Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Erol Manisalı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Nisan 2016 Pazar

Ortadoğu’da Demokrasi Yaşar mı?



Ortadoğu’da Demokrasi Yaşar mı?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 
28 Ocak 2013 Pazartesi


Arap ülkelerinden, İran’dan, İsrail’den ve Türkiye’den oluşan Ortadoğu coğrafyasında demokrasi yaşar mı? Yaşamasını kim ister? Kimler istemez ve karşı çıkar?


Demokrasi açısından Ortadoğu “azgelişmiş bir bölgedir”. İç dinamikler, demokrasinin gelişmemesi için her türlü özellikleri yarattılar ve yaratmaktalar.


- Tarihteki Atina demokrasisi, kentteki küçük bir azınlığın egemenliği üzerine oturtulmuştu.


- Roma mı? Romalı azınlığın hukuku, geri kalan büyük çoğunluğun hukuksuzluğu üzerine inşa edilmişti.


Atina ve Roma uygarlıkları (ve demokrasisi) üzerine kurulduğu savı ile yükselen Batı, Atina ve Roma’daki azınlık demokrasisini küresel bir boyuta uzun yıllar taşımış ve sürdürmüştür.


Bugün Ortadoğu ülkelerinde demokrasi olmasını gelişmiş demokratik dünya ister mi?


- ABD ve Avrupa büyükleri neden istesinler ki? Irak’ta, Mısır’da, S. Arabistan’da ve Türkiye’de “kendilerinde olduğu gibi” demokrasi kurulursa onlara ne faydası olur?


Türkiye, Mısır ya da İran ABD’de olduğu gibi “ihale kanunu” uygulamış olsalar, bundan kim yarar sağlar? Kim zarar görür?


- Dış güçlerin güdümü altında demokrasiye geçmiş bir ülkeyi tarih kaydetmemiştir diyen büyük insanımız bu ironiyi ne güzel vurgulamıştır.

- ABD, İngiltere ve Fransa “Hitler belasından kurtulmak için” Almanya’nın kendi denetimleri altında demokrasiye geçmesini istemişlerdir. Hem de “aynı kültürün ve ortak değerlerin insanları” oldukları için.


Ortadoğu’da demokrasi olursa 


Semavi dinlerin Ortadoğu’dan doğmasına karşın demokrasi Avrupa’da yeşermiş ve gelişmiştir. Kendi ülkelerinde örgütlü demokrasiyi uygulamaya başlayan Avrupalı ülkeler Ortadoğu’da tayin ettikleri krallar, paşalar, ağalar ve şeyhlerle bölgeyi sömürgeleştirmişlerdir. Demokrasinin gelişmemesi için bütün yolları kapadılar.


Çöken ve Sevr ile paylaşılmaya başlayan Osmanlı’nın küllerinden Türkiye Cumhuriyeti bir istisna olarak doğdu.

O dönemdeki Avrupa’nın emperyalist güçlerine karşı kurulan Cumhuriyet, demokrasinin de temellerini atmaya ve altyapısını hazırlamaya başladı. Hem de savaştığı Avrupa iken “onun çağdaş ve uygar değerlerini benimseyerek”.

Bu bir çelişki değildi; çağdaş uygarlık değerlerine yaklaşmak için gerekiyordu. Ama Türkiye küresel güçler tarafından “çizgi dışı ve diğer Ortadoğu ülkelerine kötü örnek olarak algılandı”.


- Ya diğer Ortadoğu ülkeleri de Türkiye’nin yolundan giderlerse,


- Onlar da “Batılı gibi hareket etmeye başlarlarsa” neler olurdu neler.


- İran’da seçimlerle işbaşına gelen Musaddık’ın yolu kesildi; demokrasi yerine bir şah iktidara oturtuldu. Mısır, Cezayir, Tunus ve Fas’ta kimi kıpırdanmaların yolu kesildi, vesayet altına alındılar.


- Ortadoğu ülkelerinde iç dinamikler, “ Gerçek bir katılımcı demokrasinin oluşmaması için ” etkilendi ve yönlendirildi.


- Türkiye ve İsrail iki istisna olarak kaldılar. Ancak 1990’da soğuk savaşın sona ermesinden sonra Türkiye “Müslüman Ortadoğu içinde çizgi dışı bir konumda kaldı”. Yerli yerine oturtulması gerekiyordu.


Bugün Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye’nin geçirmekte olduğu süreç, “bu küresel çelişkiler zincirinin bir halkasıdır”. İsrail de bir bakıma Türkiye ile aynı kaderi paylaşmaktadır. Hem Batı’nın bölgedeki uzantısı konumundalar hem de Batı ve bölge ülkeleri ile sorunlar yaşıyorlar.


Ankara’nın Bağdat, Şam ve Tahran’la yaşamakta olduğu sorunlar, değişik bir biçimde Tel Aviv için de söz konusudur.


Küresel güçlerle yatağa girdiğiniz zaman ezilmeniz kaçınılmazdır.


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/400228/Ortadogu__8217_da_Demokrasi_Yasar_mi_.html


.

Kürt Meselesi Konusunda Niyetler Ne Kadar Farklı?



Kürt Meselesi Konusunda Niyetler Ne Kadar Farklı?


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com
21 Ocak 2013 Pazartesi


Ortadoğu’daki Kürt sorunu ve Kürdistan’ın oluşumu konusunda düşünceler ve nihai hedefler, değişik çevrelerde farklı biçimde algılanmaktadır.


Türkiye’nin genelinde, halkın çoğunluğu meseleye “terörün sona erdirilmesi” olarak bakmaktadır. Ancak bu geniş çevre içinde, “nasıl ve ne karşılığında” sorularının yanıtları verilememektedir.


- Kimileri genel demokratik haklar çerçevesinde görüyor

- Kimileri yerel otonomi (özerklik) hatta tam bağımsızlık çerçevesinde olabileceğini düşünüyor. Öte yandan dış çevrelerin farklı yaklaşımları var. 

Sıralayalım;


1) Ayrılıkçı politikayı savunan Kürtler, sonunda bağımsız Kürdistan’a ulaşma hedefini güdüyorlar. Bu konuda, kimi büyük devletlerden de destek aldıkları için terörü de bir politika aracı olarak, uzun zamandan beri kullanabiliyorlar.


2) Küresel güçler ise Kürt sorununa, “bölgede petrol ve doğalgazı denetim altında tutmak için”, Kürdistan’ı nasıl kullanabiliriz düşüncesi çerçevesinde kalarak ulusal çıkarlarını gözetiyorlar. Bunun versiyonlarını değerlendiriyorlar.


Türki, Arabi, Farisi öğelerin yanına Kürdi olanını da ekleyip ellerindeki kozları genişletme politikası güdüyorlar.


3) ABD ve İsrail açısından Kürdistan, “İran faktörü” için hayati bir önem taşıyor.


İran ve Azerbaycan’a kadar uzatılmış büyük Kürdistan “Çin Seddi” gibi bir kalkan oluşturabilir. “İran’ın çökertilmesi” Asya devlerine karşı da önemli bir zafer olarak değerlendirilebilir.


4) Genel demokratik açılımdan yana olan Kürt kökenli vatandaşlar Türkiye’deki Kürtlerin önemli çoğunluğunu oluşturuyorlar. Çünkü onlar Türkiye Cumhuriyeti ile her bakımdan bütünleşmiş insanlardır.


Edirne’den İzmir’e, İstanbul’dan Adana’ya toplumun ayrılmaz bir parçası konumundadırlar. Sessiz çoğunluk meseleye “genel demokratik hakların geliştirilmesi” olarak bakıyor.


Bu gerçek Kürt kökenliler dışındaki tüm yurttaşlar için de söz konusudur.\n


İktidar ve Muhalefet


10 yıldan beri iktidardaki AKP yönetiminin meseleye bakışı “önemli değişiklikler gösterdi”.


- Bir yanda iç Politika dinamikleri


- Öte yanda küresel talepler ile ayrılıkçı çevrelerin sürdürdüğü terör arasında sıkışmış durumda.


Ayrılıkçı Kürtler, “ Makul Demokratik açılımlara yanaşmıyorlar ”, terör faktörü ile çıtayı yükseltip tam bağımsızlık ortamını uzun vadede sağlamaya çalışıyorlar.


- İçerisi ikiye bölünmüş “ Makul ve aşırı çevreler ” var.


- Dışarısı da ikiye bölünmüş “görüntüsü veriyor”; bir tarafta masaya oturup görüşün diyenler; öte yanda el altından teröre destek verenler bulunuyor.


Bu durum, son birkaç yıl içinde Ankara’nın zikzaklar çizmesine neden oldu.


CHP’nin görüşmelere verdiği destek yeni bir oluşumdur. Sorun AKP-CHP iç politika kavgasından ayrılmak zorundadır.


Diğer boyutunda Balyoz ve Ergenekon sorunlarının çözümü, Kürt sorununa endekslenmiş görünüyor.


Türkiye 2013’te, bu küresel ve bölgesel kıskaçla yüz yüze. İktidarın da, muhalefetin de, sivil toplum örgütlerinin de sağlıklı ve sağduyulu düşünmeleri gerekiyor.


Bu sorunları ya çözeceğiz ya da çözeceğiz, başka yolu bulunmuyor. Aksi halde birileri bize zorla dayatarak çözdürecektir.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/398650/Kurt_Meselesi_Konusunda_Niyetler_Ne_Kadar_Farkli_.html


.

10 Ocak 2016 Pazar

Türkiye, Irak ve ABD






Türkiye, Irak ve ABD



Erol Manisalı
10.03.2003/Sayı:25



Irak’ta tamamen ABD’ye bağlı bir yönetim kurmak için silahlı bir müdahele, yani “savaş” isteniyor. Süreç 1991 ve 1992’de başlatıldı. Bugüne kadar saldırının altyapısı hazırlandı. Ayrıca Irak’ın kuzeyi Bağdat’tan silah zoru ile “koparıldı”.

Talabani ve Barzani’nin bu bölgede yerleşmesi ve “kukla” bir devletin altyapısı A’dan Z’ye hazır hale getirildi.

Bush yönetimi şimdi Türkiye’ye,

- Ya benim kuzeyden cephe açmama yardımcı ol ve benim denetimimde Irak’ın kuzeyine kısmen sen de geçici olarak gir;

- Ya da bana yardım etmezsen ben yine Irak’a gireceğim; ancak Türkiye’yi Kürtler, Ermeni tasarıları ve Atina’nın talepleri konusunda sıkıştıracağım. Ayrıca mali konularda baskı altına alacağım.

Bush yönetimi Türkiye’ye açık bir şekilde şantaj yapıyor ve ölümlerden ölüm beğen diyor. Yanımda olursan hem Amerikan askerlerinin Türkiye’nin Güneydoğusu’na yerleşmesine izin vereceksin hem de Irak’ın kuzeyinde elin kolun bağlı kalacak. Buna karşılık izin vermezsen seni her alanda sıkıştıracağım diye el altından tehdit ediliyor Türkiye. Hem de bütün dünya yavaş yavaş Bush yönetimine karşı bir cephe oluştururken.

Bush yönetimi Türkiye karşısında nasıl bu denli saldırgan olabiliyor?

-Türkiye içindeki Bush yönetimi (ve ABD) yanlılarına mı güveniyor?

- Yoksa AKP üst yönetiminden bazı güvenceler mi elde etmiş?

- Bu iş nasıl olsa sonuçlanacak, farklı düşünenleri baskı altına alayım diye mi yaklaşıyor?

Paylaşım kavgasının sınırları

ABD ve Avrupa Soğuk Savaş sonrasında dünyayı paylaşım kavgasına başladılar. Bush yönetiminin bir iç darbe ile zorla yönetime getirilmesi; arkasından “yaratılan” 11 Eylül olayları ile sanal düşmanlar yaratılması; bu düşmanları “yok etmek için” askeri saldırıların başlatılması...

- Önce Afganistan ile Orta Asya’ya askeri yerleşim,

- Arkasından Irak’tan başlanarak Ortadoğu’da mutlak bir ABD (ve İngiliz) askeri egemenliğinin sağlanması,

- Bunun, diğer Arap ülkeleri ve İran ile sürdürülmesi...

Soğuk Savaşın bitimi ile birlikte ABD araştırma kurumlarının ve stratejistlerin kaleme aldıkları değerlendirmeler okunduğunda yukarıdaki fotoğraf açık bir biçimde görülmektedir.

Bugün Irak konusunda Türkiye’yi açık bir biçimde tehdit eden Bush yönetiminin, Türkiye ABD’nin yanında yer alsın veya almasın, “yapmak istediği işler” sonuçta değişmemektedir. Bush yönetimi, Türkiye’ye bir seçenek sunmamaktadır; her iki koşulda da, kafasına koyduğunu aslında gerçekleştirmeyi planlamaktadır.

ABD ve Dünya

Bush yönetimi bugün dünya karşısında yalnızdır. Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan gibi büyük devletler Bush yönetiminin saldırgan politikasına karşı durmaktadır. Rusya bu karşıtlığını giderek daha da keskinleştirmektedir. Güvenlik Konseyi’nde vetosunun kullanabileceğini göstermiştir.

Avustralya’dan Latin Amerika’ya, Londra Sokaklarından Arap dünyasına kadar bütün halklar, Bush yönetiminin Irak (ve Ortadoğu) politikasına karşı çıkmaktadırlar.

Bu koşullar altında TBMM’nin “ Red kararı ” ile Türkiye;

- Hem Dünya insanlarının (ve devletlerinin) büyük çoğunluğu ile aynı cepheyi paylaşarak Bush yönetiminin saldırgan ( ve Emperyalist ) politikalarının yanında olmamıştır,

- Hem de bölge ülkelerinin ve komşularının yanında olmayı tercih ederek savaşa karşı çıkmıştır.

Uzun yıllardan beri uluslararası ilişkilerde Türkiye’nin de kendisini saydırabileceğini, dünya kamuoyuna göstermiştir. Bush yanlısı ve faşist bazı ABD medya çevreleri dışında tüm dünya yayın organları, Meclis’in 1 Mart’ta almış olduğu kararı saygı ile karşılamışlardır. RTE ve Abdullah Gül’ün bütün bu gelişmeleri iyi anlamaları gerekiyor.


http://www.turksolu.com.tr/25/manisali25.htm


..

9 Ocak 2016 Cumartesi

AB Türkiye İlişkileri






AB Türkiye İlişkileri



Erol Manisalı



Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkileri hakkında bir özet verebilmek için, öncelikle konuya nasıl baktığımı ortaya koyacağım.

1. Türkiye, AB'ye tabi olursa buradan kazanacak bir tek taraf vardır: Türkiye kazanır.

2. Türkiye'nin AB'ye, Fransa veya İspanya gibi normal koşullarda bir aday olması, fazladan bir bedel ödememesi gerekir.

3. 1969 yılından beri Türkiye-AB ilişkileri üzerine çalışan bir öğretim üyesi olarak, AB'nin, Türkiye'yi içine almayacağını savunuyorum.

4. Türkiye-AB ilişkilerinde mevcut ilişki düzenimizi ele aldığımızda, normal, uygar bir ülkenin ilişki düzeni içinde olmadığını görürüz. Tek yanlı bir ilişki biçimindedir. Türkiye tam üye yapılmadan, şu anda kurulmuş olan ilişki düzeniyle, uzun süre ilişkilerini götüremez.

AB'ye girmek bir futbol kulübüne girmek, sinemaya girmek gibi değildir elbette. AB'ye tam üye olmak demek, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri içinde yer almak demektir. Geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nin yöneticilerinden biri olmak demektir. Neden Türkiye'nin AB'ye girmesinin bu kadar ağır bedelleri olduğunu anlatabilmek için birkaç teknik bilgi vermek istiyorum.

AB Üyeliğinin Getirdikleri

AB'ye tam üye ülkeler içinde nüfus büyüklüğüne göre temsil statüsü, yapısı, mekanizması vardır. Nüfusu kalabalık olan ülkeler, AB Parlamentosu’nda daha fazla milletvekiline sahiptirler. Aynı zamanda yönetimde, idarede, icra dairesinde daha fazla müdürlüklere sahiptirler. Bugün Almanya'nın, Fransa'nın, örneğin Hollanda'ya, Yunanistan'a, Portekiz'e oranla sahip olduğu müdür sayısı, yönetici sayısı çok daha fazladır.

Bu Türkiye'yi neden ilgilendirir?

Girdiği zaman, hele nüfus artış oranımızın diğer ülkelere oranla çok daha yüksek olduğunu hesaba katarsak, yirmi-otuz yıl sonra Türkiye, Almanya ile beraber Avrupa'nın en büyüğü olarak yönetimde; siyasi, ekonomik, idari, mali yönetimde direksiyonun başındaki ülke konumuna gelir.

Tam üye ülkeler açısından işgücü dolaşımı serbesttir, sınır yoktur. Buradan Ankara'ya gider gibi, Roma'ya, Paris'e, Viyana'ya gitme durumu söz konusudur.

Bu, ne sonuç doğurur?

İstihdam olanakları, ücret düzeyinin farklılığı ve orada yaşamanın çekiciliği, cazibesi göz önünde tutulursa, hele genç nüfus oranı yüksek olan Türkiye'de 15-20 milyon insanın Avrupa ülkelerine gitmesi söz konusudur. Çok doğaldır bu da. Bundan dolayı da AB, Türkiye'yi alamıyor. Çünkü her giden Türk genci, bir Avrupalıyı, AB'liyi işsiz bırakır.

Türkiye, Bengal'le veya Sudan'la tam bir bütünleşmeye gitse, meclislerini de birleştirse, hükümetleri de birleştirse Türkiye-Sudan Federasyonu, ya da Türkiye-Bengal Federasyonu kursa, işgücü dolaşımı da serbest olsa, herhalde Türkiye'den Sudan'a veya Bengal'e değil, oralardan Türkiye'ye insan gelir. Çünkü orada işsizlik oranı çok daha yüksektir ve ücretler Türkiye'den çok daha düşüktür.

Aynı şey Türkiye-AB ilişkileri için de söz konusudur.

AB sistemine göre, zenginler fakirlere -tam üye olduktan sonra- içeriden sürekli gelir transferi yapmak durumundadırlar. Mesela Yunanistan bugün, AB'den yılda 4,5 milyar dolar gelir elde ediyor. Türkiye için yapılan hesaplara göre ise, bunun alt sınırının 12 milyar dolar civarında olduğu söyleniyor. Bunu da Avrupalı vergi ödeyen insanlar ödeyecek.

Türkiye, AB içinde yer alması durumunda Avrupa'nın yönetimine katılması, mali yardım alması ve işgücü dolaşımının serbestliği dolayısıyla Avrupa'ya yükleyeceği sosyal sorunlar olağanüstü yüksektir.

Ülkeler kendi halklarının çıkarını, refahını göz önünde tutmak zorundadırlar. İki tarafta da uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarları dengeleyen anlaşmalar, birleşmeler, evlenmeler söz konusu olur. Sadece bir tarafa yarar sağlıyorsa öbür taraf bunu hiçbir zaman kabul etmez. Bu da çok doğaldır.

Gümrük Bırlığı Ve Tek Yanli Bağlilik

İşte bu nedenle 1987'deki tam üyelik başvurumuzu 1989'da geri çevirdiler. O zaman, -Avrupa'nın gözüyle bakıldığında- Türkiye'de demokratikleşme gibi bir sorun yoktu, Türk-Yunan ilişkileri, Kıbrıs, Ege sorunu yoktu, Güneydoğu Sorunu diye bir şey yoktu, Ermeni Meselesi diye bir sorun yoktu. Bunlar hep 1990'ların sonrası sorunlardandır.

Bu sorunlar AB'nin listesinde yokken bile, Türkiye'ye 1989'da ‘Biz seni alamıyoruz’ dendi. Ondan sonra Türkiye büyük bir hata yaptı. AB ile yan yana ve ekonomik esaslı bir ilişki düzeni kurmak yerine, siyasi sonuçları olan, yani Türkiye'nin dış politikası açısından da siyasi sonuçları olan bir kapanın içerisine girdi. Ve 1995'de tek yanlı bir belge imzalandı. Gümrük Birliği Belgesi.

Türkiye, AB'nin Gümrük Birliği sistemine dahil oldu. Bir şeye dahil olduğunuz zaman dahil olduğunuz yerdekiler kadar sizin de oy hakkınızın olması gerekir. Bir derneğe dahil olsanız bile yılda bir kez oturup herkes kadar oy verme, yönetim kurulunu seçme, başkanı seçme hakkınız vardır, yönetim kuruluna seçilme hakkınız vardır.

Bizim dahil olmamızda böyle bir şey söz konusu değil. Tek yanlılığı buradan kaynaklanıyor. Türkiye, Gümrük Birliği sistemi içine girdi ama bütün kararları Gümrük Birliği’ni yöneten diğer tam üyeler belirlemekteler. Gümrük Birliği sadece gümrük tarifeleri ve malların serbest dolaşımı meselesi değildir. AB, özellikle Maastrich Anlaşması’ndan sonra, 1993'de yürürlüğe giren dış ekonomik ticaret politikasını, bütünleştirilmiş tek bir politika olarak ortaya koydu. Yani AB'nin Çin politikası, AB'nin ABD politikası, AB'nin Latin Amerika politikası olarak, tek bir devletmiş gibi dünyaya bakmaya başladı.

Türkiye 1995'de bunu AB'ye tek yanlı bağlanmak için yapmadı. 1963'de altı tane AET üyesi vardı. Onlardan biri gibi olmak için yaptı. Bir Fransa, bir İtalya, bir Hollanda gibi olmak için yaptı. Dolayısıyla işin şekline ve ruhuna baktığımız zaman, hukuki ve siyasi açıdan 1995 anlaşması, Türkiye'nin hükümranlık haklarını tek yanlı elinden alan bir anlaşmadır.

Türkiye'nin AB'ye tam üye olmadan Gümrük Birliği’ne girmesi şu sakıncaları doğurmaktadır:

1. Gümrük Birliği demek, üye ülkelerin, kendi alanlarında gümrük birliğini sağlaması ve tek pazar oluşturarak ekonomik entegrasyona gitmesi ve;

2. Gümrük Birliği dışındaki ülkelere karşı (ABD, Japonya, bütün diğer ülkeler) tek ve ortak ticaret tarifesi, ticaret politikası, ekonomik ve mali politikalar uygulaması demektir. AB örneğinde bu ortak politikalar, yalnızca ekonomik ve ticari alanlarla sınırlı kalmamakta, uzun vadede tek bir devlet gibi bütün dış ilişkilerin ortaklaşa ve tek bir politika olarak yürütülmesini öngörmekte ve gerektirmektedir.[1]

Onların içinde değilseniz, onların alacakları kararlara tek yanlı uyma yükümlülüğünü kabul ederseniz siz kendi meclisinizi, moda bir deyimle, baypas etmiş olursunuz. Dolayısıyla ulusal dış ticaret politikanızı da baypas etmiş olursunuz. Brüksel'den yönetilir hale gelirsiniz. Uluslararası hukuk uzmanlarının, politika uzmanlarının 1995 belgesiyle ilgili yazdıkları bütün rapor ve değerlendirmelerde bu tek yanlılık açık bir şekilde görülüyor. Zaten konuyu biraz bilen ve orta zeka düzeyindeki bir insan da 1995'de imzalanan 64 maddelik belgeyi okuduğu zaman, onun içinde en az 20 dolayında maddenin nasıl tek yanlı olduğunu görecektir.

İpler AB’nin Elinde

Türkiye, Gümrük Birliği sistemi uygulamasında AB ile ihtilafa düştüğü zaman hakem müessesesi, AB'nin Yüksek Adalet Divanı'dır. Divan’ın vereceği kararlar kesindir ve Türkiye uygulamakla yükümlüdür. Ancak Divan’da tam üyeler bulunmakta, Türkiye bulunmamaktadır. Kısaca, ihtilaflı konularda AB hem hâkim hem de taraf durumundadır. Bu gerçek hem siyasi hem de hukuki bakımdan Türkiye'yi vesayet altına sokan bir durum yaratmaktadır.[2]

Bu yüzden Gümrük Birliği Belgesi

Türk kamuoyunda tartışılmamıştır. Tartıştırılmamıştır. Kamuoyundan gizlenmiştir. Öğretim üyelerinden gizlenmiştir. Siyasilerden gizlenmiştir, bürokrasiden gizlenmiştir. Medyanın bir kanadı, özellikle arkasındaki bu tek yanlı bağımlılığı destekleyen bir grup dolayısıyla böyle bir pazarlama harekâtına girişti. İnsanlar da bir iki yıl içinde AB'nin tam üyesi olacağız zannetti. İki yıl sonra serbest dolaşım olacak, gidip Almanya'da, Hollanda'da, Fransa'da çalışma olanağına sahip olacak zannetti. Büyük para yardımı gelecek zannetti. Türkiye'nin AB'ye ihracatı patlayacak, büyük bir kazanç sağlanacak zannetti. Oysa, çok ilginçtir, 1995'den 2000'e kadar, 5 yıllık süre zarfı içinde bütün gelişmelere baktığımız zaman, tek yanlı sistem bütünüyle AB lehine, Türkiye aleyhine çalışmıştır.

Dış ticarete baktığımız zaman 01.01.1996'dan itibaren Türkiye'nin AB'den yaptığı ithalat oranı patlamıştır. İhracat artmamıştır. Bugün de aynı trend devam etmektedir. Bugün Türkiye'nin AB ile dış ticaretinde 10 milyar dolar gibi olağanüstü bir açık söz konusudur.

Uluslararası uzman arkadaşım Dr. Andrew Mango birkaç yıl önce şöyle demişti: ‘AB, Yunanistan'a verdiği parayı sizden çıkardığı için çok mutlu. Yunanistan'a 4,5 milyar dolar verdikleri için çok kızıyorlardı ama sizden yılda 10 milyar dolar kazandılar.’

Bu bir gerçek. Sermayeye de yatırım gelmedi. Yatırım niye gelir? Yatırım, sınırları aşamadığı zaman gelir. Ekonomik sınırlar varsa, üzerinden atlamak için malı sokamıyorsa fabrikayı sokar içeri. İçerde üretmeye başlar. Halbuki siz kapıları tamamen açtığınız zaman Almanya'da ürettiği hatta Çin'de ürettiği malı tırlarla, gemilerle, uçaklarla açık kapıdan içeriye doldurur. Bugün büyük mağazalara gittiğiniz zaman yabancı mallara bakın. Bunlar 1995'e kadar Türk mallarıydı. Aynı kalitede veya birbirine çok yakın kalitelerde mallardı. Artık yerli defter bulunmaz hale geldi. Türkiye'de gıdadan, zara kadar her şeyi Avrupa malları ele geçirmiş halde.

Bugün cari işlemler açığımız 8-9 milyar dolarlara kadar yükselmiştir. Cari işlemler açığı şu demektir aslında: sizin sürekli dışarıdan borçlanma gereksiniminiz demektir. Dış ticaret açığınız olur, onu kapatırsınız. Biz bunu 5-6 yıl önce kapatabiliyorduk, ya da başa baş gidiyordu. Bugün 8-9 milyar dolarlık cari işlemler açığımız oldu.

Yazdığım kitaplarda Türkiye'nin AB'ye alınmayacağını bildiğim için şunu demiştim: Türkiye imalat sanayii ürünlerinde serbest dolaşımı kabul etsin. Ama Norveç modelini uygulayalım.

Farklı Modeller

Norveç halkı da AB'ye girmek istemedi. Petrolü bulduktan sonra çok zengin oldular. AB bütçesine zengin bir ülke olarak fazladan bir katkıda bulunup, diğer ülkelerin vatandaşlarını zengin etmek istemedikleri için katılmak istemediklerini belirttiler. İsviçre de katılmadı. Ama Avrupa Ekonomik Bölgesi çerçevesinde, bir nevi serbest ticaret bölgesi olarak, AB pazarıyla bütünleşme içindeler. Tabii ki bizim gibi tek yanlı bir bütünleşme değil. Avrupa Ekonomik Bölgesi Anlaşması dengeli, Norveç'in ulusal çıkarlarını 15'ler karşısında koruyan bir anlaşmadır.

Biz 1995'de tam üye yapılmadan, bir tam üye gibi yükümlülük aldık. Şu anda Türkiye'nin AB karşısında ekonomik, ticari vb yükümlülüğü bir tam üyeymişiz gibi elimizi taşın altına sokmaktadır. Buna karşılık tam üyeliğin hiçbir artısından yararlanamıyoruz. Kurumlarda yer alamıyoruz, mali yardım verilmiyor, işgücü serbest dolaşımından insanım yararlanamıyor. Tamamen tek yanlı bir düzenleme. Zaten Aralık 1999’daki Helsinki Doruğu'nda Türkiye'nin aday yapılmasının arkasında iki neden var. Bunlar:

1. 1995'te kurulan tek yanlı ve AB yararına çalışan statüyü sürdürebildiği kadar sürdürmek. 20, 30, belki 40 yıl.

2. Türkiye üzerindeki bazı hesapları ve dayatmalarıyla önemli konularda bazı ödünler almak. Ege, Kıbrıs, Güneydoğu hatta Ermeni Meselesi…

Dolayısıyla Türkiye'nin 1999'da aday yapılması, Türkiye'nin AB'ye alınmasını amaçlamıyor. O, yakamıza takılan göstermelik bir rozettir. Çünkü Türkiye'nin aday yapılması, AB için yükümlülük getirmemektedir. Bizi aday yapmadan 2-3 ay önce, Ekim 1999'da AB'nin genişleme politikasını değiştirdiler. Genişleme politikasında AB, dışarıdaki ülkelere karşı, adaylara karşı inisiyatifi tamamen Brüksel'e veren bir mekanizma kurdu. Bu yeni genişleme politikasının ilkeleri de şunlardır:

1. Bir ülkenin aday olması ileride mutlaka tam üyelik görüşmelerine geçileceği sonucunu doğurmaz.

2. AB'ye hiçbir mali yükümlülük getirmez.

3. Aday, bütün ev ödevlerini yapsa, AB'ye girmeye hazır olsa bile o ülkenin girişi AB içinde ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar yaratıp, dengeleri bozuyorsa, AB o ülkeyi almaz.

Sanki Türkiye için yazılmış bir yeni genişleme politikası metni. Olayın bir de başka bir yönünü inceleyelim. 12'ler diye adlandırılan ülkeler vardır. Bunlar yakın zamanda AB'ye alınabilecek ülkeler. Başta Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovenya… Zaten onlar entegre olmuş durumdalar. Bulgaristan ve Romanya onlardan evvel aday oldular ama ‘onların durumlarını da 10 yıl sonra bir daha değerlendiririz’ diyorlar. Moralleri bozulmasın diye de ‘6-7 sene sonra tam üyelik görüşmelerine başlarız’ diyorlar. Bu görüşmelerden 5 sene de çıkabilir, 25 sene de…

Kim Daha Avrupalı?

Türkiye bugün 65 milyon ve genç bir nüfusa sahip. Nüfus artış oranı onlara göre çok yüksek. AB, Türkiye'yi alacak da Ukrayna'yı dışarıda mı bırakacak, Rusya Federasyonu'nu dışarıda mı bırakacak? Herhalde Rusya Federasyonu, Türkiye'den çok daha Avrupalıdır onların gözünde.

Buna bir de Türkiye'de yetişmiş bir insan olarak, Erol Manisalı olarak bakmayalım. Kitaplara bakalım. Tarih, sosyoloji, siyaset kültürü olan kitaplara şöyle bir baktığımız zaman, Türkiye'yi Avrupa'nın nasıl algıladığına baktığımız zaman Türkiye, Rusya'dan da, Ukrayna'dan da, Beyaz Rusya'dan da çok daha gerilerdedir. Türkiye Asya'nın, Doğu'nun, Avrupa'nın dışında, Avrupa'ya yabancı kabul edilen bir ülkedir. Bu konu hakkında Avrupa'da iki tane ciddi araştırma yayınlandı.

On bin denekli, Türkiye-AB ilişkilerini inceleyen bu araştırmalardan birinde; AB üyesi ülkeler içinde sokaktaki insanın %21'i Türkiye içeri girsin derken, %79'u Türkiye Avrupa'nın dışında kalsın diyor. %80 dolayında Türkiye karşıtlığı var. Bu araştırmanın sonuçları medyada özel olarak yer aldı. Araştırmayı yönlendiren kurum yanlış yönlendirme yaptı. O oranları nasıl değiştirmişse %30 -70 oranında değiştirmişler.

Giriş özetini okuduğum kapsamlı araştırmada da 5 Avrupalıdan 4'ü Türkiye'nin AB’ye girmesine karşı. Üstelik bu sokaktaki insanlar, genellikle Türkiye'nin AB'ye üye olduğu zaman katlanacağı yükleri bilmez. İşgücü dolaşımının serbest olacağını, yardımları, bir kısmı bilir, bir kısmı bilmez. ‘Girsin canım, ne olacak’ diye bakanlar da Antalya, Bodrum, Marmaris'e gelip turistik gezi yapanlar. AB'nin Avrupa'ya getireceği gelir transferi açısından yükümlülüklerini tam olarak bilmediği için bunu iyimser bir şey olarak görmekte. Türkiye'nin tam üyeliği durumunda Avrupa'nın ödeyeceği bedel çok daha keskin olurdu. %5, %95 gibi bir noktaya çekilebilirdi.

‘Gelecek Sene’ Diye Diye...

Türkiye gelecek sene tam üyelik görüşmelerine başlayacak ve bunu politikacılar söylüyor. 1995 yılında da bu ifadeleri duymuştuk. 1995 yılında Gümrük Birliği Belgesi imzalanırken o zaman şunu söylemişlerdi. ‘Bir veya en fazla iki yılda AB'nin içindeyiz’. Gazetelerde bunlar yer aldı, politikacılar söyledi. Dinleyenlerin yanlış yönlendirilmiş olmasından ve doğal olarak konuyu teknik olarak iyi bilmemesinden dolayı insanlar bu şekilde istismar edildi. Bazı siyasi liderlerle bu konuyu son 6-7 yıl içinde baş başa konuştum. Yalnız konuştuğum zaman bana hak verdiklerini gördüm. 3-5 ay sonra veya bir iki sene sonra bana haklısın diyen siyasiler başka şeyler söylemeye başladılar.

Kıbrıs’ın Kaderi

Kıbrıs'ta iki devlet var. Güney Kıbrıs Rum kesimi ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC). AB Türkiye'yi on veya sekiz sene sonra alacak olsa şunu demesi gerekmez mi? ‘Ben şimdi Türk Devleti'ni de alayım, Rum Devleti'ni de… On sene sonra üçünü birlikte alırım. Nasıl olsa sınırlar kalkacak, işgücü dolaşımı serbest olacak, tek vatandaşlık olacak o zaman. Zaten içeride kendiliğinden çözülmüş olur’. Öyle demiyor, ‘Kıbrıs meselesini benim istediğim gibi çözeceksin’ diyor ve bunu da dayatarak söylüyor. ‘Aksi halde seninle ilişkilerim gelişmez’ diyor. ‘Aynı ülkenin içinde gibi sınır kalkınca sorunu içeride çözelim’ demiyor, önce AB kanalıyla Yunanistan'ı dolaylı ilhak etmek istiyor. Çünkü yarın Türkiye'nin AB'ye alınması kesinlikle söz konusu değil.

Kıbrıs Rum yönetimi AB'ye tam üye olursa, bunun doğuracağı sonuçlar şunlardır:

1. Kıbrıs Rum yönetimi, Yunanistan'a ilhak edilmiş olur. Yerleşim serbestliğinden, dış politika, dış savunma, dış ekonomik ilişkilerde, AB şablonu içine giren Kıbrıs Rum yönetimi, "öncelikle Yunanistan ile ekonomik, sosyal, politik ve askeri entegrasyona" gitmiş olur.

2. Tüm adayı temsilen, Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB üyesi durumuna gelen Rum yönetiminin talebi üzerine, KKTC üzerinden artık yalnızca Rum yönetimi değil, tüm AB, bir bütün olarak baskı yapar ve Türkleri, aynen Batı Trakya Türkleri gibi herhangi bir azınlık durumuna getirir.

Bu bakımdan, Türkiye, Rum yönetiminin AB üyeliğine kesinlikle karşı çıkmalıdır. Ankara ancak, adada iki devletin varlığı kabul edilir ise sadece Kıbrıs devletinin AB'ye üyeliğine evet diyebilir.[3]

Şu da düşünülebilir; Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ileride, geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri'nde neden olmasın? Türkiye'de, Rusya'da, Ukrayna'da, Beyaz Rusya'da topladığımız zaman, Rusya 150 milyon, Ukrayna 50 milyon, Türkiye de bugün 65 milyon, Beyaz Rusya'yı da koyun 10 -15 milyon nüfusa sahip. Bunlar Batı Avrupa'nın nüfus ağırlığına sahip çok fakir ülkeler. Avrupa'nın kendi refah seviyesini bir kalemde silmesi gerekir. Batı Avrupa bir refah topluluğu, insanlar bir işçisinin, insanının işsiz kalmasını istemiyor. Kendi rahatına ulaşmış, kendi sağlık eğitim vs’ den özveride bulunmak istemiyor. Ne diye kendisini bir bakıma ezecek olan bu ülkeleri içine alıp da kendi refahını aşağıya indirsin.

Dünyanın gelişmesi açısından ne yapıyorlar diye ülkelere bakıyoruz. Kendi toplumlarının refah seviyelerini yükseltebilmek için tank gönderiyorlar, top gönderiyorlar, uçak gönderiyorlar. Petrolü ben kontrol edeceğim, diyor. Neden? Kendi toplumu ondan refah sağlasın. Biz de öyle olmayacak diyoruz. Ne yapacak? Onlar gönüllü olarak kendi refah seviyelerini yarı yarıya indirip bizi içeri alacaklar. Bunun hiçbir mantığı yok. Ne siyasal, ne ekonomik, ne kültürel, ne de sosyal…

Hıristiyan Kulübü

AB, açık olarak söylemese de bir Hıristiyan kulübüdür. Artık televizyonları buradan çok rahat seyredilebiliyor. Açtığınız zaman Avrupa'nın kanallarını, uydu yayınında kanalların 4/3'ünde ne vardır: Kilise ve ayin… Avrupa kozmopolit değildir. Hatta iki yıl önce Avusturya'da aşırı sağ muhafazakâr parti koalisyona girdi. Hayder'in partisi. Doğu tehdidi kalktıktan sonra Doğu’dan tehdit gelmesin diye, kendi içindeki bu kimlik meselelerini bir kenara itmişler. SSCB tehdidi kalkınca artık kendi doğal tarihsel gelişimlerine kültür de dahil olmak üzere daha farklı bakmaya başladılar. Dışarıya farklı bakmaya başladılar. Yukarıdakiler ve aşağıdakiler, içeridekiler ve dışarıdakiler diye.

Bugün AB açısından Türkiye'nin yeri 'meda' içindedir. Yani Akdeniz ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri; Fas, Cezayir, Mısır, Tunus, Lübnan, İsrail onlar içinde. Mesela Fas'a ne kadar gıda ve teknik yardımı yapacaksa Türkiye'ye de o kadar yapıyor.

Ab, Kanun Tanımaz

Üniversitede veya dışarıdan insanın, ‘bu koşullar altında ve ne pahasına yararlanırım’ diyerek bunu bir özeleştiriyle algılaması gerekir. Ne pahasına kısmı göz önünde tutulmuyor, bilmem ne projesi gelirse -10, 15, 20 bin dolar- üniversitemizde yapılır hale geliyor. Geçenlerde bir gazetemizde Kıbrıs Doruğu’nda çıkan bir sonuçtan çok rahatsız olmuş, "Kurumlarımıza ne söyleyeceğiz?" başlıklı bir yazı yazmıştım. Avrupa, Kıbrıs sorununun 1993'e kadar dışındaydı, 1993'te devreye girdi. Üstelik Akdeniz politikası değişerek ve uluslararası anlaşmalara aykırı olarak devreye girdi. AB'nin Kıbrıs Rum yönetimiyle doğrudan ilişki kurması uluslararası hukuk açısından geçersizdir. Çünkü Güney Kıbrıs Rum yönetimi fiili bir durumdur.

1960 antlaşmalarında iki ayaklı bir devlet söz konusuydu. Ayaklardan sadece biridir Rum ayağı, bunun bir de Türk ayağı var. Rum ayağının adanın tümünü temsil ediyormuş gibi Brüksel'le görüşmesi 1959-60 Londra, Zürich Antlaşmaları'na tamamen aykırıdır. Bu teknik bir şeydir. AB karar alıyor ve Ankara'ya dayatmada bulunuyor. Ankara da dayatmaya karşı durumu dengelemek için pozisyon alıyor. Ankara'nın Türkiye'nin çıkarlarını üstün tutmak değil, dengelemek için yaptığı çıkışı bile ‘Aman çok kızarlar, Brüksel'i kızdırmayalım sonra üstümüze gelirler, sonra biz torunlarımıza ne deriz’ şeklinde Türk kamuoyuna sunmak kadar toplumu küçültücü, aşağılayıcı bir şey olamaz.

Bu, Atatürk 1919'da Anadolu'da bağımsızlık için savaşırken işgal basınının, İngiliz, Fransız basınının Atatürk'ü hain ilan eden yayımlarını hatırlatan tutumdur. Bizler yarın da torunlarımızın Atatürk torunları olmasını istiyoruz. Vahdettin torunları değil. O ayrımı bugün iyi görmemiz gerekiyor.

Türkiye Ne Yapacak?

Türkiye-Avrupa ilişkilerinde Türkiye'nin karşılıklı çıkarlarını koruyacak şekilde bir durum alması gerekir. Ekonomik olarak çok büyük çıkarlarımız vardır, Türkiye Avrupa'ya arkasını dönemez. Bu, Türkiye'nin AB'ye tek yanlı bağlanması ve yarı mandası olması anlamına gelmez. Türkiye'ye bunu yapmak isteyenler ki, bunlar vatan hainidir, niye bunu istiyorlar hiç düşündünüz mü?

Özellikle büyük sermayenin belli bir kesimi şöyle bakıyor hadiseye: ‘Türkiye Ankara'dan mı idare edilecek? Bağımlı olarak, yarı bağımlı olarak, manda olarak Brüksel'den edilirse daha bir huzur içinde olurum’. Ve kendine göre pratik nedenleri de var, gerekçeleri var. ‘Ankaradakilerle uğraşacağıma Brüksel'den işimi daha kolay halledebilirim. Ankara'nın ne olacağı belli olmaz’ diyor. Bakıyor, ‘askeri gelir, şusu gelir, busu gelir işime karışır; senin fabrikan ne oluyor bakalım, danışalım görüşelim’ diyor. ‘Brüksel'e bağlı olduğum zaman, tek yere bağlı olduğum zaman Ankara'dan da Brüksel'den de kurtulurum’ diyor, böyle bakıyor hadiseye.

Sonuç

İçeride bizim bazı sorunlarımız var. Bu dış ilişkilere yansıyor, içeride toplumsal demokrasi yok. Toplumsal demokrasiyi şöyle algılıyorum: Ülke insanının kendi çıkarlarını demokratik yöntemlerle mecliste çıkar grubunun büyüklüğü ölçüsünde yansıtabildikleri ve bana göre hükümetlerin uygulama politikaları belirleyebildikleri bir yapı.

Mecliste tarım kesiminin, işçinin çıkarı korunmalıdır. İçeride bu denge olmadığı için, bazı dar kesimler iç yönetimde hakim oldukları için, özellikle büyük sermayenin sayısı, Türkiye'nin dış ilişkilerine içerideki bu çarpıklık nasıl yansıyor? Türkiye-AB ilişkilerinde 1995'te yaptığımız tek yanlı bağımlı anlaşmalar altyapı şeklinde yansıyor. Yani sosyal demokrasi yoksa, dış ilişkilerde de Türkiye ulusal çıkarlarını dengeleyecek ilişki düzenini kuramaz. Dışarıdaki ilişki düzeni içerideki o dar çevrenin istediği ve onun çıkarları doğrultusunda belirlenir haldedir. O zaman işte 1995 belgesi imzalanıyor, o zaman Ankara'da dengeli bir çıkışa, ‘ne deriz’ şeklinde ifadelerle bakılır hale geliyor.

Özellikle 1995 yılı çok dramatik ve dış politika bakımından talihsiz bir yıl oldu. Bu ibret alınacak olaylar, Türkiye'de bazı çevrelerin, ulusal politikalarda ne tür olumsuz sonuçlar doğurabileceklerini de göstermektedir.

İşin ilginç yanı, Susurluk benzeri olayların da aynı dönem içinde büyümesidir. Ahlaki değer yargılarındaki bozulmaların halkaları politika-ekonomi ekseni üzerinde, bir tarafın çürüme özelliği gösteren ve mafyayı öne çıkaran bir boyut sergilemiş, diğer yandan da ulusal çıkarları ayaklar altına alan dış politika yanlışları yapılmıştır. Ekonomi-politika ekseninde, bu bozulmalar, belli kişi ve gruplar çevresinde odaklanmaktadır. Bu, kesinlikle bir rastlantı değildir.[4]

Dipnotlar

1. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 14, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998
2. Age. sf. 32

3. MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, sf. 22, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1998

4. Age. sf. 191

http://www.turksolu.com.tr/ileri/02/manisali2.htm


..

Kıbrıs AB kıskacına Nasıl girdi?







Kıbrıs AB kıskacına Nasıl girdi? 

Erol Manisalı

TÜRKSOLU: AB Kıskacındaki Kıbrıs kitabınızda kıskacın anlamı nedir? AB’nin son Atina Zirvesi sonrası Türkiye-Batı ilişkilerini de ele aldığımızda kitap nasıl bir anlam kazanıyor?

EROL MANİSALI: Türkiye AB kıskacına 1989’da sokulurken, Kıbrıs da bunun bir parçası oldu. Bu kıskacı daha iyi anlayabilmek için 1993’ten itibaren Avrupa Parlementosu’ndan çıkan kararları sıralayalım.

* Kıbrıs; Hemen her yıl Kıbrıs’la ilgili karar alındı.

* Ege; çok sayıda karar çıktı.

* Güneydoğu Anadolu; bu konuda alınan kararların sayısı Kıbrıs’la başbaşa gidiyor. Belki de daha çok.

* Fener Patrikhanesi; bir kaç tane.

* Ermeni Soykırımı; Bu konuda alınınan kararların sayısı az ama çok etkili. Bir Fransız mahkemesi bu kararlara dayanarak Türkiye aleyhinde karar verdi.

TÜRKSOLU: Kıbrıs’ta taraflar kim?

EROL MANİSALI: Bir tarafta Rumlar ve Türkler; ancak bunlar tarafların bir kısmı;

* Ulusçular - Gayri Milliciler

* Kemalistler - Mandacılar

* Ulusalcılar - Emperyalistler

* Türkiyeciler- Kozmopolit çevreler

* Yerliler- Yabancılar

* Ankara - Brüksel

Taraflar bu şekilde sınıflandırılabilir. Ancak, temelde iki taraf var; sorunlara bu topraklardan bakanlar - sorunlara Brüksel ve Washington’dan bakanlar.

TÜRKSOLU: AB Kıskacındaki Kıbrıs kitabının özgün yanı ne?

EROL MANİSALI: Az yazılmış veya hiç yazılmamış gerçekler var kitapta. Kıbrıs meselesinin aslında, bir Kıbrıs meselesi olmadığı; AB’nin ve ABD’nin, “Türkiye meselesinin bir parçası olduğu” tahlil ediliyor.

TÜRKSOLU: Kıskacın tüm sorumlusu dış unsurlar mı?

EROL MANİSALI: Kesinlikle hayır. Türkiye’yi tek taraflı bağlamak isteyen “iç çıkar grupları”nın Kıbrıs’ta nasıl bir rol aldıkları da anlatılıyor. Bu grupların içinde,

- Bazı büyük sermaye çevereleri var.

- Bazı siyasiler var.

- Bazı bürokratlar var.

- Ve tabii medya mensupları var. Bazı akademisyenleri de unutmamak gerekiyor.

TÜRKSOLU: Kitabınızda Karen Fogg dosyası da ele alındı mı?

EROL MANİSALI: Onlar belgelerdi. Ben kitabımda daha çok “tahlillere” yer verdim. Yıllardır, AB’nin Kıbrıs konularında yaşadığım deneyimler bana ışık tuttu. Başbakanlarla, bakanlarla, diplomatlarla, uzmanlarla tartışmalarım oldu. Kıbrıs’a “ Nasıl baktıklarını ” gördüm.

Daha önemlisi, Türkiye’ye “nasıl baktıklarını” anladım. Zaten, Batı’nın Kıbrıs politikası, “Onların Türkiye politikasını, bir turnusol kağıdı gibi ortaya çıkarır.”

AB’nin Kıbrıs’a bakışında, Brüksel’in Türkiye gözlüğünü görürüz.

TÜRKSOLU: Tek yanlı bağımlılık Kıbrıs’ı nasıl etkilemiş.

EROL MANİSALI: Türkiye tek yanlı bağlanarak köşeye sıkıştırılırken “Kıbrıs” isteniyor. Batı’nın Soğuk Savaş sonrası yeni politikaları bunlar.

- Irak’ın ABD tarafından işgali

- Kıbrıs’ı, uluslararası anlaşmalara rağmen, AB tarafından işgale kalkılması, aynı şeyler.

TÜRKSOLU: Yarın ne olur?

EROL MANİSALI: Herşey bize bağlı; Türkiye, kendi ulusal çıkarlarını koruyabilecek mi? “AB Kıskacındaki Kıbrıs” kitabında, bütün bunlar tartışılıyor.

TÜRKSOLU: AB kıskacında Kıbrıs diyorsunuz. Son yaşadığımız süreçte ABD’nin de Kıbrıs kıskacından bahesedebilir miyiz? ABD Temsilciler Meclisi, Kıbrıs konusunda Denktaş’ı ve Türk tarafını suçlayan bir karar aldı. Hemen ardından BM Güvenlik Konseyi’nden de Türk tarafı aleyhine bir karar çıktı. Irak’ta Türkiye’den istediğini alamayan Amerika Kıbrıs’ta Türkiye’yi kıstırmaya mı çalışıyor?

EROL MANİSALI: Batı kıskacında Türkiye demek lâzım. Çok ilginç bir şekilde 1992 yılından itibaren ABD Irak’a ambargo uygulatmaya başladı. 1994 yılından itibaren de KKTC’ye ambargo uygulatmaya başladı. Aynı plan uygulanıyor. Önce zayıflatma, muhtaç hale getirip, sonra da işgal etme. Irak’ta silah zoruyla, silah yoluyla işgal yapıldı. Kıbrıs’ta ise şimdilik işgal diplomasi ve siyaset yoluyla yapılmaya çalışılmaktadır.

Bugün Irak ve Kıbrıs arasında tam bir uyum söz konusudur. Soğuk Savaş sonrası Batı’nın bölgeye ve özellikle Türkiye’ye bakışında tam bir uyum, örtüşme görülmektedir. Kıbrıs’a da ambargo uygulanmıştır, Irak’a da ambargo uygulanmıştır. Her ikisi de işgal edilmiştir, birisi ABD’nin silahlı müdahlesiyle tam işgal edilmiştir, diğeri ise AB’nin siyasi müdahalesiyle yarım işgal edilmiştir. Birine silahlı işgal yapılmıştır, diğerine ise uluslararası hukuk ayaklar altına alınarak diplomasi ve siyaset oyunlarıyla işgal yapılmıştır. Bu anlamda tam bir örtüşme söz konusudur.

TÜRKSOLU: Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye alındığı Atina Zirvesi’ne Türk Büyükelçisi resmen katıldı, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ise akşam yemeğine katıldı. Türkiye böylelikle AB’nin Kuzey Kıbrıs’ı ilhak ettiğini açıkladığı resmi toplantıya katılmış oldu.

EROL MANİSALI: Türkiye’nin tek yanlı bağımlılığının en somut belgesi budur. Türkiye Batıyla ilişkilerini karşılıklılık ilişkisi çerçevesinde kurmamıştır. Türkiye iktisaden, siyaseten, askeri açıdan tek yanlı olarak Batı’ya bağlanmıştır. Atina’daki törende bunu göstermektedir. Atina’daki tören ne yazık ki Türk toprağının işgal ve ilhak kutlamasıdır. Hükümetin dışişleri bu zirveye katıldı. Ama 70 milyon Türk halkı buna tamamen karşıdır. Bu toplantılara katılanlar halkı temsil etmeyen çevrelerdir.

TÜRKSOLU: Kıbrıs Rum tarafı herhalde bu kadar katılımı bile yeterli bulmamış ki, Türkiye’nin tavrını AB’ye saygısızlık olarak nitelendirmiş.

EROL MANİSALI: Zaten Kıbrıs’ta Smitis’in Türk tarafına çağrısı bile tamamen emperyalist bir çağrıdır. “Ben senin içini oyarım. Türkiye’yi de tanımıyorum KKTC’yi de tanımıyorum. Sizin içinizi oyarım” diyor. Kitabımda bahsettiğim Kıbrıs ve Türkiye üstündeki kıskaç AB ve ABD’nin oluşturduğu Batı kampı tarafından her geçen gün daraltılıyor.


http://www.turksolu.com.tr/28/manisali28.htm


..

AB ve Kıbrıs ,




AB ve Kıbrıs , 



 Erol Manisalı,
Temmuz 2001

Avrupa Birliği konusunda yıllardır dürüst ve yurtsever bir çizgi izleyen
Lüksemburg Zirvesi’ni şöyle değerlendirmektedir, 

“AB Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı büyük bir ‘taktik hata’ yaptı: Gerçek tutumunu açık açık sergiledi ve Türkiye’ye geleceğin Avrupa Birleşik Devletleri’nde yer vermeyeceğini ‘belli etti’: Bu taktik hata AB aleyhine şu sonuçları doğurmaya başladı:“

(1) Avrupa’dan kurumsal olarak dışlandığını gören Ankara, Amerika ile sürmekte olan yakınlaşmayı “hızlandırdı” ve ilişkiler stratejik bir ortaklığa doğru gitmeye başladı. Bu gelişmeler uzun dönemde AB’nin bölgesel çıkarları ile hiç mi hiç bağdaşmıyordu. Özellikle Almanya ve Fransa bundan rahatsızdı.“

(2) AB’nin 1997 Lüksemburg doruğunda Türkiye’ye karşı gösterdiği ‘dışlama’ tutumu Türkiye’de meseleyi yeni yeni anlamaya başlayan birçok çevrenin gözünü açtı. Gümrük Birliği’nin gözden geçirilmesi gerektiği öne sürülmeye başladı. Oysa AB, Gümrük Birliği’ndeki tek yanlı bağlayıcılıktan çok memnundu. İşler AB lehine yürüyordu. Ve durumun sürdürülmesi için, çatlak ses çıkmaması gerekti.”

Bu ve benzeri gelişmelere bağlı olarak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özellikle de 1998 sonrasında, dış ilişkilerinde daha bağımsızlıkçı bir çizgi izlemeye, özellikle Rusya’daki temel politika değişikliğinin ardından çokkutuplulaşan dünyada ilişkilerini çeşitlendirmeye başladı. Lüksemburg Zirvesi’nde Avrupa Birliği’nin iyice açığa çıkan tavrı, Türkiye’deki ulusal bağımsızlıkçı eğilimleri daha da güçlendirdi.
Türkiye’nin bu bağımsızlık çı tavrı Avrupa Birliği üzerinde etkili oldu. Ayrıca, 1998-1999 yıllarında Rusya’da da Batı yanlılarının iktidardan uzaklaştırılması, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yeniden yeşil ışık yakmasında önemli bir rol oynadı 10. Avrupa Birliği devlet ve hükümet başkanlarının 10-11 Aralık 1999 tarihlerinde Helsinki’de yapılan zirve toplantısında Avrupa Birliği’nin tavrı değişti. Zirve bildirisinde Türkiye’deki “olumlu gelişmeler”in memnuniyetle karşılandığı belirtilerek, Türkiye’nin diğer aday devletlere uygulanan kriterler temelinde Avrupa Birliği’ne katılacak olan bir aday devlet olduğu belirtildi.
Ancak bu olumlu gibi sunulan hava yalnızca bir yıl sürdü. 8 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Komisyonu tarafından hazırlanan Türkiye raporunda, 15 Kasım 2000 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nda kabul edilen Türkiye’ye ilişkin kararda ve 7-9 Aralık 2000 tarihlerinde Nis’te yapılan AB devlet ve hükümet başkanları zirvesinde, Avrupa Birliği’nin bölücü tavrı ve talepleri sürdü. Kıbrıs, kısa vadede çözüme kavuşturulması gereken sorunlar arasına katıldı. Ege Denizine ilişkin sorunlar da orta vadede çözüme kavuşturulması gereken konular arasına alındı. Diğer taraftan, Türkiye’yi bölmeyi amaçlayan koşullar yerine getirilse bile, Türkiye ile üyelik görüşmelerinin 2010 yılına kadar başlamayacağı, bu ve
daha sonraki tarihler için de bir garantinin olmadığı ortaya çıktı.
Türkiye konusunda Avrupa Birliği tarafından hazırlanan ilerleme raporu ve katılım ortaklığı belgesi Türkiye’de büyük tepki çekti. Avrupa Birliği’nin talepleri, ülkemizdeki ulusalcı güçler tarafından sert biçimde eleştirildi. Hükümet, katılım ortaklığı belgesinde yer alan taleplerin yerine getirilmesine ilişkin olarak Avrupa Komisyonu’na vermesi gereken ulusal programı zamanında hazırlayamadı. Türkiye ile Avrupa Birliği ilişkileri Nis Zirvesi sonrasında yeniden bir soğuk döneme girdi. 


Cumhuriyet, 20.10.1999.