JAPONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
JAPONYA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ekim 2018 Çarşamba

ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLME SENARYOLARI VE BU KAPSAMDA ÇİN, RUSYA VE JAPONYA’NIN POLİTİKALARI


ABD’NİN IRAK’TAN ÇEKİLME SENARYOLARI VE BU KAPSAMDA ÇİN, RUSYA VE JAPONYA’NIN POLİTİKALARI 

Yazan: Mu.Yzb. Tamer AKKAN 


Genel 

Ünlü Amerikalı sosyal bilimci Samuel HUNTİNGTON, çok bilinen 
Medeniyetler Çatışması” adlı eserinde, 1990 sonrası dünyanın dokuz 
ayrı medeniyetten oluştuğunu18 iddia etmişti; birazdan incelemeye gayret 
edeceğimiz konuda bahsi geçen beş ülke de (ki dördü ait oldukları 
medeniyetin tartışmasız lideri durumundadırlar) bu sınıflandırmada farklı 
gruplarda yer almaktadırlar. İşte bu farklılık ve liderlik hâlen yaşanmakta 
olan olayların da ana sebebini ortaya koyar: Büyük güçlerin çıkar 
mücadelesi. 

ABD yapmış olduğu Afganistan ve Irak müdahalelerini, uluslararası arenada haklı görünebilmek maksadıyla, her ne kadar demokrasi, insan hakları, kadın hakları, kitle imha silahları ve terörizmle mücadele, özgürlük gibi idealist söylemlere dayandırmaya gayret etse de, en iyimser yorumla bile bunların sadece ikincil amaçlar yahut ana maksada ulaşmak için kullanılan araçlar olarak değerlendirilmeleri uygun olacaktır. Asıl amaç ise kulağa Türkçe’de biraz sevimsiz gelse de çıkardır. Tüm ülkeler çıkarlarına ulaşmak üzere Zbigniew 
BRZEZİNSKİ’nin tanımına benzer şekilde, dünya satranç tahtasında karşılıklı hamlelerini yapmaktadırlar. Uluslararası arenada bu satrancı aktörlerin tamamı birbiriyle oynamakta ve aynı zamanda da muhtemel rakiplerinin diğerleri ile oynadığı oyunlara bakmaktadırlar. ABD’nin Irak’ta yaptığı hamle sadece Irak ile kendini ilgilendirmenin çok ötesine geçmiş ve başta büyük devletler olmak üzere birçok devleti birçok sebepten ötürü etkileyen ve ilgilendiren bir hamle olmuştur. 

Bu hamlenin küresel boyuttaki en önemli etkisi öncelikle dünya 
enerji piyasalarına olmuştur. Temmuz 2003’te Yeni Delhi’de yapılan 
beşinci Asya Güvenlik Konferansı’nda sunulan bir bildiride; 11 Eylül ve 
Irak Harekâtlarının akabinde, çok değişken bir hâl alan dünya petrol 
piyasalarının, ekonomiler için ciddi risk teşkil ettiği belirtilmiştir19. 

Bu konuda dünya enerji ajansının verilerine baktığımızda, 1999-2020 
arasında dünya petrol tüketiminin %60 artacağı ve bu artışın da büyük 
oranda gelişmekte olan ülkelerde olacağı öngörülmektedir. Enerji bir 
ülkenin gelişmesi, o ülkede yaşam kalitesinin temini için vazgeçilmez bir 
unsur ve aynı zamanda dünyada ekonomik anlamda en büyük 
sektördür. 
Hâlen dünyanın petrol üretiminin yaklaşık %30’u Orta Doğu kökenli iken bu oranın 2020’li yıllarda %60’ları geçeceği öngörülmektedir 20. Bu bağlamda ülkeler ekonomiyi, değişen ve asimetrikleşen tehdit ortamında, en öncelikli güvenlik sorunu olarak algılamaktadırlar. Eskiden uluslararası ilişkilerin konularına baktığımızda gündemi silahsızlanma antlaşmaları, yıldız savaşları, askerî yardımlar, nükleer denemeler, ideoloji ve devrim ihraçları gibi klasik, güvenlik odaklı konular, göze çarpmaktaydı. Günümüzde ise gümrük duvarlarının kaldırılması, kotalar, serbest ticaret, enerji temini ve benzeri ekonomi odaklı konular görülmektedir. ABD-Rusya arasındaki zirvede, en kritik 
konulardan biri YUKOS petrol şirketi olabilmektedir. 

Tüm bu enerji konuları beraberinde bir başka sorunu daha gündeme getirmiştir; enerjinin üretiminden pazarlanma ve taşınmasına kadar her alanda güvenilir bir ortam, yani enerji güvenliği ihtiyacı. Eskiden gelen sorunlar, Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan belirsizlik dönemi ve kaç kutuplu olacağına karar verememiş bu dünyada, ABD kendi güvenliği ve bu bağlamda enerji güvenliği sorununa küresel yaklaşmakta ve bunu temin için de dünyanın her tarafında 
konuşlanmakta dır. Chalmers JOHNSON Amerika’nın Üsler İmparatorluğu adlı makalesinde, resmî rakamlara göre ABD’nin ülke dışında 130 farklı ülkede toplam 702 üssü olduğunu belirtmektedir. Yazar bu büyük rakamın bile aslında gerçeği tam olarak yansıtmadığını, çünkü Pentagon’un, örneğin Kosova, Afganistan, Özbekistan, Kırgızistan, Irak, İsrail, Kuveyt ve Katar’daki üslerden, aynı raporda hiç bahsetmediğinin altını çizmektedir21. Bu durum gerek Çin gerekse Rusya tarafından doğal olarak ABD’nin çevreleme politikası22 olarak 
algılanmaktadır. ABD bu konuşlanması ile hem stratejik açıdan kendine rakip gördüğü ilk iki ülke olan Çin ve Rusya’yı Soğuk Savaş dönemine göre çok daha yakından çevrelemekte, ayrıca yine bu ülkeler açısından hayati öneme haiz enerji havza ve iletim güzergâhlarını kontrol altında tutabilmektedir. Ekonomik gelişmeyi ve bu sayede güce ulaşabilmeyi temin edebilmek için Rusya sahip olduğu enerjiyi satmak, Çin ise ihtiyaç duyduğu enerjiyi almak zorundadır. Bu her iki ülkenin ortak zayıflığıdır ayrıca Çin’in Doğu Türkistan, Rusya’nın ise Çeçenistan’daki sorunları bir diğer benzer sıkıntılarıdır. ABD mevcut konuşlanması ile aynı zamanda bu iki sorunlu bölgeye de yakın olarak söz konusu ülkeleri tedirgin etmektedir. 

Japonya ise Çin ve Rusya ile tarihten gelip hâlâ devam eden sorunları ve ABD ile yakın iş birliği nedeniyle bu oyuna farklı bir boyut katmaktadır. Enerjiye muhtaç olan Japon ekonomisi bu benzerlik sebebiyle Çin ile ortak bir çıkara sahip olması gerekir gibi görünür. Ancak zayıf askerî ve siyasi gücüne rağmen devasa ekonomik gücü üzerinden önce bölgesel sonra da küresel güç olma iddiasındaki Japonya için, benzer iddialara sahip Çin en dişli rakip konumundadır. Rusya ise hem Çin’e karşı denge sağlamak hem de enerji sağlayıcısı olması konumu ile Japonya açısından daha iş yapılabilir bir ülke konumundadır. 

Şimdi öncelikle, ABD’nin Irak Harekâtının neden ve nasıl Çin, Rusya, Japonya’yı ilgilendirdiğini, ardından da ABD’nin burada yapması muhtemel yeni hamlelerine karşı adı geçen ülkelerin takınabileceği tavırları anlatmaya çalışacağım. 


1. ABD’nin Irak Harekâtı Ve Çin 

a. Genel 

Dünyanın en büyük nüfusuna ve en hızlı gelişen ekonomisine sahip olan Çin, enerjiye olan ve hızla artan ihtiyacı sebebiyle, dünya enerji havzalarının merkezi sayılabilecek ve kendisi de önemli enerji kaynaklarına sahip Irak’ın, güç oyununda en büyük rakibi tarafından işgalinden etkilenmiştir. ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük petrol tüketicisi olan Çin çok büyük oranda dışa bağımlıdır. 1993 yılına kadar kendi petrol kaynakları sayesinde petrolde dışa bağımlı olmayan Çin bu yıldan sonra yakaladığı yıllık ortalama %9 büyüme ile enerji ithal etmeye başlamak zorunda kalmış ve bugün bölgesinde Japonya’dan sonraki en büyük ithalatçı konumuna gelmiştir23. 

Irak Harekâtı sonrası artan petrol fiyatları en büyük darbeyi bu ülkeye vurmuş ve ayrıca İran ile yapmış olduğu enerji antlaşmalarının da riske girmesi durumu ortaya çıkmıştır. Ayrıca stratejik rakibi ABD’nin oyunda yeni bir taşı daha almış olması sıkıntısını arttırmıştır. ABD’yi engellemek için BM Güvenlik Konseyi’nde Irak’ın işgali için gerekli onayı vermemiş ancak bu pasif hamlesi yeterli olmamıştır. 


Harita-1 
 Irak Enerji Kaynaklarını Gösteren Harita 

 b. Birinci Senaryo: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması Durumunda Çin’in Muhtemel Tutumu 
 Bu durumun gerçekleşmesi ABD’nin dünya genelinde hâlen 
uygulamakta olduğu sert politikalardan ani bir geri dönüş yapması 
anlamına gelir ki bu pek olası görülmemektedir. Ancak gerçekleştiği 
faraziyesi ile yaklaştığımızda bu durumun Çin açısından en iyi durum 
senaryosu olduğunu söyleyebiliriz. Kurulacak bağımsız Irak Devleti 
ağırlıklı olarak Şii idarecilerin kontrolünde olacaktır. Hâlen İran ile yoğun 
ve iyi ilişkiler içinde olan Çin yönetimi bu referansla Irak ile de yakın 
ilişkiler kurma imkânına şu andan çok daha fazla kavuşacaktır. Ayrıca bu 
durumun dünya genelinde oluşturacağı görece olumlu havayla enerji 
fiyatlarının daha aşağıya düşmesi ve dünya ticaret hacminin özellikle 
savunma dışı alanlarda artması ihtimali de Çin açısından olumlu 
gelişmeler olacaktır. 

 c. İkinci Senaryo: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkması Durumunda Çin’in Muhtemel Tutumu 

Çekilmenin başlangıç yılının sarkabilmesi ihtimaline rağmen, 
gerçekleşmesi en muhtemel senaryodur. Bu durumda ABD genel olarak 
dünyadaki genel düzeni ve kısmen yumuşatarak eğilimlerini devam 
ettirmiş olacaktır. Çin kurulması muhtemel bir BM Güvenlik Gücü tarzı 
organizasyonda istekli olmasına rağmen önerilmesi muhtemel geri 
planda kalmış ve etkisiz bir pozisyon sebebi ile sadece dışardan destek 
olmakla yetinecektir. Buna karşın başta enerji ve inşaat konularında 
olmak üzere ülke içinde yatırımlar yaparak, güçlü olduğu ekonomik 
alanda ön plana çıkmak için çaba harcayacaktır. Enerji fiyatları yüksek 
seyrini koruyacak Çin ise burada oluşan kaybını ticaret ile telafi etmeye 
çalışacaktır. 

 ç. Üçüncü Senaryo: 2025 Yılı Ve Sonrası (ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez) Durumunda Çin’in Muhtemel Tutumu 

ABD, klasik güç politikalarının devamı anlamına gelen bu 
senaryoda, dünyada fosil enerji kaynak kullanımının düşüş eğilimi 
göstermeye başlayacağı 2025 yılı civarına kadar Irak’ta kalarak Suriye, 
İran gibi çevre ülkelere de yayılıp enerji yanında diğer kritik konu olan 
jeopolitik konuşlanma yolu ile küresel hâkimiyetini pekiştirmeye 
çalışacaktır. Fiziki sınırları zaten ABD üsleri ile çevrelenmiş olan Çin ise, 
ekonomik güvenlik alanlarının da tek bir süper gücün elinde olmasından 
çok fazla memnun kalmayacaktır. Bu durum Çin’i, tarihsel 
sürtüşmelerine rağmen, çıkarlarının kesişeceği Hindistan’la, 
(muhtemelen Şangay İş Birliği Örgütü, ŞİÖ bünyesinde) iş birliğine yöneltecektir. 


2. ABD’nin Irak Harekâtı ve Rusya 

a. Genel 

Soğuk Savaş öncesinin iki süper, emperyalist gücünden biri olan 
SSCB’nin mirasçısı Rusya, gücünü sürdürememiş ancak, o dönemin 
benzeri yaklaşımlardan da vazgeçememiştir. Eskiden ABD ile problemi 
olan zayıf ülkeler, sırtlarını SSCB’ye dayardı, şimdi ise Rusya’ya 
dayama eğilimindedirler. Ancak Rusya şu an yaşadığı ekonomik, etnik 
ve idari sorunlar sebebiyle, selefinin etkinliğinden uzaktır. Yaptığı kısmi 
karşı çıkışlar, ABD’den aldığı birkaç ödünle genelde bastırılmaktadır. 
Irak olayında da başlangıçta karşı çıkmış, eski Irak hükümetiyle yaptığı 
milyarlarca dolarlık ticari antlaşmalarla elini kuvvetlendirmeye çalışmış, 
ancak neticede işgali sessiz kalarak kabullenmiştir. Bu işgal ve 
sonrasındaki süreç de Rusya’ya artan petrol fiyatlarıyla büyük bir çıkar sağlamıştır. 

 b. Birinci Senaryo: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkması Durumunda Rusya’nın Muhtemel Tutumu 

Bu senaryo gerçekleştiği takdirde Rusya bu çekilmenin kendi karşı 
çıkışları ile gerçekleştiğini, süper güce karşı koyduğunu, bunun kendi 
zaferi olduğunu resmen olmasa da ilan edecektir. ABD’nin çekilmesi ile 
oluşacak boşlukta eski iyi ilişkilerini kullanarak Orta Doğu’da etkinliğini 
arttırmaya çalışacaktır. Tüm bu artılarına karşın bu durumda ortaya 
çıkacak petrol fiyatlarındaki muhtemel gerileme nedeniyle, Rusya gibi 
ekonomisi büyük oranda enerji satışından gelecek girdiye dayanan bir 
ülke için, bu senaryonun en iyi senaryo olduğunu söylemek zor olacaktır. 
Bu durumda Rusya’nın bu senaryonun gerçekleşmesine olanak 
sağlayacak girişimlerde bulunmasını, kısa vadede beklememek 
gerekmektedir. 

 c. İkinci Senaryo: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkması Durumunda Rusya’nın Muhtemel Tutumu 

Rusya açısından en iyi durum senaryosu da diyebileceğimiz bu 
senaryonun, muhtemel etkilerini incelediğimizde görüyoruz ki; Rusya 
hem bu kademeli çıkışta etkisi olduğunu iddia edebilecek, hem de aynı 
yüksek düzeyde seyretmesi muhtemel petrol fiyatları sayesinde kısa 
vadede ekonomik bir sıkıntı yaşamayacaktır. Bu durum, dünyada terörle 
etkin mücadele söylemini ön plana çıkaran eğilimin de devamı anlamına 
geldiği için, aynı zamanda Çeçenistan sorununun yakın zamanda tekrar 
gündeme gelmesine de engel olacaktır. 

 ç. Üçüncü Senaryo: 2025 Yılı ve Sonrası (ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez) Durumunda Rusya’nın Muhtemel Tutumu 

Bu durum kısa vadede ekonomik açıdan Rusya’nın yararına bir tablo sergilerken, uzun vadede, hem ABD’nin çevreleme politikasının etkinliğini artırarak devamı ve bu 

kapsamda Rusya’nın etkinlik alanının daralması anlamına gelecek, hem de o dönemde ortaya çıkması muhtemel alternatif enerji kaynakları ülkeyi ekonomik sıkıntı içine 
sokabilecektir. Rusya bu süreçte bir yandan ekonomisini alternatif sektörlere kaydırarak çeşitlendirmek, öte yandan da ŞİÖ kapsamında, Çin ile birlikte, ABD’nin etkinliğini 

sınırlamaya çalışmak uğraşında olacaktır. Ancak ŞİÖ’de Çin’in lider konumu, bu durumdan pek de hazzetmeyen Rusya’nın, Orta Asya’da alternatif ve kendisinin lider 
olabileceği bir örgütlenme ihtiyacını doğurmuştur. Bu kapsamda, ŞİÖ’de bir problem çıkması durumunda, Şubat 2002'de Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan 

tarafından kurulan Orta Asya İş Birliği Örgütü’ne (OAİÖ) Ekim 2004’te katılan Rusya24, gelecekte başta Hindistan olmak üzere ilave ülkelerle, bu örgütü daha ön plana 
çıkartmak ve lider olduğu bir organizasyona sahip olmak isteyecektir. 

3. ABD’nin Irak Harekâtı ve Japonya 

a. Genel 

Küresel güç olma isteği duyan devletlerden biri de Japonya’dır. Şu an askerî harcamalar bakımından ABD’den sonra dünya ikincisi olan Japonya; İngiltere ve Fransa’dan 

bile büyük kara kuvvetlerine; ABD, Rusya, Çin ve İngiltere’den sonra en büyük beşinci deniz kuvvetlerine, dünyanın on ikinci büyük hava kuvvetlerine sahiptir25. 

Japonya’nın tekrar (her alanda) güçlenme isteğine karşı en büyük tepki eski düşmanı ve komşusu Çin ve sonra da daha üstü kapalı şekilde Rusya’dan gelmektedir. Bu 

durum ister istemez Japonya’nın genel olarak güç mücadelesinde, (en azından şimdilik) ABD’nin yanında yer almasına yol açmıştır. Bu kapsamda Japon hükümeti, Irak 

Harekâtında ABD’ye, kamuoyundan gelen olumsuz tepkilere26 rağmen asker dâhil her türlü desteği vermiştir. Kendisi de enerji ithal eden bir ülke olmasına rağmen 
Japonya enerji kontrolünün sadece Rusya ya da Çin’de olmasındansa, müttefiki ABD’de olmasını tercih etmektedir. 

 b. Birinci Senaryo: ABD’nin 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan 
Çıkması Durumunda Japonya’nın Muhtemel Tutumu 

ABD’nin bu ani çıkışı şu aşamada petrol fiyat avantajı, ticari gelişim gibi konularda Japonya lehine sonuçlar doğuracak olsa da, Çin’in çok daha fazla lehine bir durum 

oluşturacaktır. En büyük bölgesel rakibinin kendi önüne geçmesi yerine, ekonomik alanda belli bedeller ödemek, Japonya açısından daha cazip bir seçenektir. Ancak yine 

de bu durum gerçekleşirse Japonya, ticari yönden Irak ile ilişkilerini geliştirerek bölgede etkin olmaya çalışacak ve rakipleri kontrolündeki fosil enerji kaynakları yerine, 

yüksek teknolojik imkânları ile kendi kontrolünde olacak alternatif enerji kaynaklarına daha hızlı geçiş için uğraşacaktır. 

 c. İkinci Senaryo: ABD’nin 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkması Durumunda Japonya’nın Muhtemel Tutumu 

Japonya için çok daha cazip görünen bu seçenek gerçekleşirse, Çin bir müddet daha frenlenebilecek, bu süreçte ülke ekonomik gücünün yanında askerî ve siyasi gücünü de 

geliştirme imkânına kavuşacaktır. 
Açıkça beyan etmeseler de Japonlar, orta vadede Çin ve Rusya gibi iki nükleer güce sahip komşusunu sebep göstererek, kitle imha silahlarına sahip olmaya çalışacaktır. 

ABD bu durumda muhtemelen Japonya’nın bu talebini diğer küresel rakiplerini dengelemek adına kabul edecektir. Irak’tan kademeli çıkış esnasında kurulabilecek barış 

gücü yapılanmalarında da, Japonya’yı yine aktif olarak görmek mümkün olacaktır. 

 ç. Üçüncü Senaryo: 2025 Yılı ve Sonrası (ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilemez) Durumunda Japonya’nın 
Muhtemel Tutumu 

Bu durum kısa ve orta vadede Japon menfaatleri ile çelişmemektedir. Ancak uzun vadede birtakım problemler mevcuttur. 
Uzun vadede bu senaryonun sonu ABD’nin baskın olacağı tek kutuplu bir dünya düzenidir, bu durum ise gelecekte çok kutuplu dünyada küresel bir güç olma amacında bir 

ülke için, uygun değildir. Bu durumda 
da Japonya’nın ekonomik gücünü askerî ve siyasi bir güce dönüştürme çabaları devam edecektir. 

3. Sonuç 

Mevcut durum ve öngörülen senaryolar ışığında baktığımızda, geleceğin, Asyalı yeni güç merkezi adayları ile ABD arasında, tek-çok 
kutuplu dünya düzeni mücadelesi şeklinde geçeceğini söylemek, hiç de yanlış olmayacaktır. Uzun vadede bu mücadelede yeni yükselmeye başlayan güçlerin, hâlen zirvede 

olan güçlere göre avantajlı oldukları söylenebilir. Türkiye’nin burada yapması gereken ise uluslararası ilişkileri, güç mücadelelerini futbol takımı taraftarlığı gibi değil 

satranç gibi algılamak ve yürütmektir, aksi takdirde sık sık mat olmak işten bile değildir. 


KAYNAKÇA 

1. ADIBELLİ Barış, “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Merkez-Çevre Denkleminde Tehdit Algılaması Ve Güvenlik Yapılanması”, Stratejik 
Araştırmalar Dergisi, Sarem Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Sayı 3, Şubat 2004. 

2. BRZEZINSKI Zbigniew, Büyük Satranç Tahtası, (Çev. Ertuğrul Dikbaş, Ergun Kocabıyık), İstanbul, Sabah Kitapları, 1998. 

3. HUNTİNGTON Samuel P. Medeniyetler Çatışması, 3. bs., (çev. Mehmet Turhan, Y.Z. Cem Soydemir), İstanbul, Okuyanus Yayınları, 2004. 

4. JOHNSON Chalmers, “America's Empire of Bases”, (Çevrimiçi), http://japanfocus.org/article.asp?id=084, 29 Mayıs 2005. 

5. MCCORMACK Gavan, “Koizumi's Japan in Bush's World: After 9/11”,2004, (Çevrimiçi), 
http://www.japanfocus.org/article.asp?id=162, 29 Mayıs 2005. 

6. MUHTOROV Nurullo, DUBNOV Arkadi, “Çin'siz Fakat Rusya İle Birlikte”, Vremya Novostey, 19 Ekim 2004, (Çevrimiçi), 
http://www.gnkur.tsk/sarem/belgeler/2004/20ekim2004/guncel/makale/diger/cin_rusya.doc, 29 Mayıs 2005. 

7. ÖGÜTÇÜ Mehmet, “China’s Energy Security: Geopolitical Implications for Asia and Beyond”, Fifth Asian Security 
Conference“Asian and Chinese Security Issues in the Decade to 2011”, 26-29 January 2003, (Çevrimiçi), 
http://www.gasandoil.com/ogel/samples/freearticles/article_15.htm, 29 Mayıs 2005. 

8. PRİDEAUX Eric, “Japan's Iraq Conundrum(An Interwiew with Sakai Keiko)”, The Japan Times, Jan. 9, 2005, (Çevrimiçi), 
http://www.japanfocus.org/article.asp?id=196, 29 Mayıs 2005. 

9. THOMPSON Drew, “China's Global Strategy For Energy, Security, And Diplomacy”, (Çevrimiçi), 4/27/2005, 
http://www.asianresearch.org/articles/2581.html, 29 Mayıs 2005. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

18 Samuel P. Huntington, Medeniyetler Çatışması, 3. bs., çev. Mehmet Turhan, Y.Z. Cem Soydemir, İstanbul, Okuyanus Yayınları, 2004, s. 20. 
19 Mehmet Ögütçü, “China’s Energy Security: Geopolitical Implications for Asia and Beyond”, Fifth Asian Security Conference“Asian and Chinese Security Issues in the 

Decade to 2011”, 26-29 January 2003, (Çevrimiçi), 
http://www.gasandoil.com/ogel/samples/freearticles/article_15.htm, 29 Mayıs 2005. 
20 A.e. 
21 Chalmers Johnson, “America's Empire of Bases”, 2004, (Çevrimiçi), 
http://japanfocus.org/article.asp?id=084, 29 Mayıs 2005. 
22 Barış Adıbelli, “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Merkez-Çevre Denkleminde Tehdit Algılaması Ve 
Güvenlik Yapılanması”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Sarem Genelkurmay Askerî Tarih ve 
Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, Ankara, Sayı 3, Şubat 2004, s. 221. 
23 Drew Thompson, “China's Global Strategy For Energy, Security, And Diplomacy”, (Çevrimiçi), 4/27/2005, 
http://www.asianresearch.org/articles/2581.html, 29 Mayıs 2005. 
24 Nurullo Muhtorov, Arkadi Dubnov, “Çin'siz Fakat Rusya İle Birlikte”, Vremya Novostey, 19 Ekim 2004, (Çevrimiçi) 
http://www.gnkur.tsk/sarem/belgeler/2004/20ekim2004/guncel/makale/diger/cin_rusya.doc., 29 Mayıs 2005. 
25 Gavan McCormack, “Koizumi's Japan in Bush's World: After 9/11”,2004, (Çevrimiçi), 
http://www.japanfocus.org/article.asp?id=162, 29 Mayıs 2005. 
26 Eric Prideaux, “Japan's Iraq Conundrum(An Interwiew with Sakai Keiko)”, The Japan Times, Jan. 9, 2005, (Çevrimiçi), http://www.japanfocus.org/article.asp?id=196, 29 Mayıs 2005. 


***

13 Şubat 2018 Salı

Körfez Krizi Üzerine,


Körfez Krizi Üzerine,

Ömer Laçiner, 
(Sayı : 107 - Mart 1998)

Dikkat edilirse, “ Millî Devlet ” lerin teşekkülü sürecinde pekişmiş ulusal-uluslararası, iç-dış sorun (konu) ayrımlarımız, yakın zamanlardan itibaren belirsizleşmeye, bulanıklaşmaya başladı. Çoğu zaman herhangi bir sorunun hangi kategoride ele alınması gerektiğini tespit edemez olduk.

Bu sadece millî devlet bünyeleri içindeki toplumların birbirleriyle ilişkilerinin sıklaşması ile sorunların da içiçeleşmesinin ürünü değil. Aynı zamanda konu/sorunlara yaklaşımda yeni perspektiflerin, kurum ve kuruluşların da devreye girmesinin sonucu.

Önce bu kurum ve kuruluşlardan söz edersek: 2. Dünya Savaşı’na kadar “uluslararası sorun”lar devletler düzeyinde ele alınırken, savaş sonrasında BM ve ardından Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar, GATT türü kurumlar da devreye girdi. 1960’lardan sonra ise çok daha anlamlı bir gelişme oldu. Uluslararası Af Örgütü gibi dolaylı, moral yaptırım gücü giderek artan kuruluşları takiben “fiilî müdahale”ye yönelik “sınır tanımayan” doktorlar, avukatlar, gazeteciler ... gibi dünyanın her köşesindeki sorunu “kendi sorunu” sayan tamamen sivil inisyatifler ortaya çıktı. Önceleri bu girişimlerin başlattığı yoğun eleştirilerle hırpalanan “devletlerin içişlerine karışmama” “ilke”si giderek resmen de hükümsüzleşme yolunda. Örneğin “insan hakları” konusu iç sorun kategorisinden neredeyse çıkmak üzere.

Ekolojik sorunlar bir başka açıdan uluslararası ve üstü kuruluş ihtiyacını ortaya koyarken asıl olarak iç-dış sorun ayrımını ortadan kaldıracak yeni yaklaşımları hızlandırıcı bir rol oynadı.

2. Dünya Savaşı sonrası özellikle ’60’lı ’70’li yıllarda on milyonlarca insanı öteki ülke ve kıtalara yönelten göç ve göçmen hareketi ile 1980 sonrası birçok “azgelişmiş ülke”de başlatılan “ihracata yönelik kalkınma” hamleleri, bu ülkelerdeki yığınla insanı “içeri”den ziyade “dışarı” ile ilgilenir hale getirdi. Göçmen ve sığınmacıların geldikleri ülke toplumuna asimilasyonunu karşılıklı dirençlerle daha da engelleyen yeni toplumsal koşullar her ülkeyi anavatanla canlı ilişkileri olan diasporalara sahip hale getirdi. 1970’lerde Münih’in “Türkiye’nin 68. vilayeti” olduğunu söyleten Almanya’ya göçün benzerleri Avrupa’nın periferisindeki ülkelerin hepsinde de yaşandı. Şimdi hemen tüm Avrupa ülkelerinde, metropol varoşlarında bir dizi Münih teşekkül etmiş durumda. Toplam on milyonu aşan bu insanların sorunları, özellikle hepsinin derece derece marûz kaldığı “yabancı düşmanlığı” neye göre ve kimin iç ya da dış sorunu sayılabilecek?*

Ulusal ve uluslararası sorun ayrımı yapmanın güçleşmesi kadar bizzat bu sorunlarla ilişki kurma tarzı da büyük ölçüde geçersizleşti. Örneğin, eskiden “ulusal sorun” denildiğinde, bütün toplum kesimlerini aşağı yukarı eşit derecede ilgilendiren ve özel olarak bir devlet eylemini gerektiren hayatî bir sorun tarifi yapılırdı. Devletin bu soruna ilişkin eylemini herkesin onaylaması ve desteklemesi istenirdi. “Ulusal sorun”un içeriğini ve ona bağlanan eylemi tartışmak neredeyse tabuya dokunmak anlamına gelirdi. Ancak demokrasinin yerleştiği oranda bu tabu da geçersizleşmekteydi. Ulusal sorunun içeriğine ve ona ilişkin eyleme açıkça karşı çıkmak hattâ eyleme engel olmak, yasal değilse bile meşrû sayılabilir oldu. Öte yandan “ulusal sorun”ları tarif ve “ulusal politika”ları tespit işlevini ele geçirmiş olan devletin çekirdek aygıtlarının bu fiilî ayrıcalığı da sona ermek üzere. Son yıllarda pek çok ülkede bu aygıtların ulusal sorun veya çıkarlar adına giriştikleri bir dizi kirli eylem, ilişki ve yolsuzluğun afişe edilmesi belki “ulusal çıkar” paravanasının bir yana atılmasını sağlamadı ama ulusal sorun, çıkar ve politikaların “tabu” olmaktan çıkmasını, bu ad altındaki her şeyin toplumsal denetim ve eleştiriye açık olması yolunu açtı.

Örneğin Türkiye’de Susurluk skandalı ile -her ne kadar devlet aygıtında gerçek bir temizliğe gidiş mümkün olamadı ise bile- en azından “ulusal sorun”ların altında ne tür pisliklerin yuvalandırılabildiği açıkça gözler önüne serildi. Ayrıca eğer Susurluk’u güvenlik aygıtlarıyla mafya türü örgütlerin “ulusal dava” paravanası altında içiçeleşmeleri boyutundan ele alırsak, benzer olguların pek çok ülkenin yanı sıra ABD ve İngiltere gibi ülkelerde dahi görülebilir hale geldiğini de unutmamalıyız. Bu gibi durumların pek çoğunda güvenlik aygıtları ile mafyalar arasındaki ilişki ve içiçeleşmelerin “ulusal dava” şampiyonluğu yapan milliyetçi-faşist parti ve hareketler üzerinden gerçekleştiğini de görüyoruz.

Bu, bizatihi “ Ulusal Dava/Çıkar ” kavramının tarihsel evrimini tamamlayıp hızla çürümeye ve -bir anlamda- zıddına dönüşmeye başladığının göstergesidir. “Millî devlet”lerle birlikte sloganlaştırılan, kutsallaştırılan ve hattâ onun meşrûiyet kaynağını oluşturan bu kavram, ulus toplumun büyük çoğunluğu aleyhine işleyen ve onu manipüle etmenin ötesinde tehdit eden bir kavrama dönüşmektedir, dönüşmüştür bile.

Devletlerin varoluş nedeni, meşrûiyet kaynağı addedilen işlev ve faaliyetlerinde de -örneğin toplumun kendini savunma ihtiyacına karşılık vermek, bunun için silahlanmak ve savaş gibi- benzer bir durum söz konusudur.

Silahlanma ve savaşın, bırakın yoksul “Üçüncü Dünya” ülkelerini, ABD gibi bir ülke için bile -en azından malî bakımdan- küçük çaplı bir yıkım yarattığının örnekleri var. Şüphesiz, çok daha çarpıcı olan 2. Dünya Savaşı ve ertesinde geliştirilip cephaneliklere doldurulan nükleer, biyolojik ve kimyasal silâhlar. Güya toplumun kendini savunma aracı olan nükleer silâhların, o toplum da dahil tüm dünyayı yaşanmaz hale getirmek potansiyeline birkaç kat fazlasıyla sahip olacak kadar çokça üretilebildiği bir dünyada, bunların “savunma ve korunma” ihtiyacının ürünü olduklarını söylemek ironi bile değildir.

Nükleer silâhların şahsında, yüksek teknolojiye sahip ülke devletlerinin “savunma, korunma ihtiyacının tam tersine, bir tehdit ve imha potansiyeline dönüşmeleri olgusu, biyolojik ve kimyasal silâhlar ile “dört başı mamur” hale geldi. Ama aynı zamanda, görece daha düşük düzeyde teknolojilerle üretimi mümkün o silâhlar küçük ülke devletlerinin de aynı tehdit ve imha “aşaması”na erişmelerini mümkün kıldı. Bugün biraz çabayla en küçük bir devlet, hattâ kararlı, organize bir örgüt bile bu tür silâhları üretebilir, sahip olabilir ve kullanabilir.

Gerçi her devlet, kendi egemenlik alanı içinde kendinden başka bir örgütün bu tür silâhları üretmesini engelleyebilir, bunun için çok sıkı önlemler alabilir. Ama öte yandan kendisi “egemenlik hakkı” ve “içişlerine karışmama” ilkesinin koruyuculuğu altında bu silâhları üretebilir, hattâ kendi halkına karşı kullanabilir. Nitekim Saddam diktatörlüğü Halepçe’de gözünü kırpmadan kullandı bu “hak”kını.

Gerçi BM’nin o silâhların kullanımını yasaklayan “ilke kararları” var ama BM kurumunun “çekirdeği”ni oluşturan “büyük devlet”lerin o silâhların en fazlasına sahip ve durmaksızın da geliştiriyor olmaları karşısında, söz konusu “ilke kararları”nın nasıl bir yaptırım gücü olabilir ki? Şüphesiz, uluslar-devletler arası güç oyunlarında alta düşen veya “şansı yaver gitmeyen” bir ülke devletine biyolojik ve kimyasal silâhlara sahip olmama “cezası” verilebilir ve titizlikle uygulanabilir bu hüküm. Ama eli kolu serbest olan yığınla devlet bu silâhları yarı gizli üretip depolar ve ya komşusuna ya da kendi halkına karşı kullanmaya hazır tutarken o tür yasaklama hükümlerinin ne hükmü olabilir ki?

İlginç sayılması gereken bir “ayrıntı” daha. Malûm, Saddam diktası Halepçe’de kendi halkına karşı kimyasal silâh kullanıp binlerce insanı katlettiğinde sadece “teessüf edildi”. Ama aynı Saddam 1991’de ve bugün o silâhları komşularına özellikle de İsrail’e karşı kullanabileceği ihtimalinden dolayı “cezalandırılıyor”. Yedi yıldır Saddam diktasının o silâhları komşularına karşı kullanamaması için uğraşılıyor. Halepçe olayında seslerini yükseltmeyen “komşular” ve “büyük devlet”lerin, özellikle ABD’nin başını çektiği “dünya kamuoyu” Saddam diktasının bir komşusuna -Kuveyt’e- tecavüzünden sonra harekete geçiyor.

Bu, şu anlama gelmiyor mu: Bir devlet kendi halkıyla sınırlı bir alanda “gerek görürse” her türlü silâhı, aracı kullanabilir. Bu, devlet denilen kurumun, oluşum nedenine aykırı değildir. Çünkü devlet, kendi egemenlik sahasında “yasal” zor, şiddet ve her türlü silâh kullanabilme tekeline, “hak”kına sahip olma temelinde kurulan bir aygıttır. Dolayısıyla kendi egemenlik sahasında hangi silâh ve araçları kullanırsa kullansın, bu onun “doğal bir hak”kını kullanması demektir. Yani ilke olarak eleştirilemez. O hakkını kullandığı için kendisine yaptırım uygulanamaz. Bütün tekeller gibi kendini sınırsızlaştırmaya eğilimli olan devletin zor-şiddet tekeli, kendi egemenlik sahası içinde kendini sınırsızlaştırdığı sürece öteki devletler nezdinde “sorun” değildir.

Sorun “ötekiler”in sahasına el uzatıldığında ya da bu ihtimal beliriverdiğinde ortaya çıkar. Elbette ki, burada da “ilke”nin yanısıra, hattâ ondan çok daha etkili olarak devletin güç düzeyi faktörü devreye girer. Gerçi her devlet başkalarına tecavüz etmeme ilkesi üzerinden “eşit” konumdadır, ama “güçlü devlet”ler güçleri oranında “daha eşit” olduklarından; bu “daha eşit”ler arasında yapılan “arka bahçe” paylaşımlarında kendilerine ayrılan sahanın küçük devletlerine gerektiğinde müdahale edebilirler. Dolayısıyla bu “arka bahçe”ler içindeki küçük devletlerin ahalisi, hem kendi devletlerinin -şimdi tam bir imha potansiyeline sahip hale gelmiş- sözde “koruyucu” zor, silâh kullanma tekelinin, hem de -çok daha kapsamlı bir imha potansiyelini temsil eden- “koruyucu” büyük devletin etekleri altındadır. Bunun, ne zaman patlayacakları belli olmayan iki volkanın altında yaşamaktan ne kadar farkı vardır?

Millî devletler ile birlikte kurulan toplum düzenlerinin ve “uluslararası düzen”in daha önceki dönem düzenleriyle kıyaslanamayacak ölçüde şiddet, yıkım, ölçüm ve dehşet üretmesi, bilim ve teknolojinin kaçınılmaz biçimde silâh ve imha araçlarını geliştirmiş olmasıyla izah edilemez sadece.

Tekel, imtiyaz haline getirilmiş her işlev ve faaliyet, ona bu imkânı veren tarihsel ihtiyaçtan özerkleşmeye hattâ bağımsızlaşmaya ve giderek o ihtiyacın tam zıddı olmaya eğilimlidir. Başlangıçta meşrûiyetini o ihtiyaçtan alan tekel ve imtiyaz daha sonra bizzat kendi içinde kendine özel bir meşrûiyet anlayışı oluşturur ve ona göre davranmaya başlar. Örneğin medya dediğimiz toplumun iletişim, haberleşme, bilgi edinme ihtiyacının vasıtaları, bir tekel, imtiyaz oluşturdukları noktadan itibaren kendi etkinliklerini sınırsızlaştıracak bir meşrûiyet mantığı oluşturmaya başlar ve ona göre davranmaya yönelirler. Bunu yaparken bilgi ve haber akışını manipüle ederek bilgisiz, habersiz kalmaktan çok daha vahim sonuçlara yol açmaktan çekinmeyebilirler.

Devletin ve özel olarak millî devletin en temel meşrûiyet kaynağı toplumun kendini savunma ihtiyacıdır. “Millî devlet”ler bunun en olgun ifadesi olma iddiası üzerine teşekkül etmişlerdir. Toplumun düzenini içte ve özellikle dışa karşı savunma ihtiyacının tam tekeline sahip biçimde kurulan millî devletler, bu savunma tekel ve imtiyazının gerektirdiği “silâhlanma faaliyeti”ni giderek özerk hattâ bağımsız bir işlev, başlıbaşına bir amaca dönüştürmeye yönelmiş ve sonuçta bu tekel, kaynağındaki “toplumun korunması” ihtiyacının tam tersine, bizzat toplum için bir tehdit ve imha tehlikesine dönüşmüştür.

Bu noktaya gelişin başka, hızlandırıcı faktörlerle, örneğin kapitalist üretim tarzıyla, onun işbölümü, metalaştırma ve yabancılaştırma mekanizma ve mantığıyla ilişkisine -gayet önemli olmakla birlikte- burada değinemiyoruz.

Ama şurası apaçıktır ki; bu noktaya gelişle birlikte artık, toplumlar gerek kendi içlerinde gerekse aralarındaki sorunları millî devlet aygıt ve çerçeveleri, kuralları içinde halledebilme imkânının da sonuna gelmiş olurlar. Devlet, millî devlet ile karşılanılacağı varsayılmış ihtiyaçların, onun özellikle zor tekeli vasıtasıyla çözümleyebileceği düşünülmüş sorunların yeni baştan ve yeni toplumsal ve toplumlar arası kurum ve kuruluşlar tasarlama, yaratma perspektifiyle ele alınması çağını başlatmak zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Çünkü her şeyden önce mevcut devletler ve devletler arası düzen, sistem, bir çürüme, varlık nedenlerinin tersine dönüşü ve bunların türettiği bir kurallar karmaşasına, tehlikeli bir kaos sürecine girmiştir.

Son “Irak krizi”nde bu durum yeterince açık biçimde gözlemlenebilir.

1991’de Irak Kuveyt’i işgâl ve ilhak ettiğinde, BM’yi oluşturan uluslararası düzen, kural ve ilkeleri adına onun bu eylemini sonuçsuz kılmak meşrû bir yükümlülüktü. ABD ve “Batı”nın sırf o ülke ve kurallar aşkına değil, malûm “petrol davası” adına harekete geçtikleri elbette doğrudur, ama o ilke ve kurallar dolayımında tüm dünyanın desteğini sağladıkları da ortadadır.

Irak’la savaşın bildik savaşlara benzememesi o zaman da dikkati çekmişti. Irak devleti bir fiske bile vuramadığı bir “savaş”ta, yüzyüze gelemediği bir ordu tarafından perişan edilip yarı yarıya imha edildi. Konvansiyonel silâhlarla yapılacak bir savaşta bilim ve teknolojiyi bizzat üreten bir büyük devletle, o silâhların müşterisi olabilen bir orta çaplı devlet arasındaki müthiş uçurum apaçık biçimde ortaya çıktı. Uçurum o denli büyük ve çarpıcıydı ki; dibinde yatan onbinlerce Iraklı ölü dikkate bile alınmadı.

İkinci ilginç nokta Irak’a dikte ettirilen teslim antlaşmasının koşullarıydı. Irak’a, Kuveyt’i işgâl ve ilhak suçunun bedelinin ödetilmesiyle kalınmadı ve onun orta çaplı bir devlet olarak silâhlı gücünün tam tasfiyesi ve “kökünün kazınması” da kararlaştırıldı. Irak’ın biyolojik ve kimyasal silâh stokları da bu noktada gündeme getirildi. Bu operasyon o denli ciddiye alınmıştı ki, Irak’ın tepesine parçalanma tehdidi anlamına gelen bir Demokles kılıcı da asıldı. Üç parçaya bölündü ve antlaşma koşulları eksiksiz yerine getirilinceye kadar bu durumun süreceği belirtildi. Hattâ o evrede Irak’ın parçalanması ile sonuçlanabilecek bazı girişimlerde bulunuldu, Güney ve Kuzey Irak’ta “bağımsız devlet”ler kurabilecek hareketler kışkırtıldı. Ancak kısa süre sonra vazgeçildi bundan ve “Irak’ın toprak bütünlüğü” garanti edildikten başka, Saddam diktasının devamına da göz yumuldu.

Irak’ı parçalama hesabından, bölgedeki Arap devletlerinin ve Türkiye’nin tepkisinden, Güney Irak’ın Şii halk çoğunluğunun İran’la birleşme ihtimalinden dolayı vazgeçildiği söylenebilir. Ama Irak’ın orta -“bölgesel güç”- büyüklükte bir devlet olarak kalması için gerekli silâhlı güç ve teçhizattan tamamen yoksun kılınması “cezası” asla hafifletilmedi. Hattâ Saddam diktasının Güney ve Kuzey Irak’ta otoritesini yeniden kurma girişimlerine ufak ufak izin verilirken, bu “ceza” infazındaki en küçük ayak sürümeleri bile ağır bombardımanların gerekçesi oldu. Irak’ı bu nedenle iki kez bombalayan ABD, her defasında destekçi devletlerin sayısında ciddi azalmalar olmasına, hattâ bazı büyük devletlerin açıkça karşı çıkmalarına rağmen bombalama kararını uyguladı.

ABD’nin bu kararlılığı ile Irak’ın dize getirilmesinde onunla ittifak etmiş kimi büyük devletlerin şimdi Irak’ın teslim koşullarının yumuşatılması tavrına geçişleri ile ortaya çıkan tutum farkı nasıl açıklanabilir?

Her devletin, özellikle “ Büyük Devlet ” statüsünde olan - Rusya, Fransa, Almanya, Japonya gibi- devletlerin özel çıkar hesapları ve stratejileri arasındaki farklılıklar bunu bir noktaya kadar açıklayabilir. Ama sanırız temelde çok daha önemli bir olgu var.

Bu olguyu kavrayabilmek için yine “Millî Devlet” konusuna başvurmamız gerekecek. “Millî devlet”in kendi egemenlik sahasında zor ve silâh kullanma tekelini tam anlamıyla sağlamak, zor ve silâh kullanmayı sadece devletin bir imtiyazı haline getirip, sahası içinde herkesi silâhsızlandırma eğiliminde olduğunu belirtmiştik. Millî devlet bunu “egemenlik sahası”nı, toplumu şiddet ve zordan arındırma amacı ile meşrû, haklı bir yönelim olarak gösterir.

2. Dünya Savaşı ertesinde BM bu kez devletler arasındaki şiddet ve zor kullanımını önlemek, sınırlamak gibi bir amaçla kuruldu. Ancak millî devlete kendi egemenlik sahası için verilen zor kullanma tekeli, BM’ye verilmiş değildi. Millî devletlerin varoluş nedenlerinin iptali anlamına gelen böylesi bir oluşumun kurucuları millî devletler olan bir platformdan çıkması zaten mümkün değildi. Birleşmiş Milletler bir “ara tedbir”, bir ara evre idi.

Ama bu ara evre boyunca dünyayı kendi egemenlik bölgelerine ayırarak paylaşan büyük devletler, özellikle kendi “arka bahçeleri” saydıkları bölgelerdeki mevcut küçük-orta büyüklükteki sözde bağımsız devletlere tıpkı “millî devlet”lerin zor tekelini kurmalarına benzer biçimde davrandılar. Onları kendi üst tekellerine tâbi birer aparat haline getirdiler. 1945-1990 döneminin “iki bloklu” dünyasının odaklarında bulunan ABD ve SSCB’nin kendi “arka bahçeleri”ndeki devletlere nasıl gereğinde müdahale edip gerçek zor kullanma tekelinin kendilerine ait olduğunu göstermelerinin birçok örneğini gördük.

1990’la birlikte ABD rakipsiz “Süper güç olarak belirdiğinde bu “ Ara Dönem ” de sona erdi. Şu anda ABD’nin süper millî devlet olarak davranmaya yöneldiği bir üçüncü dönem içindeyiz. Süper millî devlet ise millî devletin o söz konusu “şiddet ve silâh kullanma tekeli” kurma mantığının son noktasına götürülmesi olabilecektir. Bu mantığı kaçınılmaz biçimde izlediğinde süper millî devlet, kendi zor kullanma alanlarını korumak isteyecek büyük -millî- devletleri birer engel olarak görmek durumundadır.

ABD’nin, tıpkı millî devletin toplumu şiddetten arındırma gerekçesini kullanması gibi, bu kez de dünyayı şiddetten arındırma gerekçesini kullanarak kendi şahsında şiddet ve silâh kullanma tekeline fiilen tek sahip bir süper “millî devlet” konumuna yerleşme eğilimi, şüphesiz tek tek her devleti ve bilhassa da büyük devletleri tedirgin etmektedir.

“Irak’ı cezalandırma savaşı”nda teşekkül eden ve ABD ile birlikte tüm “büyük devletler”in de katıldığı ittifakın dağılması, “çatlak sesler”in yükselmesi asıl olarak bu nedenledir.

Ve o nedenle de ABD, Irak’ı “uyarma” adı altında, ama asıl o “büyük devlet”lere kararlılığını göstermek için Irak’ı bombalayacaktır.

Irak’ın bombalanma nedeni, onun “bölgesel bir tehdit oluşturduğu” biçiminde meşrûlaştırıldığı zaman, aynı gerekçenin gelecekte bu kez bir büyük devlet için de kullanılabilmesinin yolu açılmış olmayacak mıdır?

Millî devletin, toplum içinde şiddet kullanımını önleyen, kısıtlayan kurum ve pratikleri sönükleştirmek pahasına ve buna yol açan gelişmeleri teşvik ederek kurduğu şiddet-silâh kullanma tekeli, toplumu şiddetten arındırmadığı gibi ayrıca devletler aracılığıyla kullanılan şiddet ve silâhın ölçülemez boyutlara varmasını getirdi. Bu şiddet ve silâh yoğunlaşmasının potansiyel olarak sahip olduğu topluca imha olmamız ihtimali, devletler arasındaki “dehşet dengesi” sayesinde şimdiye kadar gerçekleşmedi. Ama şimdi o imha potansiyelini dizginleyen “dehşet dengesi”ni bertaraf etmeye eğilimli bir “süper millî devlet”in teşekkül süreci içindeyiz. ABD’nin şahsında bu süper millî devletin dünyayı şiddetten arındıracağına inanmak, “millî devlet”in toplumu şiddetten arındıracağına inanmış olmaktan çok daha vahim bir yanılgı olacaktır.

Millî devletin şiddet ve silâhtan arınma değil, tam tersine şiddet ve silâhla imha potansiyeline dönüşmüş olması, süper millî devletin bu potansiyele kat be kat fazlasıyla ve dizgin tanımaksızın sahip olması anlamına gelir ve o sadece bu olabilir.

Kimyasal ve biyolojik silâhların, kolay üretilmeleri nedeniyle bu süper millî devletlere karşı küçük devletlerin, hattâ toplulukların bir savunma aracı olabileceğini söyleyen, düşünen, bunun bir “denge” sağlayabileceğini tasarlayanlar da var. Nitekim biyolojik ve kimyasal silâhların küçük devletlerin yoksul halkların  “ Nükleer Silâhı ” olarak meşrû görülebileceğini iddia edenler de oldu.

Şiddet ve silâhı insanlığın defterinden tamamen silebilme azim ve umudumuz bu kadar mı köreldi ki; şiddet ve silâhı bu denli azmanlaştıran ve topluca imha noktasına getirmesine rağmen, hâlâ “millî devlet”lerin imha potansiyellerinin ne şekilde olursa olsun, “denge”lenmesiyle kurtulmuş olabileceğimizi sanacak kadar zavallılaştık?

ÖMER LAÇİNER

(*) Bu diasporalar konusunun bir diğer çok önemli yönü de onların “anavatan”daki siyasî sorunlara ilgi ve destek düzeyinin yüksekliğidir. “Anavatan”larında azınlık veya “ezilen” statüsünde olanlar ya da anavatanı ciddi bir “ulusal sorun” yaşayan göçmenlerde bu duyarlılık çok daha fazladır. ABD’deki İrlandalıların İRA’ya, çeşitli kıtalara dağılmış Filistinlilerin “Filistin davası”na, Ermeni diasporasının Ermenistan ve Karabağ’a Avrupa’daki Kürtlerin PKK’ya sağladıkları her türden büyük destek hatırlanmalıdır. Yahudi diasporasının İsrail ile ilişkisi ise “İsrail sorunu”nun bir Ortadoğu sorunu mu yoksa dünya ölçeğinde bir sorun mu olduğunu sorduracak kadar sıkıdır. Fundemantalist dinî hareketler de diasporalarda daha hızlı yaygınlaşmakta ve Ana vatandaki aynı nitelikte hareketlere çok ciddi destek ve katkıda bulunmaktadırlar. “Dünya devleti” olmaya gayet yakın iki aday ülkenin, Çin ve Hindistan’ın çeşitli kıtalara yayılmış diasporalarının, bu ülkeler ön plana geçtikçe aktifleşeceklerini şimdiden söyleyebiliriz.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2829/korfez-krizi-uzerine#.WoLh8iXFIdU


***

9 Eylül 2015 Çarşamba

ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI




ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI




6 AĞUSTOS 1945’DE ABD’NİN JAPONYA’DA HİROŞİMA VE NAGASAKİ ŞEHİRLERİNİ ATOM BOMBASI ATARAK COĞRAFYADAN SİLMESİNİ UNUTTURMAYALIM..
Felaket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. Gazi Mustafa Kemâl Atatürk (Nutuk-1927)
 Yetmiş yıl önce bugün 6 Ağustos 1945’te ABD; “Kuralsız Şiddet” olarak nitelendirilen Asimetrik Savaş’ın tipik bir örneğini doğrudan Japon halkı üzerinde uygulayarak Japonya’nın kayıtsız ve şartsız teslim olmasını sağlamıştır.
 Dünyada gerçekleşmiş asimetrik savaş uygulamaları arasına ABD’nin Hiroşima ve Nagasakiye atom bombası atmasını almak ne dereceye kadar doğru diye sorulabilir. Belki de atom bombası kullanılması bugünkü asimetrik savaş ve terör uygulamaları ile tanımlamalara göre uygun değildir.  
Fakat ben bu kanaâtte değilim. Çünkü bu saldırı birbiri ile savaşan iki devletin orduları arasında olmamıştır. Klasik savaş hukukuna uygun olarak bu silah kullanılmamıştır. Zamanlaması, hedefi ve sonuçları beklenilmeyen yer ve zamanda olmuş ve o güne kadar hiç kimsenin görmediği ve ummadığı ölçüde büyük zayiat meydana  gelmiştir.
Hedef doğrudan doğruya muharebe sahasının dışındaki masum sivil halktır. Ölenler ve yaralananların tamamı sivildir. Yıkılan yerler sivil yerleşim merkezleridir. Çünkü hedef sivildir. Burada hedef olarak doğrudan doğruya Japon halkının korkutulup, yıldırılıp, sindirilip, savaşma azim ve iradesinin kırılması suretiyle kayıtsız şartsız teslimi alınmıştır. Bu hedef gerçekleşmiş ve o güne kadar görülmemiş bir silahın kısa süre içinde ortaya çıkardğı müthiş yıkım Japonya’yı dize getirmeye yetmiştir.
Asimetrik savaşta genellikle güçsüz olan taraf asimetrik saldırı uygular. Burada ise tam tersi olmuştur. Hiroşima ve Nagasaki saldırıları, güçlü tarafın uyguladığı asimetrik savaşın en belirgin örneği olarak tarihteki yerini almıştır. Çünkü bu savaşın meydana getirdiği yıkım ve yarattığı şiddetin benzerine bir daha rastlanmamıştır. Şimdi kısaca o günleri hatırlayalım.
 6 Ağustos 1945’de ABD’nın Japonya’ya atom bombası kullanmasının üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen insanlık o günkü vahşetin ve insanlık ayıbının izlerini silememiştir. Belki tamamen yok olan iki şehrin yerine yenileri yapıldı. Ama ne yapılırsa yapılsın ABD’nin yarattığı bu vahşetin izlerini insan beyinlerinden tam olarak silmenin imkanı yoktur. Zaten Japonya yönetimi de bilinçli olarak tam 70 yıldır yeni yetişen nesillere bu acıyı devamlı hatırlatarak unutmamalarını sağlıyor.
 Bu ayıba sadece hava, toprak, su, ateş ve orada o anda buharlaşan masum bedenler şahit oldu. Tanrının yarattığı bu güzellikleri yok edenlerin insan olmasını düşünmek dahi insana acı veriyor. Ne yazık ki insanoğluna bu kötülüğü reva görenler hâlâ dünyayı kana bulamaya devam ediyorlar.
26 Temmuz 1945’de ABD Başkanı Truman, Japonyanın koşulsuz teslim olmasını isteyen Potsdam Deklarasyonu’nu yayınladı. Hiroşima’ya atom bombası atılmadan iki hafta önce, New Mexico Alamogordo’da ABD, atom bombasının ilk denemesini yapmıştı. Japonya ültimatomu reddedince, Truman müttefiklerini de bilgilendirerek nükleer saldırı emrini verdi.
Amerikanın Güney Pasifik’teki Tinian Adası’ndan Albay Paul Tibbets yönetimindeki Enola Gay isimli B-29 uçağı, 6 Ağustos 1945 sabahı “Little Boy” isimli Atom Bombası yükü ile havalandı. 10 000 metreden saat 8.13’te atılan bomba saat 8.15’te Hiroşima’nın 580 metre üzerinde patladı. İlk anda 70.000 insan buharlaştı. Yüksek sıcaklıktan dolayı insanlar asfalta yapıştı. Bir hafta boyunca şehre asit yağdı. İki ay içinde radyasyon sebebiyle 70.000 insan daha hayatını kaybetti. 60.000 kişi de beş yıllık süre içerisinde ölünce Hiroşima’nın bilançosu 200.000 insanın ölümü, onbinlerce insanın da sakat kalması oldu.
Bu katliamdan üç gün sonra 9 Ağustos’ta saat 11:02’de “Fat Man” isimli 21 ton patlayıcının gücüne sahip bomba Nagasaki’yi cehenneme çevirdi. 75.000 kişi anında kavruldu. Bir o kadar kişi de beş yıllık süre içerisinde can verdi.
60 yıl sonra 6 Ağustos 2005 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) Başkanı Muhammed El Baradey, Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atılan atom bombasının yaptığı yıkımın, insan hayatı için nükleer silahların ortadan kaldırılması gerektiğini ispatladığını söylüyordu.
Japonyayı teslim alan bu saldırılardan sonra insanlık 70 yıldır nükleer silahsızlanmadan bahsediyor. Bombayı atan ABD ise kendi deyimiyle savaş açtığı ülkelere demokrasi getirmeye devam ediyor. Ürettiği yeni silahları insanlar üzerinde deniyor ve bunu televizyonlarda göstere göstere yapıyor. Yüksek ısıya sahip mermilerle tankların çelik zırhlarını eritirken, Napalm ile gökten insanlara ateş yağdırarak yakıyor. Ve bu ABD, bütün savaşlarının sebebini saldırdığı ülkelerde “NBC silahları bulundurulması” olarak gösteriyor.
Atom bombası hedefleri seçilirken bombanın etkisini en iyi gösterecek yerler olmasına dikkat edilmişti. Hiroşima nere deyse dümdüz bir şehirdi ve bombanın etkisini azaltabilecek bir pürüze sahip değildi.
Bomba şehrin merkezindeki her yeri ve her şeyi yok etmişti. Ulaşım, haberleşme, yiyecek, içecek… Hiçbir hayat belirtisi yoktu, can çekişen insanların iniltisinden, yaralıların feryatlarından, yakınlarını arayanların çağrılarından başka. Yardım bile istenememişti. Haberleşme hatları kesikti. Bir ay önce ABD’nin napalm bombaları ile yaklarak 100.000 insanı diri diri yaktığı Tokyo durumu tam olarak öğrenemedi. Japon şehirlerine atılan bildirilerde şöyle deniyordu;
“ Bu silahı anayurdunuza karşı henüz kullanmaya başladık. Eğer hâlâ herhangi bir şüpheniz varsa, sadece bir atom bombası düştüğünde Hiroşima’ya ne olduğunu bir öğrenin. Sizden savaşı bitirmek için imparatora başvurmanızı istiyoruz. Başkanımız şerefli bir teslimiyetin 13 şartını sizin için belirledi. Sizi bu şartları kabul etmeye ve yeni, daha iyi ve barışsever bir Japonya kurma işine başlamaya çağırıyoruz. Hemen harekete geçin veya bu bombayı ve diğer üstün silahlarımızı savaşı derhal ve zorla bitirmek için kararlılıkla kullanacağız. Şehirlerinizi hemen boşaltın”
İşte bu vahşi saldırıyı plânlayıp uygulayanların çocuklarının bugün dünyanın dört bir yanında yaptıklarına fazla şaşırmamamız gerekiyor. Özellikle komşularımız  Irak ve Suriye’de yaşanan vahşeti anlamamız için insanların üzerinde atomu fiilen deneyen ABD gerçeğini unutmamamız gerekiyor..

Dr. Tahir Tamer Kumkale
http://kumkale.wordpress.com

..