FIRAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
FIRAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Aralık 2017 Salı

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 9

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 9

4.2.2. Diğer Esaslar 

Planlanan projeler hakkında detaylı bir prosedür içeren hükümler 1997 BM Sözleşmesi 3 üncü bölümünde yer almaktadır. Genel olarak su yolu devletlerinin bilgi alışverişinde bulunabilecekleri, birbirlerine danışabilecekleri ve gerektiğinde planlanan projelerin uluslararası su yolu üzerindeki olası etkileriyle alakalı müzakerelerde bulunabileceğini öngörmektedir.308 

Bu genel düzenlemeyle birlikte planlanan projelerin muhtemel olumsuz etkilerini ilişkin kapsamlı bir prosedür öngörmüştür. Bu kapsamda bir suyolu 
devletinin, diğer suyolu devletleri üzerinde önemli boyutlarda olumsuz etkilere sahip olabilecek nitelikte planlanmış projelerini uygulamaya koymadan veya uygulama iznini vermeden önce, ilgili devletlere, gerekli bildirimleri zamanında ulaştırmasını düzenlemektedir. Sözleşme gereği bildirimler herhangi bir çevresel etki değerlendirme sonuçları da dahil olmak üzere, mevcut veri ve bilgilerle birlikte sunulmalıdır.309 Bildirimde bulunan devlet söz konusu verileri incelemek, değerlendirmek ve vardığı sonuçları iletmek üzere bildirimde bulunulan devlete 6 aylık süre tanıyacaktır. Bu süre bildirime tâbi planlanan projenin değerlendirilmesinin özel zorluk arz etmesi durumunda bildirimde bulunulan devletin talep etmesi üzerine 6 ayı geçmeyecek şekilde uzatılabilir.310 Söz konusu süre zarfları içinde bildirimde bulunan devlet311; 

1) Bildirimde bulunulan devletlere elinde bulunan ve doğru değerlendirme için gerekli olan her türlü ek veri ve bilgiyi sağlayarak bu devletlerle işbirliği yapacak, 
2) Ayrıca bildirimde bulunulan devletlerin onayı olmadan planlanan projeleri uygulamaya koyamayacak veya uygulama izni veremeyecektir. 

Bildirimde bulunulan devlet söz konusu sürelere riayet ederek en kısa sürede cevabını karşı tarafa iletecektir. Bildirimde bulunulan devlet planlanan projelerin 
hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermemeye ilişkin hükümlere aykırı olduğuna karar verirse, gerekli evraklar ve gerekçelerini cevabına ekleyecektir.312 
Bildirime cevap verilmediği takdirde, bildirimde bulunan devletin hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermemeye ilişkin yükümlülüklere bağlı olarak planlanan projelerini uygulamaya koyabilecektir. 

Projeleri planlayan su yolu devleti tarafından bildirimde bulunulmaması durumuda ise; bir su yolu devletinin, diğer bir su yolu devletinin kendisine önemli boyutta önemli boyutta olumsuz etkileri olabilecek projeler planladığına inanmak için makul nedenleri bulunuyorsa, bu devlet, diğer devletten bildirim prosedürünün işletilmesini isteyebilir. Projeleri planlayan devlet 12 nci madde de öngörülen bir bildirimde bulunma yükümlülüğü altında olmadığı sonucuna varması durumunda bu durumu gerekçeleri ile birlikte diğer devlete bildirecektir ve bundan sonra diğer devletin bu bildirimi yerinde bulmaması durumunda taraflar arasında danışma ve müzakere süreci başlayacaktır.313 

Ayrıca sözleşmede öngörülen danışma ve müzakerelerin yürütüldüğü süre içerisinde, bildirimde bulunan/projeleri planlayan devlet, diğer devletin danışma ve müzakereleri başlatma isteğinde bulunduğu zaman bu yönde bir talepte bulunmuş olması halinde, aksi kararlaştırılmadıkça projeleri uygulamaktan veya uygulama izni vermekten 6 ayı aşmayacak bir süre kaçınacaktır.314 Bu suretle, projenin etkilerini iyi niyetle inceleyip müzakere için çaba gösteren bir aşağı ya da yukarı kıyıdaş devlet projeyi on sekiz ay süreyle geciktirmiş olacaktır.315 19 uncu maddenin bu sürelerin söz konusu olmayacağı acil durumlara ilişkin getirdiği düzenleme, projenin hayati aciliyeti bulunması durumunda, hakça ve makul kullanım ve önemli zarar vermeme hükümlerine bağlı olarak “derhal” uygulamaya geçilebileceğini öngörmekteyse de, konumuz açısından “derhal” uygulamaya konulabilecek bir projenin, taşkın, kirlenme, zararlı atık gibi acil durumlar dışında mümkün olmadığı açıktır.316 

 Hâlihazırdaki düzenlemede haber verme mecburiyeti, karşı tarafın itirazı halinde çalışmaların yapılamaması ve bir ön izin alma durumunu ortaya çıkarmakta ve aşağı kıyıdaş devleti, kaynak ülkenin yapacağı çalışmaları bile denetleyip izin verip vermeme noktasına taşıyan bir güç odağı durumuna sokmaktadır.317 Aşağı - yukarı kıyıdaş durumundaki komşu ülkelerin, suyolunun kullanımı açısından iş birliği içerisinde olmaları genel kabul gören bir husustur. 
Ancak, menfaatleri çatışan ülkelerin, bu türlü bir düzenleme ile karşılıklı olarak bir menfaatin kullanımı konusunda kolayca engellemeye başvurması mümkün hale gelmektedir. Dolayısıyla sözleşme, bu haliyle, uluslararası hukukun geldiği noktaya rağmen bir geriye dönüşü de anlaşılmaz biçimde gündeme getirmektedir.318 

Türkiye’nin en fazla muhalefet ettiği kısım, herhalde Sözleşme’nin bu bölümü olmuştur. Bununla ile ilgili olarak; Türkiye, 11 inci madde hariç, bir paket 
öneri sunmuştur. Etiyopya tarafından tamamen, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti tarafından da kısmen desteklenen bu teklif, kabul görmemiştir. Bunun üzerine 
Türkiye 11 inci madde hariç III. Bölüme tümüyle karşı görüş bildirmiştir.319 

Taraflar arası veri ve bilgi paylaşımda sözleşme istisnai bir düzenleme de ihtiva etmektedir. Bu düzenleme uyarınca bir su yolu devleti ulusal savunması veya 
güvenliği için hayati önemi olan veri veya bilgiyi vermeye zorlanamaz.320 

Sözleşmenin IV. Bölümünde; "Koruma, Muhafaza ve Yönetim", V. Bölümde "Zararlı Şartlar ve Acil Durumlar"a dair hususlar düzenlenmiştir. Altıncı bölüm; 
silahlı çatışma zamanında uluslararası suyolları ve tesisleri, dolaylı yöntemler, ulusal savunma ve güvenlik bakımından hayati veri ve bilgi, ayrım yapmama, 
uyuşmazlıkların çözümü gibi maddeleri içermektedir. Yedinci bölümde ise imza, onaylama, yürürlüğe girme konuları hükme bağlanmıştır. 

Burada son olarak Sözleşme’nin yönetim konusunda getirdiği düzenlemeye değinmek gerekir. Sözleşme uyarınca su yolu devletleri aralarında herhangi birinin isteği üzerine, ortak bir yönetim mekanizmasını da içeren görüşmelere başlayabileceklerdir. Burada bahsi geçeni yönetim;321 

1) Bir uluslararası su yolunun sürdürülebilir gelişimini planlamak ve kabul edilen planların yürürlüğe sokulmasını sağlamak, 
2) Su yolunun akılcı ve en uygun kullanımını ile korunması ve denetimi başka biçimlerde teşvik etmeyi özellikle amaç edinmelidir. 

4.2.3. Sözleşmeye Göre Uyuşmazlıkların Çözüm Yöntemleri 

1992 Helsinki Sözleşmesinin değerlendirilmesinde de belirtildiği üzere uygulamada ve uluslararası hukukun genel kurallarına göre, hiçbir devlet, 
uyuşmazlık sırasında açıkça belirtmedikçe ya da taraflar arasında mevcut ve yürürlükte olan bir antlaşmadan kaynaklanmadıkça, kendi iradesi dışında, bir 
uyuşmazlığı yargısal ya da siyasal yollardan çözümlemeye mecbur edilemez.322 1997 BM Sözleşmesi, taraf olan devletler bakımından uyuşmazlıkların çözümü konusunda tarafları alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemlerine ya da yargısal yola başvuruya yönlendiren hükümler ihtiva etmektedir. 

1997 BM Sözleşmesi’nin anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü başlıklı 33 üncü maddesi323 bir çerçeve sözleşme için ayrıntılı denilebilecek ölçüde ve 
özellikle sorunu uluslararası hale getirecek biçimde hükme bağlanmıştır. Maddenin birinci ve ikinci fıkralarında, uluslararası hukukun uyuşmazlıkların çözümüne ilişkin; artık tartışılmayan ve konuyla ilgili her kaynakta kolayca bulunabilecek; üçüncü bir tarafın dostça girişimi, arabuluculuk, ve uzlaştırma gibi yöntemler sayılmış, tarafların uyuşmazlığı, hakem mahkemesine veya Uluslararası Adalet Divanına götürmek için karar alabilecekleri belirtilmiştir. 

Kıyıdaş taraflar 6 ay içinde anlaşmazlıklarını müzakereler veya alternatif uyuşmazlık çözüm yöntemleriyle çözüme kavuşturamamışlarsa, anlaşmazlığa taraf olanlardan herhangi birinin isteği üzerine ve aksi kararlaştırılmadıkça anlaşmazlık soruşturma komisyonuna sunulacaktır. Bu usulde de asıl olan uyuşmazlığın Uluslararası Adalet Divanı’na veya sözleşme uyarınca getirilen tahkim usulü ile çözümlenmesidir.324Yani Soruşturma komisyonu Divan’ın veya tahkim mahkemesinin işleyişine tabi olarak faaliyetlerini yürütecektir. 

Sözleşmenin uyuşmazlıkların çözümü bakımından getirdiği ana yapı ise; taraf olan devletlerin uyuşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı’nı veya sözleşme 
uyarınca getirilen tahkim mahkemesi önünde çözümlenmesidir. Taraf devletler bu iki usulden birini seçebilirler. 

Hakemlik kurumu bakımından, uyuşmazlık taraflarının uluslararası hakemliğe başvurmaları, somut uyuşmazlığın ortaya çıkmasından sonra yapılan bir hakemlik antlaşması veya daha önceden yapılmış uluslararası bir antlaşmaya konulan bir hükümle (bir hükmün yorum veya uygulamasından doğan uyuşmazlıklar için özel hakemlik kaydı, antlaşmanın tümü için genel hakem kaydı) ya da bütün uyuşmazlıkların hakemliğe götürülmesi yükümlülüğünü öngören genel hakemlik antlaşmalarıyla gerçekleştirebilirler.325 Hakemlik sözleşmesinde, taraflar, uyuşmazlık konusunu, hakem mahkemesinin nasıl kurulacağını, uygulanacak uluslararası hukuku ve usulü de belirtirler. Burada 1997 BM Sözleşmesi gereği söz konusu usulü sözleşmenin ekinde belirlenmiştir. Yargılamanın usulü safhası bu ek uyarınca yürür. 





Uluslararası Adalet Divanının yargı yetkisi ise, ilke olarak daha önce belirtildiği üzere isteğe bağlıdır. Devletler, uyuşmazlıklarını Divana sunmakta görüş 
birliğinde iseler, Divan bu anlaşmazlığa bakabilir. Ayrıca devletler yaptıkları bir antlaşma ile uyuşmazlıklarını Divana sunmayı önceden kararlaştırabilirler. Böyle 
durumlarda, taraflar belirli bir anlaşmazlık tek yanlı bir başvuruyla uyuşmazlığı divana götürebilirler.326 
Örneğin Türkiye, kıta sahanlığı sınırlandırılması sorununun, görüşmeler yoluyla gerçekleştirilecek bir antlaşma ile çözümünü istemektedir. 
Bu nedenle Türkiye, Yunanistan’ın, sorunu Uluslararası Adalet Divanına götürmesini reddetmekte ve gerekçesini uluslararası hukukun böyle bir zorunluluk getirmediğine dayandırmaktadır. 
Nitekim, Uluslararası Adalet Divanı da, Yunanistan’ın 1976 yılında sorunu “tek taraflı” olarak Divan önüne getirmesi sonucu, Türkiye’nin Divanın yetkisizliğini ileri sürmesi üzerine 1978 tarihli “Ege Kıta Sahanlığı Davası’na ilişkin kararı ile Yunan başvurusunu reddetmiştir.327 

1997 BM Sözleşmesinin 33 üncü maddesinin üçüncü ve onuncu fıkralar birlikte değerlendirildiğinde Sözleşme; özel antlaşma olmaksızın, muhtemel bir 
uyuşmazlığın “taraflardan herhangi birinin isteği üzerine” yargı yoluna götürülebilmesi yolunu açmaktadır. Sözleşmeye taraf olan devletlere ilişkin 
uyuşmazlıklarda tek taraflı başvuru durumu ile karşılaşılabilir. 

4.3. Sözleşmenin Yürürlüğe Girme Usulü ve Güncel Durumu 

BM Uluslararası Hukuk Komisyonu, 1970’den itibaren üzerinde çalıştığı Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımı Sözleşmesini 21 Mayıs 
1997 tarihinde BM Genel Kurulana sunmuş ve 103 kabul, 27 çekimser ve 3 ret oyu ( Çin, Burundi ve Türkiye ) ile kabul edilmiştir.328 
akan su yolu üzerinde tartışmasız egemen olan Devletin ülkesel egemenliği ilkesini de yansıtmamaktadır. Aynı zamanda aşağı kıyı Devleti ile yukarı kıyı Devletinin hak ve yükümlülükleri arasında da dengesizlikler görülmektedir. Sözleşmenin uyuşmazlıkların çözümüyle ilgili düzenlemeleri BM kurucu antlaşmasında geçen uyuşmazlıkları çözme hükümleriyle uyuşmamaktadır. 

Hükümetimiz tüm uyuşmazlıkların barışçı görüşmeler çerçevesinde çözülmesinden yanadır. Bu nedenle bu sözleşmenin aleyhinde oy kullandık." Şeklindedir. 
Görüleceği üzere Çin’de hem uyuşmazlıkların çözümü için getirdiği düzenlemeye hem de sözleşmenin genel yaklaşımına karşı çıkmaktadır. 
Detaylı bilgi bkz., Dalar, s.183 

Sözleşme kabul edildiği 21 Mayıs 1997’den 20 Mayıs 2000’e kadar tüm devletlerin ve bölgesel ekonomik entegrasyon örgütlerinin imzalamasına açık 
kalmıştır. Bu süreçte 16 devlet sözleşmeyi imzalamıştır. Aynı süre zarfında Sözleşme’yi onaylayan devlet sayısı ise 6’dır.329 1997 BM Sözleşmesi 35. Onay 
belgesinin depo merciine tevdiinden sonra 90 ıncı gün yürürlüğe girecektir. Sözleşme uzun yıllar yürürlüğe girmesi için gereken sayıya ulaşamamıştı. Ancak son dönemlerde onay veren ülkelerin sayısında hızlı bir artış olduğu gözlenmektedir. 
2013 yılı Şubat ayında Nijer , 24 Eylül 2013 tarihinde Karadağ ve 25 Şubat 2014 tarihinde ise Fildişi Sahilleri de onay veren ülkeler arasında katılmıştır.330 
Bu onaydan sonra Sözleşme’ye taraf olan ülke sayısı 34'e yükselmişti. Aradan geçen 17 yılın ardından 19 Mayıs 2014 tarihinde Vietnam’ın sözleşmeyi onaylamasıyla bu sayı 35’e yükseldi. Bu durum bize sözleşmenin bu tarihi takip eden 90 ıncı gün yürürlüğe gireceğini öngören amir hükmüne binaen 17 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe gireceğini göstermektedir. Sözleşme’yi onaylayan 35 ülkenin; 12 ‘si Afrika’dan, 16'sı Avrupa’dan ve 7’si Asya ülkelerinden oluşmaktadır. Sözleşmeyi Amerika kıtasından hiçbir ülke onaylamamıştır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak uluslararası alanda kodifikasyon çalışmalarına uzun süreçler almaktadır. Çoğulcu bir yaklaşımla bu metinlerin hazırlanmasında 
devletlerin bu süreçlere katılımı oldukça önemlidir. Büyük umutlarla hazırlanan BM Sözleşmesi kabul edildikten 17 yıl sonra yürürlüğe girebilmiştir. Bu durum bize bu alanda uluslararası hukuk kaynağı yaratmanın ne kadar zor olduğunu göstermiştir. Ayrıca 17 yılın küresel ölçekte birçok değişim olmuş ve sözleşmenin bazı hükümlerinin bu değişikliklere karşılayamayacağı kanaatindeyiz. Bu suretle Sözleşmenin yürürlüğe girmesinin akabinde bir revizyon ihtiyacı hasıl olacaktır. 

4.4. Sözleşmenin Hukuksal Durumu 

1997 BM Sözleşmesi uluslararası hukukun asli kaynaklarından antlaşmaların kapsamında yer almaktadır. Uluslararası hukukun kaynakları antlaşmalar 1992 
Helsinki Sözleşmesinde kapsamlı olarak ele alındığından tekrar değinilmeyecektir. Ancak burada şunu vurgulamakta fayda vardır, antlaşmalar kural olarak sadece taraf olan devletleri bağlarlar. Bu minvalde sözleşmenin Türkiye açısından hukuksal bir bağlayıcılığı yoktur. 

Sözleşme aradan geçen 17 yılın ardından yürürlüğe girecek olması ve taraf devlet sayının ancak 35 ülke ile sınırlı olması durumu uluslararası alanda genel bir kabulü yansıtmadığına ilişkin en önemli kanıttır. 1997 BM Sözleşmesi içerdiği hükümler bakımından yoğun bir şekilde tartışmalara maruz kalmıştır. Ayrıca 
günümüz su kaynakları yönetimi bakımından gelinen noktayı yansıtmamaktadır. Tüm bu durumlarla birlikte yürürlüğe girmediğinden ötürü sınıraşan sularla ilgili 
kıyıdaş devletlerin herhangi bir uygulamasından da söz edemeyiz. Sözleşme’nin bu yönleri ile uluslararası hukuka ne kadar katkı sağlayacağı hususu tartışmaya açıktır. Bu sayılan sebepler Ülkemiz açısından uluslararası alanda gelebilecek eleştirilere karşı oluşturulacak gerekçelere dayanak oluşturabilecek mahiyettedir. 

Ülkemiz söz konusu Sözleşme’nin çeşitli safhalarında bazı maddelere ilişkin muhalefet şerhini ortaya koymuştur. Bu durumda aklımıza söz konusu maddelere çekince koyulup taraf olunup olunamayacağı sorusu gelmektedir. Uygulanan uluslararası hukuka göre, kural olarak bir antlaşmanın aksi bütün taraflarca kabul edilmedikçe ya da antlaşmada izin verilmedikçe bir bütün olarak uygulanması gerekir. Eğer sözleşme açısından çekince koyulma konusunda bir engel yoksa sözleşmenin kimi hükümlerine karşı çekince koyulabilmekte dir. Yalnız bu durumda da söz konusu çekince antlaşmanın konusuna ve amacına ya da temel koşullarına aykırı olmamalıdır.331 1997 BM Sözleşmesi mahiyeti itibariyle bütünlük arz ettiğinden ötürü, hükümlerine çekince koymaya cevaz vermemektedir. Ayrıca Ülkemiz açısından ileri sürülebilecek çekinceler, antlaşmanın konusuna ve amacına ya da temel koşullarına aykırılık teşkil edilebilecek nitelikte olduğu için, Sözleşmenin muhalefet şerhi koyduğumuz hükümlerine, uluslararası hukuk uyarınca çekince koyma yolu işletilebilecek nitelik arz etmemektedir. Sözleşmenin oylaması esnasında 1997 BM Sözleşmesine karşı Ülkemiz tarafından tümüyle ret oyu kullanılmıştır. 

Burada şu durumu da göz önünde bulundurmamız gerekecektir. Uluslararası alanda 1997 BM Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden sonra, Sözleşmeye taraf olan komşularımız sınıraşan sulara ilişkin yürütülecek görüşmelerin Sözleşme uyarınca yürütülmesi talebinde bulunacaklardır. Söz konusu sözleşmeye komşularımızdan Yunanistan, Irak ve Suriye taraftır. Bu durumu örnek olarak; 9-10 Haziran 2014 tarihinde Londra’da Chatman House ve ESCWA tarafından gerçekleştirilen toplantıyı gösterebiliriz. Söz konusu toplantıda Irak temsilcileri “ Türkiye’nin yürürlüğe girecek olan 1997 BM Sözleşmesine biran önce taraf olmasını ve bu Sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmesini beklediklerini, Fırat Nehri sularının paylaşılması için BM Sözleşmesi temelinde bir tahsis antlaşmasına gidilmesi gerektiğini ve bu süreçte BM kuruluşlarının katalizör görev üstlenebileceğini belirtmiştir.” Suriye temsilcileri de Irak tarafının ileri sürdüğü bu görüşü desteklemiştir.332 Her iki talebinde Sözleşmeye taraf olmayan ülkemiz açısından herhangi bir hukuksal bağlayıcılığı bulunmamaktadır. Kaldı ki Sözleşme henüz yürürlüğe girmemiş ve geçen süreç içinde de Sözleşmeye taraf komşularımız 1997 BM Sözleşmesi uyarınca ilişkilerini yürütmüş değillerdir. Kıyıdaş devlet konumunda olan komşularıyla sürekli diyalog halinde ilişkilerini yürüten Ülkemiz, sınıraşan sularımızda uluslararası hukukun esaslarını gözeterek faaliyetlerde bulunmaktadır. Ayrıca Sözleşme’nin getirdiği hakça, makul ve optimum kullanım esası Ülkemizin sınıraşan sulara ilişkin benimsediği politikanın ana unsurları arasında yer almaktadır. Ancak Sözleşme bir bütün halinde değerlendirildiği ülkemizin yürüttüğü projeler bakımından sıkıntı doğurabilecek hükümler barındırmaktadır. Sözleşme’nin hazırlık sürecinde sınıraşan sulara ilişkin projelerini tamamlamış devletlerin görüşlerinin yansıtıldığı, metin detaylı bir şekilde incelendiğinde karşımıza çıkmaktadır. 

 Genel nitelikli antlaşmaların yanında, uluslararası ilişkilerde, su kaynaklarının kullanımı, yönetimi ve korunması; her akarsu havzası ve sisteminin kendine özgü nitelikler taşıması nedeniyle, yalnızca ilgili devletler arasında sürekli işbirliğini sağlayan bölgesel antlaşmalarla tatmin edici bir biçimde düzenlenebilir. Çünkü uluslararası hukukun genel kuralları bu kadar farklı özelliklerle başa çıkamaz.333 

Bu durumda; sözleşmeye birlikte taraf olmayan, ancak aralarında sınıraşan sulara ilişkin uyuşmazlık bulunan devletlerin, uyuşmazlığı çözme konusunda 
başvuracağı kuralların ne olacağı sorusunun cevabı bulunmalıdır. Sorunun cevabı yine uluslararası hukuk olmakla birlikte, bu kez taraflar uluslararası hukukun bütün kaynaklarından yararlanabileceklerdir. Bu kapsamda taraf olmayan devletler açısından bağlayıcı olmamakla birlikte teamülü hukuku yansıttığı ölçüde 1997 BM Sözleşmesinden de yararlanmak mümkündür. Ancak daha önce incelenen konular dikkate alındığında; nasıl ki artık benimsenmeyen doktrinler doğrultusunda çözümler kabul görmeyecekse, gelecekte de sınıraşan sular konusunda günün koşullarına göre gelinen aşamaları kısmen yansıtan Sözleşme ile getirilen ilkeler benimsendiği ölçüde çözüm alanın daralacağı gözden uzak tutulmamalıdır.334 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

310 Bkz. 13. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
311 Bkz. 14. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
312 Bkz. 15. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
313 17. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
 314 17-18. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
315 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.71 
316 Toklu, s.49 
317 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Ankara-1995, s.51 
318 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.71 
319 Toklu, s.48 
320 31. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
32124. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
322 Mengiler, s.37-39 
323 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
324 Toklu, s.50 
325 Mengiler, s.64 
326 Toklu, s.51 
327 Toklu, s.51 
328 Bu sözleşmeye ret oyu veren Çin Halk Cumhuriyeti temsilcisi Gao Feng görüşlerine bakacak olursak: "Sözleşme taslağında önemli zafiyetler açıkça görülmektedir. 
Bunlardan biri, tüm Devletler arasında genel bir antlaşma mahiyeti yansıtmadığı gibi ana su rezervlerine sahip olan Devletlere yönelik genel bir antlaşma mahiyetinde de değildir. İkinci husus ise sözleşme metni, topraklarından Türkiye üçüncü tarafların sınıraşan sulara müdahalesine yol açabilecek bu maddeye itiraz etmiştir. 
Üçüncü tarafların müdahalesi devletlerin ön yargılı oldukları bu alanda uyuşmazlıkları çözmekten ziyade daha da derinleştirebileceği kaygısı giderek artmaktadır. 
329United Naitons Treaty Collection, 
https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=IND&mtdsg_no=XXVII12&chapter=27&lang=en  (En son erişim: 05/06/2014) 
330 United Naitons Treaty Collection 
331 Pazarcı, Uluslararası Hukuk, s.84; Ünal Şeref, Uluslararası Hukuk, Yetkin Yayıncılık, Ankara 2005, s.58-60 
332 9-10 Haziran 2014 tarihinde Londra’da Chatman House ve ESCWA tarafından gerçekleştirilen toplantıya İlişkin Dışişleri Bakanlığı Toplantı Raporu 
333 Toklu, s.53 
334 Toklu, s.53 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 8



SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 8


DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

BM ULUSLARARASI SU YOLARININ ULAŞIM DIŞI MAKSATLARLA KULLANIMINA İLİŞKİN SÖZLEŞME (1997 BM SÖZLEŞMESİ) 

Sözleşmede sınıraşan sular kavramı yerine uluslararası su yolları kavramı benimsenmiştir. Bu kapsamda sözleşme uluslararası su yollarının kullanım, geliştirme, muhafaza, yönetim ile korumasını ve günümüz ve gelecekteki nesiller için optimal ve sürdürülebilir kullanımın geliştirilmesini güvence altına almayı amaç edinmiştir.246 

Yedi bölümden oluşan Sözleşme 37 maddeyi içermektedir. Sözleşmenin ilk bölümü Sözleşme’nin kapsamı ile ilgili konuları içermektedir. İkinci bölüm 
terimlerin kullanımı, üçüncü bölüm ise planlanmış tedbirler başlığını taşımaktadır. Dördüncü bölümde suyun korunması, muhafazası ve yönetimi ile ilgili hükümlere yer verilmiştir. Beşinci bölüm zararlı koşullar ve acil durumlarla ilgili yükümlülükleri içeren iki maddeden oluşmaktadır. Altıncı bölüm; silahlı çatışma zamanında uluslararası suyolları ve tesisleri, dolaylı yöntemler, ulusal savunma ve güvenlik bakımından hayati veri ve bilgi, ayrım yapmama, uyuşmazlıkların çözümü gibi maddeleri içermektedir. Yedinci bölümde ise imza, onaylama, yürürlüğe girme konuları hükme bağlanmıştır.247 

4.1. Sözleşmenin Tarihsel Gelişimi 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1959 gibi erken bir tarihte aldığı 1401 sayılı kararı ile “uluslararası nehirlere” ilişkin hukuki sorunların kodifikasyonunun 
mümkün olup olmadığına dair ön çalışmaların başlaması çağrısında bulunmuştur.248 1959 yılında “doğal kaynaklar üzerinde egemenlik” konusunu incelemek üzere kurulan özel bir komisyon, 1961 yılında yayınladığı raporunda “doğal kaynaklar” kavramı içine ulusal ve ulusal olmayan akarsuları da almıştır. Bu rapor Genel Kurulun 17nci dönem toplantısında tartışılmış ve Genel Kurul, 14 Aralık 1962’de, 1803 Sayılı Kararla “Doğal Kaynakların Üzerinde Devamlı Egemenliğe İlişkin Bildiri”yi benimsemiştir.249 Bildirinin çalışmamızı ilgilendiren 1nci maddesi şöyledir: “Ulusların ve halkların kendi doğal zenginlikleri ve kaynakları üzerindeki devamlı egemenlik hakkı, ilgili devlet halkının refahı ve ulusal gelişmesi yararına kullanılmalıdır.”250 Bu tarihten 1970 yılına kadar BM Genel Sekreteri’nin bu konu hakkında hazırladığı rapor dışında önemli bir gelişme kaydedilmemiştir. 1966 yılındaki Helsinki kararlarından dört yıl sonra 1970 yılında Finlandiya, Helsinki ilkelerinin uluslararası su yollarıyla ilgili bir model olmasını öneren bir kararın BM Genel Kurulu tarafından çıkarılmasını istemesi üzerine, BM'nin Altıncı Komisyonu 251, bu öneriyi tartışmak için gündeme almıştır.252 8 Aralık 1970 Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 2669 sayılı ve “Uluslararası Suyollarına İlişkin Uluslararası Hukuk Kurallarının Gelişmesi ve Kodifikasyonu” başlığı taşıyan bir karar kabul etmiştir. Bu karar ile Uluslararası Hukuk Komisyonu253, sınıraşan suyollarının ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin çalışmalara başlamıştır. 1959 yılında alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı ile 1970’te alınan Birleşmiş Milletler Genel Kurul kararı arasındaki temel fark, ilkinde nehirlerden bahsedilmesine karşılık ikincisinde suyolu kavramının kullanılmasıdır. Suyolu kavramı bir yandan nehirleri kapsarken diğer yandan da göller ve yer altı suları gibi nehirler ile doğrudan hidrolojik bağlantı içinde olan suları da kapsamaktadır. Bu değişiklik ise uluslararası kamuoyunun su  döngüsüne ilişkin bilgi birikiminin arttığına işaret etmektedir.254 1974 yılındaki yirmi altıncı oturumunda Komisyon, Genel Sekreterin gönderdiği ulaşım dışı uluslararası nehirlerin kullanımına dair hukuksal problemlerle ilgili ek raporunu da gündemine almıştır. Aynı oturumda Komisyon uluslararası nehirlerin ulaşım dışı kullanımıyla ilgili bir alt komisyon kurmuştur.255 

1991 yılında Komisyon, 1970’ten itibaren sürdürdüğü raporlarını ve BM Genel Kurulunda ele alındığı çalışmalarını, 43 üncü oturumunda, 32 taslak maddenin 
ilk okunması sonucunda kabul ettiği, “Maddeler Taslağı” adıyla ortaya koymuştur. Komisyon 22 Temmuz 1994 tarihinde Cenevre’de yapılan 46 ncı oturumda ise taslağı tamamlamış, “Uluslararası Su Yollarının Ulaşım Dışı Amaçlarla Kullanımına İlişkin Maddeler Tasarısı” na son şeklini vererek BM Genel Kurulu’na sunmayı kararlaştırmıştır. 7-25 Ekim 1996 tarihleri arasında Genel Kurula bağlı 6 ncı Komisyonun, Çalışma Grubu olarak yaptığı toplantıda ele alınmış, daha sonra 24 Mart - 4 Nisan 1997 tarihleri arasında, yine aynı usulle yapılan toplantıda son şeklini almıştır. Tasarı 21 Mayıs 1997’de BM Genel Kurulunda oylanarak kabul edilmiştir.256

4.2. Sözleşmenin Hükümleri 

4.2.1. Genel İlkeler 

1997 tarihli BM Sözleşmesinin hazırlanması sürecinde, hazırlanan sözleşmenin detaylı kurallar içeren bir sözleşme değil, devletlere yol gösteren ilkeleri 
içeren bir çerçeve sözleşme olması yönündeki görüşler ağırlıktaydı. Bir çerçeve sözleşmeyle getirilen genel ilke ve kurallar özel bir antlaşmanın yokluğunda 
uygulanacak ve antlaşma yapma görüşmelerinde rehber niteliğinde olacaktır. Her sınıraşan suyun diğerlerinden farklılığı nedeniyle, suların kullanımı, yönetimi ve korunması açısından en iyi sonuç sınıraşan suyun özelliklerine ve devletlerin ihtiyaçlarına uygun bir antlaşmanın yapılmasıyla alınabilecektir.257 Bu minvalde 
Sözleşme’nin giriş kısmında da çerçeve bir sözleşme olduğu belirtilmektedir. Ancak Sözleşme, kabul edilen haliyle, çerçeve sözleşme kavramının dışına taşmakta ve amacına ve niteliğine aykırı bir şekilde, planlanan projeler için oldukça detaylı bir mekanizma oluşturmaktadır. Türkiye, oylama sırasında Genel Kurul tutanaklarına geçmesi talebiyle bu hususu gündeme getirmiştir.258 

1997 BM Sözleşmesinin 2 nci maddesinin birinci fıkrası su yolunu259, "fizikî ilişkileri yoluyla bölünmez bir bütün oluşturan ve normal olarak nihaî bir varış 
yerine akan, yeraltı ve yerüstü suları sistemi" olarak tanımlamıştır Maddedeki "normal olarak" ifadesi, Taslağın ikinci okumasının aksine, birinci okumasında yer almamıştır. 1997 BM Sözleşmesinin hazırlanması aşamasında, hükümetlerin yorum ve gözlemleri arasında, su yolu kavramının açık olmadığı ileri sürülmüş, yerine kullanılmak üzere "sınıraşan sular" kavramı önerilmiştir. Kavramı kabul etmekle birlikte, havza/drenaj alanı yaklaşımının öneminin vurgulanmasını veya tanıma "ilgili ekosistemler"in eklenmesin önerenler de olmuştur.260 

Aynı maddenin 2 nci fıkrasına göre, uluslararası su yolu, kısımları farklı ülkelerde bulunan bir su yoludur. "Farklı ülkelerde yer alma"yla kastedilen, suyun 
statik hâlde olması değildir. Suların içinde bulunduğu akarsu mecrası, göl yatağı ve akifer sabit olsa da su devamlı hareket halindedir. Sözleşme su yolu devletini261 şöyle tanımlamıştır: " Ülkesinde bir uluslararası su yolunun bir kısmı bulunan mevcut Sözleşmeye taraf bir devlet veya bir veya daha fazla üye devletinin ülkesinde uluslararası bir su yolunun bir kısmı bulunan bir bölgesel ekonomik bütünleşme örgütü olan bir taraftır ” 262 

1997 BM Sözleşmesinin hazırlanması aşamasında, bazı UHK üyelerince, "su yolu" kavramının sadece su yollarını içerdiği, içindeki suları kapsamadığı ileri 
sürülmüş, havza yaklaşımına itiraz edilmiştir. Bu konudaki tereddütleri kaldırmak için 1991 Taslak metnine "ve onların suları" ifadesi dâhil edilmiştir. 1997 BM Sözleşmesinin, Sözleşmenin uygulama alanını belirleyen 1 inci maddesi de bu şekildedir. Böylece, söz konusu kuralların uygulama alanı, sadece su yolunun kendisinin (kıyılar, akarsu yatağı, bent vs.) kullanımını değil, sularının kullanımı da içerir.263 

1997 BM Sözleşmesi, yüzey sularıyla bölünmez bir bütün oluşturan ve ortak bir varış yerine akan yeraltı sularını, su yolu kavramı içine dâhil etmiştir. Böylece 
uluslararası bir sınır tarafından bölünüp, yüzey sularıyla bağlantılı olmayan yeraltı suları (bağlantısız yeraltı suları) sözleşmenin kapsamı dışındadır. 

UHK.’nın çalışmaları sırasında, bir uluslararası suyoluna bağlı olmayan yeraltı sularının da Maddeler Taslağına yeni bir madde eklenerek veya yan protokol 
yapılarak, dâhil edilmesi yolunda ABD’li özel raportör tarafından, Meksika ile ABD arasındaki yeraltı suyu problemlerini çözme amacıyla yapılan girişimi UHK.nun 
diğer üyeleri tarafından önlenmiştir. “Yeraltı suyu sorununun UHK statüsünün 16ncı Maddesi uyarınca yeterince incelenmediği, bilgi, belge ve devletlerin pratiğinin toplanmadığı, sınıraşan sular üzerinde 20 yılı aşkın sürede hazırlanan ilke ve prensiplerin, boyutu ve niteliği henüz bilinmeyen bir sahaya uygulanamayacağı” görüşü, yapılan önlemenin temel dayanağını oluşturmuştur.264 

Türkiye, uluslararası suyolu tanımının "bir sınırı oluşturan suyolları ve iki ya da daha fazla devletin içinden geçen sınıraşan suyolları" biçiminde sınıflandırılarak 
belirtilmesini teklif etmiş, ancak bu teklif kabul edilmemiştir. Uygulamada ve doktrinin büyük çoğunluğunda iki kategori nehre de aynı kuralların uygulandığını belirten Sar, çalışmasında; iki çeşit nehir kategorisini belirtmek üzere bu ayırımı kullanmıştır. "Ulaşıma elverişlilik" kıstasından "etki" kıstasına gelinen süreçte de, bu ayırımın yapılmaması ve bu durumdaki tüm akarsuların "uluslararası" kategorisinde değerlendirilmesi durumunda birçok sorunun cevapsız kalacağı açıktır.265 
Ayrıca uluslararası olarak nitelendirme kıyıdaş devletlerin haricindeki devletlerin söz konusu sularda müdahalesi gibi bir duruma yol açma ihtimalinden ötürü 
eleştirilmiştir. 

1997 BM Sözleşmesi’nin 3 üncü maddesine göre266; 

1-Aksine bir sözleşme olmadığı sürece, Sözleşme bir su yolu devletinin Sözleşmeye taraf olduğu tarihte yürürlükte olan antlaşmalardan doğan haklarını ve yükümlülüklerini etkilemeyecektir. 

2-Sözü edilen antlaşmalara taraf olan devletler, gerekli olduğunda bu tür antlaşmaları Sözleşme’nin temel ilkeleriyle uyumlulaştırma yolunu seçebilirler. 

3-Su yolu devletleri, bir uluslararası su yolunun veya onun bir kısmının kullanımlarına ve özelliklerine Sözleşmenin hükümlerini uygulayan ve uyarlayan 
veya "su yolu antlaşmaları" olarak anılan bir veya daha fazla antlaşma yapabileceklerdir. 

4-İki veya daha fazla su yolu devletleri arasında bir su yolu antlaşması yapıldığında, antlaşmanın uygulandığı suların belirlenmesi gereklidir. Böyle bir 
antlaşma, antlaşmanın su yolunun sularının bir veya daha fazla devlet tarafından kullanımını, onların açık rızaları olmaksızın önemli bir derecede olumsuz olarak 
etkilememesi şartıyla, su yolunun tamamı veya onun bir bölümü veya belirli bir proje programı veya kullanımına ilişkin olarak yapılabilecektir. 

Görüleceği üzere 3 üncü maddenin getirdiği düzenleme ile 1997 BM Sözleşmesi’nin yürürlüğe girdiği tarihte bir su yolu devletinin yürürlükteki 
antlaşmalardan doğan yükümlülük ve haklarını etkilemeyeceği ve devletlerin Sözleşmenin temel ilkeleriyle bu tür antlaşmalar uyumlulaştırma yolunu 
seçebilecekleri açıklığa kavuşmuştur.267 Uyuşmazlıklarını bu güne kadar çözmüş olan ülkelere, nasıl çözdüklerine bakılmaksızın hiçbir yaptırım getirmezken, uyuşmazlıklarını henüz çözememiş ülkeleri, uluslararası ortak iradeyi yansıtmadığı değerlendirilen bir uluslararası hukuk kaynağı ile karşı karşıya getirmektedir.268 

Ayrıca mezkûr madde ile kıyıdaş devletlere sınır aşan suyun tamamını kapsamayan antlaşmalar yapma olanağı sağlanmıştır. 

1997 BM Sözleşmesinin kullanım ile ilgili esaslar düzenleyen "Hakça ve Makûl Kullanım ve Katılım" başlıklı 5 inci maddesi şöyledir:269 

" 1- Su yolu devletleri kendi ülkelerinde bir uluslararası su yolunu hakça ve makûl bir şekilde kullanırlar. Özellikle bir uluslararası su yolu, su yolu devletleri 
tarafından ilgili su yolu devletlerinin çıkarlarını dikkate alarak, su yolunun uygun korunmasıyla bağdaşır şekilde, onun optimum ve sürdürülebilir kullanımını ve 
yararlar elde etmek için kullanılır ve geliştirilir. 

 2-Su yolu devletleri bir uluslararası su yolunu hakça ve makûl şekilde korumaya, geliştirmeye ve kullanmaya katılırlar. Böyle bir katılım Sözleşmede 
öngörüldüğü gibi, su yolunu kullanma hakkını ve hem de onun gelişimi ve korunmasında işbirliği yükümlülüğünü içerir." 

Bir sınıraşan akarsuyun, paylaşılabilecek bir mal olmadığı, sadece hakça, makul, optimal ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılabileceğinin açıkça ifade 
edilmesi olumlu bir yaklaşım olmasına rağmen, hakça kullanımın niteliğinin belirsiz olması nedeniyle yetersizdir. Bu nedenle hakça ve makul kullanımın, su yolu devletlerince suyolunun özel koşulları doğrultusunda belirlenmesi gereklidir. Hakça ve makul paylaşım ilkesinin ardındaki "hakların eşitliği" genel prensibinin, suların kıyıdaş devletler tarafından "eşit" şekilde bölünmesini gerektirdiği yolundaki bir anlayış, hiçbir dönemde uluslararası hukukta hakim olmamıştır. Nitekim ilgili maddenin yorumunda "hakça kullanım" prensibinin temel ilkeyi oluşturduğu belirtilmektedir. Burada amaç ve yöntem kullanımdır ki, bu kullanımı da, zaten o suya sahip olan devletler yapacaklardır. Dolayısıyla sulardan yararlanma konusunda, özellikle, genel bir su sorunu söz konusu olduğunda; eğer bir devlet ihtilaflı suya kıyıdaşsa, kullanım hakkına sahip olabilecektir.270 Kıyıdaş durumunda değilse, o sularla doğrudan ilişkisi yoksa (ilgili devlet değilse); bu sular üzerinde paylaşma amacıyla hukuki açıdan herhangi bir hak iddiasında bulunması da söz konusu olmayacaktır.271 5 inci maddede sınıraşan sularla ilgili bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça, makul ve optimum kullanımdır. Hakça ve makul kavramları son derece göreceli nitelikte olduklarından bu madde memba ülkelerine 
oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamaktadır.272 

Ayrıca madde de kıyıdaş devletlerin suyolunu “optimum” şekilde kullanmaları ve geliştirmeleri gerektiğini belirtmektedir. Böylelikle bu cümle bir yandan hakça ve akılcı kullanıma bir sınırlama getirmekte ve öte yandan da, dolaylı olarak, kavramı biraz tanımlamış olmaktadır. Getirilen sınırlama “optimum” 
kelimesinden  kaynaklanmaktadır. UHK bu terimi suyun “maksimum” şekilde kullanılması kavramından farklı olarak özellikle seçmiştir. Çünkü burada kastedilen, suyun, en fazla yarar sağlayacak biçimde (maksimum) kullanılması değildir. Örneğin, sudan sağlanacak kısa vadeli "maksimum" yarar uzun vadeli kayıplara sebebiyet verecek ise, UHK, bunun “optimum” kullanıma özellikle aykırı olacağı görüşündedir. Bunu, soyut bir örnekle, elindeki para ile karayolu inşa edecek bir hükümetin kararına benzetebiliriz. Bu para ile mümkün olan en uzun karayolunu inşa etmek, paranın "maksimum" şekilde kullanılmasına benzetilebilir. Onun yerine belki daha kısa fakat, daha fazla kullanıcıya taşıma hizmeti verebilecek bir karayolu inşa edilmesi ise, paranın, “optimum” şekilde kullanılmasıdır.273 

Yukarıda izah olunan “maksimum” ve “optimum” mukayesesini, kıyıdaş devletlerden birinin, suyu, daha rasyonel kullanması nedeniyle daha çok su 
kullanmaya hak kazanması şeklinde anlamamak gerekir. Nitekim, UHK, bir kıyıdaş ülke eğer suyu daha müessir bir şekilde kullanıyorsa, örneğin su israfını öteki kıyıdaş ülkelere nazaran daha geniş ölçüde önleyebilecek teknolojiler kullanıyorsa, bu durumun o kıyıdaş ülkeye, daha fazla su kullanma hakkı vermeyeceği görüşündedir.274 

5 inci maddenin ikinci fıkrasında suyolu devletlerinin, suyolunun kullanımına, geliştirilmesine ve korunmasına hakça ve makul bir şekilde iştirak 
edecekleri, bunun için de ilgili devletlerin aynı zamanda iş birliği yapma görevlerinin olduğu belirtilmektedir. Maddede belirtilen iş birliğinin gerekliliği, farklı çıkarların çatıştığı bu özel durumda daha da önem kazanmaktadır. Görüleceği üzere bir kıyıdaş devletin, suyun kullanımında kendisiyle işbirliği yapılmasını talep etme hakkı vardır. UHK, bu cümlede yer alan hakkın kullanılması için kıyıdaş devletlerin, aralarında ayrı bir anlaşma imzalamalarının şart olmadığı görüşündedir. Aşağı kıyıdaş devlet açısından aynı zamanda bir hak olarak yorumlanabilecek bu kavram, fıkranın ikinci cümlesinde yukarı kıyıdaş devlet için hem bir yükümlülük, hem de hak olarak düzenlenmiştir. Nitekim ikinci cümlede, “katılma, hem suyu kullanma hakkını, hem de suyun korunması ve geliştirilmesi için işbirliği yapma yükümlülüğünü içerir” hükmü yer almaktadır.275 Bu maddede düzenlenen, işbirliğine kapıyı açık tutma yükümlülüğü, hiçbir zaman, o devletin kendi ülkesindeki suyun kullanımı için 
yapacağı işleri önlemek üzere başka bir kıyıdaş devlete verilmiş veto hakkı haline dönüşmemelidir.276 

Sözleşmenin 6 ncı maddesinde ise, hakkaniyete uygun ve makul kullanımın tespitinde hangi esasların ve şartların göz önüne alınacağı, daha önce değinilen 
Helsinki Kuralları maddeye yansıtılarak, aşağıda olduğu gibi belirtilmiştir.277 

a. Coğrafi, hidrografik, hidrolojik, iklimsel, ekolojik ve diğer doğal tabiatlı faktörler, 
b. İlgili suyolu devletlerinin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları, 
c. Her bir suyolu devletindeki suyoluna bağımlı nüfus, 
ç. Bir suyolu devletindeki kullanım veya kullanımların diğer suyolu devletleri üzerindeki etkileri, 
d. Suyolunun mevcut ve potansiyel kullanımları, 
e. Suyolundaki su kaynaklarının kullanımının muhafazası, korunması, geliştirilmesi ve ekonomisi ile buna bağlı alınan tedbirlerin maliyetleri, 
f. Özellikle planlanan veya mevcut kullanımlara ilişkin benzer değerdeki alternatiflerin mevcudiyeti. 

Bu faktörlerin nasıl ve hangi kuruluşlar tarafından belirleneceği sorusunun cevabı ise, Sözleşme tarafından açık ve net bir şekilde düzenlenmemiştir. Bununla 
beraber, sözleşmenin genel niteliği dikkate alınırsa, ilgili devletlerin işbirliği içinde antlaşma yapmaları öngörülerek bu tür sorunları iyi niyetle ve sözleşmenin ruhuna uygun olarak kendi aralarında çözümlemeleri önerilmekte dir. Nitekim 6 ncı maddenin ikinci fıkrası itibarıyla; 5 inci maddenin veya 6 ncı maddenin birinci fıkrasının uygulanmasını ilgili devletler gerektiği takdirde işbirliği ruhuna uygun olarak birbirleriyle dayanışma halinde olarak sağlarlar. Yukarda sayılan faktörlerin hangisinin önemli ve öncelikli olmasına gelince; aynı maddenin üçüncü fıkrası şöyle bir tespitte bulunmaktadır: "Her faktöre verilecek ağırlık diğer faktörlere verilecek önem derecesine kıyasla belirlenecektir. Hangi kullanımın hakça ve makul olduğunu belirleme konusunda ise tüm faktörlerin birlikte değerlendirilmesi ve sözleşme bir bütün olarak esas alınarak bir sonuca ulaşılması gerekmektedir."278 Bu faktörlere spesifik ağırlık veya hiyerarşi verilmemesi sonucunda anlaşmazlıkların çözümünde bu faktörler referans kaynağı olmayacağı için daha çok siyasi yollar kullanılmaya devam edilecektir. Başka bir deyişle, sınıraşan suların kullanımı konusunda hukuksal yöntemler bir tarafa bırakılmasına yol açabilir. Ayrıca bu maddedeki sayım sınırlı olmadığın dan, sınır aşan suların çeşitliliği ve insan ihtiyaçları gereği, burada 
sayılmamış olan faktörler de değerlendirmede dikkate alınabilecektir.279 Her özel durumun koşullarına göre ortaya çıkan bu faktörlerin bütün uyuşmazlıklara 
uygulanacak şekilde tahdidi bir listesinin yapılması ihtimali zayıftır.280 

Türkiye; söz konusu faktörlere, "pedoloji" (toprak kalitesi ve buna bağlı toprak sınıflandırması bilim dalı) teriminin ve Helsinki Kurallarında da belirtilmiş 
olan, "her havza devletinin suyoluna yaptıkları su katkısı"281 ifadesinin ilave edilmesini önermiş ancak; pedoloji terimine, Suriye ve Irak'ın da bulunduğu 6 ülke, su katkısına ilişkin ifadeye, ABD, Suriye, Irak, Lübnan, Sudan ve Mısır'ın da aralarında bulunduğu 12 ülke karşı çıkmıştır.282 

7 nci Maddede geçen " Önemli zarara yol açmama " ilkesine gelince; bu ilke başlangıçta UHK' nin taslak maddelerinde "kayda değer zarar vermeme" şeklindeydi. Bu ilke "kendi malını komşuna zarar vermeyecek biçiminde kullan" şeklindeki tarihsel teamül kuralına dayanmaktadır. Aynı su kaynaklarını paylaşan A ve B Devletlerinin kendi topraklarındaki suyu kullanırken birbirlerine önemli zarar vermeyecek şekilde kullanmalarını prensip edineceklerdir.283 Bu durum 7 nci maddenin birinci fıkrası "Suyolu devletleri, ülkelerindeki uluslararası bir suyolunu kullanırken, diğer suyolu devletlerine sebebiyet verilecek önemli zararları önlemek için tüm uygun tedbirleri alacaklardır" biçiminde ifadesini bulmuştur.284 . Buna göre bir kıyıdaş Devlet, suları hakça ve makul kullandığı takdirde, bu kullanımdan dolayı diğer Devlet zarar görse de bu kullanım, önemli zarar kapsamında değildir.285 Madde hükmü gereği kıyıdaş devlet, toprakların dan geçen suları kullanırken diğer kıyıdaş devletlere önemli zararları önleyecek tüm uygun tedbirleri alacağı hükmünü getirmiştir. Ayrıca bu fıkrada sözü edilen “önemli zarar (significant harm)” deyimi, “esaslı zarar (substantial harm)” anlamına değil, objektif verilerle doğrulanabilen ve bir kullanımı gerçekten kısıtlayan etkiler anlamında kullanılmıştır.286 

Aslında bu ilkenin amacı zayıf aşağı kıyıdaş devletin güçlü yukarı kıyıdaş devletin tek taraflı işlemlerinden kaynaklanabilecek zararından korumaktır. Ancak 
zarar kavramı ele alındığında bununla ilgili olarak tek sorumluluğun yukarı havza ülkelerine yüklenemeyeceği, bazı durumlarda aşağı havza ülkelerinin de zarara 
neden olabileceği hususu göz önünde bulundurulmalıdır. Birleşmiş Milletler Hukuk Komisyonu raportörlerinden Stephan C. McCaffrey’in konudaki görüşü şöyledir:287 

“Su kaynaklarını ilk önce geliştiren bir aşağı kıyıdaş ülke, daha sonra yukarı kıyıdaş ülke tarafından ele alınacak projeleri, kendisine zarar vereceğini iddia 
ederek engelleme hakkına sahip değildir. Sulardan hakça yararlanma ilkesi böyle bir anlayışa cevap verememektedir. Kaynağın aşağı kıyıdaş ülkece önceden 
geliştirilmesi, sulardan faydalanma ve hakkaniyet esasına göre tahsisinde göz önünde bulundurulacak pek çok faktörlerden sadece birisidir.” 

"Önemli zarar vermeme" ilkesi hem su miktarı hem de çevre unsuru açısından uygulanacak önemli bir ilkedir.288 Türkiye; önemli zarar kavramının, hakça ve makul kullanımla çatıştığını belirterek, maddenin metinden çıkarılması gerektiğini öne sürmüştür. Öneri, su yolunun kullanımının hakça ve makul olması halinde zaten diğer kıyıdaşlara önemli zarar vermeyeceği görüsüne dayanmaktadır. Türkiye ayrıca, zarar kavramının taraflı yorumlanabileceğine, yukarı kıyıdaş ülkenin ekonomik kalkınmasının engellenmesinin de yukarı kıyıdaş ülke açısından zarar olarak değerlendirebileceğine dikkat çekmiş ve bu nedenle, yalnızca maddi zararın göz önüne alınmasının yukarı kıyıdaş ülkenin meşru kalkınma amaçlarını göz ardı etmek olacağını da vurgulamıştır.289 

Eğer su yolları hakça ve makul kullanıldığı halde önemli zarar ortaya çıkarsa ilgili devletlerin bu sorunu nasıl çözecekleri konusunda 7 nci maddenin ikinci fıkrası 
şöyle bir düzenleme getirmektedir.290 

“Buna rağmen, diğer bir su yolu devletine önemli bir zarar verilirse, kullanımları söz konusu zarara sebep olan devletler, böyle bir kullanıma dair bir 
antlaşma olmaması durumunda, , 5 inci ve 6 ncı maddelerdeki hükümleri göz önünde tutarak, meydana gelen zararı ortadan kaldırmak veya hafifletmek ve uygun olduğunda tazminat meselesini tartışmak için etkilenen devletle danışma halinde tüm uygun önlemleri alacaklardır.” 

Madde metninde geçen buna rağmen ifadesiyle devletlerin ülkesindeki sınıraşan bir suyu kullanırken tüm uygun tedbirleri almasına rağmen önemli bir 
zarara yol açması durumu kastedilmiştir. Madde hükmü uyarınca eğer kıyıdaş devletler arasında suyolunun öteki kıyıdaş devletlere "önemli zarar" verecek şekilde kullanılmasına bir bakıma cevaz veren (bu tür kullanımı düzenleyen) bir anlaşma yoksa, zarara sebebiyet veren devletin zarara uğrayan devletle istişare etmesi gerekir. Bu ifadeden, kıyıdaş devletlerin, suyolunu birbirine "önemli zarar" verebilecek şekilde kullanmayı düzenleyen antlaşmalar imzalayabilecek leri sonucu çıkmaktadır. İlk bakışta mantık dışı gibi görünebilecek bu hususu şöyle anlamak gerekir: Kıyıdaş devletler, suyolunu "optimum şekilde kullanma" uğruna, bazı devletlerin "önemli zarar"a maruz kalmalarını göze alabilmek tedirler. Ancak suyolunun, böyle, bir veya birkaç devlete zarar verebilecek şekilde kullanılması karşılığında elde edilecek yararın, uğranan zarardan çok daha büyük olması gerekir. Aksi takdirde böyle bir çözümü haklı göstermek zor olurdu.291 

Üzerinde durulması gereken bir başka husus 1994 Taslağında yer alan 7 nci maddenin birinci fıkrasında yer alan "gereken ihtimamı göstermek (due diligence)" kavramıyla ilgilidir. Bu kavram da Tasarı’ya ikinci müzakere aşamasında girmiştir. Bu değişikliğin anlamı şudur: Tasarının ilk şeklinde bir kıyıdaş devlet öteki kıyıdaş devlete zarar vermişse, zarar veren devletin böyle bir zarara sebebiyet vermemek için gereken ihtimamı gösterip göstermediğine bakılmayacak, zararın verilmiş olması, olayın bu Tasarı kapsamına girmesi için yeterli sayılacaktı. Yapılan değişiklikle, zarar veren tarafın böyle bir zararın ortaya çıkmaması için gerekli ihtimamı gösterip göstermediğine de bakılması zorunlu hale getirilmekte ve ilgili kıyıdaş devlet, bir zarar ortaya çıkmaması için elinden gelen çabayı sarfetmişse, bu vecibesini yerine getirmiş olacaktır.292 

1997 BM Sözleşmesi’nde ise, taslağın ilgili 7 nci maddesindeki "due diligence" ifadesinin yerini, "bütün uygun tedbirlerin alınması"na bırakması, McCaffrey'e göre aynı şeyin bir başka şekilde ifade edilmesidir.293 Burada söz konusu olan, sonuç değil, davranış yükümlülüğüdür. Davranış yükümlülüğü devleti 
araçların seçiminden yoksun bıraktığı için, sonuç yükümlülüğünden daha sıkı olabilir. Devlet due diligence yükümlülüğünü yerine getirmemişse sorumlu olacaktır. Üzerinde anlaşılmış uluslararası standartların yokluğunda, due diligence gereği, devlet, gelişme durumuna göre kendisinden makul olarak beklenebilecek tedbirleri almalıdır.294 Her birinin farklı özellikleri ve bu konudaki düzenlemelerin azlığı nedeniyle, sınır aşan sular konusunda bu tür genel olarak kabul edilmiş standartların varlığını tespit etmenin güçlüğüne de durumu da karşımıza çıkmaktadır.295 

Kullanımın hakça ve makul olduğunu kanıtlama yükümlülüğü, doktrinde ağır basan görüşe göre, zarara sebebiyet veren devlete düşmektedir.296 Tabii ki bu 
kanıtlama yükümlülüğü ancak, zarara uğrayan tarafın böyle bir zarara uğradığını iddia etmesi ve bu iddiasını kanıtlaması halinde söz konusu olabilir. Fakat burada karşılıklı yükümlülükler konusunu biraz daha açmak yararlı olacaktır. Zarara sebebiyet veren taraf, zarara uğrayan taraftan, bu zararını kanıtlamasını talep etme hakkı vardır. Ancak bu hak, zarara sebebiyet veren tarafa, zararın "hakça ve makul olmayan" bir kullanımdan ileri geldiğini de kanıtlamasını talep etme hakkı vermez. 
Başka bir deyişle, zarara uğrayan devletin hem zarara uğramış olduğunu, hem de bu zararın, hakça ve makul olmayan bir kullanımdan kaynaklandığını kanıtlama yükümlülüğü yoktur. Zararın verilmiş olduğunu kanıtlaması yeterli olacak, zarara sebebiyet veren kullanımın, hakça ve makul bir kullanım olduğunu kanıtlama yükümlülüğü ise zarara sebebiyet veren devlete ait olacaktır.297 

Hakça ve makul kullanım ile önemli zarar vermeme kavramı arasındaki farkı şöyle açıklayabiliriz; Her ikisi de sosyo-ekonomik ve çevresel gereksinimlerle ilişkili olduğu düşünülse de " hakça ve makul kullanım" ilkesi pozitif karakterli, "önemli zarar vermeme" ilkesi ise negatif karakterlidir.298 

Sözleşmenin 8 inci maddesi, Devletlerin bu konuda nasıl işbirliği yapacaklarıyla ilgili genel hükümler getirmiştir. Uluslararası suların optimum kullanımı ve yeterince korunması amacıyla devletler, egemen eşitlik, toprak bütünlüğü, karşılıklı çıkar ve iyi niyet ilkeleri temelinde işbirliği yapacaklardır. Bu işbirliği şeklinin mahiyeti ise, devletlerin gerekli gördükleri müşterek mekanizmaların ve komisyonların oluşturulmasıyla belirlenecektir.299 

UHK tarafından, amaçların daha ayrıntılı biçimde sayılmasının uygun olup olmayacağı tartışılmış, fakat sonuçta genel bir ifadenin daha uygun olacağı sonucuna varmıştır. 

Çünkü suyollarındaki kullanımların çok çeşitli olması karşısında, amaçların sayılmasının yanıltıcı olabileceği düşünülmüştür.300 Bu tespitin yanında UHK 
tarafından kıyıdaş devletler arasında işbirliği sadece birtakım hukuk kurallarının kabul ettirilmesiyle sağlanamayacağı görüşü de belirtilmiştir. İşbirliği kıyıdaşlar 
arasında karşılıklılık temelinde gerçekleştirilebilir. Bu da sınır oluşturan sularda sınıraşan sulara oranla daha belirgindir. Bu nedenle sınır oluşturan sularda işbirliği daha güçlü olacaktır. Çünkü genellikle, bu tür sularda kıyıdaş devletler arasında fizikî durumdan kaynaklanan avantajlar söz konusu değildir.301 

Sözleşmenin "Düzenli Bilgi ve Verilerin Değişimi" başlıklı 9 uncu maddesine göre ise, su yolu devletleri işbirliği yükümlülüğüyle ilgili maddeye uygun olarak, 
özellikle hidrolojik, meteorolojik, hidrojeolojik ve ekolojik nitelikteki ve ilgili tahminler kadar su kalitesiyle ilgili su yolunun durumu hakkında kolaylıkla elde 
edilebilir veri ve bilgileri düzenli olarak birbirlerine iletirler. Bir su yolu devleti kendisinden diğer bir su yolu devleti tarafından talep edilen, kolaylıkla elde edilebilir olmayan bilgi veya veri sağlamak için azamî çabayı sarf eder. Fakat bu talebe uymasını, talep eden devletin bu veri veya bilginin toplama ve gerekiyorsa işleme tabi tutmaya ilişkin makul bedelleri ödemesi şartına bağlayabilir. Su yolu devletleri kendisine iletildiğinde su yolu devletleri tarafından, kullanımını kolaylaştıracak şekilde veri ve bilgileri toplamak ve gerektiğinde işlemek için azamî çabayı sarf ederler.302 

Düzenli veri ve bilgi değişimiyle ilgili olarak ileri sürülen bir görüşe göre, bu yükümlülük yerine getirilmeksizin hakça ve makul kullanımın gerçekleştirilmesi 
olanaksız olmasa da çok zordur. Bu yükümlülük kıyıdaş devletler arasında daha yakın işbirliğini sağlayabilir.303 Ancak, baskın görüş bu yönde yükümlülük öngören bir uluslararası örf ve âdet kuralının henüz oluşmadığı, bu tür bilgilere ulaşmak isteyenlerin bunların elde edilmesinde harcanan masraflara katılmak zorunda olduğu yönündedir.304 

Maddedeki bilgi alışverişi yükümlülüğünü, Sözleşme’nin 3 üncü maddesiyle birlikte mütalaa etmek gerekir. Eğer söz konusu madde çerçevesinde herhangi bir uluslararası suyolu için kıyıdaş devletler arasında bir anlaşma yapılmış da o anlaşmada bilgi alışverişi esasen öngörülmüşse, o anlaşmadan doğacak 
yükümlülükler saklı olacaktır. Eğer o anlaşmada belirtilen bilgi alışverişi ihtiyacı karşılamıyorsa, 9. maddeden kaynaklanan yükümlülüklere başvurulabilecek tir.305 

Sözleşmenin 10 uncu maddesi farklı kullanım şekilleri arasındaki ilişkiyi düzenlemektedir. Eğer bir suyolu için imzalanmış spesifik bir antlaşma varsa, 
muhtemelen hangi kullanış tarzının önceliği olduğu hususu o antlaşmada düzenlenmiş olacaktır. Bu nedenle 10 uncu maddenin birinci fıkrasında "aksine bir anlaşma veya teamül yoksa" ibaresiyle başlamaktadır. Eğer antlaşma veya teamül varsa özel kuralların genel kurallara önceliği ilkesine göre, bu Sözleşme’nin değil, o antlaşmada yer alan hükümlerin veya teamülün uygulanacağı doğaldır. Burada "teamül”e yapılan atıf, genel olarak bu alandaki teamülün ne olduğu değil, o spesifik su yolunun şu veya bu şekilde kullanılışına teamülen bir öncelik verilmekte olup olmadığı şeklinde anlaşılmalıdır.306 Maddenin ikinci fıkrasında ise kullanım şekilleri arasında ihtilaf çıkması halinde sözleşmenin hakça ve makul kullanımın belirleyen maddeleri ile önemli zarar vermeme maddesi uyarınca temel insani ihtiyaçların gereklerine özel önem verilerek çözümlenecektir. Burada öncelikleri belirleyen bir antlaşma varsa, herhangi bir ihtilafın ortaya çıkmayacağını varsaymamız gerekir. 

Çünkü, öncelik, o anlaşmada belirlenen tarzda uygulanacaktır. Anlaşmazlık, hem böyle bir antlaşmanın imzalanmamış olması, hem de kullanış tarzlarından hangisine öncelik verilmesi gerektiği konusunda görüş ayrılığı olması halinde ortaya çıkacaktır. Ancak burada anlaşmazlık, kıyıdaş devletler arasındaki genel bir anlaşmazlık değil, hangi kullanılış tarzının önceliği olacağıyla ilgili bir anlaşmazlıktır.307 Ancak taraflar arasında birçok konuda uyuşmazlık olması durumunda, bu uyuşmazlıkların esaslı unsuru kullanım şekilleri oluşturuyorsa 10 uncu maddenin ikinci fıkrasının amir hükmünün uygulanması durumu ile karşılaşabiliriz. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

246 Dursun, s.37; Toklu,s.37 
247 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
http://legal.un.org/ilc/texts/instruments/english/conventions/8_3_1997.pdf (en son erişim:05/04/2014) 
248 M.A. Salman, The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into Force Proven Difficult?, s.1-15 
249 Dursun,s.35 
250 Tiryaki, s.18 
251 Altıncı Komisyon: Hukuki konulara bakmaktadır. The United Nations Today, 
http://www.unicankara.org.tr/today/6.html ( en son erişim: 03/05/2014) 
252 Dalar, Mehmet, Uluslararası Hukuk Açısından Uluslararası Nehirler Ve Fırat-Dicle Nehirlerinin Hukuksal Statüsü(Yayınlanmamış Doktora Tezi), Uludağ Üniversitesi, Bursa 2004,s.39-40 
253 Uluslararası Hukuk Komisyonu: Genel Kurul tarafından 1947 yılında, uluslararası hukukun geliştirilmesi ve tedvini için kurulmuştur. Komisyon, Genel Kurul tarafından 5 yıllığına seçilen 34 üyeden oluşmakta ve yılda bir kere toplanmaktadır. Üyeler dünyanın başlıca yasal sistemlerini temsil etmekte ve kendi hükümetlerinin temsilcileri olarak değil; icra ettikleri görevin uzmanı olarak hizmet vermektedirler. Komisyon ülkeler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesiyle ilgili pek çok konuyla ilgilenmektedir. Komisyonun çalışmaları nın büyük bölümünü uluslararası hukukun vecheleri için taslakların hazırlanması oluşturur. Bazı konular Komisyon tarafından seçilir; diğerleri de Genel Kurul tarafından getirilir. Komisyon bir konu üzerindeki çalışmalarını tamamladığında Genel Kurul taslağı kurallara çevirmek için yetkili kişileri çağırarak uluslararası bir konferans düzenler. Daha sonra taslak, ülkelere taraf olmaları için açılır. Bu, ülkelerin gönüllü olarak bu koşulları kabul etmeleri demektir. 
The United Nations Today 
254 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Suyollarının Ulaşım–Dışı Kullanımına İlişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi ve 2012 Değerlendirmesi, Ortadoğu Analiz, C.5, S. 49, 
Ocak 2013, s.116-119 
255 Dalar, s.44 
256 Toklu, s.35; Tiryaki, s.36 
257 Acabey, s.155 
258 Toklu, s.37 
259 Sınıraşan su tabiri yerine uluslararası su yolu ifadesini benimsediğinden ötürü metin değerlendirmesi yapılırken bu husus gözetilecektir. 
260 Acabey,s.64 
261 Sözleşme metninde kıyıdaş ülkeler su yolu devleti olarak tanımlandığından ötürü sözleşme içinde yapılacak değerlendirmelerde kıyıdaş ülke terimi yerine 
su yolu devleti ifadesi kullanılacaktır. 
262 Acabey, s.64-65 
263 Acabey, s.65 
264 Çelik, s.34 
265 Sar, s.58; Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.66 
266 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
267 Acabey, s.159 
268 Toklu, s.41 
269 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
270 Toklu, s.42 
271 Pazarcı, Su Sorununun Hukuksal Boyutları, s.47 
272 Üste, A. Nazmi Uluslararası Politika Ve Türk Dış Politikası Açısından Sınıraşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, C.13, S.1, 1998, s.231-246 
273 Yakış, Yaşar, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi, Dış Politikası Dergisi , Cilt 6, Sayı: 1, Ankara, 1995 , 
http://www.yasaryakis.com.tr/TR/belge/1-413/bsinirasan-sularin-hukuki-rejimib-idis-politika-dergisi-.html (en son erişim:02/02/2014) 
274 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
275 Dalar, s.51 
276 Yakış,Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
277 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
278 Dalar, s.51 
279 Kaya, İbrahim, uluslararası akarsular ve hukuk, 
http://www.usakgundem.com/yazar/530/uluslararasi-akarsular-ve-hukuk.html, (en son erişim:05/02/2014) 
280 Acabey, s.187-188; Sar, 300-301 
281 Acabey’e göre her ne kadar 1997 BM Sözleşmesinin 6 ncı maddesinde bir kullanımın hakça ve makûl olup olmadığının değerlendirilmesinde dikkate alınacak faktörler arasında sayılmasa da, maddedeki sayım sınırlı olmadığından, her bir durumun özelliklerine göre bu maddede sayılmayan (örneğin kıyıdaş devletin sulara katkısı gibi) faktörler de değerlendirmeye alınabilecektir., Acabey, s.190-191 
282 Toklu, s.45 
283 Dalar, s.54 
284 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
285 Doktrinde ileri sürülen bir görüşe göre; yukarı kıyıdaş devletin ülkesi içerisindeki su kaynaklarını hakça, makul ve optimum kullanıyor olsa bile bu kullanımları sonucunda aşağı kıyıdaş devletin benzeri kullanımlarına önemli zarar veriyor ise, kendi aşağı kıyıdaş devletin benzeri kullanımlarına önemli zarar veriyor ise, kendi kullanımlarından hakça, makul ve optimum da olsa aşağı kıyıdaş devlet lehine kaçınması gerekecektir. Bu bizi önemli zarar vermeme yükümünün kıt su kaynaklarına uygulanmasında hakça, makul ve optimum kullanma ilkesine göre üstünlüğü sonucuna götürür ki, bu bir anlamda aşağı kıyıdaş devletlerin ön kullanımlarına ayrıcalıklı bir nitelik kazandırmakla aynıdır, hatta bir yazarın iddia ettiği gibi bu "doğal durumun bütünlüğü doktrini"nin bir şekli olmanın ötesinde değildir. Bkz. Erdem, Mete, Kitap İncelemesi Akmandor N., Pazarcı H. Ve Koni H., Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, MHB Yıl 13 Sayı 1-2, s.50-53 
286 Toluner, Sevin, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Yayınları, 2004, s.432-433 
287 Toklu,s.47 
288 Dalar, s.55 
289 Toklu, s.46 
290 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
291 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
292 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
293 McCaffrey, Stephen C., The law of international watercourses , Oxford ; New York : Oxford University Press, 2007., s.307 ; ACABEY, s.211-212 
294 McCaffrey, The law of international watercourses, s.374-375 
295 Acabey, s.212 
296 İspat durumu açısından diğer bir nokta, sınıraşan sular konusunda bir devletin diğer devletin davranışı sonucu önemli zarara uğradığını ortaya koyması halinde, diğer devletin zararı önlemek için due diligence yükümlülüğünü yerine getirdiğini ispatla yükümlü olmasıdır. Bu devlet due diligence yükümlülüğünü yerine getirdiğini kanıtlarsa ayrıca davranış veya kullanımının hakça ve makul olduğunu da ispatlama yükü altındadır. Zararın (harm) ağırlığı ve zarar veren devletin zararı önlemek için yaptıkları, zarar veren devletin kullanımının hakça ve makul olup olmadığının tespitinde dikkate alınacaktır. 
Bkz. McCaffrey, The law of international watercourses, s.380 
297 Yakış, SINIRAŞAN SULARIN HUKUKİ REJİMİ 
298 Dalar, s.57 
299 Bkz. Sözleşmenin 8 inci maddesi “ 
1-Suyolu devletleri, uluslararası bir su yolunun optimum şekilde kullanılmasını ve yeterli şekilde korunmasını sağlamak amacıyla, egemen eşitlik, toprak bütünlüğü, karşılıklı yarar ve iyi niyet temeline dayalı olarak işbirliği yapacaklardır. 
2- Söz konusu işbirliğinin yöntemini belirlerken suyolu devletleri, değişik bölgelerde mevcut olan ortak mekanizmalar ve komisyonlar vasıtasıyla edinilen tecrübeler ışığında, gerekli gördükleri takdirde, ilgili önlemler ve prosedürler üzerinde işbirliğini kolaylaştıran, ortak mekanizmalar veya komisyonlar kurmayı düşünebilirler”, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
300 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
301 Acabey, s.227-228 
302 Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
303 McCaffrey, The law of international watercourses, s.412 
304 Acabey, s.218-219 
305 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
306 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
307 Yakış, Sınıraşan Suların Hukuki Rejimi 
308 Bkz. Madde 11, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 
309 Bkz. 12. Madde, Convention on the Law of the Non-Navigational Uses of International Watercourses 

9.CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 7

SINIRI AŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM BÖLÜM 7


3.2.1.3. Kurumsal Yapılanma 

Sözleşmenin yürütme organı taraflar toplantısıdır. 17 nci madde uyarınca ilk toplantının sözleşmenin yürürlük tarihinden en fazla bir yıl sonra yapılması ve devam eden toplantıların ise 3 yılda bir yapılması öngörülmektedir. Ancak taraflardan birinin yazılı talebi yahut olağan bir toplantı sırasında alınan karar uyarınca, tüm taraflara altı ay önceden bildirilmesi ve yazılı talebin tarafların en az üçte biri tarafından uygun bulunması kaydıyla acil toplantı yapılabilmekte dir.220 

Taraflar toplantısının yetkisi dahilinde bulunan önemli hususlar; 

1- Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasını gözden geçirmek 
2-Sözleşmede yapılacak değişiklikleri ele almak ve karar bağlamak 
3-Sözleşmede öngörülen hedeflerin gerçekleştirilmesine yönelik ilave tedbirler konusunda karar vermek, olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunların yanında taraflar toplantısında, taraflardan birinin veya birkaçının taraf olduğu ikili ve çok taraflı antlaşma ve düzenlemelerin uygulanması ve sonuçlandırılması sırasında edinilen tecrübelerle ilgili bilgilerde paylaşılmaktadır. 

Sözleşmenin 19 uncu maddesi uyarınca sekretarya görevi Avrupa Ekonomik Komisyonu İdari Sekreterliği tarafından yürütülür. Sekretarya’nın görevleri;221 

1-Tarafları toplantıya çağırmak ve toplantıyı organize etmek, 
2-Sözleşmenin hükümleri uyarınca elde edilen rapor ve diğer bilgileri taraflara aktarmak, 
3-Taraflarca kararlaştırılacak diğer işlevleri yerine getirmek, olarak düzenlenmiş tir. 

3.2.2. Sözleşmeye Göre Uyuşmazlıkların Çözüm Yöntemleri 

Uygulamada ve uluslararası hukukun genel kurallarına göre, hiçbir devlet, uyuşmazlık sırasında açıkça belirtmedikçe ya da taraflar arasında mevcut ve 
yürürlükte olan bir antlaşmadan kaynaklanmadıkça, kendi iradesi dışında, bir uyuşmazlığı yargısal ya da siyasal yollardan çözümlemeye mecbur edilemez. Ancak uyuşmazlığın uluslararası barışı ve güvenliği tehdit eder bir mahiyet taşıması halinde BM Antlaşmasının 33. Maddesi gereğince, taraflar aralarındaki uyuşmazlığı barışçıl yollarla çözümlemek zorundadırlar.222 

1992 Helsinki Sözleşmesi öncelikle, hükümlerinin uygulanması ve yorumlanması konusunda iki veya daha çok taraf arasında uyuşmazlık çıkması durumunda, tarafların uyuşmazlıklarını müzakere ederek yahut hepsinin ortak kabul edeceği herhangi bir tahkim aracılığıyla çözmeye çalışmasını öngörmektedir. 

Sözleşmenin tasdik, kabul, onay ve katılım süreçleri sırasında veya daha sonra herhangi bir taraf depo merciine yukarıdaki yöntemlerle çözüme  kavuşturula mayan bir uyuşmazlığı yazılı olarak beyan ettiğinde, aşağıdaki uyuşmazlık çözüm araçlarından birinin ya da her ikisinin birden uygulanmasını zorunlu olarak kabul etmiş olur:223 

1-Uyuşmazlığın Uluslararası Adalet Divanına sevk edilmesi, 
2- Sözleşme uyarınca öngörülen usuller uyarınca tahkim sürecine gidilmesi. 

Ayrıca taraflar her iki uyuşmazlık çözüm aracını birden kabul ederlerse, taraflar aksine karar vermedikçe uyuşmazlık Uluslararası Adalet Divanına (UAD) 
sevk edilebilir. 

Uluslararası Adalet Divanı’nın zorunlu yargı yetkisi, somut uyuşmazlığın Divan’a götürülmesi için yapılacak özel bir antlaşma, ileride doğacak uyuşmazlıklara 
ilişkin yapılacak bir antlaşma ya da antlaşmanın bir hükmü ve UAD Statüsünün 36 ncı maddesinin ikinci fıkrası uyarınca tek taraflı bildirim ile doğmaktadır.224 

Ancak tek taraflı bildirim durumunda forum prorogatum yolu devreye girmektedir. Bu durumda divan dilekçeyi uyuşmazlığın diğer tarafına ileterek cevap istenmektedir. 
Divanın yetkili olabilmesi için verilen cevapta yetkinin kabul edildiğinin bildirilmesi, davanın özüne ilişkin sorunlara divan önünde cevap verilmesi ya da divanın yetkisizliği nin öne sürülmemesi veya daha sonra bu yetkisizlik savından vazgeçilmesi gerekmektedir.225 

1992 Helsinki Sözleşmesi tarafları tek taraflı olarak Divan’a başvuru hakkı tanınmamıştır.226 Burada taraflara iki yollu bir seçim hakkı tanınmıştır. Uluslararası Adalet Divanı’nın yanında uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak tahkimi kabul etmiştir. Tahkim ilişkin usuli esaslar Sözleşme’nin ekinde belirlenmektedir. 

3.3 Sözleşmenin Yürürlüğe Girme Usulü ve Güncel Durumu 

1969 Viyana Sözleşmesi antlaşmaların nasıl yürürlüğe gireceğine ilişkin bir düzenleme getirmiştir. Buna göre227; 

1- Bir antlaşma, kendisinin öngördüğü veya görüşmeci Devletlerin mutabık kalabilecekleri tarzda ve tarihte yürürlüğe girer. 
2- Böyle bir hüküm veya mutabakat yoksa antlaşma bütün görüşmeci Devletler için antlaşma ile bağlanma rızası tespit edilir edilmez yürürlüğe girer. 
3- Antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonraki bir tarihte bir Devletin antlaşma ile bağlanma rızasını açıklaması halinde, antlaşma aksini öngörmedikçe, o 
Devlet bakımından antlaşma o tarihte yürürlüğe girer. 
4- Bir antlaşma metninin tevsiki, Devletlerin antlaşma ile bağlanma rızasının tespit edilmesi, yürürlüğe giriş tarzı veya tarihi, çekinceler, depoziter makamının işlevleri ve antlaşmanın yürürlüğe girmesinden önce zorunlu olarak ortaya çıkan diğer meseleleri düzenleyen hükümleri, antlaşma metninin kabulü (adoption) zamanından itibaren uygulanır. 

Viyana sözleşmesi uyarınca antlaşmaların yürürlüğe girme usulleri antlaşma metninde düzenlenebilir Antlaşmaların, isim, sayı yahut kategori bazında 
zikredilecek bazı devletlerin imzalaması ya da daha yaygın olarak onaylaması koşuluna bağlı olarak yürürlüğe girmesi öngörülebilir. Bu kapsamda 1992 Helsinki sözleşmesi 26 ncı maddesinde228 “Bu sözleşme on altıncı tasdik, kabul, onay veya katılım aracının depo merciine bildirilmesinin üzerinden geçen doksanıncı günde yürürlüğe girer.” şeklinde düzenleme getirmiştir. Metinde bir sayı öngörülerek antlaşmanın yürürlüğe girmesi usulü düzenlenmiştir. Antlaşma 16 Ekim 1996 tarihinde mezkûr prosedürlerin tamamlanması neticesinde yürürlüğe girmiştir. 

Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (BMAEK) üyesi olmayan ülkelerin de söz konusu Sözleşme’ye taraf olabilmesi için 2003 yılında 
gerçekleştirilen 3. Taraflar Toplantısı’nda İsviçre’nin öncülüğünde 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin 25. ve 26. maddeler değiştirilmiştir. 2003 yılında Sözleşmeye taraf olan 34 üye ülke ile Avrupa Birliği’nden 2/3’üne denk gelen 25. üye ülkenin 8 Kasım 2012 tarihindeki yazılı onayını müteakip Sözleşme’de ki değişiklik 6 Şubat 2013’de yürürlüğe girmiştir.229 Ayrıca Sözleşme’nin hükümleri uyarınca yapılan bu değişikliğin, değişiklik öncesi sözleşemeye taraf olanlar için hüküm doğurması, ilgili tarafların sözleşmeye kabul ilişkin beyanının depo merciine tevdi etmesinden 90 gün sonra olacaktır. 

Sözleşme 25 devlet ve Avrupa Birliği tarafından imzalanmıştır. 2014 yılı itibariyle sözleşmeye 38 devlet ve Avrupa Birliği taraftır.230 Sözleşmeyi BM-AEK 
üyesi olmayan devletlerin katılımına açan değişikliğe ise 34 devlet ve Avrupa Birliği kabul etmiştir.231 

3.4. Sözleşmenin Hukuksal Durumu 

3.4.1. Uluslararası Hukukun Kaynağı Olarak Değerlendirilmesi 

Birleşmiş Milletler Adalet Divanı Statüsündeki düzenleme esas alındığında uluslararası hukukun asıl kaynaklarını 

(1) Antlaşmalar, 
(2) Teâmül (örf ve âdet hukuku) ve 
(3) Genel hukuk ilkeleri olarak sıralamak mümkündür. 

Hukukun yardımcı kaynakları ise 

(1) Mahkeme kararları ile 
(2) Uzman yazarların görüşleridir (öğreti ya da doktrin). Yardımcı kaynaklar, uluslararası hukuk kurallarını yaratmayan fakat onların varlığının ya da içeriğinin saptanmasında yardımcı olarak kendilerinden faydalanılan kaynaklardır.232 

3.4.1.1. Asli Kaynaklar 

3.4.1.1.1 Antlaşmalar 

Uluslararası hukukun asıl öznesi olan devletler, kendilerinin bizzat yerine getirebilecekleri fonksiyonları uluslararası topluma devretmeye soğuk yaklaştıkları için, özelikle çıkarlarını doğrudan ilgilendiren konularda hukukun ne olduğunu belirmekte söz sahibi olmayı tercih etmektedirler. Bu da iki ya da daha fazla devlet arasında ikili ya da çok taraflı antlaşmalar yapmak suretiyle mümkün olmaktadır. 

Taraflar antlaşma yapmak suretiyle uluslararası teâmülün bir normunu –ahde vefa ilkesini (pacta sunt servanda)- uygulamış ve aynı zamanda bir uluslararası 
hukuk normu yaratmış olurlar. Yaratılan bu norm, tarafların yüklendiği antlaşmadan doğan borçlar ve yine tarafların faydalanacağı antlaşmadan doğan haklar şeklinde ortaya çıkar.233 

3.4.1.1.2. Teamül 

Uluslararası örf ve adet hukuku kurallarının hepsi devletlerin ve diğer uluslararası hukuk kişilerinin uygulamalarında ve devletlerarası ve diğer uluslararası ilişkilerin düzenlenmesinde kendilerini gösterirler. Uluslararası Örf ve Adet Hukukunun oluşması için iki öğenin bir araya gelmesi gerekmektedir. Bu öğeler maddi ve psikolojik ögelerdir. Maddi öğe, örf ve adet hukukunun genel uygulamasıdır. Yani aynı durumlarla karşılaşılması durumunda, aynı davranışlarda bulunulması anlamına gelmektedir. Psikolojik ögeyse “opinio juris” tir. Yani sürekli aynı şekilde tekrarlanan davranışların, hukuken bağlayıcı olduğu ve buna uyulması gerektiği yönünde bir inancın varlığıdır.234 

Bir antlaşmanın öngördüğü hukuksal yükümlülüklere girmek istemeyen devletin o antlaşmaya taraf olmaması yeterlidir. Oysa uluslararası teâmül kuralları 
bazı devletlerin iradeleri dışında gelişip yerleşebilir. Dolayısıyla, iradesinin dışında ve rızası hilafına gelişen bir teâmül kuralının kendileri açısından bağlayıcı olmasını istemeyen devletlerin, o teâmül kuralının kendilerini bağlamadığını ısrarlı biçimde öne sürmesi gerekmektedir. Uluslararası hukukun oluşumunda devletlerin iradeleri esas olduğundan, bir teâmül kuralı aleyhine menfi tutumunu ısrarlı biçimde yineleyen devlet (ısrarlı muhalif-persistent objector) açısından o kuralın hukuken bağlayıcı olduğu ileri sürülemez.235 

3.4.1.1.3. Hukukun Genel İlkeleri 

Hukukun genel ilkeleri, eski Roma’daki jus gentium ilkesine dayanmaktadır. Bu düşünceye göre bir ulusun tanıdığı ve benimsediği bir hukuk ilkesi, uluslararası 
hukuk alanında geçerli olabilmektedir. Diğer bir ifadeyle, eğer bir ilke, yerel düzeyde de olsa bütün ulusal hukuk sistemleri tarafından tanınıyor ve uygulanıyor ise bu ülke hukukun genel bir ilkesi haline gelmiş demektir. Yani eğer bir ilke, bütün uluslar tarafından tanınıyor ve uygulanıyor ise söz konusu ilke bütün uluslara tatbik edilecek kadar önemlidir ve aynı nedenden ötürü bütün uluslar tarafından bağlayıcıdır.236 

Genel hukuk ilkelerine örnek olarak şunlar gösterilmektedir: iyi niyet (bona fides), sebepsiz zenginleşmenin hukuken korunamayacağı ilkesi, ahde vefa (pacta sunt servanda), edinilmiş haklara saygı, hakkın kötüye kullanılmaması, kimsenin sahibi olduğu haklardan fazlasını devredemeyeceği kuralı (nemo plus transfere podest quam ipso habet), verilen zararın tazmini, kesin hüküm (res judicata pro veritate habentur), kimse kendi davasında hâkim olamaz kuralı (nemo judex in re sua) vb. Sadece uluslararası hukuka has genel hukuk ilkelerine ise şu örnekler gösterilmektedir: Uluslararası hukukun üstünlüğü, devletin sürekliliği, devletlerin eşitliği ve bağımsızlığı, açık denizlerin serbestliği, devletlerin sorumluluğuna hükmedebilmek için yerel başvuru yollarının tüketilmesi vd.237 

3.4.1.2. Yardımcı Kaynaklar 

İçtihat, mahkeme kararı anlamına gelmektedir. Uluslararası hukuka kaynaklık eden mahkeme kararları sadece uluslararası mahkeme kararları olmayıp, hakem kararları ve ulusal mahkeme kararları da bu işlevi görebilmektedir. Mahkemelerin yetkileri ve verdikleri kararların ne zaman ve ne kadar bağlayıcı olduğunu taraflar önceden belirler. Örneğin Uluslararası Adalet Divanı’nın yargılama yetkisi sahip olması her olay bakımından devletlerin uyuşmazlığı mahkeme önüne taşımalarına bağlıdır ve verilen karar o olayla sınırlı olarak tarafları bağlar.238 

Doktrin de hukukun bir başka yardımcı kaynağı konumundadır. Çeşitli ülkelerin düşünürleri ve bilim adamları uluslararası hukukun gelişimine ve yeni 
kuralların oluşturulmasına yardımcı olmaktadırlar. Doktrinde savunulan ve üretilen fikirler, bir uluslararası örf ve adet hukuku kuralının varlığı için kanıt da teşkil edebilecektir.239 

Görüleceği üzere uluslararası hukukun kaynakları asli ve yardımcı kaynaklar olarak ikiye ayrılmaktadır. Asli kaynaklar açısından ise antlaşmalar ayrı bir öneme sahiptir. Bu minvalde 1992 Helsinki Sözleşmesi uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan çok taraflı bir antlaşma niteliğindedir. Taraf devletlerin iradelerini yansıtmaktadır. 

3.4.2. Taraf Olmayan Ülkelerin Hukuksal Durumu 

Uluslararası hukukta geçerli olan kurala göre bir anlaşma sadece kendisiyle bağlı olanlara uygulanır; yani kendisine taraf olmayan devletler açısından ne hak ne 
de borç yaratır (pacta tertiis ilkesi). 1969 Viyana Sözleşmesinin 34 üncü maddeside bu ilkeyi benimsemiş ve antlaşmaların üçüncü bir devlet bakımından rıza gösterilmedikçe hak ve borç yaratmayacağı hükmünü getirmiştir. Bu genel kurala getirilecek istisnalar bakımından Viyana Sözleşmesini hazırlayan Komisyonda tartışmalar yaşanmış ve bu mesele haklar ve borçlar bakımından ayrı ayrı ele alınmıştır.240 

Borçlar bakımından Viyana Sözleşmesi’nin 35 inci maddesi üçüncü devlet açısından taraf olmadığı bir antlaşma hükmü ile bir borç yaratılmasının ancak 
antlaşma taraflarının böyle bir niyette olmaları ve üçüncü devletin bu borcu açıkça ve yazılı bir şekilde kabul etmesi durumunda mümkün olabileceğini öngörmektedir. 

Yine bu şekilde doğmuş olan bir borcun ortadan kaldırılabilmesi için de antlaşmaya taraf olanların ve üçüncü devletlerin rızası ile geri alınabilir veya değiştirilebilir. Meğer ki, tarafların başka türlü mutabakata vardıkları tespit edilmiş olsun. 241 

Üçüncü bir devlete haklar getiren antlaşmalar bakımından da öncelikle tarafların böyle bir niyette olup olmadıklarına bakılacak ve yine üçüncü devletin 
rızası aranacaktır. Ancak Viyana Sözleşmesi bu rızanın üçüncü devlet aksini belirtmedikçe varsayılacağı hükmünü getirmiştir. Üçüncü devletin bir antlaşmada tanınan hakkını kullanırken yine bu hakla ilgili söz konusu antlaşmada belirtilen veya bu antlaşmaya uygun olarak tesis edilmiş koşullara uygun davranması gerekir. Bu şekilde tanınmış bir hakkın geri alınması veya değiştirilebilmesi için şayet antlaşma tarafları bunun aksine bir düzenleme yapmamışlarsa üçüncü devletin rızası aranmaz. Ancak üçüncü devletin bu hakka dayanarak üstlendiği yükümlerin telafisi gerekir. Uygulamada üçüncü devletler açısından hak veya borç öngören antlaşmalar belli birtakım üçüncü devletler ya da genel olarak bütün devletler bakımından hak ve borçlar getirebilir.242 

Yukarıda açıklandığı üzere uluslararası antlaşmalar kural olarak taraf olan devletler açısından bağlayıcıdırlar. Bu minvalde 1992 Helsinki Sözleşmesi’nin 
sözleşmeye taraf olmayan devletler açısından hukuksal bağlayıcılığı yoktur. Uluslararası hukukta devletlerin iradeleri ön plandadır. Bu kapsamda söz konusu sözleşmeye taraf olmayan devletler bakımından hukuksal sonuçlar doğurması olanaksızdır. 1992 Helsinki Sözleşmesi taraflara ilişkin düzenlemeler ihtiva eden bir sözleşmedir. Üçüncü taraflara ilişkin olarak yükümlülük getirmemektedir. Kaldı ki böyle bir yükümlülük getirseydi bile, üçüncü taraflara haklar getiren veya borç yükleyen antlaşmalar açısından rıza şartı arandığından üçüncü taraflar açısından hukuksal bağlayıcılığı olmayacaktır. 

Sözleşmeye Türkiye taraf değildir. Ülkemizin bulunduğu coğrafya açısından durumu değerlendirecek olursak, 1992 Helsinki Sözleşmesine komşularımızdan 
Yunanistan ve Bulgaristan taraftır. Diğer sınıraşan sularımızda kıyıdaş devlet konumunda ülkeler Sözleşmeye taraf değildir. Taraf olan Yunanistan ve Bulgaristan açısından Meriç Nehri’nde 1992 Helsinki Sözleşmesi getirdiği düzenlemelerin uygulanmadığını söyleyebiliriz. Kısacası Yunanistan-Bulgaristan taraf olmasına rağmen Meriç Nehri’ne ilişkin olarak ilişkilerini bu Sözleşme uyarınca yürütmemektedirler. Ülkemizin, diğer sınıraşan sularında kıyıdaş devlet konumunda ülkelerin Sözleşmeye taraf olmadığı düşünüldüğünde bu Sözleşme uyarınca kurulmuş bir işbirliğinden söz etmek söz konusu değildir. Her ne kadar Sözleşme’nin Avrupa sınırları içerisinde başarılı uygulama örnekleri karşımıza çıksa da Ülkemizin bulunduğu coğrafya için aynı şeyi söylemek söz konusu değildir. 

Ülkemiz sınıraşan komşularıyla ilişkilerini yürütürken uluslararası hukuka aykırı etmemekte ve Sözleşme’nin temel prensiplerine aykırı faaliyetlerde 
bulunmamaktadır. Ülkemiz açısından hukuksal bağlayıcılığı olmayan söz konusuSözleşme, bulunduğumuz coğrafya açısından an itibariyle uygulanabilir olmaktan uzak gözükmektedir. Sözleşmenin su kaynaklarını koruyucu düzenlemeleri olumlu mütalaa edilse de uygulamada sıkıntı doğurabilecek birçok hükmü barındırmaktadır. 
Uluslararası alanda Ülkemize 1992 Helsinki Sözleşmesi’ne taraf olmaması hasebiyle eleştiriler gelmektedir. Ancak, görüleceği üzere bulunduğumuz coğrafya açısından ne Ülkemizin tek başına taraf olması sınıraşan sulara ilişkin yaşanan sorunları çözecek ne de an itibariyle taraf olmaması sınıraşan sularda yaşanan ihtilafların çözümünde engel teşkil eden ana faktör oluşturacaktır. 

 Sözleşme açısından taraf olunmasının, Avrupa Birliği’ne tam üyeliğin ardından gerçekleşeceği beyan edilmiştir.243 Hakça ve makul kullanım konusundaki 
belirsizlik ve sınıraşan sular üzerinde yapılacak projelerde ön bildirim zorunluluğu, Türkiye’nin mevcut su, sulama ve hidroelektrik kapasitesini oluşturan sınıraşan sular kapsamında yapacağımız çalışmaları olumsuz etkileyecektir. Ayrıca getirdiği zorunlu yargılama mekanizması da Türkiye’nin çekinceleri arasında yer almaktadır. 

3.5. Sözleşmenin Alt Protokolleri 

3.5.1. Su ve Sağlık Protokolü 

Protokolün amacı sınıraşan ve uluslararası bağlamın yanı sıra ulusal olarak, uygun olan her düzeyde, sürdürülebilir kalkınma çerçevesinde, su ekosistemlerinin korunması dahil olmak üzere su yönetimini iyileştirme ve suyla-ilgili hastalıkları önleme, kontrol etme ve azaltma aracılığıyla hem kişisel hem de kolektif insan sağlığı ve refahının korumasını teşvik etmektir.. 17 Haziran 1999 tarihinde kabul edilmiş ancak 4 Ağustos 2005 yılında yürürlüğe girmiştir.244 

3.5.2. Sivil Sorumluluk Protokolü 

 Söz konusu Protokol sınıraşan sularda kaza sonucu oluşan kirlenmelerde uygulanacak esaslara ilişkin detaylı düzenlemeler içermektedir. Protokol 21 Mayıs 2003 tarihinde kabul edilmiştir. Sivil Sorumluluk Protokolü 16 ülkenin depo merciine onay belgelerini göndermesini takiben yürürlüğe girecektir. Henüz bu sayıya ulaşılmadığından mevcut Protokol yürürlüğe girmemiştir.245 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


220 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
221 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
222 Toklu, s.17 
223 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
224 Mengiler, Özgür, Birleşmiş Milletler Çerçevesinde Uluslararası Uyuşmazlıkların Barışçı Çözümü, Platin Yayınları, Ankara 2005, s.67 
225 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Açısından Mısır ve Nil Sorunu, http://www.orsam.org.tr/tr/sukaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4947 (En son erişim:01/04/2014) 
226 Bilen, Özden, Türkiye’nin Su Gündemi, s.239 
227 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 
228 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
229 Kimençe, Taner, Görev Raporu, 
230 UNECE Water Convention https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-5&chapter=27&lang=en (en son erişim:05/05/2014) 
231 UNECE Water Convention 
232 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.37; Çakmak, Cenap, Uluslararası Hukuk, Ekin Yayınevi, Ankara 2014, s.31-34 
233 Çakmak, s.35 
234 Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.104-106; Çakmak, s.38 
235 Höbek, Tufan, Türk Hukukunda Antlaşmaların Yapılması Ve Yargısal Denetim (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Çankaya Üniversitesi,Ankara, s.17 
236 Çakmak,s. 43 
237 Höbek, s.19 
238 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.134 
239 Çakmak, s.45 
240 Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.87 
241 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi 
242 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi; PAZARCI, Uluslararası Hukuk Dersleri, s.87-90 
243 Dışişleri Bakanlığı-Avrupa Birliği ile Su Konusu, http://www.mfa.gov.tr/avrupa-birligi-ile-su-konusu-.tr.mfa (en son erişim:06/05/2014) 
244 The Protocol on Water and Health to the 1992 Convention on the Protection and Use of Transboundary Watercourses and International Lakes 
https://treaties.un.org/Pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-5-a&chapter=27&lang=en (en son erişim: 04/05/2014) 
245 The Protocol on Civil Liability and Compensation for Damage Caused by the Transboundary Effects of Industrial Accidents on Transboundary Waters, 
https://treaties.un.org/pages/ViewDetails.aspx?src=TREATY&mtdsg_no=XXVII-16&chapter=27&lang=en (en son erişim: 05/05/2014) 


8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..



***

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 5

SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUKİ DURUM, BÖLÜM 5

1.3.5. Kıyıdaş Devletler Topluluğu Doktrini 

Bu doktrin sınır aşan su havzalarının politik sınırlardan bağımsız olarak yönetilme si ilkesini benimsemektedir. Bu yaklaşım bir nehrin havzasını paylaşan bütün ülkelerin bu havzanın ve suyolunun ortak sahipleri olduklarını ileri sürmekte ve yapılacak düzenlemelerin bu anlayışla gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtmekte  dir. Bu şekilde sınıraşan kirliliğin de önüne geçilebileceği ileri sürülse de bu ilke günümüz uluslararası sisteminin temelini oluşturan devletlerin ülkesi üzerinde ki münhasır egemenliği ilkesi ile kesin bir şekilde çatışma durumundadır.160 

Bu doktrin uyarınca sınıraşan suların bulunduğu havza ekonomik bir birim olarak görülmektedir. Devletlerin birlikte sınıraşan havzayı yönetmesini ya da havza 
kurulacak bir heyete yetki devri ile söz konusu heyetin havza üzerinde karar almasını öngörmektedir.161 Doktrin siyasal sınırlamaları dikkate almadığı ve ülkesel egemenlikle kavramı ile çeliştiğinden için eleştirilmektedir. 


İKİNCİ BÖLÜM;  SINIRAŞAN SULARLA İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUK OLUŞTURMA ÇABALARI 

2.1. Genel Olarak 

19. yüzyılın başlarında nehirlerden seyrüsefer amacıyla yararlanmaya dair kurallar ortaya çıkmaya başlamıştır. Ancak seyrüsefer kurallarını içeren 
düzenlemelerin 19. yy. başlarında ortaya çıkmasına rağmen aradan geçen iki yüzyılda nehirlerden seyrüsefer amacı dışında kullanımlara ilişkin genel bir 
düzenlemeye ulaşılamamıştır. Bunun sebebi ise ilk olarak söz konusu dönemlerde ulaşım amacının nehirlerden faydalanmaya ilişkin temel kural olması, bir başka deyişle hidrolik enerjisi üretiminin olmaması ve sulama amacı ile nehirlerin kullanımının son derece kısıtlı olmasıdır. İkici sebep olarak ise seyrüsefer amacı içeren faydalanmalar üzerinde daha kolay anlaşmaya varılması olarak gösterilebilir.162 

19. yy. ile beraber nehirlerden ulaşım amacıyla faydalanmanın yüksek oranlara ulaşması ile Avrupalı devletler bu alana ilişkin olarak düzenleme ihtiyacı 
duymuşlar ve Napolyon Savaşlarından sonra kurulacak düzenin karara bağlandığı 1815 Viyana Kongresi’nde bu konu hakkında da düzenleme sevk edilmiştir. Burada kıyıdaş devletlerin tüm nehir boyunca seyrüsefer özgürlüğüne sahip olması temel esas olmuştur. Söz konusu Viyana Kongresinin Nihai senedinde milletler arası akarsular hakkında belli başlı beş kaide tespit edilmiştir:163 

a- Seyrüsefere müsait bir akarsuya kıyısı olan devletler, bu akarsularla ilgili olarak bütün düzenlemelerini birlikte yapacaklardır. 

b- Milletlerarası akarsulara kıyısı olan her devlet için Seyrüsefer serbestliği mevcuttur. 

c- Seyrüsefer intizamı ile ilgili nizamlar bütün milletler için aynı şekilde ve ticareti aksatmayacak biçimde uygulanacaktır. 

ç- Her kıyıdaş devlet, akarsuyun kendi ülkesinden geçen kısmında seyrüsefer için gerekli işleri yapmak mükellefiyetindedir. 

d- Gümrük vergisi ve seyrüseferle ilgili olarak yapılmış bayındırlık işlerini karşılamak için konmuş olan resimler hariç, öteki her türlü resimler, harçlar ve 
ücretler kaldırılmıştır. 

1885’e gelindiğinde ise Berlin Kongresi’nde bu kararlar tekrar edilmiş ve Kongo ve Nijer nehirlerinde tüm kolonyal güçlere ait gemilere seyrüsefer özgürlüğü 
hakkı tanınmıştır. Söz konusu düzenlemenin 1815 Viyana düzenlemesinden farkı kıyıdaş olmayan ülkelere de seyrüsefer hakkı tanımış olmasıdır. 1919 Versay 
Antlaşması da Avrupa’nın tüm nehirlerini Avrupalı tüm devletlere açarak Seyrüsefer hakkını genişletmiştir. Ayrıca 20 Nisan 1921 tarihinde imzalanan ve 31 Ekim 1922 tarihinde yürürlüğe giren Barcelona Sözleşmesi (Convention and Statute on the Regime of Navigable Waterways of International Concern) de seyrüsefer konusundaki serbestliği tekrar etmenin yanı sıra, ulaşım dışı bir takım faydalanmalara da değinen ve bu anlamda bir ilk olma özelliği taşıyan bir 
sözleşmedir. Söz konusu sözleşme ile birlikte artık nehirlerden hidrolik enerji üretme amacıyla faydalanma konusu da “uluslararası hukuka uygun” ifadesi ile birlikte gündemde yer almaya başlamıştır.164 

Sınıraşan suların uluslararası hukuka konu olmasının tarihsel arka planına gene olarak bakacak olursak ilk aşamada devletler arasında sınıraşan sularla ilgili 
yapılan antlaşmaların çoğunluk itibariyle sınıraşan sulardan ulaşım amacıyla yararlanma bağlamında yapıldığı gerçeğiyle karşılaşırız. Batı’da ancak sanayi 
devrimiyle birlikte ulaşım dışı kullanım önem kazanmış ve giderek ulaşım amacıyla kullanımın önemi azalmıştır. Bunun da nedeni sanayinin gelişmesi ve teknolojik imkânların da artması ile baraj yapım tekniklerinin muazzam ölçüde ilerlemesi sonucu yukarı kıyıdaş devletin ilk başlarda tarım, sonraları da enerji olmak üzere sınıraşan sulardan yararlanma isteğidir.165 

Ulaşım dışı amaçlarla sınıraşan sudan yararlanma konusunda ilk sorunlar Avrupa ve Kuzey Amerika’da sanayinin ve teknolojinin gelişmesine paralel olarak 
ortaya çıkmıştır. Bu bölgeler dışında ise uluslararası akarsuların ulaşım dışı kullanımlarına ilişkin sorunlar daha sonraları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla teamül 
uzun süreden beri uygulama gerektirdiğinden, bu alanda teamül hukukunun yetersiz olacağı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Var olan teamül kurallarının derlenerek yazılı hale getirilmesine kodifikasyon adı verilmektedir. Sınıraşan suların ulaşım amacıyla kullanılmasıyla ilgili uluslararası antlaşmalar yüzyıllardan beri yapılmakta olduğu için bu kullanımla ilgili kurallar belirlenmiş ve benimsenmiştir. Buna karşın, sınıraşan suların ulaşım dışı amaçlarla kullanımı, ancak geçen yüzyılın sonlarında ve yirminci yüzyılın başlarında anlaşmazlık konusu olmaya başladığı için, bu alandaki kodifikasyon çalışmaları da yirminci yüzyılın başlarında başlamıştır.166 

Günümüzde henüz devletlerin, ülkelerinde bulunan sınıraşan sularla ilgili hak ve yükümlülüklerini belirleyen kapsamlı kural veya ilkeler, tam olarak 
şekillendirilmiş değildir. Birçok sınıraşan su için, taraf ülkeler arasında varılmış antlaşmalar mevcut olmasına rağmen, bu antlaşmalardan hiçbirini, başka bir 
sınıraşan akarsuya aynen uygulamak mümkün değildir. Bu antlaşmaların her biri değişik koşul ve durumları yansıttıklarından ve bazen benzer sorunlara dahi farklı çözümler getirdiklerinden, yapılan antlaşmalar sınıraşan suların ulaşım dışı amaçlarla kullanımına ilişkin genel kabul görmüş hukuk kurallarının oluşumunu 
sağlayamamıştır.167 Günümüzde kodifikasyon çalışmalarının önemi giderek artmıştır. Birçok uluslararası kuruluş bu konuda faaliyet göstermektedir. 

Uluslararası hukuk, sınıraşan sular konusunda devletlerin etkin kurumlar oluşturabilmelerine zemin hazırlayacak başlıca ilke ve kuralları sağlar. Öte yandan, ulusal hukukun temel niteliklerinden olan gerektiğinde yargılama yetkisi ve yaptırım araçlarını kullanma gibi özelliklerden yoksun olan uluslararası hukuk devletler üstü olmayan bir sistemdir ve ancak devletlerin rızası ve onların oluşturduğu ilke ve normlara dayanarak uygulama olanağı vardır. Uluslararası hukuk sisteminin bu zayıf uygulama ve yaptırım yapısına rağmen, devletler çoğunlukla uluslararası hukukun birçok normuna uygun hareket ettiklerini kanıtlamaya çalışarak, uluslararası hukuk sistemini temel bir referans olarak kabul etmişlerdir.168 Devletler için bu alanda uluslararası hukukun oluşması son derece önemlidir. 

Bu kapsamda sınıraşan sularla ilgili uluslararası hukukunun oluşumuna katkı sağlayan Uluslararası Hukuk Derneği ve Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün 
çalışmaları önem arz etmektedir. Birleşmiş Milletler Hukuk Komisyonu’nun çalışmaları da kodifikasyon çalışmaları bakımından oldukça önemlidir. Ancak söz 
konusu komisyonun çalışmaları 1997 BM Sözleşmesi altında kapsamlı olarak değerlendirilecektir. 

2.2. Uluslararası Hukuk Derneği 

Uluslararası Hukuk Derneği (UHD-International Law Association-ILA), 1873‘de Brüksel‘de kurulmuştur. Amacı, uluslararası hukuk üzerinde çalışmalarda 
bulunarak çeşitli kavramların daha açık hale getirilmesi ve geliştirilmesi olan derneğin Birleşmiş Milletler ile ilişkisi olmakla beraber aldığı kararlar sadece bir 
danışmanlık boyutundadır, resmi bir nitelik taşımaz ve yaptırımı söz konusu değildir. Genel merkezi Londra‘da bulunan derneğin dünyanın pek çok yanından 3700‘den fazla üyesi vardır. İki yılda bir dünyanın değişik yerlerinde düzenlenen ve şimdiye dek 72‘den fazlası tamamlanan konferanslarla çeşitli çalışmalar ve uygulamalar yapılmıştır. Bu konferanslar sonucunda alınan kararlar düzenlendiği yerin adını alarak yayınlanmakta ve uluslararası hukukta yönlendirici etkileri olmaktadır.169 

Uluslararası Hukuk Derneği, 1954 Edinburgh Konferansından itibaren sınıraşan sularla ilgili kural oluşturma konuları üzerinde çalışmalar yapmış, 1956’da 
Dubrovnik’de daha sonraki çalışmalara ışık tutacak bazı temel ilkeleri tespit ettikten sonra, 1958 New York Konferansında geçici kararlar almış, 1966 Helsinki Toplantısında da somut bazı sonuçlara varmıştır.170 

Uluslararası Hukuk Derneği, 1956 Dubrovnik toplantısında, birden fazla devlet tarafından kullanılan akarsuları “Uluslararası Akarsu” olarak tanımlarken, 
bunları “iki ya da daha fazla devletin içinden geçen akarsular” biçiminde değerlendirmiş ve oybirliği ile şu ilkeleri kabul etmiştir: 171 

1. Her devlet uluslararası akarsuların kendi ülkesindeki bölümünden yararlanırken, bu kullanımın diğer devletlere etkilerini göz önünde bulunduracaktır. 

2. Bir devlet diğer bir devlete zarar verdiği ölçüde kamusal ve özel eylemlerden sorumlu olacaktır. 

3. Akarsulardan faydalanmada; her devletin makul kullanım hakkı, her devletin o akarsuyun sularına bağımlılığı, karşılaştırmalı sosyal ve ekonomik 
kazançlar, ilgili devletler arasındaki mevcut antlaşmalar ve mevcut kullanımlar dikkate alınacaktır. 

Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1958 tarihli 48. toplantısında konu ile ilgili aldığı kararda, birden fazla devletin sınırlarına giren akarsuların kullanımında, kendi 
ülkesinde yer alan kısmından faydalanırken, ilgili devletlere zarar vermeme kriteri ve iyi niyet kurallarının göz önünde bulundurulması belirtilmiştir.172 

UHD’nin 1956 ve 1958 kararları, kıyıdaşların eş değer faydalanma haklarının teyit edildiği ve bu doğrultuda da Helsinki Kuralları’na giden yolun adımları olarak değerlendirilebilir. Nitekim, UHD 1966 yılında gerçekleştirdiği toplantı ile kodifikasyon konusunda önemli bir girişimde bulunmuştur. Yapılan çalışmalar 
sonucunda, bağlayıcı özelliği olmayan bazı kurallar tavsiye niteliğinde kabul edilmiştir. 

Helsinki’de yapılan çalışmalarda suyolları uluslararası drenaj havzaları olarak ele alınmıştır ve toplantıların sonunda bağlayıcı özelliği bulunmayan, ancak tavsiye 
niteliği taşıyan bazı kararlar kabul edilmiştir. Helsinki İlkeleri olarak adlandırılan bu kararlar, kıyıdaş ülkeler arasında sudan ortak yararlanmada hakça ve makul kullanım kavramını ortaya koymuştur. Hakça ve makul kullanımın belirlenmesi için sınırlayıcı olmamakla beraber, bazı kıstasların esas alınabileceği ifade edilmiş ve bu nitelikteki bir tahsis için bütün faktörlerin dikkate alınması gerektiği kaydedilmiştir.173 

Kurallar bağlayıcı olmamakla beraber, daha sonraki yıllarda bu konudaki çalışmalara ışık tutar mahiyet kazanmıştır. Ancak herhangi bir uluslararası kurum aracılığıyla yürürlüğe giren hukuki bir metin olmamıştır. Aynı zamanda kurallar, günümüzde sınıraşan sulara ilişkin tartışmalarda önemli bir yere sahip olan akiferler konusunda herhangi bir madde içermemektedir. Bu durum Helsinki Kuralları’nın üzerine yeni normların geliştirilmesini mecbur kılan etkenlerden biri olmuştur.174 

UHD Su Kaynakları Komitesi, 1997 yılında Roma toplantısında ihtilaflı sınıraşan suların birçoğunun antlaşmalar dahilinde bile bir çözüme ulaşamadığını; 
1997 BM Sözleşmesinin onaylanma sürecinin yavaş gelişmesi; Helsinki Kurallarının 21. yüzyılın uluslararası veya küresel su yönetiminin yarattığı problemlerin üstesinden gelebilecek biçimde yenilenmesi gerekliliği fikrine varmıştır. 1997-2004 yılları arasında yaklaşık 10 toplantı gerçekleştiren bu komite, 1999 yılında, 1966 Helsinki Kuralları orijinal belgesi ve 30 yıl içinde kabul edilen kuralları içeren ikili belgeyi İtalya’da birleştirmiştir.175 Bu kapsamda yapılan çalışmalar neticesinde 2004 yılında, “Su Kaynakları Hakkında Berlin Kuralları” isimli bir metin ortaya çıkarmıştır. 

Berlin Kuralları, Helsinki Kurallarının üstünden geçen 40 yılda gelişen ulusal üstü insan hakları, uluslararası çevre hukuku, savaş ve silahlı çatışma ile ilgili insani 
hukuk normlarını dikkate alarak, suyun hem ulusal hem de uluslararası kullanımını bütüncül bir çerçevede incelemeye çalışmıştır. Berlin Kuralları, aynı zamanda sınırdaş ülkelerin suyun üzerinde eşit hakları olduğunu vurgulayan suyun hakça ve makul “kullanımı” prensibini, suyun hakça ve makul “yönetimi” olarak değiştirmiş ve “belirgin zarar” prensibi ile eş seviyede tutmuştur.176 Böylelikle suyun sadece kullanımından ziyade, su kaynaklarının korunması, düzenlenmesi ve kontrolünün de düşünülmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Böylelikle son yıllarda sınıraşan sular için önemli bir yönetim mekanizması olan Entegre Havza Yönetimi mantığına yakınlaşmıştır.177 Berlin Kuralları bir uluslararası hukuk normu olarak bağlayıcı bir nitelik taşımasa da, sınıraşan sular ile ilgili normlar konusunda önümüzdeki yıllarda ortaya çıkabilecek olası gelişim alanlarına yol göstermesi açısından önemlidir. 

2.3. Uluslararası Hukuk Enstitüsü 

Uluslararası Hukuk Enstitü Gustave Moynier ve Gustave Rolin-Jaequemyns ile dokuz tanınmış uluslararası avukat tarafından 8 Eylül 1873'te Belçika'daki Gent 
Belediye Binası'nda bulunan Salle de l'Arsenal'de kuruldu. Dünyanın uluslararası hukuk alanında çalışan önde gelen avukatlarının üyesi olduğu, uluslararası hukukun gelişimini amaçlayan bir organizasyon olan bu Enstitü’nün resmî sloganı olan Latince justitia et pace sözü, "adalet ve barış" anlamına gelir.178 

Uluslararası Hukuk Enstitüsü’nün (UHE.-International Law Institute-ILI) 1911 Madrid Bildirisi ve 1961 Salzburg Kararı bu alanda yapılan çalışmaların en 
önemlileridir. Enstitü, 1910 yılında birden çok devlet tarafından kullanılan akarsulardan ulaşım dışındaki faydalanmaları gündemine almış ve 1911 yılında 
uluslararası suların ulaşım dışında kullanımlarına ilişkin “Madrid Bildirisi”ni yayımlamıştır.”179 O dönemde hâkim doktrin olan Harmon Doktrini’ne ters düşen ve genel olarak kıyıdaş devletlerin faydalanmalarına verilebilecek zararı kesin olarak yasaklayan, bu görüşler, akarsuları sınır oluşturan ve ülkeleri kesenler olarak iki kategoride değerlendirmiştir.180 

1961 Salzburg kararları da sınıraşan sulara ilişkin hükümler ihtiva etmektedir. Kararın 2 nci maddesinde, kıyıdaş devletlerin faydalanma hakkının, aynı nehirde 
ilgisi bulunan diğer devletlerin mukabil faydalanma hakkı ile sınırlandırılması başka bir deyimle, bütün kıyıdaşların eş değerde faydalanma hakkı tanınmıştır.181 Aynı kararın 4 üncü maddesi hükmü;182 

“Bir devlet bir nehrin ya da bir hidrografik havzanın sularında, başka devletlerin aynı suları kullanma imkanlarını ciddi olarak etkileyen kullanımlara ve 
inşaatlara girişemez” şeklindedir. Burada öngörülen kısıtlamanın temelinde, nehrin coğrafi veya fiziki niteliği değil, nehir sularında kullanımlara ilişkin olanaklar yatmaktadır. Öte yandan, yasaklanan eylemlerin bu olanakları ciddi bir şekilde etkilemesi gerektiğinden, böyle bir sonuç vermeyen fiziki değişikliklerin yapılabileceği kabul edilmektedir.183 Görüleceği üzere hem 1911 hem de 1961 bildirileri zarar kavramı üzerine önemli hükümler ihtiva etmektedir. Kullanım açısından kıyıdaş devletlere sınırlamalar getirmiştir. 

2.4. Diğer Uluslararası Belgeler 

2.4.1. 1923 Cenevre Sözleşmesi 

1923 tarihli "Birden Fazla Devleti İlgilendiren Hidrolik Gücün Geliştirilmesine İlişkin Sözleşme" su yollarının ulaşım amacıyla kullanımının önceliği kabul edilmiştir. 
Sözleşme sadece hidrolik enerji üretimi için faydalanmayı düzenlemekte, tarımsal amaçlı girişilen faydalanma sorunlarını ise kapsam dışı bırakmıştır. 
Sözleşme bütün kıyıdaşların haklarını saklı tuttuktan sonra ülkesinde bir hidroelektrik proje geliştirmek isteyen devletlere kıyıdaşlara önemli bir zarar vermeleri durumunda, zarar görecek devletle görüşmede bulunma vecibesi yüklemektedir. Ayrıca sözleşmenin ulaşıma öncelik tanınması, esas olarak Avrupalıların ihtiyaçlarının dikkate alındığı, her su yoluna özgü coğrafi ve ekonomik şartlar görmezden gelindiği için eleştirilmiştir.184 

2.4.2. 1933 Montevideo Sözleşmesi 

Sözleşme 1983 yılında düzenlenen Amerikan Devletleri 7 nci uluslararası konferansında kabul edilmiştir.185 “Uluslararası Akarsuların Endüstriyel ve Tarımsal Kullanımı Hakkında Montevideo Bildirisi”nde, sınır oluşturan ve sınıraşan akarsular bakımından, tarım ve endüstri tesislerinin serbest ulaşıma zarar veremeyeceği, sınıraşan sularda bu tür tesislerin mümkün olduğunca ulaşımı geliştirmesi gerektiği hükme bağlanmıştır.186 Montevideo Sözleşmesi her ne kadar sınıraşan suların endüstriyel ve tarımsal kullanımını konu almışsa da asıl olarak bu tür kullanımların ulaşıma zarar vermemesi gerektiği üzerinde durarak esas itibariyle konunun sözleşmenin başlığından farklı olarak sınıraşan sular üzerindeki ulaşımı düzenlemek olduğu izlenimi uyandırmaktadır.187 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

160 Acar, Eray, Avrupa Birliği’nin Gap ve Su Sorununa Yaklaşımı Çerçevesinde Fırat ve Dicle Nehirlerinin Yönetimi Üzerine Tartışmalar, Güvenlik Stratejileri Dergisi, S. 4, Aralık 2006, s.67-104, s.78; Kılıç, Seyfi, Su Kirliliğinin Sınıraşan Boyutları ve Uluslararası Teamül Hukuku, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4525 (En son eşim:01/04/2014) 
161 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on International Water Law”, s.627 
162 Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Derneği’nin Sınıraşan Sular Konusuna İlişkin Yaptığı Çalışmalar, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4004  (en son erişim :01/04/2014) 
163 Sar, s.51 vd. ; Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri II. Kitap, s.238; Aydın, s.9-10 
164 Salman L.A. Salman, “The Helsinki Rules, the UN Watercourses Convention and the Berlin Rules: Perspectives on International Water Law”, s.626; 
Kılıç, Seyfi, Uluslararası Hukuk Derneği’nin Sınıraşan Sular Konusuna İlişkin Yaptığı Çalışmalar 
165 Tityaki ,s.37 
166 Dursun, s.32 
167 Kapan, Türkiye İle Suriye ve Irak Arasında Su Anlaşmazlığı, s.61 
168 Kibaroğlu, Ayşegül, Türk Dış Politikası ve Su, Ortadoğu Analiz, C.5, S.53, Mayıs 2013, s.50-59,s.56 
169 Yavuz, Mustafa Yahya, Cumhuriyet Döneminde Türkiye, Irak ve Suriye Arasındaki Sınıraşan Suların Yönetimi (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), 
İnönü Üniversitesi, Malatya 2009, s.69 
170 Sar, s.179 
171 Toklu, s.33 
172 Somuncuoğlu, s.40 
173 Çelebi, Onur, Türkiye’nin Suriye ve Irak İle Olan İlişkilerinde Sınıraşan Suların Etkisi (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Atatürk Üniversitesi, 2009, s.17 ; Toklu,s.34; ILA-The Helsinki Rules on the Uses of 
the Waters of International Rivers 
174 Bozçağa, Özgür- Erzi, İpek- Saatçi, Ahmet Mete, Türkiye ve Sınıraşan Sular , Türkiye ve Sınıraşan Sular: Bir İşbirliği Alanını Çok Boyutlu Düşünmek, 
Dünya Su Forumu Genel Sekreterliği, 
http://vizyon21yy.com/documan/Genel_Konular/Milli%20Guvenlik/Dogal_Kaynaklar_Enerji/Turkiye_ve_Sinir_Asan_Sular.pdf ( en son erişim:05/04/2014) 
175 Maden, Tuğba Evrim, Fildişi Sahilleri 1997 BM Çerçeve Sözleşmesini Onaylayan 34. Devlet Oldu, 
http://www.orsam.org.tr/tr/sukaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4958 (En son erişim: 10/03/2014) 
176 Salman, S.M. The United Nations Watercourses Convention Ten Years Later: Why Has its Entry into Force Proven Difficult? Water International, , s. 1-15, 2007, 
http://www.salmanmasalman.org/wpcontent/uploads/2012/12/UNWatercoursesConventionTenYearsFinal2.pdf, (en son erişim: 03/02/2014) 
177 Bozçağa, Özgür- Erzi, İpek- Saatçi, Ahmet Mete, s.36-37 
178Uluslararası Hukuk Enstitütüsü, 
http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Johann_Kaspar_Bluntschli&action=edit&redlink=1 (En son erişim :03/04/2014) 
179 Toklu, s.33 
180 Sar, s. 177-178; Toklu, s. 33 
181 Sar, s.243-244 
182 Utilisation of Non-maritime International Waters, Session of Salzburg – 1961, http://www.idi-iil.org/idiE/resolutionsE/1961_salz_01_en.pdf  
      ( En son erişim: 15/01/2014) 
183 Sar,s.243; Toklu, s.33 
184 Sar, s.12 vd; Acabey, s.91 
185 Sar, s.12 
186Acabey, s.92 
187 Tityaki, s.40 

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***