve ekonomi ile bağlantıları araştırılmalıdır. 

(7) Bilim insanlarımız, mühendislerimiz ve diğer kadrolarımız atıl durumdadır. Bilim insanı kapasitemiz, Batının yaptığı teknolojik malzemelerin teknisyeni değil, milli markaların teknolojik üreticisi ve icatçısı olmalıdır. 

Türkiye.de yapılan seçimlerin coğrafi sonuçları, Atatürk devrim ideolojisinin hangi kitlelere ulaştığı ve ulaşamadığı ile ilgili bir analiz alt yapısı sunmaktadır. Ortaya koyduğumuz üç bölgeli yapı bu bakımdan anlamlıdır. Ancak, bugün Türkiye.deki kırılmalar daha büyük bir perspektifte Atatürkçüler, İslamcılar, Milliyetçiler ve Kürtçüler gibi gruplanmalar tarafından temsil ediliyor. Sonuç itibarı ile yapılması gereken bu ülkeyi ayağa kaldırmak, yoksulluğu ve cehaleti yenmemiz gerekmektedir. Aksi takdirde insanlarımız yüzyıllardır olduğu gibi acı çekmeye devam edecektir. 

Rehberimiz bu döngüyü yıkmak için akıl ve bilimi kullanan Atatürk olmalıdır. Sözlerimizi Gazi Mustafa Kemal Atatürk.ün sözleri ile bitirelim; 

“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini ve daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdurlar.” 

 DİPNOTLAR;


1 Ahmed Güner Sayar, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Ekonomik, Kültürel ve Devlet Felsefesine Ait Değişmeler, 
Ötüken Yayınları, (İstanbul, 2008), s.30. 
2 Zeynel Dinler, Bölgesel İktisat, Ekin Kitabevi Yayınları, (Bursa, 2005), 170-171. 
3 İlhan Tekeli, Bölge Planlama Üzerine, (İstanbul, 1972), 93-95. 
4 Kapitalist sermaye birikim rejiminin, üretilene dolaylı yoldan el koymasına izin veren üretime yatırım 
yapmaktan ve sermaye birikimini bu üretim süreci içinde sürdürmekten başka şansı yoktu; kolonyal gasp 
döneminden sonra sanayileşme, Osmanlılardakinin aksine büyük sermaye birikimleri oluşturmanın başlıca yolu 
haline geldi. Oysa Osmanlı egemenleri bu birikimi doğrudan el koyma yoluyla gerçekleştirebiliyorlardı; üretim 
aşağı sınıfların ve Müslüman olmayan tebaanın gerçekleştirdiği, aşağı görülen bir işti. 
5 İlhan Tekeli & Selim İlkin, T.C. Merkez Bankası, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi C.l, İletişim 
Yayınları, (İstanbul, 1983), 26-30. 
6 Tuncay Artun, İşlevi, Gelişimi, Özellikleri ve Sorunlarıyla Türkiye'de Bankacılık, Tekin Yayınevi, (İstanbul, 1983), 40-41. 
7 Servet Taşdelen, Piyasa Ekonomisinin Yarış Atları, Ankara: UPV Yayıncılık, (Ankara, 2005), 169. 
8 Vedat Eldem, Harp ve Mütareke Yıllarında Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomisi, TTK Basımevi, (Ankara, 1994), 10. 
9 Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu'nun İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, TTK Basımevi, (Ankara, 1994), 67. 
10 Halil İnalcık, Devlet-I Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Klasik Dönem (1302-1606), 
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Mayıs, 2009), 191. 
11 Atatürk.ün Söylev ve Demeçleri III, Türk İnkılâp Enstitüsü Yayınları, (Ankara, 1961), 72. 
12 Yakup Kepenek & Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2003), 14. 
13 Kemal Arı, Atatürk ve Aydınlanma “Düşünsel Temelleri ve Gelişimi”, Yakın Yayınları, (İzmir, 2009), 286. 
14 Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, Arkadaş Yayınevi, Çev.:B.B.Turna, (Ankara, 2009), xii. 
15 Halil İnalcık, Atatürk ve Demokrat Türkiye, Kırmızı Yayınları, (Ankara, 2007). 
16 Çetin Yetkin, Serbest Cumhuriyet Fırkası Olayı, Karacan Yayınları, (İstanbul, 1982), 246. 
17 Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler, Cilt 2., Tekin Yayınevi, (İstanbul 2003), 145. 
18 Atatürk.ün 10. Yıl Nutku.ndan: Atatürk.ün Söylev ve Demeçleri II, 318. 
19 Ahmet Mumcu vd., Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi-Atatürkçülük (Atatürkçü Düşünce Sisteminin Temelleri), Yüksek Öğretim Kurulu Yayınları, (Ankara, 1997), 107. 
20 Halil İnalcık, İkinci Binde Türkler, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, (Ankara, 2005), 331. 
21 Gürbüz D. Tüfekçi, Atatürk’ün Düşünce Yapısı, TES-İŞ Federasyonu Yayını, (Ankara, 1981), 78. 
22 Arı, a.g.e., (2009), 186. 
23 Zeki Arıkan, Halkevleri’nin Kuruluşu ve Tarihsel İşlevi, Atatürk Yolu, C.6, S.23, Mayıs 1999, 262. 
24 Lewis, a.g.e., (2009), 517. 
25 Arı, a.g.e., (2009), 298. 
26 Ahmet Güner Sayar, Türkiye’nin Modernleşmesi, Beykent Üniversitesi BÜSAM “Siyaset ve Devlet Yönetimi” Sertifika Programı, (16 Ekim-06 Kasım 2010). 
27 Uygur Kocabaşoğlu vd. Türkiye İş Bankası Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (İstanbul, 2001), 4-5. 
28 Korkut Boratav, 100 Soruda Türkiye'de Devletçilik, Gerçek Yayınevi, (İstanbul, 1974), 11. 
29 Devrim Dumludağ, The Political Economy of Foreign Direct Investment in Turkey, 1950-1980, Yayınlanmamış Y.L.Tezi, Boğazici University, (İstanbul, 2002), 49. 
30 Sayar: a.g.e., (2008), s.200. 
31 Cem Alpar, Yabancı Sermaye, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C.2, İletişim Yayınları, (İstanbul, 1983), 508 
32 Boratav: a.g.e., (1974), 302-307. 
33 Onur Öymen, Çıkış Yolu, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2008), 367. 
34 Namık Behramoğlu, Türkiye Amerikan İlişkileri (Demokrat Parti Dönemi), Yar Yayınları, (İstanbul, 1973), 7. 
35 AID: Agency of International Development. 
36 Tevfik Çavdar, Türkiye'nin Demokrasi Tarihi, 1950'den Günümüze, İmge Kitabevi Yay., (Ankara, 2008), 61. 
37 Boratav: a.g.e., (1974), 302-303. 
38 TÜSİAD: Türkiye Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği. 
39 Ş. Gürçağ Tuna, Birikim Surecinde TOBB'un Tarihsel Gelişim Uğrakları, Praksis, 19, (İstanbul, 2009), 326. 
40 Ramazan Kurtoğlu, Türkiye Ekonomisi (1838-2010), Sinemis Yayınları, (İstanbul, 2012), 707. 
41 Haydar Tunçkanat, İkili Antlaşmaların İç Yüzü ve Amerikan Emperyalizmi ve CIA, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2001), 89. 
42 k12.nin fen ve matematik alanında gelişimi engellediği, bu yüzden ABD.nin Çin ve diğer ülkeler tarafından geçilmekte olduğu ABD.de sık yapılan bir eleştiridir. 
43 Ercan Uysal, CHP’nin Solu, AB ve Anti-Emperyalizm Üzerine Notlar, (Londra, 2007). 
     http://www.bagimsizsosyalbilimciler.org/Yazilar_Uye/UysalHaz07.pdf 
44 Noam Chomsky, Gilbert Ahcar, Tehlikeli Güç, Edt.: S.R. Shalom, Çev.: Y. Alogan, İthaki Yayınları, (İstanbul, 2007), 59. 
45 Merdan Yanardağ, Kuşatılan Türkiye, Destek Yayınları, (İstanbul, 2011), 99. 
46 Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye / 2000'li Yıllarda Türkiye'nin Toplumsal Yapısı, Remzi Kitabevi, (İstanbul, 2016). 
47 Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri Sosyal Psikoloji Bakımından Bir Tetkik, Çamlıca Yayınları, (İstanbul, 2010). 


***


ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 4

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 4



 1950 Sonrası Türk Ekonomisi.. 

 İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Türkiye, küresel şartlar içinde Batıyı tercih etti. Dışa açılmak, ülkenin kalkınmasının finanse edilmesinde dış borç alımı yoluna gidildi. Cumhuriyet Türkiyesi.nin ilk dış borcu 1947 yılında İnönü döneminde 200 milyon dolar ile başladı. 

Amerika, savaş sonrası diğer ülkeleri borçlandırarak kendine bağlama stratejisi 
uyguluyordu. Yabancı ülkeler, başka ülkelere yaptıkları yardımların büyük çoğunluğunu bağış şeklinde yaparken Türkiye.ye %15 bağış, %85 borç şeklinde uygulanıyordu. 1951-1968 döneminde alınan 3,5 milyar doların 3 milyarı borç şeklinde idi33. 

Türk Hükümetleri, dış ekonomik ilişkilerde Amerika.ya öncelik veren, Amerikan 
şirketlerinin çıkarlarını kollayan bir yaklaşım benimsemişti. 

Amerikan yardımlarının gelebilmesi için Türkiye 22 Mayıs 1947.de yabancı yatırımların kârlarını yurtdışına serbest transfer edebilmelerine olanak sağlayan bir kararname ile yabancı özel sektör yatırımlarını teşvik eden 1 Mart 1950 tarihli kararname çıkarıldı. 

ABD, başka ülkelerden silah zoru ile aldıklarını bu dönemden itibaren Türk 
hükümetlerinden gönül rızası ile almaya başlamıştı. 1952 yılına gelindiğinde, devletin döviz stokları erimiş olduğundan politikalardan geri adım atıldı. 1954.den itibaren ekonomik dar boğaz iyice hissedilmeye başlandı. 

1958 yılında borçları ödemek için, büyük çoğunluğu ABD.den olmak üzere, 359 
milyon dolar kredi alındı. Ancak, bu paranın büyük bölümü eski borçların ödenmesine gitti. Krediyi verenler yeni ekonomik programlar dayattı. Ankara.daki uçak fabrikası kapatıldı, yerine traktör fabrikası yapıldı. Demiryolu komünist işidir denilerek, karayollarına öncelik verildi. DP hükümetine göre Türkiye, küçük bir Amerika olacaktı ve Amerika.dan saklı bir şeyimiz olamazdı 34. 

 1950.lere damgasını vuran, Amerika güdümünde tarımda makineleşme, tarıma dayalı küresel entegrasyon ve köyden şehir varoşlarına göçe neden oldu. Tarımda makineleşme için getirilen altı bin traktör tarımda verimliliği artırdı ama istihdamı boşa çıkardı. Bu çarpık tarımlaşma sanayi bölgelerine göçü getirirken, özel sektörün henüz gelişmemiş olması nedeni ile sanayileşmede en başından biri çarpık bir eğilim izledi. Kara ekonomi gelişti, gecekondu bölgeleri ortaya çıktı. 

 1950-1960 dönemi Türkiye.de hem siyasi hem ekonomik dışa bağımlılığın doruğa ulaştığı dönemdir. Liberal politikaların izlendiği 1950-1960 yıllarında özel yatırımlar ülkenin batısında yoğunlaşmış ve bu bölgelere yoğun bir göç olmuştur. 1950'lerde tarımsal üretimde makineleşme köyden kente göçü beraberinde getirmiştir. Bu gelişmeler sonucunda, bölgelerarası eşitsizliklerden sınıflar arası eşitsizliklere doğru gidildiği gözlemlenmektedir. 

 Amerikan Ekonomik İşbirliği (AID35) teşkilatı 1950.lerde ülkeye yerleşti. Eğitimden istihbarata tüm kilit mevkileri Amerikalı uzmanlar ele geçirdi36. Türkiye.nin bu bağımlılığı bugün de değişik ölçülerde devam etmektedir. 

Marshall yardımı ile ekonomimizin direksiyonuna ABD yerleşirken, Küçük Amerika olma hayali ile tüm kapıları Amerikalılara açtık. ABD, ekonomik liberalizm yolu ile de Türkiye.de kendi güdümünde bir demokrasinin geliştirilmesine çalıştı. 

 İkinci Dünya Savaşı yıllarında önemli fiyat artışları ve savaş dönemi yoklukları ticari birikimin hızlanmasına vesile oldu, genellikle devlet kadroları ile yakın ilişki içinde birçok yeni tüccar ortaya çıktı37. Küresel sermaye ve büyük devletler Türkiye.deki çıkarlarını korumak ve işbirliği yapmak için bazı özel ilişkiler kurmuşlardır. 

 1946 yılında ABD.den General Electrics ile anlaşarak Türkiye.de ampul fabrikasını kurması Koç ailesi için dönüm noktası oldu. Koç, daha sonra Amerikalılarla traktör ve otomotiv işine girdi. Sabancı ise 1950.lerde Demokrat Parti.nin zengin ettiği ailedir. Sabancı, Koç.a göre daha milli projelerle çalışırken, yurt dışına özellikle otomotiv sektörü (Toyota vb.) ile açıldı. Daha sonra Türkiye.ye Arap sermayesi (Karamehmet, Ercan Holding, Çiftçiler vb.) 
gelmeye başladı. 

 Türkiye savaş boyunca stok yapmıştı. 1946 başında 235 ton altın değerinde altın ve döviz bulunmaktadır. Batılılar tarafından Türk ekonomisine ilk küresel format 1946.da atıldı ve %110.luk ilk devalüasyon ile birlikte liberalizme dönüş başladı. Türkiye, o dönemden beri bir tüketim toplumu olarak, çalışmadan, öğrenmeden, üretmeden bir yaşam biçimine yöneltilmiştir. 

IMF, Dünya Bankası ve NATO.ya üyelik bu dönüşümün kurumsal gerekleri idi. 
Türkiye.nin yeni kurulan IMF sistemine katılma çabaları 7 Eylül 1946 tarihinde % 131 oranında devalüasyon getirdi. Türkiye, yabancı sermayeye denetimsiz olarak açıldı. Dışa bağımlı uygulamaların sonucu olarak, yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler türedi, arazi spekülatörleri ve büyük toprak sahipleri, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini almaya başladı. 

1960'larda başlayan holdingleşme 1970'lerin ilk yarısında büyük bir hız kazanacaktır. Büyük güçlerle işbirliği kemikleşen Türk burjuvazisi 1971.de TÜSİAD38.ı kurdu. TÜSİAD'ın kurulması, büyük sermayenin etkili bir toplumsal güç haline gelişinin ilk göstergesidir. 
TÜSİAD'ın kurulmasını izleyen dönemde TOBB, küçük ve orta boy işletmelerin (KOBİ'lerin) temsilcisi konumuna yerleşti39. 

TÜSİAD'ın dışa açılma yönündeki talepleri 24 Ocak 1980 kararlarında karşılık buldu. 24 Ocak 1980 kararları ile birlikte „Türkiye.de kapitalizm, kendisini güdecek iktisadi liberalizme teslim edildi. Böylece yerli sermaye ile küresel sermayenin entegrasyonuna dayanan yeni sisteme geçildi. Yeni modelin istikrar senaryosu IMF.ye, yapısal dönüşüm, uyum senaryosu ise Dünya Bankası.na havale edildi40. 

Türkiye'de genellikle TÜSİAD çevresinde yer alan büyük sermaye gruplarının 
1990'lardan itibaren belirli bir rekabetle karşılaştıkları, 1990'ların ikinci yarısında kısmi bir güç kaybı yaşadıkları, ancak 2000'li yıllarda hem uluslararası ölçekte hem de ülke içinde bir dizi hamle ile konumlarını sağlamlaştırmaya yöneldikleri söylenebilir. 

 Bugün Türkiye sanayi ağırlıklı bir ülke olsa da tarım sektörü hala önemli bir 
istihdama sahiptir. Dışa açık, ithalata bağımlı, emek yoğun sanayimize rağmen ülkemizde 20 milyon ücretli çalışan var. Son yıllarda ancak savunma sanayi ürünlerimiz ile birlikte kaliteli yüksek sanayi ürünlerine geçmeye başladık. 

 1950’lı yıllardan sonra Türkiye’nin dönüşümü.. 

 Türkiye Cumhuriyeti.nin kuruluşundan itibaren güçlü bir devlet eliti, Türk devletinin ve toplumunun siyasi, ekonomik ve sosyal yapısını belirlemiş; Türk dış politikası elit bir karar verme süreci çerçevesinde oluşturulmuştu. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler, Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki kutuplaşmanın ekseni üzerine oturdu. 

 Türkiye, Soğuk Savaş döneminde, NATO ittifakı ve özelde ABD.ye endeksli bir dış politika yürütmüştür. Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye.nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar. 

 Ulusal güvenlik yerine NATO güvenliği çerçevesinde, ABD.nin SSCB.yi çevreleme stratejisinde roller üstlenildi. Anti-emperyalist karakter aşındı. Milli çıkarlarla, büyük devletlerin çıkarları arasında uyum arandı. ABD, içimizde örtülü operasyonlar yapmaya ve nüfuz etmeye başladı. 

Milli Eğitimimiz, 27 Aralık 1949'da Türkiye ve ABD Hükümetleri Arasında Eğitim 
Komisyonu Kurulması Hakkındaki Anlaşma.nın sonucu olarak, ABD.ye teslim edildi. Bu tür girişimleri Amerikalı senatör Fulbright başlattığından, Fulbright Anlaşmaları da denilmektedir. Atatürk.ün Köy Enstitülerinin yerini ABD.ye öğrenci gönderme furyası aldı41. 

1980.lerde İhsan Doğramacı ile Bilkent Üniversitesi.nin kurulması da üniversitelere bir denge getirmek için ABD projesi idi. Bugün başımıza sarılan ve ABD.de bir işe yaramadığı anlaşılan ortaöğretimdeki k12 projesi de bir Amerikan projesidir42. 

Sivil toplumun gelişmesi ve siyasette etkin hale getirilmesi, liberal ve özgürlükçü 1961 Anayasası.nın hazırlanmasında etkili oldu. Ancak, bu anayasa sağ-sol çatışmalarının ve İslamcıların önünü açtı. CIA, müdahaleleri ile sıcak bakmadığı hükümetlere kriz yarattı, askeri darbelere destek oldu. 1960-1980 arası dönemin sağ-sol olaylarından sonra son 35 yıldır Türkiye bölücü terör ile uğraşmaktadır. 

1946.da dini eğitim yeniden yapılandırıldı. 1960 ve 1970.lerde önce Arap ülkelerinde sonra Türkiye.de ortaya çıkan dini hareket ve partiler, devletin ve toplumun yeniden İslamileştirilmesi faaliyetlerine giriştiler. ABD.nin istekleri doğrultusunda okullara din dersleri konuldu. Felsefe ve mantık dersleri 1980.lerin ilk yıllarında okullardan kaldırıldı ve yirmi yıl boyunca okutulmadı. 

 1990-2001 arası Türkiye.de politikacılar ile sermayenin kirli ilişkiler içine girmesi, sistemi bir meşruiyet ve işlerlik krizine soktu. Diğer yandan AB süreci ile birlikte, Türkiye.de sermaye ve medya tekelini elinde tutanların işe aldığı İkinci Cumhuriyetçi post-modernler, ülke içinde manipülasyoncu yeni bir kadro oluşturmaya başladı. Bu kadro; ülkenin laik düzenini kökünden değiştirmek isteyen İslamcı proje ile birlikte işbirliği yapmaya başladı43. 

 3 Kasım 2002 seçimleri ile birlikte Türkiye.de çok partili hayatın iki temel direğinden biri olan merkez sağ çöktü. Cumhuriyetçi sağın boşalttığı alanı, dini anlamda muhafazakâr sağ ele geçirmeye çalışmaya başladı. Seküler ulusalcılığın hem içsel hem de dışsal başarısızlığı ve dış müdahalelerin yarattığı boşluk İslami köktencilik tarafından dolduruldu 44. 

 Türkiye.de Atatürkçülük ve milliyetçilik tasfiye edilirken, önce laik güçler 
darmadağın edildi. Bürokrasiden sonra sermaye ve medya, tamamen İslamcı güçlerin emrine girdi. Dışarıdan yönlendirilen kanallar ile polis, yargı, üniversiteler ve TSK.ya örtülü operasyonlar yapıldı45. 

 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa.nın değiştirilmesi, yeni hukuk düzeninin 
kurulması ile Milli Devletin temelleri oldukça sarsıldı. 2017 yılında yapılan Anayasa Değişikliği Referandumu ile başkanlık sistemine geçilirken, Parlamenter Demokrasi.nin yerini bir çeşit meşruiyet aldı. 

Türkiye’nin Toplumsal yapısı.. 

 Cumhuriyet Türkiyesi.nde yüzyıla yakın bir süreçte kademeli, bazı bölümleri sıkıntılı ancak kendine has Batılı bir yaşam tarzı gelişti, art arda gelen kırılmalara karşın yenilendi ve devam etti. Cumhuriyet döneminde Türk toplum hayatının dönüm noktasını 1960.lı yıllar oluşturur. Emre Kongar.a göre Türkiye.nin toplum yapısındaki değişimler46; 

- Nüfus (çalışan nüfus), eğitim (okur-yazarlık), 
- Kentleşme (kent hukuku dışında gelişen bir olgu olarak gecekondu), 
- Aile yapısında değişimler (kırsal, gecekondu, kentsel), 
- Kapitalizmin gelişme sürecinde yaşanan değişimler (tarım ve sanayide gelişmeler), 
- Sınıfsal farklılıklar (sermaye ve işçi sınıfları yanında toplumsal sınıfların göstergesi olarak gelir dağılımı) ve nihayet 
- Toplumsal değişme sürecinde asker ve sivil bürokrasinin yeri gibi başlıklar altında incelenmelidir. 

 Türkiye de toplumsal hayatı ana hatları ile 1960 lı yıllar öncesi ve sonrası diye iki temel kategoriye ayırabiliriz. Bu iki dönem arasındaki farkı; modernleşme, eğitim, çalışma hayatı, iş dünyası, yoğun iç göçler, sanayileşme gibi parametrelerde yaşanan önemli değişimler oluşturmuştur. 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***