Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kudüs etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Eylül 2018 Pazartesi

Deniz Bölükbaşı’nın “Irak, Suriye ve Türkiye’ye Etkileri” Konferansı

Deniz Bölükbaşı’nın “Irak, Suriye ve Türkiye’ye Etkileri” Konferansı


Emekli Büyükelçi Deniz Bölükbaşı, Türk Ocakları Ankara Şube’sinin davetlisi olarak Türkiye Kamu-Sen Genel Merkez salonunda “Irak ve Suriye’de Gelişmeler, 
Türkiye Üzerine Etkileri” konulu konferans verdi. Açılış konuşmasını Ankara Türk Ocağı Şube Başkanı Türkan Hacaloğlu’nun yaptığı konferansta Bölükbaşı, 
Irak ve Suriye’deki gelişmeler konusunda aşağıdaki değerlendirmelerde bulundu.


(Fotoğraflar ve konferansı metne aktaran: Hasan Çekiç)
 
Büyükelçi Deniz Bölükbaşı Ankara Türk Ocağı’nın yemeğinde konuşurken
Irak ve Suriye iki komşu ülke, iki sorunlu coğrafya. Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyanın Irak ve Suriye’de yaşanan gelişmelerin Türkiye üzerinde milli güvenlik bakımından arz ettiği tehditlere, tehlikelere ve risklere geçmeden önce, bölgemizin ve yaşananların kısa bir özetini sizlerle paylaşmak istiyorum. Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın belki de en önemli özelliği, bölge ülkelerinin siyasi coğrafyalarının, jeopolitiklerinin yeniden tanzim edilmesi dinamiklerinin harekete geçmesi olmuştur. Irak ve Suriye bu siyasi coğrafya değişikliğinde bugün karşımızda iki ülke olarak durmaktadır. Türkiye, etnik ve mezhep temelinde husumetlerin körüklendiği, ayrılma ve bölünme dinamiklerinin harekete geçtiği, terör örgütlerinin at oynattığı ve her alanda istikrarsızlığın hüküm sürdüğü çok nazik bir coğrafyanın merkezinde bulunmaktadır. Türkiye’nin her iki komşusu Irak ve Suriye’de yaşananlar, bugün Türkiye’yi çok ciddi güvenlik tehdidiyle karşı karşıya bırakmıştır.
Irak ve Suriye’nin iki ortak özelliği
Belki de cumhuriyet tarihimizde ilk kez Türkiye, iki komşu ülkede askeri güç bulundurmakta ve askeri harekât icra etmektedir. Irak’ta kuzeyde PKK’ya karşı yürütülen askeri faaliyetler, ayrıca Başika Eğitim Kampı’ndaki Türk askeri mevcudiyeti ve uzun bir süredir Irak’ta bulunan Türk Özel Birlikleri İrtibat Timleri –ki benim Dışişlerinden emekli olmadan önceki dönemde bunların sayısı 2 bin kadardı şimdi de aşağı yukarı aynıdır diye düşünüyorum- Irak’taki askeri varlığımız ve icra ettiğimiz askeri operasyonlardır. Suriye’ye gelince, malumunuz Fırat Kalkanı harekâtıyla Cerablus-El Bab-Maden Hattında oluşturduğumuz güvenli bölge, son olarak da İdlib’de “çatışmasızlık” Astana Misyonu çerçevesinde icra ettiğimiz askeri faaliyet, Türk Silahlı kuvvetlerinin Suriye’deki mevcudiyetidir. Hiçbir dönemde Türk Silahlı Kuvvetleri iki komşu ülkede askeri harekât yapmamıştır. İlk defa Cumhuriyet tarihinde iki komşu ülkede birden Türk Silahlı Kuvvetleri askeri faaliyet icra etmektedir.
…ve ikinci ortak özellik
Her iki ülkeye de PKK’nın yerleşmiş olmasıdır. Irak’ın kuzeyinde uzun bir süredir bulunan PKK, Kandil ve Kuzey Irak’taki kamplı bölgelerinin dışında bugün güneye de inmiş, Sincar’da Şengal’de önemli bir askeri mevcudiyet bulundurmaktadır. Suriye’ye gelince, PKK’nın Suriye kolu PYD, üç kantonlu, El Cezire, Kobani ve Afrin,  ilerde bağımsız ve otonom bir Kürt yönetim merkezi olacak şekilde, şimdiden yarı bağımsız bir statüde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisine hazırlık sürecinde, Suriye’nin kuzeyine yerleşmiştir. Böylece Türkiye’nin güneyinde bir terör koridoru oluşturulmaya çalışılmaktadır. İkinci ortak özellik PKK’nın mevcudiyeti.
Üçüncü ortak özellik
Irak ve Suriye’ye bakınca her iki ülkedeki Kürt nüfusun, özerklikten bağımsız bir devlet olma yolunda iç dinamiklerinin harekete geçmiş olmasıdır. Irak’ta Barzani’nin geçtiğimiz 25 Eylül’de akil kalan bağımsızlık referandumu. Suriye’de de PYD’nin bu sözde 3 kantonun ilerde bir otonom Kürt Bölgesi’ne dönüşmesi planları.
Dördüncü ortak özellik
PKK’nın Irak ve Suriye üzerinden uluslararası meşruiyet kazanıyor olmasıdır. Bugün PKK, Irak’ta Amerika’nın yakın himayesine ve Barzani’nin doğrudan himayesine mazhar bir siyasi aktör haline gelmiştir. Suriye’de de, PKK’nın Suriye kolu PYD, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin belirlenmesi sürecinde –ki bu, iç savaşın bitmesi sonrası dönemde olacaktır – bir siyasi aktör olarak sahnede yerini alacaktır. Bugün itibariyle PYD ve onun asli kolu olan YPG, ABD’nin IŞİD’e karşı yürüttüğü askeri harekâtlarda koalisyon güçlerinin stratejik ortağı olarak görülmekte ve kara ordusu olarak kullanılmaktadır.
Dördüncü ortak noktaya bakarsak, hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın nüfusunun giderek artıyor olması karşımıza çıkmaktadır. Türkiye bir yandan Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’de PKK terör koridoruyla çevrelenirken aynı zamanda bir Şii koridoruyla da çevrelenmektedir. Hem Irak’ta hem Suriye’de İran’ın artan nüfusuyla.
Beşinci ve altıncı ortak özellik
Belki bunların bir doğal sonucu olarak Türkiye’nin hem Irak’ta hem Suriye’deki etkisi ve nüfusunun giderek aşınıyor, giderek azalıyor olmasıdır.
Altıncı ve belki de en önemli ortak noktalardan biri Irak ve Suriye’de yaşanan çatışma ve savaş ortamından en fazla zarar gören grubun Irak ve Suriye Türkmenleri olmasıdır.
Bu altı ortak noktaya baktığımızda, aslında bunlar bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde bugün ve görülebilir gelecekte sorun alanlarının da bir özetidir.


AKP’nin Bir Türkmen Politikası Yoktur
Bugün bizim Irak ve Suriye ile ilişkilerimizde üç sorun alanından birincisi, PKK’nın mevcudiyeti, o ülkeleri Türkiye’ye karşı bir saldırı cephesi olarak kullanması.
İkincisi, o ülkelerdeki Kürt nüfusun özerklikten bağımsız bir devlet olmaya giden yolda mesafe alıyor olmaları.
Üçüncüsü de hem Irak’taki hem Suriye’deki Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunmasında ilerde çok daha ciddi sıkıntılarla karşılaşacağımız bir sürece gidiyor olmasıdır.
Bugün, her iki ülkedeki Türkmenler de milli kimlik, milli benlik ve milli varlık mücadelesi vermişlerdir ve vermektedirler. Bu mücadeleyi verirken maalesef Türkiye’den bekledikleri ve olması gereken ölçüde yardım ve destek görememişlerdir. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin 15’inci iktidar yılında bir kez daha acı bir şekilde görülmüştür ki AKP’nin bir Türkmen politikası yoktur.
Türk Milliyetçiliği ile Kürt Milliyetçiliğini, Türkçülük ile Kürtçülüğü aynı kefeye koyan bir zihniyetten tutarlı, etkili ve kapsamlı bir Türkmen politikası belirlemesi esasen beklenemeyecektir.

Suriye’nin durumu
Şimdi bu genel resimden sonra Irak ve Suriye’deki son durumu kısaca sizlerle paylaşmak isterim. İsterseniz önce Suriye’den başlayalım. İç savaşın altıncı yılının sonuna yaklaştığımız bu dönemde karşımızdaki tablo şudur: Kürtler PKK’nın Suriye kolu PYD vasıtasıyla kuzeyde ilerde otonom bir bölgeye dönüşecek bir varlık tesis etmişler, buraları sözde kanton ilan etmişler. Geçtiğimiz ay bu üç kantonda da, mahalle ve köy temsilciliği seçimlerini yapmışlar. Önümüzdeki Kasım ayında da Belediye seçimlerini, Ocak 2018’de de yerel parlamento seçimlerini yapma kararlarını almışlardır. Bu PYD, Amerika’nın Suriye’de bugün stratejik ortağıdır. IŞİD’e karşı yürütülen harekâtlarda Amerikan güçleri tarafından kara ordusu olarak kullanılmaktadır. Son olarak Rakka’nın IŞİD’den alınması sürecinde İmralı canisinin büyük boy posterlerinin Rakka sokaklarında sergilenmesi, bu hareketin PKK ile organik bağını hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuş olmasına rağmen, Amerika hala PKK’yı terör örgütü, PYD’yi ise stratejik ortak olarak görmektedir.
Türkiye, Fırat Kalkanı harekâtıyla bu üç kantonun birleştirilip kesintisiz bir koridor olarak Lazkiye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açılmasını önlemiştir. En batıdaki Afrin kantonun Kilis ve Hatay illerimizin hemen dibinde Kobani kantonu ile birleşmesi böylece önlenmiştir. Şimdi, İdlib Çatışmasızlık Astana Mutabakatı uygulama harekâtında Türk Silahlı Kuvvetleri henüz açıklanmamış olsa bile Astana Mutabakatı’na göre rejim güçleri ile muhalif güçlerin çatışmasını önleme misyonu yanı sıra bir vadede Afrin’e karşı da bir harekât icra etmek durumundadır. Bu harekât, doğrudan Afrin’e girme şeklinde olmayabilir. Orada az sayıda da olsa Rus askerleri bulunmaktadır. Türkiye, El Bab, Cerablus, Azez Güvenlik Bölgesini Fırat Kalkanı harekâtıyla oluştururken küçük bir bölüm açık kalmıştır. Tel Rıfat bölümü. O bölgeyi de İdlib askeri harekatında ya Türk silahlı kuvvetleri yahut da Özgür Suriye ordusu kontrol ederse Afrin tamamıyla izole edilmiş olacak ve Lazkiye’nin kuzeyinden Akdenize o koridorun uzanması artık mümkün olamayacaktır.
Suriye Türkmenleri Yeterli Yardım ve Destek Görmediler
Suriye’de, burada tabi Mehmet Şandır’ın yanında Bayır-Bucak Türkmenlerinin Hama, Humus Türkmenlerinin durumu hakkında konuşmak çok zor. Fakat Suriye coğrafyasına baktığınız zaman Türkmenlerin coğrafi olarak dağınık yaşadığı görülmektedir. Lazkiye, Bayır-Bucak, Hama, Humus, Halep, kuzeyde sözde üç PYD kantonundaki Türkler, bir de ortada güney bölgeleri Türkleri. Türkmenler dağınık yaşamakta, Türkmenler birbirinden kopuk yaşamaktadır. Türkmenlerin güvenli bir bölgesi yoktur. Türkmenlerin, Kürtlerin ve diğer grupların olduğu gibi nizami bir savunma güçleri de yoktur. Türkiye ile coğrafi bağları da kopmuştur. Bayır-Bucak Türkmenlerini belki bunun dışında tutmak mümkündür. İç savaşın başladığı günden bu yana yaşanan gelişmelere baktığınızda, Esad Ordusu Türkmenleri vurmuştur, Rus hava bombardımanı Türkmenleri hedef almıştır. İran Hizbullah’ı Türkmenleri vurmuştur. Kuzeyde fiili durum yaratan PKK’nın Suriye kolu PYD ve YPG, Türkmenleri yaşadıkları bölgelerden göçe zorlamış, katliamlar yapmıştır. IŞİD Türkmenleri vurmuştur. Velhasıl Türkmenler, Suriye sahnesindeki tüm aktörlerin mağduru olmuştur. Türkiye’den yeterli desteği, yardımı görmüşler mi?  Bugün Türkmenlerin içinde bulunduğu duruma baktığınız zaman, bunu görmüş olduklarını söylemek mümkün değildir. Bucak Türkmenleri bitme noktasına gelmiştir. Bayır Türkmenleri biraz direnmektedir. Halep Türkmenlerinin bir kısmı göç etmiş bir kısmı İdlib bölgesindedir. Çaresiz, kimsesiz gelecek ümidi örselenmiş bir toplum olarak bir tür varlık savaşı vermektedir. Bu Suriye tablosunun karşımızdaki ana hatları.
Türkiye Neler Yapabilir?
Önümüzdeki dönem bu konularda Türkiye neler yapabilir? Bunu tabi bir ölçüde yaşanan gelişmeler tayin edecek. Ama çok kaba hatlarıyla bazı tespitlerde bulunmam gerekirse, birincisi; Fırat Kalkanı Harekâtı ve İdlib Harekâtıyla Türkiye’nin Suriye topraklarına askeri güçle girmiş olması sadece kuzeydeki terör koridorunun birleşmesini önlemek sonucunu doğurmayacak, aynı zamanda iç savaşın bitmesinden sonraki dönemde, Suriye’nin yeni siyasi mimarisinin oluşması sürecinde Türkiye’nin bir ölçüde söz sahibi olmasını da sağlayacaktır.
İdlib, Afrin kantonunun güneyinde yer alıyor. Afrin’in batısı ve kuzeyi Türk toprakları Türk sınırıdır. Doğusu, Fırat Kalkanı Harekatı ile oluşturduğumuz El Bab, Cerablus ve Mare hattı. Güneyinde de İdlib var. Eğer güneyini biz tutmamış olsaydık, PYD’nin doğru İdlib’e inme ihtimali vardı. İdlib’e inseydi Kobani’yi birleştirmek için Kobani kantonuyla güneyden bir koridor açılabilecekti. Akdeniz kısmına gelince, Lazkiye’nin kuzeyinden de Akdeniz’e uzatabilecekti terör koridorunu. İdlib harekatının bize sağladığı imkan; güneye inmesinin önünü kesmek, bir de doğuda küçük bir cep açık kaldı. Orayı da kapatıp iyice izole etme imkanı da verdi.
Bu neden önemlidir? Bu iki açıdan özel önem taşımaktadır. Birincisi, kuzeydeki PKK uzantısı PYD’nin tıpkı Irak örneğindeki Barzani modelinde, bir özerk bölge ve ileriki bir vadede bu özerk bölgenin bağımsız bir Kürt devletine dönüşmesi imkânını sağlayacak bir anayasal hak elde etmesini, Suriye anayasasında önlemek bakımından önemlidir.  Eğer uluslararası konjonktürün de yardımıyla Türkiye ağırlığını bu konuda ortaya koyabilirse, belki iç savaş sonrası Suriye’nin yeni siyasi yapısının ortaya çıkacağı süreçte, kuzeyde ileride bir bağımsız Kürt devletine dönüşecek bir PYD kanton yapılaşması önlenebilecektir.
Türkiye’nin ağırlığının ikinci önemli sonucu, bu yeni siyasi yapıda Suriye Türkmenlerinin hak ve hukuklarının hükümetçe güvence altına alınacağı, bir anayasal çerçeve çizilmesine yol açacak süreci başlatabilecek olmasıdır. Bugün maalesef Suriye’de Türkmenlerin coğrafi dağılımına, birbirinden kopuk yaşadıkları bölgelere baktığınızda, bağımsız bir Türkmen otonom bölgesi oluşması fiilen pek mümkün görülmemektedir.
Suriye’nin yeni siyasi yapılanması üç unsur üzerinde şekillenecek gibi görünmektedir. Birincisi Beşar Esad ve Nuseyri azınlığın hakim olduğu bölgeler; Lazkiye Hama, Humus, Halep’i de içine alan Suriye’nin batı kesimi.  Kuzeyde, Kürtlerin ağırlıklı olarak etkili olacakları bir Kürt bölgesi. Orta ve güney Suriye’de de Sünnilerin daha etkili olacakları bir bölge. Suriye’nin toprak bütünlüğü korunabilse bile bundan sonra siyasi birliğinin üniter siyasi yapısının korunması güçtür. Türkmen kardeşlerimiz bu üç bölgede dağınık olarak yaşayacaklardır. O bakımdan hak ve hukuklarının eşit vatandaşlık statülerinin, kültürel ve siyasal haklarının, sağlam anayasal teminatlara bağlanması hayati önem taşımaktadır. Bu da Türkiye’nin savaş sonrası siyasi süreçte ne derece etkili olacağına bağlıdır. Fırat Kalkanı harekâtı ve İdlib harekatı bu açıdan, ilerde Türkiye’nin böyle bir rol oynayabilecek konumda olabileceği ümidini bizlerde yaratmaktadır. İnşallah yanılmayız.
Irak’ın durumu
Irak’a gelince; Irak’taki tablo biraz daha karışıktır. Yine Irak’la aramızda üç temel sorun bulunmaktadır. PKK’nın mevcudiyeti, Kürtlerin bağımsız Kürt devleti kurma niyeti ve Irak’lı Türkmen kardeşlerimizin, maalesef yeni Irak Anayasası ile ikinci sınıf vatandaş sayılabilecek bir konuma girmiş olmaları ve ciddi güvenlik sorunlarıyla karşı karşıya bulunmaları temel sorunlardır.
Türkmenler
Türkmenlerden başlayalım. Irak Türkmenleri Irak’ın 2003 Amerika’nın işgali sonrası fiilen üçe bölünmesi sonucu Türkmeneli coğrafyası da parçalanmış ve bölünmüştür. Kuzeyde Barzani’nin otonom bölgesi, Bağdat yönetimi ve ortada da Şiilerin bulunduğu bölge. Irak haritasını gözünüzün önüne getirirseniz Türkmeneli coğrafyasını, Sincar’ın güneyinden Telafer, Musul, Kerkük ve Tuzhurmatu’ya kadar güneye uzatmak mümkündür. Burada saydığım bu bölgelerin özelliği, Amerikan işgali sonrası yeni Irak Anayasası yapıldığında, bu bölgelerin -Telafer  hariç- nihai statüsü belirlenmemiş tartışmalı bölge sayılmış olmalarıdır. Bu bölgelerin özelliği budur. Irak Türkmenleri IŞİD’den çekmiştir, Barzani’den çekmiştir, İbadi’den çekmiştir, Bağdat Hükümetinden çekmiştir… Velhasıl kim gelse Türkmenlere yol vermiştir.
Türkmenlerin Irak’ın kuruluşunda bir özelliği vardı. 1930’da Irak, İngiltere’den bağımsızlığını kazanırken o zamanki Birleşmiş Milletlerin muadili Cemiyeti Akvam’a bir siyasi deklarasyonda bulundu.  Bu deklarasyonda Irak’ın üç aslı unsuru vardır: Araplar, Türkmenler ve Kürtler deniliyordu. Irak, bu şartlarla bağımsız bir devlet oldu. Bunun sonucu, Türkmenlerin çoğunlukta yaşadıkları yerlerde Türkmence, hem resmi dil hem eğitim dili oldu. Ek olarak birçok imtiyaz ve hakları da vardı.
Bugün nedir Türkmenlerin durumu? 2003 Amerikan işgali sonrası, yeni Irak Anayasası hazırlanırken Irak’ın üç asli unsurundan biri olan Türkmenler devre dışı bırakılmıştır. Şimdi Irak’ın iki asli unsuru var; Araplar ve Kürtler. Türkmenler ise Keldanilerle, Asurilerle ve hatta Ermenilerle birlikte folklorik azınlık konumuna itilmiştir anayasa ile. Bu tabi yığınakta yapılan hataların sonucudur. Yani 15 yıl önce yaptığımız bir hatanın sonucudur. 1 Mart 2003 Irak Tezkeresi TBMM tarafından reddedilmesi ve Türkiye’nin Irak’a girememiş olmasının sonucudur.  Eminim ki birçoğunuz 1 Mart Irak Tezkeresine karşıydınız farklı nedenlerle. Duygusal nedenlerle, belirsizlik unsurunun fazla olmasının sizde yarattığı tedirginlikle. Bendeniz o dönemde, Amerikalılarla askeri müzakereleri yürüten, Türkiye’ye getiren ekibin başkanlığını yapmıştım. Tezkere ile bu açıdan da bir gönül bağım olduğu söylenebilir. Ama o gönül bağından bahsetmeyeceğim. 15 yıl sonra bugün Irak tablosunu çizdikten sonra, 15 yıl geriye gidelim ve şimdi oradan bakalım. Eğer Tezkere geçmiş olsaydı bu tablo bugün daha mı iyi olurdu? Daha mı kötü olurdu?
PKK
İkinci konu başlığı PKK’dır. PKK’nın malum Kuzey Irak’ta Barzani’nin himayesinde varlığını her geçen gün güçlendirdiği, Kandil’i ve diğer Kuzey Irak’taki bölgelerin dışına çıkıp bugün Sincar’da mevcudiyetini devam ettirdiği, hatta son durumu bilmemekle birlikte Telafer’de de, Kerkük’te de, Tuzhurmatu’da da PKK unsurlarının bulunduğu bilinmektedir. PKK, Kuzey Irak’ı Türkiye’ye karşı ikinci bir saldırı üssü olarak kullanmakta bu konuda da Barzani’den büyük himaye görmektedir.
Barzani’nin bağımsız devlet kurma niyeti
Bu, 25 Eylül’e kadar çok ciddi bir sorundu. Hatta Türkiye için belki de savaş nedeni sayılabilecek sorundu. Ama 25 Eylül Barzani’nin korsan bağımsızlık referandumu sonrası yaşanan gelişmeler ve ortaya çıkan siyasi denklem ve tablo bu konuda da Türkiye’nin önüne bazı fırsatlar çıkarmıştır.
Birincisi 25 Eylül referandumu sonrası, Barzani bu güne kadar daha doğrusu 2003 yılında Amerikan işgali sonrası dönemde kazandığını zannettiği şeylerin pek çoğunu kaybetme noktasına gelmiş sayılabilir. Bunların arasında çocukluk hayalinin olduğunu söylediği bağımsız Kürt devletinin bir hayal olarak, en azından Barzani’nin kalan ömründe bir hayal olarak kalacağı gerçeğidir.
İkincisi, Kürtlerin Kudüs’ü deme cüretini gösterdiği Kerkük’ü, silah gücüyle zapt edip bağımsız Irak Kürdistan devletinin başkent yapma hayalleri suya düşmüştür.
Üçüncüsü, esasen sonuna geldiğini bildiği siyasi hayatının bundan sonra Kuzey Irak’ta  farklı bir Kürt siyasi yapılanmasıyla tamamıyla sona ereceği gerçeği ile karşı karşıya kalmış olmasıdır.
Yeni siyasî tablo
Barzani’nin siyasi geleceği bizim meselemiz değildir. Ama şimdi gelin bu bağımsızlık referandumu sonrası yaşananları, yani Irak merkezi hükümetinin Türkiye ve İran’la birlikte uygulamaya geçirdiği yaptırımların, aldığı tedbirlerin ve Irak ordusunun Peşmergelere karşı giriştiği askeri harekâtların, sonunda ortaya çıkan yeni siyasi tabloya, yeni parametrelere kısaca bir bakalım. Ki Türkiye’nin önüne bazı imkân ve fırsatlar bu tabloda ortaya çıkacaktır.
Birincisi, 2003’te Amerikan işgali sonrası Irak Anayasası’na göre, kuzeydeki yönetim bölgesinin sınırları Dohuk, Süleymaniye ve Erbil vilayetleri ile sınırlı, 40 bin 400 küsur kilometre karelik bir alandı. Fakat Barzani 2003’ten bu yana, tedricen kontrolü altındaki bölgeleri Türkmeneli coğrafyasına yaymıştır. IŞİD’le mücadele demiştir, Kerkük’e girmiştir. Telafer’in güneyine girmiştir. Tuzhurmatu’ya girmiştir. 2017 yılına geldiğimizde 40 küsur bin kilometre kare olan anayasal yüzölçümü 70 küsur bin kilometrekareye kadar çıkmıştır. Şimdi 25 Eylül referandumu sonrası Irak Hükümetinin aldığı askeri tedbirlerle Barzani, önce 2014 ve yakın gelecekte de 2003 sınırlarına çekilmek zorunda kalacaktır. Yani 30 bin kilometre karelik Türkmeneli coğrafyasından çekilmek zorunda kalacaktır. Bu bölgeler Irak Anayasası’na göre tartışmalı bölgelerdir. Şimdi 25 Eylül referandumu sonrası ortaya çıkan yeni tabloda, bu tartışmalı bölgelerin nihai statüsünün, Barzani’nin silah zoruyla yapmaya çalıştığı Irak’ta yaşayan halkların arzuları doğrultusunda bir çözüme kavuşturulması imkânı doğmuştur. Burada en önemli konuda tarihi Türkmen şehri Kerkük’tür. Kerkük Irak’taki tüm sorunların anasıdır.  Irak’ta bir konuda savaş çıkacak olsa -bu öyle bir savaş olsun ki tüm bölge ülkelerini içine alacak-  bu ancak Kerkük’te çıkar. Kerkük ile ilgili bir ihtilaf böyle bir savaşı tetikler. Barzani bildiğiniz gibi 2003’te Amerikan işgali sonrası, 2003 Nisan’ında hem Musul’a hem Kerkük’e Peşmerge çeteleriyle saldırmış ve yaptığı ilk iş nüfus ve tapu dairelerini basarak o kayıtları yok etmiştir. Kerkük tarihi Türkmen şehridir dedik. Irak Saddam Hüseyin döneminden başlayarak bir Araplaştırma politikasıyla Kerkük’ün demografik yapısı, nüfus yapısı değiştirilmek istenmiştir. Saddam gittikten sonra Amerikan işgalini takip eden dönemde bu sefer Barzani’nin Kürtleştirme politikasıyla nüfus yapısı daha da işin içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Barzani döneminde 2003-2017 döneminde Kerkük’e dışarıdan iskân ettirilen Kürt sayısı yarım milyonu aşmıştır. Kerkük dediğiniz yeri, bir Kerkük vilayete olarak düşünmek lazım. Bir de Kerkük şehir merkezi. Kerkük vilayetindeki nüfusu bugün 1,4 milyon civarındadır. Kerkük vilayetinin genelinde bu Araplaştırma ve Kürtleştirme politikaları sonucu Türkmenler, üçüncü büyük grup haline gelmiştir.  Ama Kerkük şehrinin şehir merkezine baktığınızda Türkmenler yine en kalabalık unsurdur.
Kerkük Bağımsız Federal Bölge Olmalı
Irak Anayasası’nın140. Maddesine dayanarak daha önce şehri terk etmeye zorlananlar yerlerine dönsün, onların yerlerine göç edenler de geldikleri yere gitsin, sonra bir normalleşme süreci, sonra da bir nüfus sayımı yapalım, ondan sonra da nihai statüyü belirleyecek bir referanduma gidilsin mekanizmasının bugün uygulanması kanaatimce çok güçtür.  Bugün yapılması gereken bir kısmi normalleşme süreciyle, yani 2003’ten sonra Kerkük’e göç ettirilen Kürtlerin dönmesi, 2003’ten sonra Kerkük ve mücavir alanlarından bir kısmı Türkiye’ye, bir kısmı Irak’ın güneyine, Şii bölgelerine göçe zorlanan Türkmenlerin yerlerine dönmesi sonrası, üç unsurun, Türkmenlerin, Kürtlerin ve Arapların yönetimde, güvenlikte ve kamu görevlerinde ortak yönetim ve paylaşım esasına dayalı bir formül çerçevesinde, Kerkük’ün bağımsız bir federal bölge olması en uygun nihai çözüm olarak görülmektedir. Ne Bağdat’a bağlı olacaktır ne de Erbil’e bağlı olacaktır. Kuzeydeki Kürt yönetim bölgesi gibi, Kerkük vilayeti ve mücavir alanlarda bağımsız bir federal bölge olacaktır. Türkmenlerin hak ve hukukunun korunması ve güvenliklerinin sağlanması, ancak böyle bir ortak yönetim formülünün hayata geçirilmesi ile mümkün olacaktır. Barzani’nin 25 Eylül referandumunun duvara çarpması Türkiye’nin önüne bu imkânı ve fırsatı  da çıkarmıştır.
Barzani Referandumunun Türkiye’ye Sağladığı İmkanlar
Barzani referandumunun sağladığı faydalardan birincisi, Barzani’nin 2003 sınırlarına dönmesi Türkmeneli coğrafyasından çekilmesi. İkincisi Kerkük’ün nihai statüsünün bu çerçevede çözüme kavuşturulması. Barzani referandumunun sonuçsuz kalmasının Türkiye’ye sağladığı üçüncü imkân, kuzeydeki PKK mevcudiyetinin Irak Hükümetinin, Irak Devleti’nin bir egemenlik sorunu haline dönüştürülüp, PKK ile ortak bir askeri mücadeleye İbadi hükümetini ikna etmektir. Kanaatimce 25 Eylül sonrası Türkiye’nin önüne böyle bir imkân da doğmuştur.
Irak’ın toprak bütünlüğü ve siyasi birliğin kurulması çerçevesinde, kaç bin silahlı terörist olduğu mühim değil, ama Irak’ın bazı bölgelerinde yabancı bir terör unsurunun bulunuyor olması, Irak’ın egemenliğini haleldar edecek bir husus olduğu için, bu konuda Irak Hükümeti ile anlayış birliğine varılması belki de mümkündür. Her şerden bir hayır çıkar. Barzani referandumunun da önümüze çıkardığı imkânlar bunlardır. İnşallah bu imkânları şimdi değerlendiririz 2003’te yaptığımız hatayı yapmayız diyerek sizleri 15 sene geriye götürmek istiyorum.
1 Mart Tezkeresi Kabul Edilseydi Ne Olacaktı?
2003 yılında Türkiye şöyle bir tablo ile karşı karşıyaydı. En önemli müttefikimiz Amerika 11 Eylül’de (9/11) büyük bir terör saldırısına uğramış ve bundan Irak’ı mesul tutuyor. Irak’ı cezalandırmaya karar vermiş. Siz ne yaparsanız yapın bunun önüne geçmeniz mümkün değil! Amerika Irak’ı vuracak, işgal edecek. Bunun sonucu ne olacak? Savaşın tüm olumsuzluklarını Türkiye yaşayacak. Nedir bu olumsuzluklar? Önce insani şeylerden başlayalım. Büyük bir göç dalgası, Türkiye’nin güney sınırlarına Irak’tan gelecek. İkincisi PKK bu kaos ortamından yararlanarak yeniden toparlanacak, güçlenecek. Üçüncüsü, böyle bir savaş sonrası Türkmenlerin ne olacağını bilemiyorsunuz. Dördüncüsü, bu savaşın başta ilan edilmiş tek bir müttefiki var Barzani-Talabani,  Kuzeydeki Kürt bölgesi. Türkiye durup dururken Irak’a girelim diye Meclis’e tezkere sevk etmedi. Amerikalılar, Kuveyt üzerinden güneyden giriyorlar, kuzeyden de Türkiye üzerinden bir cephe açılırsa hem çifte kıskaç içine alınır Saddam, daha az zayiatla, daha kısa sürede Irak harekâtı bitirilir hem de savaş sonrası dönemde Türkiye’nin ne düşündüğünü dikkate alırız dediler ve bir teklifle geldiler. Zaman zaman basında yer aldığı gibi 90 bin Amerikan askeri gelmeyecekti, Türkiye’de kalmayacaktı. Trabzon Limanı’nı istemediler. Bunlar yazıldı çizildi o dönemde. Belli sayıda Amerikan askeri, Türkiye üzerinden Irak’a geçecekti. Biz o zaman dedik ki, peki biz de girersek Irak’a, bunu düşünebiliriz. Bunu Amerika istemedi. Çünkü en büyük müttefiki Barzani idi, Kürtler idi. Onlar, Türklerin girmesini istemediği için Amerika da istemiyordu. Ama kuzeyden ikinci bir cephe açması için Türkiye’nin rızasını almasının ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de oraya girmesi ile mümkün olacağını görünce, teklifi kabul etmek zorunda kaldı. Neydi o zamanki amacımız? Her askeri harekâtın bir siyasi amacı olur, siyasi hedefi olur. Hükümetler Meclisten kuvvet kullanma izni isterler tezkere ile. O izni Meclis verir. Hükümetler de Genelkurmay’a siyasi direktif verir. Siyasi hedefler ve amaçlar şunlardır diye. Ki Genelkurmay güç projeksiyonunu, kuvvet planlamasını, harekât esaslarını o siyasi amaç ve hedeflere göre belirlesin. Neydi bu siyasi amaçlarımız?
Birincisi, terörist başının yakalanmasından sonra, terörist başı tüm silahlı unsurların Türkiye sınırları dışına çıkarılması talimatını verdi ve hepsi Kuzey Irak’a çekildi. Türkiye’de 400-450 civarında silahlı PKK unsuru bulunuyordu. Tümü Kuzey Irak’taydı. Dağılmış vaziyetteydiler. Yeniden toparlanma dönemi geçiriyorlardı. Birinci amacımız buydu: PKK’yı bitirme imkanı doğabilir mi, diye düşündük.
İkinci siyasi amacımız Amerikan askeri müdahalesi sonrası Irak’ta yeni bir siyasi yapı oluşacaktı. Türkiye acaba Irak’a girerek bu yeni siyasi yapıda Iraklı Türkmen kardeşlerimizin hak ve hukukunu, statüsünü teminat altına almada daha etkili olabilir mi, diye düşündük.
Üçüncüsü, Irak’ın yeni anayasasında toprak bütünlüğünün yanı sıra Irak’ın üniter siyasi yapısının da sağlam teminat altına alınması; Barzani’nin bölgesel özerkliği bağımsız Kürt devletine dönüştürme emellerine, Irak anayasasıyla mani olabilir miyiz,  set çekebilir miyiz, diye düşündük.
Bu üç değerlendirme sonunda Meclis’e tezkereyi AKP hükümeti sunma kararı aldı. Ben de henüz Dışişleri Bakanlığı’ndan emekli olmamıştım, Amerikalılarla görüşmeleri yürütme görevi bendenize verildi. Türk heyetinin başkanıydım.
Kabul edilseydi şunlar olacaktı
1 Mart tezkeresi kabul edilseydi ne olacaktı?  Türkiye 31 bin askerle Irak’ın 40 km. içine girecekti. Bu 31 bin asker, 2 tank 1 zırhlı tugayı, Bolu’dan bir dağ komando tugayı, Hakkari Dağ Kumanda Tugayı, onun yanı sıra Akrep Timleri girecekti. 2 bin Özel Kuvvet Bordo Bereliler de, Türkiye girmeden önce girmişti. Dohuk, Erbil ve Süleymaniye bölgesinde irtibat görevi yapıyorlardı. 31 bin Türk askeri de cephenin hemen gerisinde ihtiyat olarak bekleyecekti. Bu takviyeli tugaylar, her türlü teçhizatla donatılmış tank taburları olacaktı. 200 uçaklık hava desteği olacaktı. Batman, Diyarbakır, Mardin, El Hac havaalanında Türk savaş uçakları konuşlanmıştı. Ve biz Saddam Hüseyin güçleriyle ya da Barzani Peşmergeleriyle çatışmak için girmeyecektik oraya. O 40 km alan, bugün PKK’nın bütün kamplarının bütün cephaneliklerinin, eğitim alanlarının, Türkiye’ye giriş yollarının, konaklama yollarının, bütün tesislerinin bulunduğu bölgeyi tutuyordu, 31 bin askerle, bir zırhlı kolordu düzeyinde askerle PKK’yı acaba bitirebilir miydik, PKK’nın beli bir daha doğrulmayacak şekilde bükülmez miydi?  Eğer diyorsanız ki, evet PKK bitirilebilirdi, o zaman 1 Mart’ta tezkereyi reddederek meclis tarih yazmamış, tarihin başka türlü ve Türkiye tarafından yazılması imkânını heba etmiştir sonucuna varmanız gerekecektir.
İkinci siyasi amacımız Türkmenlerin hak ve hukuku. Eğer Türkiye 31 bin askerle oraya girseydi, Irak’ta savaş bittikten sonra –savaş dediğiniz de 3 hafta sürmüştür, kuzeyden cephe açılmamasına rağmen 3 haftada bitmiş, Bağdat düşmüştür- Türkiye, Irak’taki yeni siyasi yapının belirlenmesi için toplanacak konferansın eş başkanlarından biri olacaktı. Bu konuda bir siyasi belgede müzakere etmiştik. O belgede şunlar vardı; Irak’ın 3 asli unsuru vardır, Araplar, Kürtler ve Türkmenler. Irak’ın hiçbir şehri tek bir guruba ait değildir. (Musul ve Kerkük üzerinde Kürt emellerini kesmek için.) Yeni anayasa bu üç kurucu unsurun eşit hak ve çıkarları üzerine bina edilecektir.
Dördüncü bir husus -ki bu askeri mutabakat muhtırasında vardı- eğer herhangi bir grup Irak’ta “Yeşil Hat “ dediğimiz  (Erbil ve Süleymaniye’yi, Kerkük ve Musul’la ayıran hat) hattın güneyine inerse –ki Nisan 2003’de Kürtlerin, Musul ve Kerkük’e inip tapu ve nüfus kayıtlarını yok etme durumu- bölgede bulunan Türk ve Amerikan silahlı kuvvetleri -eğer girmiş olsaydık – müşterek müdahale edecekler ve iki şehri de kontrol altına alacaklardı.
Şimdi 1 Mart tezkeresi kabul edilip Türkiye Irak’a girebilmiş olsaydı Türkmenler bugün olduğu gibi, Kürtler ve Araplar asli kurucu, Türkmenler de Keldani ve Ermenilerle birlikte folklorik azınlık durumuna düşer miydi?
Eğer girebilseydik, Barzani Kerkük’e Kürtlerin Kudüs’ü diyebilir miydi? Peşmergeler silah zoruyla el koymaya cüret edebilir miydi? Bunların hiçbiri olmazdı diyorsanız 1 Mart’ta Meclis, tezkereyi kabul etmemekle hata etmiştir.  Tezkereyi kabul etmemekle tarih yazmamış, tarihin başka türlü yazılması fırsatını heba etmiştir.
Gizli oylamada CHP “hayır” diyeceğini açıklamıştı, AKP de 99 fire verdi. 1 Mart gizli oturumundan önce, şubat ayının sonlarına doğru,  Saddam muhalifleri, Irak’ın Selahaddin kentinde bir araya geldiler. Toplantıya Barzani ve Irak Türkmen Cephesi adına da Cüneyt Mengü katılmıştı. Bu toplantıda Barzani’nin söylediği aynen şudur: “ Merak Etmeyin tezkere geçmeyecek, Türk askeri gelmeyecek, TBMM’de 70 adamım var.” Barzani’nin Meclisteki adamlarını bilmiyorum ama bugün bildiğim bir şey var, son bağımsızlık referandumu sürecinde yaşanan krizde, ne zaman Türkmenlerin hak ve hukuku desek hemen bir Kürt düşmanlığıyla yaftalanıyorduk. Ne zaman tarihi Türkmen şehri Kerkük desek, karşımızda kendi tabirleriyle Kobani milliyetçiliği çıkıyordu.


Irak, Suriye ve Türkiye konferansı: Bükükelçi Deniz Bölükbaşı, Ankara Türk Ocağı Başkanı Türkân Hacaloğlu Hanımefendi’den Ocak tabağını alıyor

http://misak.millidusunce.com/deniz-bolukbasinin-irak-suriye-ve-turkiyeye-etkileri-konferansi-2/

***

2 Aralık 2017 Cumartesi

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 2



ÜLKE ASKER SAYISI Akşam Milliyet 



Basında Arap-İsrail savaşı hakkındaki tarafların iddiaları genellikle ayrı ayrı verilmiştir. İsrail’in Mısır’ı, Mısır’ın da İsrail’i savaşı başlatan taraf olmakla 
suçladığı haberlerde, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan ve Mısır kuvvetlerinin İsrail’e karşı 5 Haziran günü Türkiye saatiyle saat 11.05’te harekete geçtiği, savaşın akşama doğru İsrail birliklerinin lehine geliştiği, Sina Çölü’ndeki İsrail birliklerinin Mısır topraklarına girerek ilerlemeye başladığı belirtilmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

İsrail uçakları Mısır’ın çeşitli bölgeleriyle başkent Kahire’yi bombalarken Arap uçakları da İsrail’in askerî hedeflerine ve petrol bakımından önemli Hayfa’ya 
bomba yağdırmışlardır. Gazze ve Kudüs’te çok şiddetli çarpışmalar olmuştur (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Arapların “Tel Aviv’de buluşalım, intikam saati geldi. 
Savaşın ilk kurşununu İsrail sıktı. 70 İsrail uçağını düşürdük.” sözlerine karşılık İsrail, “Tel Aviv İsrail’indir. Necef’te Mısır kuvvetleri geriliyor. Mısır’ın yaptığı 
ani hücum İsrail’i gafil avlayamadı. 150 Mısır uçağını düşürdük.” diye karşılık veriyordu (Tercüman, 6 Haziran 1967). Mısır silahlı kuvvetleri yayınladıkları bir 
bildiride İsrail kuvvetlerinin saat 9. 00’da Mısır’a karşı karadan ve havadan geniş çaplı bir “tecavüze” giriştiği, Mısır’ın bu tecavüze karşı koymak için harekete 
geçtiğini bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Milliyet gazetesi savaş haberlerini en ayrıntılı veren gazetelerden biridir. Gazete cephe cephe savaşı vermiş, İsrail ve Arap taraflarının görüşlerini de yansıtmıştır. Bir yandan İsrail Başbakanı Eşkol’un “havadaki üstünlüğümüz tartışma kabul etmez.” dediği, hiçbir ülkenin İsrail’i bu defa fiilen desteklemediği, hava çarpışmalarında Mısır, Ürdün ve Suriye hava kuvvetlerine kesin bir darbe indirildiği haberi verilirken; diğer taraftan Mısır Silahlı Kuvvetler Komutanı’nın Mısır kuvvetlerinin İsrail topraklarına girmeye başladığı, İsrail saldırılarının püskürtüldüğü haberleri yer almıştır. 

Savaşı ayrıntılı veren diğer bir gazete olan Akşam gazetesinde savaşın sabah saat 7.30’da İsrail uçaklarının Mısır’a saldırısı ile başladığı, İsrail’de genel 
seferberlik ilan edildiği, Ürdün kuvvetlerinin Kudüs’ün İsrail tarafına ilerlemeye devam ettiği bildirilmiştir. Dikkati çeken bir haber ise, Papa VI. Paul’un Kudüs’ün “açık şehir” ilan edilmesini istemesidir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı, 5 Haziran sabahı Kahire saatiyle sabah 8. 45’te İsrail uçaklarının Mısır havaalanlarına yaptığı “sürpriz” bir baskınla başlamıştır. İsrail, 
Mısır’ın hiç beklemediği ancak, ani bir baskın yapabileceğini bildiği bölgeden değil, Akdeniz üzerinden batıya oradan da güneye ve doğuya yönelmiş ve hava 
alanlarını bombalamıştır (Armaoğlu, 1994: 248-249). Milliyet yazarı Abdi İpekçi’ye göre bu savaş sürpriz değildir. Çünkü savaşın başlayacağı birkaç 
gün önceden kesinlikle bellidir. Bu savaş diplomatik çabalar başarılı olamadığı takdirde “şimdilik zayıf görülmekle birlikte” bir üçüncü dünya savaşına 
dönüşebilir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Benzer bir düşünce Akşam gazetesinde de dile getirilmiştir. “Yorum” köşesinde yayımlanan “Buhrandan Savaşa” başlıklı 
yazıda; savaşı kimin başlattığının gelen haberlerden çıkartmanın imkânının olmadığı, savaşın “Orta Doğu petrolleri ve emperyalist devletlerin çıkarları uğruna çıktığı” belirtilmiş ve bu savaşın üçüncü dünya savaşına dönüşme tehlikesinin her zamankinden çok olduğu ifade edilmiştir (Akşam, 6 Haziran 1967). 

ABD, İngiltere ve Batı Almanya savaşta tarafsız kalacaklarını açıklamalarına rağmen (Akşam, 6 Haziran 1967), Sovyetler Birliği İsrail’i tecavüzle suçlayarak 
askerî harekâtın kayıtsız şartsız durdurulmasını istemiştir. Sovyet Hükûmeti Araplara mutlak destek sağlayacağını da bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 
Bu arada Milliyet gazetesi Akdeniz’deki Amerikan, İngiliz ve Rus askerî gücü hakkında da bilgi vermektedir. Bilgiye bakıldığında Amerikan askerî gücünün 
Sovyetler Birliği ve İngiltere’den daha üstün olduğu görülmektedir. 

Savaşın çıkması üzerine BM Güvenlik Konseyi, 5 Haziran sabahı İsrail ve Mısır delegelerinin isteği üzerine olağanüstü bir toplantı yapmış, ancak bir sonuca 
varılamamıştır (Tercüman, 6 Haziran 1967). Hindistan sunduğu bir teklifte tarafların savaştan önceki sınırlarına dönmelerini istemiş, ancak bazı üyelerin 
savaş öncesi duruma dönülmesine yanaşmadıkları için bir sonuç alınamamıştır. Sovyetler Birliği Hindistan’ın teklifini desteklerken ABD bu konunun bir kenara 
bırakılmasını istemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

2. Savaşın İkinci Günü: Gazeteler 6 Haziran tarihli savaşın ikinci gününü “kanlı savaş: binlerce ölü ve yaralı var” (Tercüman, 7 Haziran 1967) “Süveyş 
kapatıldı” (Zafer, 7 Haziran 1967), “İsrail Gazze’yi ve Kudüs’ü aldı” (Milliyet, 7 Haziran 1967) manşetleriyle okuyucularına duyuruyordu. Savaşta İsrail üstünlüğü ele geçirmiş, Mısır’dan Gazze, El Ariş, Hanyunis ve Bafrafah alınmıştır. El Ariş, Mısır’ın önemli bir hava üssü olmakla birlikte Akdeniz sahilindeki demiryolunun da başlangıç noktasıdır. Gazetelere yansıyan habere göre Mısır, bu gerilemeyi kabul etmemekte ve İsrail’in 30 tankının tahrip edildiğini duyurmaktadır. 

Mısır İsrail saldırılarıyla batacak bir geminin uzun bir süre Süveyş Kanalı’nı kapatabileceği gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı kapatmıştır (Akşam-Milliyet, 7 
Haziran 1967). Ürdün cephesinde ise, Kudüs’te göğüs göğüse süngü savaşlarının devam ettiği, ancak İsrail’in Kudüs’ü ele geçirdiği bildirilmiştir. Ayrıca İsrail 
tarafından Ürdün’den Latron, Cenin ve Kalikilya alınmıştır (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail’in ilerlemesinden Amerika ve İngiltere’nin büyük çapta hava müdahalesini sorumlu tutmuş, Ürdün sözcüsü de, Ürdün üzerinde bir Amerikan 
avcı uçağının düşürüldüğünü söylemiştir. ABD ve İngiltere bu iddiaları kesinlikle reddetmişlerdir (Akşam, 7 Haziran 1967). Basında Mısır’ın bu şekilde 
davranmakla yenilginin sorumluluğunu üzerinden atmak isteyerek “mızıkacılık” yaptığı dile getirilmiştir (Tercüman, 8 Haziran 1967). İngiltere ve Amerika’nın 
savaşta İsrail’i desteklemelerinden dolayı 6 Hazirandan itibaren Irak, Suriye, Cezayir ve Kuveyt bu iki devlete petrol sevkiyatını durdurmuştur. İngiltere 
Başbakanı Harold Wilson, Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Arapların bu tavrını bir şantaj olarak değerlendirmiş ve İngiltere’nin petrol konusunda bu 
şantaja boyun eğmeyeceğini söylemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). 

Savaşın Arapların aleyhine gelişmesi karşısında harekete geçme ihtiyacı hisseden Sovyetler Birliği, 6 Haziran sabahı Kremlin’de bütün Sovyet yöneticilerinin katıldığı üç saat süren olağanüstü bir zirve toplantısı yapmış, toplantı sonrası yayıMlanan bildiride İsrail’in savaşa başladığı sınırlara çekilmesini istemiştir. ABD Dışişleri Bakanı Dean Rush ise; Amerika’nın tarafsızlığının savaşa kayıtsız kalacağı anlamına gelmediğini açıklamış, Fransa eğer bloklar arasında bir savaş çıkarsa Amerika’yı destekleyeceğini bildirmiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu olaylar üzerine BM Güvenlik Konseyi’nde ilk günkü anlaşmazlık ikinci gün giderilmiş, Sovyetler Birliği ile ABD’nin anlaşması üzerine içinde eski mevzilere dönmek şartının olmadığı ateşkes kararı onbeş üye ülke tarafından oy birliğiyle kabul edilmiştir (Hürriyet, 7 Haziran 1967). 

3. Savaşın Üçüncü Günü 

Savaşın üçüncü gününü “İsrail ordusu Süveyş’e ulaştı”, “İsrail ordusu Süveyş’te”, “Süveyş düşüyor” gibi manşetlerle okuyucularına duyuran gazeteler, artık savaş hakkında daha doğru bilgiler almaktadırlar. İncelediğimiz gazetelerin tamamının birbirine çok benzeyen başlık ve içerikleri yayımlaması bu düşüncemizi doğrular mahiyettedir. 

Basında yer alan bilgilere göre Ürdün, BM’nin ateşkes çağrısını kabul ederken Mısır, Irak, Suriye ve İsrail reddetmiştir (Zafer, 8 Haziran 1967). 
İsrail, Sina’da Şarm el Şeyh’i ele geçirerek Akabe Körfezi’ndeki ablukaya son vermiştir. Ürdün’den Kudüs’ü tamamen alan İsrail, Ramallah ve Nablus’u da ele 
geçirmiştir (Hürriyet, 8 Haziran 1967). Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesi üzerine binlerce Arap mallarını bırakıp şehri terk etmiş, Ürdün’ü göre İsrail bu savaşta 
“kadın ve çocuklara da” ateş açmıştır (Tercüman, 8 Haziran 1967). Mısır’da Kahire Radyosunun cephelerde büyük zafer kazanıldığını ileri sürmesine rağmen 
başkentin Asuvan’a nakli düşünülmüş, Tunus savaş uçakları Kahire’ye gelmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

İsrail Genel Kurmay Başkanı Tümgeneral İzak Rabin, Mısır’ın tamamen yenilgiye uğratıldığını, Süveyş Kanalı’na kadar olan geniş bölgenin İsrail’in eline 
geçtiği, Mısır kuvvetlerinin Süveyş Kanalı’nın gerisine çekilmeye çalıştığını bildirmiştir. Kudüs’ün tamamen işgali sonrası buraya gelen İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan, Ağlama Duvarı önünde “ikibin yıllık rüyamız gerçekleşti, buraya döndük, bir daha ayrılmayacağız.” demişti (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaştan İngiltere ve ABD’yi sorumlu tutan Sudan, Mısır, Irak, Suriye, Yemen ve Cezayir’in ardından Lübnan ve Moritanya da 7 Haziranda bu iki devletle 
diplomatik ilişkilerini kesmiştir. Irak, Kuveyt ve Cezayir’den sonra Suudi Arabistan ve Libya da bu devletlere petrol satmama kararı almıştır. ABD Başkanı Johnson, savaşın olası bir petrol buhranına yol açabileceğini dikkate alarak, başlıca Amerikan petrol şirketlerinin temsilcilerini olağanüstü tedbir planları hazırlamak üzere Washington’a çağırmıştır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

BM, 6 Hazirandaki ateşkes çağrısına uyulmaması üzerine bu defa tarafların 7 Haziranda saat 20.00’ye kadar ateşkes yapmalarını isteyen bir kararı kabul 
etmiştir. Türk basınında Mısır’ın yenilmesine rağmen 6 Hazirandaki ateşkesi kabul etmemesi anlamlı bulunmuş, bunda Sovyetlerin yardıma gelebileceği 
beklentisinin etkili olduğu ifade edilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). Başka bir yorumda ise sorunun ateşkesi kabul etmekle bitmeyeceği İsrail’in kabulü, 
mülteciler meselesinin çözümü gibi önemli sorunların çözümlenmesi gerektiği belirtilmiştir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

4. Savaşın Dördüncü Günü 

Mısır’ın BM Güvenlik Konseyi’nin 7 Haziran tarihli ateşkes çağrısını “diğer tarafın da kabul etmesi” şartıyla kabulü üzerine Mısır-İsrail cephesinde ateşkes 
sağlanmıştır. “Arap-İsrail Harbi Durdu” (Hürriyet, 9 Haziran 1967), “Mısır ateşkese evet dedi” (Tercüman, 9 Haziran 1967), “Ateş Kesildi” (Milliyet, 9 
Haziran 1967) başlıklarıyla verilen haberlerde 8 Haziran günü Mısır ile İsrail arasında yapılan savaşta, Mısır’ın, kendisinin ikinci savunma hattına saldıran İsrail ileri harekâtını yer yer durdurduğu, İsrail zırhlı birliğini imha ettiği gibi yazılar yer almıştır. İsrail bu dört günlük savaş boyunca 441 Arap uçağını düşürdüğünü iddia etmiştir (Milliyet, 9 Haziran 1967). Gün boyu devam eden savaşta Mısır’ın ateşkesi kabulü üzerine buradaki savaş 8 Haziran akşamı sona ermiştir. Basında bu olay Mısır’ın “Tel Aviv’de buluşalım” sözlerine İsrail’in “Kahire’de buluşalım” diyerek cevap verdiği şeklinde yorumlanmıştır (Tercüman, 9 Haziran 1967). 

Ürdün cephesinde 7 Haziran saat 22. 00’dan itibaren ateş kesilirken (Akşam, 9 Haziran 1967), Mısır cephesinde de 8 Haziranda ateşkes sağlanmıştır. Mısır’ı 
ateşkese Sovyetler Birliği’nin zorladığı iddia edilmiştir (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Mısır’ın ateşkesi bu defa kabulü basın tarafından Mısır’ın Sovyet 
yardımından ümidini kesmesi olarak algılanmış (Milliyet, 9 Haziran 1967) bu savaşın bir Arap-İsrail savaşından ziyade büyük devletlerin çıkar (Zafer, 9 Haziran 1967) ve silah satma (Akşam, 9 Haziran 1967) savaşı olduğu dile getirilmiştir. Mısır’ın da savaştan çekilmesiyle İsrail’in karşısında şimdi sadece tek cephe olarak Suriye kalmıştır. 

1967 Arap-İsrail savaşı sadece cephelerde ceryan etmemiştir. Medya da bütün gücüyle bu savaşta kullanılmıştır. Araplarla İsrailliler radyo ve televizyonlarında 
savaşı kendi açılarından ele almış, ele geçirdikleri savaş esirlerinin resimlerini kullanmışlardır. Türk basınında da bu resimlere savaş boyunca rastlanmaktadır. 
Arap ve İsrail esirlerinin resimleri, düşürülen uçakların enkazları, savaşta ölenlerin resimleri en fazla kullanılan resimlerdir. Bu arada İsrail istihbaratı da her fırsatı çok iyi değerlendirmiştir. İsrail gizli servisi 6 Haziran sabahı mahalli saatle 04.50’de Mısır Başkanı Nasır ile Ürdün Kralı Hüseyin’in bir telefon konuşması yaptığını tespit etmiştir. Konuşmada yenilginin sorumluluğunun Amerika ve İngiltere müdahalesine bağlama kararı alındığı belirtilmiştir. İsrail bu görüşmeyi düzenlediği basın toplantısında açıklamıştır (Milliyet, 9 Haziran 1967). 

Savaşta yanlışlıkla vurulan hedefler de olmuştur. Nitekim İsrail uçakları 8 Haziranda Sina Yarımadası’nın kuzeyinde bulunan Amerikan Donanması’na ait 
“Liberty” adlı gemiye yanlışlıkla saldırmış, olayda 10 Amerikalı gemici ölürken 75’i de yaralanmıştır. İsrail bu olaydan dolayı ABD’den resmen özür dilemiştir 
(Hürriyet, 9 Haziran 1967). Bu arada Amerika Akdeniz’deki 6. Filosu’nu yakından takip eden Sovyet gemisine kendisini gözetlemekten vaz geçmesi 
ihtarında bulunmuştur (Akşam, 9 Haziran 1967). 

5. Savaşın Beşinci Günü 

Ürdün’ün 7, Mısır’ında 8 Haziranda ateşkesi kabul etmesiyle İsrail, Suriye ile karşı karşıya kalmıştır. Savaşın beşinci ve altıncı günleri Suriye cephesinde 
geçmesine rağmen, gazetelerde bu cepheden ziyade Mısır ile ilgili haberler daha geniş yer almıştır. Milliyet ve Tercüman “Nasır İstifa Etti.” başlığını kullanırken, 
Akşam “Nasır Düşürüldü.” diye başlık atmıştır. Akşam gazetesi bu başlığın altında verdiği haberde Nasır’ın düşürülmediğini, istifa ettiğini yazarak kendi 
kendizi tekzip etmiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziran akşamı radyo ve televizyondan yaptığı konuşmada, “ağır bir yenilgiye uğradıkları”nı ifadeyle “Hükûmet ve ordudaki 
bütün resmî görevlerimi kesinlikle bırakmaya ve halkın saflarına dönerek, görevime onlarla birlikte devam etmeye karar verdim.” diyerek istifasını açıklamıştır (Tercüman, 10 Haziran 1967). Nasır, yenilgideki sorumluluğu üzerine almakla birlikte, yenilmelerine İsrail’e Amerika ve İngiltere’nin yardım etmelerinin sebep olduğunu da belirtmiştir (Milliyet, 10 Haziran 1967). Nasır’ın istifasıyla birlikte Mareşal Amr ve Savunma Bakanı Şemseddin Badran da görevlerinden çekilmiştir. Başkan Nasır’ın istifa haberinden sonra halk sokaklara dökülmüş, Kahire’de “Nasır’ı İstiyoruz. Emperyalizm Kahrolsun!” sloganlarıyla gösteriler yapmışlardır. Gösterilerin ülke geneline yayılması üzerine Nasır, 10 Haziranda istifasını geri almıştır. 

Basında yer alan savaş haberleri arasında Mısır, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Cezayir, Irak, Sudan, Suudi Arabistan, Fas, Libya, Lübnan ve Yemen’den oluşan 
12 Arap devleti ile İsrail arasında yapılan savaşın “84 saat” sürdüğü, ateşkesi Kuveyt ve Cezayir’in kabul etmediği hatta Cezayir’in “Ya zafer ya ölüm!” 
parolasıyla hareket ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 10 Haziran 1967). Cezayir her ne kadar böyle demiş olsa da savaş bitmiş şimdi sıra diplomasi savaşına gelmiştir. 

İsrail’in, Mısır’ın ateşkesi kabul etmesiyle Suriye cephesiyle karşı karşıya kaldığını daha önce belirtmiştik. İsrail masaya oturmadan önce güçlü oturabilmek için planladığı hedeflere ulaşmaya çalışmıştır. 9 Haziran sabahı Suriye cephesinde saldırıya geçen İsrail, akşama doğru bu cephede birçok gedikler açmıştır (Akşam, 10 Haziran 1967). BM üçüncü defa tarafları ateşkese davet etmiştir. 

İsrail’in ateşkesi kabul etmemesi üzerine Sovyetler Birliği, Moskova’da bir komunist zirvesi toplamıştır. Zirveye Sovyetlerin yanı sıra Bulgaristan, 
Macaristan, Doğu Almanya, Polonya ve Yugoslavya Komunist Parti liderleri ile Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksi Kosigin de katılmıştır. Zirve sonucunda İsrail 
birliklerinin Arap topraklarından 1949 sınırına çekilmesi istenmiş, aksi takdirde bazı zorlayıcı tedbirlere başvurabilecekleri ihtarı yapılmıştır (Hürriyet, 10 
Haziran 1967). 

Bu notaya rağmen İsrail, işgal ettiği yerlerde yerleşmeye yönelik hareketler içine girmiştir. İşgal ettiği Kudüs’e vali tayin etmiş, bu vali Kudüs’te bütün dini 
faaliyetlere izin verileceğini açıklamıştır. İsrail Kudüs’teki dini tapınakları tamir etme kararı almış, bu amaçla Kudüs Belediyesi 20 milyon dolar para ayırmıştır 
(Milliyet, 10 Haziran 1967). İsrail Enformasyon Bakanı Galili, İsrail’in savaş alanında kazandığını siyaset alanında kaybetmeyeceğini söylemiştir. Galili 1949 
anlaşmasıyla İsrail’in “katlanmak zorunda kaldığı” “gayri mantıki” bir sınırın ortaya çıktığını şimdi ise bu sınırların kesin bir şekilde tespit edilmesi gerektiğini 
ifade etmiştir. İsrail Eski Başbakanı Ben Gurion’da İsrail’in acil olarak ele geçirdiği Hebron (Halilürrahman) bölgesinde, Şeria nehrinin batı kıyısında, 
Kudüs’te yerleşim yerleri kurulmasını istemiş, bu suretle “Yahudilere ait olan bu topraklardan çıkmamaya kararlı” olduklarının dünyaya gösterilmesi gerektiğini 
söylemiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). İsrail, başta Kudüs olmak üzere işgal ettiği yerlerden çıkmayacağını pek çok kez ifade etmiştir. İsrail’in bu tavrı Arapların iddia ettikleri “İsrail’in emperyalist emeller peşinde koştuğu” iddialarına hak kazandırmaktadır. İsrail’in başka taleplerde de bulunacağı haberleri “uzlaşmanın güç olacağını” göstermektedir (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

Türk basını savaşın beşinci gününde, artık kazananın belli olmasından dolayı savaşın başka boyutlarıyla da ilgilenmeye başlamıştır. Nitekim basına göre bu 
savaş 10 milyar dolara mal olmuş, savaşta 650 uçak, 850 tank tahrip edilmiştir. Savaşta sadece Ürdün’ün insan kaybı 15. 000’den fazladır (Milliyet, 10 Haziran 1967). 

6. Savaşın Altıncı ve Son Günü: 

Basında savaşın son günü yani 10 Haziran ile ilgili haberler İsrail-Suriye savaşı ve Nasır’ın istifasını geri almasıyla ilgilidir. 

İsrail, 10 Haziran sabahı yeniden harekete geçmiş, Kuneytra şehrini ele geçirmiş ve böylece Şam’a yaklaşmıştır (Zafer, 11 Haziran 1967). Şam Radyosuna göre 
İsrail bu savaşta “napalm bombası” kullanmak suretiyle Kuneytra’yı almıştır (Akşam, 11 Haziran 1967). Sovyetler Birliği İsrail’i saldırgan taraf olarak ilan 
etmiş, Araplara karşı saldırıya girişmiş olmakla resmen suçlamıştır. İsrail, BM’nin üçüncü defa yaptığı ateşkes çağrısını kabul ettiğini Türkiye saatiyle 17.00’da 
açıklamış (Milliyet, 11 Haziran 1967), böylece altı gün süren savaş sona ermiştir. 

Savaşın son günü ile ilgili basında yer alan diğer bir haber de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın istifasını geri almasıdır. Nasır, “yalvarma nümayişleri” 
karşısında dayanamamış ve “istifada kararlıydım. Fakat milletin dinleyememezlik edemeyeceğim sesi karşısında görev başında kalmayı kararlaştırdım” diyerek 
istifasını geri almıştır (Milliyet, 11 Haziran 1967). Nasır’ın istifasını geri almasında Sovyet liderlerinin etkili olduğu iddia edilmiştir (Akşam, 12 Haziran 1967). 


7. Savaş Sonrası: 




Türk basınında savaş sonrası değerlendirmeler, İsrail ve Arapların istekleri, BM toplantısı ile ilgili konular yer almıştır. Tebliğimizin konusu “altı gün” savaşları ile sınırlı olduğundan burada Türkiye’nin tutumunun anlaşılmasında faydası olması açısından kısa bir özet verilmiştir. 
Türk basını savaş sonrası yaptığı değerlendirmelerde artık savaşın İsrail tarafından başlatıldığını kesin bir şekilde ifade etmektedir. İsrail’in hedefe 
ulaşmak için “fazla ölü” vermekten çekinmediği, sivil halka ateş açtığı ve napalm bombası kullandığı iddia edilmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Basında 
yer alan haberlerden biri İsrail’in barış şartlarıdır. Buna göre İsrail, Kudüs’ün tamamı, Süveyş’ten serbest geçiş, Akabe Körfezi’nden istifade etme şartlarını 
öne sürecektir (Hürriyet, 12 Haziran 1967). Başka bir habere göre ise İsrail, tüm Araplar tarafından tanınması ve 1949’daki sınırın yeniden gözden geçirilmesi 
taleplerinde bulunacaktır (Milliyet, 12 Haziran 1967). Haberlere göre İsrail’in toprak talebinin olacağı aşikârdır. Nitekim İsrail Başbakanı Eşkol, parlamentoda 
yaptığı bir konuşmada; “hiç kimse eski duruma döneceğimizi sanmasın. Eski duruma dönmeyeceğiz.” ifadeleriyle bu isteği belirtmiştir (Milliyet, 13 Haziran 
1967). Savunma Bakanı Moşe Dayan da İsrail’in Gazze ve Batı Ürdün’den asla çekilmeyeceği, serbest geçiş hakkı verildiği takdirde Süveyş ve Akabe 
Körfezi’nden çekilebileceklerini söylemiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). 

Savaşı kaybeden Arap ülkeleri Sovyetler Birliği’nin yardımıyla masada kazanmak düşüncesindedir. Nitekim Sovyetlerin BM Güvenlik Konseyi’ne 
sunduğu “İsrail saldırısının yerilmesi” teklifi 11 çekimsere karşı 4 oyla reddedilmiştir. “İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri Arap topraklarından derhâl 
ve hiçbir şart ileri sürmeden çekilmesi” teklifi ise bu defa 9 çekimsere karşı 6 oyla reddedilmişti (Milliyet, 15 Haziran 1967). Bunun üzerine Sovyetler Birliği, 
BM Genel Kurulu’nun toplantıya çağrılmasını istedi. 17 Haziranda toplanan BM Genel Kurulu, 5 Temmuz’a kadar 25 toplantı yapmış, hiçbir neticeye varamamakla birlikte mülteciler meselesi ve Kudüs ile ilgili bazı kararlar almıştı. İsrail barış şartları içinde Kudüs’ün bir Musevi şehri olarak kabulünü istiyordu (Zafer, 19 Haziran 1967). İsrail, Kudüs’te bir dizi yeni düzenlemeler yapmış, böylece Kudüs’ü kendi toprağı saymıştı. İsrail’in bu kararı sert tepkilere neden olmuş, Amerika dahi eski Kudüs’ün ilhakını tanımamıştır (Tercüman, 30 Haziran 1967). BM Kudüs’teki yeni düzenlemeleri kabul etmemiştir. 

Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin ile ABD Başkanı Johnson sorunu çözmek amacıyla bir araya gelmişler ancak, sorunu çözmede başarılı olamamışlardır 
(Tercüman, 25-26 Haziran 1967). 

Savaşın kayıpları ile ilgili basında çıkan haberlere baktığımızda; İsrail 679 ölü, 255’i ağır olmak üzere 2563 yaralı vermiştir (Akşam, 13 Haziran 1967). Mısır’ın 
kayıpları resmen açıklanmamakla birlikte Sina yarımadasının ceset dolu olduğu ve bu cesetlerin bir kısmını akbabaların yediği (Hürriyet, 14 Haziran 1967), 10. 
500 esir verdiği, işgal edilen Ürdün topraklarından 130.000 Arabın Doğu’ya göç ettiği belirtilmiştir (Tercüman, 16 Haziran 1967). 

1967 Arap-İsrail savaşı Türk basınında iç siyasi gelişmeler ve Menderes’in mirası haberleri nedeniyle 11 Hazirandan itibaren manşet olma özelliğini 
kaybetmeye başlamıştır. 21 Hazirandan itibaren ise ara sıra manşet olmakla birlikte haberler genellikle kısa bir şekilde yer ayrılmıştır. 

C. Arap-İsrail Savaşı ve Türkiye 

Orta Doğu bunalımının başlaması üzerine Türkiye, sorunun barışçı yollardan çözümlenmesi taraftarı olduğunu 27 Mayıs 1967 tarihinde yaptığı bir açıklamayla belirtmiş, üstü kapalı da olsa Arapları desteklediğini bildirmiştir. 

Türkiye, 5 Haziran sabahı başlayan Arap-İsrail savaşını saat 9.00’da öğrenmiş ve hemen Bakanlar Kurulu olağanüstü toplantıya çağrılmıştır. Bir buçuk saat 
süren toplantı sonrası Başbakan Süleyman Demirel, gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Demirel şöyle konuşmuştur: “Türkiye bir silahlı çatışmanın içinde 
olan bir memleket değil ki tedbirler alsın. Devletlerin vecibelerinin nasıl tayin edildiği bellidir. Türkiye’nin vecibelerinin ne olduğunu da bütün Türkiye efkâr-ı 
umumiyesi bilmektedir. Herkes işine gücüne devam etsin. Orta-Doğu bölgesinde daha önce başlamış olan ihtilaf, bir silahlı çatışma hâline gelmiştir. Ümit ederiz 
ki bu silahlı çatışma, kısa zamanda sulha çevrilebilsin. Hükûmet olayları gayet dikkatle takip ediyor. Tabii ki takibe devam edecektir.” 

Demirel, konunun Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesinin söz konusu olmadığını, muhalefet liderleriyle görüşülmesinin de şu anda düşünülmediğini 
söylemiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Başbakan Demirel’in sözlerine bakıldığında Türkiye’nin savaşı bir sürpriz olarak görmediği, Türkiye’nin 
savaştan etkilenmeyeceği, savaşın kısa sürede barışla sonuçlanacağı düşüncesinde olduğunu görmekteyiz. Hatta Hükûmet’in bu savaşı fazla önemli görmediği gibi bir düşünce içinde olduğunu da sorunun muhalefet ve Millî Güvenlik Kurulu’nda görüşülmesine gerek olmadığı sözlerinden anlayabiliriz. Ancak ilerleyen tarihlerde sorun mecliste ve Millî Güvenlik Kurulu’nda da ele alınacaktır. 

Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil, savaş hakkında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a bilgi vermek için Çankaya Köşkü’ne gitmeden önce gazetecilerle 
görüşmüş, Suriye sınırına askerî yığınak yapılmayacağını, Arapların Türkiye’den bir taleplerinin olmadığını söylemiştir. Çağlayangil, Türkiye’nin savaşa karşı bir 
tedbir alıp almayacağını soran basın mensuplarına “Türkiye’ye bir tecavüz mü var?” sorusuyla karşılık vermiş, bu konuda alınan bir karar olmadığını bildirmiştir. Nato’nun alarma geçeceği hakkındaki haber için de böyle bir durumun olmadığını belirtmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Ayrıca Türkiye’deki üslerin Araplara karşı kullanılmasında herhangi bir “emrivakiyle” karşılaşılmayacağını da ifade etmiştir (Cumhuriyet, 6 Haziran 1967). Çağlayangil, gazetecilerin sorularını cevapladıktan sonra Cumhurbaşkanıyla görüşmek üzere Çankaya Köşkü’ne gitmiştir. 

İhsan Sabri Çağlayangil, aynı gün Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada milletvekillerine Türkiye’nin savaş karşısındaki tutumunu anlatmıştır. Çağlayangil: “Hükûmetimiz birkaç hafta evvel başlayan buhranın silahlı bir çatışmaya müncer olmaması ve ihtilafın diplomasi yolu ile sona erdirtilmesi gayesiyle elinden gelen gayreti sarf etmiş ve bu maksatla ilgili taraflar nezdinde gerekli itidal tavsiyesinde bulunmuştur. Bu gayretimiz 27 Mayıs tarihli Hükûmet açıklamasında belirtilen esaslar çerçevesinde yürütülmüştür. Gerek müttefiklerimizle, gerek komşularımızla bu mesele üzerinde geniş görüş teatisinde bulunulmuştur. Bu buhranın geniş ihtilaflara meydan vermeden kısa bir zamanda yatışacağını ümit ve temenni ediyoruz.” diyerek, buhran hakkında müttefiklerle görüşmeler yapıldığını, durumun yakından ve dikkatle takip edildiğini söylemiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). Dışişleri Bakanı aynı görüşü 6 Haziranda Senato’da yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır. Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil gibi Başbakan Demirel de Cumhurbaşkanı’na bilgi vermek üzere Çağlayangil’den sonra saat 17.00 de Çankaya Köşkü’ne gitmiştir (Hürriyet, 6 Haziran 1967). Bu arada Dışişleri Bakanlığı Orta Doğu’daki Türk vatandaşları nın durumlarının iyi olduğunu ve yakından izlendiğini kamuoyuna bildirmiştir (Milliyet, 6 Haziran 1967). 

Bakanlar Kurulu 6 Haziran gecesi üç saat kırkbeş dakika süren ve gece saat 0. 45’te sona eren bir toplantıyla Orta Doğu savaşını görüşmüştür. Toplantı sonrası 
Hükûmet sözcüsü Seyfi Öztürk gazetecilerin sorularını cevaplamıştır. Seyfi Öztürk, “Türkiye’nin müsaadesi olmadan Amerikan üslerinin asla kullanılamayacağını” tekrarlamış ve “Tutumumuza tarafsızlık denemez, taraflılık da. Barışın tesisi için bütün gücümüzle çalışıyoruz. Gayet vakur, vatanperver bir tutum içindeyiz” demiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu ifadelerle Hükûmet savaş karşısındaki tavrının tarafsızlık olmakla birlikte 27 Mayıstaki bildiride de açıklandığı gibi Araplara yakın olduğunu tekrarlamıştır. 

Orta Doğu’daki savaş Bakanlar Kurulu toplantısının yanı sıra 8 Haziranda Genelkurmay Başkanlığı’nda düzenlenen bir toplantıda da görüşülmüştür. Kara ve Deniz Kuvvetleri Komutanlarının yurt dışında olmalarından dolayı katılamadıkları toplantıda konu ayrıntılı bir şekilde görüşülmüş, Cumhurbaşkanına savaş hakkında bilgi verilmiştir. Toplantıda Türkiye’nin savaş karşısında aldığı ve alması gerekli tedbirler görüşülmüştür (Akşam, 9 Haziran 1967). 

Türkiye’deki siyasi partiler de Orta Doğu’daki savaş karşısında Hükûmetin tarafsızlık politikasını desteklemişlerdir. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü basına 
verdiği bir demeçte, “Orta Doğu’da İsrail’le Arapların barış içinde yaşamaları bizim başlıca dileğimizdir” demekte ve Türkiye’nin “tam bir tarafsızlık” 
göstermekle bölge barışına hizmet edebileceğini belirtmektedir (Akşam, 7 Haziran 1967). Yeni Türkiye Partisi Genel Başkanı İrfan Aksu ile Türkiye 
İşçi Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, Türkiye’nin tarafsız kalmasını desteklediklerini ancak, Türkiye’deki üslerin kullanılamayacağının kesin bir dille 
Amerika ve Nato’ya bildirilmesini istemişlerdir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Millet Meclisi’nde 7 Haziran günü yapılan görüşmede Arap-İsrail savaşı ile Amerika 
ve Sovyetler Birliği’nin bölge üzerindeki tutumları görüşülmüştür. Gündem dışı yapılan konuşmalarda partileri adına konuşan milletvekilleri partilerinin yukarıda 
belirtilen düşüncelerini tekrarlamışlardır (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Savaş hakkında Türkiye’deki tartışmaların odak noktasını ülkedeki üslerin kullandırılmaması konusu teşkil etmektedir. Basında bu konu hakkında pek çok 
haber çıkmış, bazen üslerin kullanıldığına dair “Amerikalılar İncirlik’e paraşütçü indirdi.” gibi (Akşam, 7 Haziran 1967) haberler de yer almıştır. Hükûmet her gün üsler konusunda açıklama yapmak zorunda kalmış, bu haberlerin asılsız olduğunu, üslerin kullandırılmayacağını tekrarlamıştır. Nitekim Çağlayangil, 7 Haziranda Millet Meclisi’nde yapılan gündem dışı konuşmalara 8 Haziranda cevap vermiş, Türkiye’deki üslerin asla kullanılmayacağını belirtmiştir (Akşam, 9 Haziran 1967). Basında üslerle ilgili çıkan bazı yorumlarda Amerika ve Nato’nun bu üsleri kullanamayacağı, çünkü sorunun bir “komunizm” sorunu olmadığı, Amerika’nın Kıbrıs meselesinde Türkiye’ye bunu bahane göstererek yardım edemeyeceğini yazdığı belirtilmiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nda tarafsız kalan Türkiye, savaşın ekonomik boyutundan az da olsa etkilenmiştir. Arap Devletlerinin Batı’ya petrol sevkiyatını durdurması 
karşısında Başbakan Demirel, Türkiye’de akaryakıt sıkıntısının olmayacağını söylemiştir (Tercüman, 7 Haziran 1967). Arapların petrol boykotu hatırlanacağı 
gibi Türkiye’yi kapsamamaktadır. Ancak yinede Arapların petrol boykotuTürkiye-İran boru hattının önemini göstermiştir (Milliyet, 8 Haziran 1967). 

Akaryakıt sıkıntısı çekilmemekle birlikte, ülke genelinde 6 Haziran sabahından itibaren pirinç, un, fasulye gibi bazı gıda maddelerinin fiyatlarında 50 ile 100 
kuruş arasında bir artış olmuştur (Akşam, 7 Haziran 1967). 

Arap-İsrail Savaşı’nın şiddetlenmesi üzerine Dışişleri Bakanlığı, 6 Haziranda Mısır, Ürdün, Irak, Suriye ve İsrail’deki büyükelçilik mensuplarının ailelerinin 
derhâl Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir (Milliyet, 7 Haziran 1967). Bu arada Orta Doğu ülkelerinde bulunan Türk vatandaşları da Türkiye’ye dönmeye 
başlamışlardır. Bunun yanı sıra Orta Doğu’daki bin kadar Amerikan vatandaşı da havayoluyla İstanbul ve Ankara’ya gelmişlerdir (Akşam, 8 Haziran 1967). 

Türkiye savaşın sonucunun belli olması üzerine Orta Doğu bunalımında Araplardan yana olduğunu belirten açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim Dışişleri 
Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin “Kuvvet istimali suretiyle arazi kazancı sağlanması veya pozisyon takviyesi yoluna gidilmesine karşı” olduğunu 10 
Haziranda ilan etmiştir (Akşam, 11 Haziran 1967). Dışişleri Bakanlığı basın sözcüsü yardımcısı Fasuh Celiloğlu da yaptığı açıklamada, bakanın sözlerini 
tekrarlamış ve bu görüşün ilgili devletlerle İsrail’e bildirildiğini söylemiştir (Akşam, 14 Haziran 1967). Sözcü aynı zamanda Akşam gazetesinde çıkan “işgal ettiği yerleri terk etmesi için İsrail’e sert bir nota verdik” haberinin de asılsız olduğunu belirtmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Orta Doğu buhranında barışı savunan Türkiye, bu tavrını Sovyetler Birliği’nin BM Genel Kurulu’nu olağanüstü toplantıya çağıran teklifini de desteklemekle 
göstermiştir (Cumhuriyet, 17 Haziran 1967). İsrail ve Arap delegelerinin Türkiye’yi kendi taraflarına çekmek için yarışa giriştikleri BM Genel Kurulu’nda 
22 Haziranda yaptığı konuşmada Dışişleri Bakanı Çağlayangil, Türkiye’nin zor kullanılarak toprak kazanımlarını kabul etmeyeceğini belirterek, “Genel 
Kurul’un İsrail kuvvetlerinin işgal ettikleri topraklardan geri çekilmesi hususunda ısrar etmesi gerekmektedir “demiştir (Kürkçüoğlu, 1972: 156). Türkiye Genel 
Kurul’daki oylamalarda da Araplardan yana oy kullanmıştır (Olaylarla..., 1987: 536). 

Arap-İsrail savaşında Hükûmetin resmi tarafsızlık politikasına rağmen, üniversite öğrencileri Arapları desteklemiştir. Savaş öncesi daha önce de 
belirttiğimiz gibi üniversite gençliği bir bildiriyle Arapları desteklediğini açıklarken, savaş döneminde de 7 Haziran tarihinde yayınlanan başka bir bildiriyle Türk gençliğinin Arapları desteklediği tekrarlanmıştır (Akşam, 8 Haziran 1967). Savaş sonrası 24 Haziranda bir grup üniversite öğrencisi Amerika’yı protesto için İstanbul Üniversitesi önünde toplanıp oradan Taksim’e yürümüştür. Bu gösteri gazetelerde çok kısa yer almış, Tercüman gazetesi “Amerikan aleyhtarı miting ilgi görmedi” derken (Tercüman, 25 Haziran 1967), Hürriyet“Amerikan aleyhtarı miting hadisesiz geçti.” başlığını kullanmıştır (Hürriyet, 25 Haziran 1967). Bu arada Mısır’ın Ankara Büyükelçisi 13 Haziranda Türk milletine “özellikle Türk öğrenci birliklerine” kendilerine olan desteklerinden dolayı teşekkür etmiştir (Milliyet, 14 Haziran 1967). 

Türkiye’nin buhran boyunca tarafsızlığı ön planda olmakla birlikte Araplardan yana olan tavrı savaş sonrasında da sadece BM’de Arapları desteklemek şeklinde olmamıştır. Türkiye, Arap ülkelerine savaş sonrası Kızılay aracılığıyla yardım malzemesi göndermiştir. İlk önce savaşta en fazla kayba uğrayan Ürdün’e ilaç, gıda ve giyim malzemesini ihtiva eden bol miktarda yardım ulaştırılmıştır. Ürdün’e yapılan bu yardımı Suriye ve Mısır’a yapılan yardımlar izleyecektir (Tercüman, 14 Haziran 1967). 

SONUÇ 

İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı ani bir hava saldırısıyla Mısır uçaklarının çok büyük bir kısmının yerde imhasıyla başlayan 1967 Arap-İsrail savaşı ile ilgili Türk basınındaki haberler savaş öncesi yer yer manşetten verilirken, savaşla birlikte tamamen manşetten verilmeye başlanmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte konu basında önemini yitirmeye başlamış, haberler yine birinci sayfada verilmekle birlikte manşet olma vasfını kaybetmiştir. Savaş basında olduğu gibi aktarılmış, haberlere yorum katılmamıştır. 

Türk basınının savaşa hazırlıksız yakalandığını iddia edebiliriz. Zira 5 Haziran günü savaş başlamış olmasına rağmen gazetelerde yer alan köşe yazılarının 
birçoğunda savaştan bahsedilmemektedir. Yorumlar 6 Hazirandan itibaren başlamış, bu yorumlar genel değerlendirmeler çerçevesinde yapılmıştır. 

Gazetelere bakarak Türk halkının tavrını tespit etmek oldukça zordur. Hükûmetin, siyasi partilerin tavrı belirgin olmakla birlikte, sadece öğrenci 
birliklerinin bildiri yayımlaması savaş sonrası İstanbul’daki miting haricinde halkın tavrını gösterecek bir haber yayınlanmamıştır. Basında sadece, 
Çanakkale’de bir Yahudinin “Kabe’ye giderken elimizi öpeceksiniz.” dediğinin iddiası üzerine çıkan olaylar hakkında bilgi verilmiştir (Zafer, 15 Haziran 1967). 
Hükûmet ve siyasi partiler tarafsızlığı savunmakla birlikte Araplardan yana bir tavır sergilemişlerdir. Bu aslında Araplardan yana bir tavırdan ziyade olması 
gereken bir tavırdır. Sürekli barışı ve sorunun barışçı yollardan çözümlenmesini isteyen Türkiye, savaş döneminde de bir an önce barış yapılması taraftarı olmuştur. 

İsrail’in geniş toprak kazanımlarına karşı çıkarak zorla toprak kazanımını kabul etmemiştir. 

Basında Müslümanlarca da önemli olan Kudüs’le ilgili savaş haberleri dışında başka bir haber yoktur. İsrail’in Kudüs’ü işgali normal bir haber olarak 
yer almıştır, diyebiliriz. Bazı gazetelerde sürmanşet hâlinde verilmesine rağmen başlığın içeriği savaş haberlerinden öteye geçmemiştir. Türk basını daha ziyade iç politik meselelerle ilgilenmiş, “ortanın solu” ve “Menderes’in vasiyeti” mevzuları daha fazla yer bulmuştur. Kudüs ile ilgili yazılan bazı yorumlarda da şehrin tarihî süreci anlatılmış üç din tarafından da kutsal olduğu ifade edilmiştir. İsrail’in Kudüs’ü kendi topraklarına katmasının yanlış olduğu belirtilmiştir (Zafer, 4 Temmuz 1967). 

Sonuç itibarıyla Türk basını, her ne kadar yapılan yayınların “İsrail’i destekler” nitelikte olduğu iddia edilse bile (Zafer, 23 Haziran 1967), 
Hükûmetin tavrına paralel olarak tarafsız bir yayın yapmış, olayları yorumsuz aktarmıştır. 

KAYNAKÇA 

a. Kitaplar 

Arap Büyükelçilerinin Müşterek Tebliği, (1967), İstanbul, Aksiseda Matbaası. 
Arap Mültecileri Meselesi, (1967), Ankara, İsrail Enformasyon Servisi. 
Armaoğlu, Fahir, (1994), Filistin Meselesi ve Arap-İsrail Savaşları (19481988), 3. Baskı, Ankara, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 
Erendil, Muzaffer, (1979), Arap-İsrail Hapleri ve Bu Harplerden Alınacak Dersler, Ankara, Gelenkurmay Basımevi. 
İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 Günü Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Yaptığı Konuşmanın Metni, (1968), Ankara, İsrail 
Enformasyon Servisi. 
Konferans Broşürü, (1975), Ankara, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Harp Tarihî Başkanlığı. 
Kürkçüoğlu, Ömer E., (1972), Türkiye’nin Arap Orta Doğu’suna Karşı 
Politikası (1945-1970), Ankara. 
Olaylarla Türk Dış Politikası, (1987), C. I, Ankara. 
Millî Türk Talebe Birliğinin Bildirisi, (1967), İstanbul. 

b. Gazeteler 
Akşam 
Cumhuriyet 
Hürriyet 
Milliyet 
Tercüman 
Zafer 

http://www.ayk.gov.tr/wp-content/uploads/2015/01/OMURBEKOV-T.-N.-%D0%9E%D0%9C%D0%A3%D0%A0%D0%91%D0%95%D0%9A%D0%9E%D0%92-%D0%A2.-%D0%9D.-%D0%A0%D0%BE%D0%BB-%D1%8C-%D0%B8-%D0%BC%D0%B5%D1%81%D1%82%D0%BE-%D0%B2%D1%8B%D0%B4%D0%B0%D1%8E-%D1%89%D0%B8%D1%85%D1%81%D1%8F-%D0%BB%D0%B8%D1%87%D0%BD%D0%BE%D1%81%D1%82%D0%B5%D0%B9-%D0%B2-%D0%B8%D1%81%D1%82%D0%BE%D1%80%D0%B8%D0%B8-%D0%9A%D1%8B%D1%80%D0%B3%D1%8B%D0%B7%D1%81%D1%82%D0%B0%D0%BD%D0%B0-XIX-%D0%B2..pdf



***

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1

TÜRK BASININDA 1967 ARAP-İSRAİL SAVAŞI BÖLÜM 1




Kenan OLGUN 
TÜRKİYE

ÖZET 

1967 yılında yaşanan Arap-İsrail savaşı “6 Gün” savaşı olarak da anılmaktadır. İsrail’in ani bir hava saldırısı sonucu başlayan savaş, ilk gün Mısır hava 
kuvvetlerinin imhasıyla sonuçlanmış, hava üstünlüğünü ele geçiren İsrail bu avantajını çok iyi kullanmıştır. Bu çalışmada 6 gün süren ve İsrail’in, Mısır, 
Suriye ve Ürdün’e karşı yaptığı savaşta topraklarını birkaç misli genişletmesi ve ayrıca bu savaş neticesinde Kudüs’ün İsrail’in eline geçmesinin Türk kamuoyu 
tarafından nasıl görüldüğü incelenecektir. 

Anahtar Kelimeler: 1967 Arap-İsrail Savaşı, Kudüs, İsrail, Orta Doğu, Mısır,Kenan OLGUN,  



GİRİŞ 

İsrail Devleti’nin kurulduğu 1948 yılından itibaren Orta Doğu’da bir Arapİsrail sorunu başlamış, konumuz olan 1967 yılına kadar bu sorun, 1948 ve 1956 
yıllarında olmak üzere iki defa savaşa dönüşmüştür. İsrail Devleti’nin kurulması sonrası başlangıçta gerilla mücadelesi şeklinde başlayan çatışmalar, gittikçe 
büyüyerek çevredeki Arap devletlerinin savaşa girmesine yol açmış, Araplar bu savaşa birlikte katılmak suretiyle beraberlik göstermişlerdir (Erendil, 1979: 9). 
1956 Süveyş Savaşı’nın Arap-İsrail meselesi ile doğrudan bağlantısı yoktur (Armaoğlu, 1994: 115). Mısır’da General Necip ve arkadaşları bir darbeyle 
1952 yılında Mısır Kralı Faruk’u ülkeden uzaklaştırmışlardır. 1954’te iktidarı ele geçiren Albay Cemal Abdül Nasır İngiltere’nin Süveyş Kanalı’ndan çekilmesini 
istemiştir. 26 Temmuz 1956 tarihinde de Mısır Süveyş Kanalı’nı millîleştirmiştir. 

Kanalın millîleştirilmesi buradaki çıkarlarına ters düşen İngiltere ve Fransa’yı birbirlerine yaklaştırmış, Mısır’a karşı ortak bir harekâta girişmelerine neden 
olmuştur. İsrail, İngiltere ve Fransa’nın Mısır’a karşı başlattığı harekâta paralel olarak 29 Ekim 1956’da harekete geçmiş, beş gün içinde Sina yarımadasının 
büyük bir bölümünü işgal etmiştir. Savaş, Birleşmiş Milletler ve Amerika’nın baskısı üzerine 7 Kasım 1956 tarihinde sona ermiştir. İsrail, görüşmelerden sonra işgal ettiği bölgeleri 6 Mart 1957’den itibaren terk etmiş, bu bölgelere Birleşmiş Milletler barış gücü yerleştirilmiştir (Konferans Broşürü, 1975: 53). 

1956 savaşının gerçek sebebi Fahir Armaoğlu’nun da ifade ettiği gibi “Nasır’ın Arap dünyasının liderliğine oynaması, ‘Pan Arabizm’ veya ‘Arap Milliyetçiliği’ 
politikası ve bu liderliğin ve politikanın Batı’nın bölgedeki çıkarlarına ters düşmesi”dir (Armaoğlu, 1994: 115). 1967 Arap-İsrail Savaşı Araplarla İsrail 
arasındaki üçüncü savaştır. 

A. Savaş Öncesi Durum 

1956 savaşını Birleşik Arap Cumhuriyeti (Mısır) kaybetmişti. Mısır Devlet Başkanı Nasır, bu savaşı İngiltere ve Fransa’nın İsrail’in yanında yer almasından 
dolayı kaybettiklerini düşünüyordu. Oysa İsrail’e yardım yapılmamış olsaydı yenilmesi muhakkaktı. Bu amaçla Nasır, iyice hazırlanmadan ve milletlerarası 
atmosfer müsait hâle gelmeden İsrail’le savaşmamaya dikkat etmiştir (Armaoğlu, 1994: 240). 

1. Savaşın Nedenleri 

1967 Mayısında Orta Doğu’daki kuvvetler dengesi, Arapların lehineydi. Zira İsrail’in yanında yer alan ABD’nin bir Vietnam sorunu vardı. Ayrıca İngiltere ve 
Fransa’nın da silahli desteğini uluslararası şartlar gözönünde bulundurulduğunda İsrail’in elde etmesi zordu (Kürkçüoğlu, 1972: 141). Oysa Sovyetler Birliği, 
1955’ten beri Arapların yanındaydı. Onları devamlı bir surette silahlandırıyor, askerî eğitim için uzman desteği sağlıyordu. Araplar 1967 savaşı öncesi silah ve 
teçhizat bakımından İsrail’den üstün konumda gözüküyorlardı. 

Araplara göre 1967 savaşının sebebi; “İsrail’i çeviren Arap Devletlerinin topraklarına karşı” İsrail tarafından gerçekleştirilen “zalim saldırı ve kışkırtma” 
hareketleriydi. Araplar savaşın en önemli sebeplerinden biri olarak 1948 yılından beri var olan “Arap mülteciler meselesi”ni göstermekteydi. İsrail’in kurulması 
sonrası İsrail topraklarında yaşayan binlerce Filistinli yurtlarını terk etmek zorunda kalmış, çevredeki Arap ülkelerine sığınmıştı. Bu göçmenler Arap Devletlerinden İsrail’e saldırılar düzenlemekteydi. Türkiye’deki Arap Büyükelçilerinin 27 Mayıs 1967 tarihinde yayınladıkları ortak bildiriye göre Filistinlilerin bu saldırıları “Arap ülkesinin iradesinden uzak olarak” gerçekleştirilmekteydi. 

Filistinlilerin “ Gizli olarak teşkilatlanmaları münasebetiyle” de faaliyetlerinin herhangi bir Arap Devleti tarafından kontrol altına alınması imkânsızdı 
(Arap Büyükelçilerinin…, 1967: 3-4). Türk basınında Hürriyet gazetesinde özet (Hürriyet, 28 Mayıs 1967), Zafer gazetesinde ise tam metin olarak yayınlanan 
(Zafer, 2, 3, 4 Haziran 1967) Arap Büyükelçilerinin bildirisinde; Arap Devletlerinin “milliyetçilik ve insanlık açılarından” İsrail’in içinde askerî hedefleri vurmakta ısrar eden bu “komandoların kahramanlığını” takdir etmekten de kendilerini alamadıkları ifade ediliyordu. 

Araplar, mülteciler sorunundan hareketle İsrail’i ortadan kaldırmayı düşünürken, İsrail, mülteciler meselesinin çözümlendiği düşüncesindedir. İsrail 
Enformasyon Servisi tarafından yayımlanan “Arap Mülteciler Meselesi” isimli 29 sayfalık bir kitapçıkta bu sorun “siyasal ve sosyo-iktisadi yönleri olan” bir konu 
olarak iki kısımda ele alınıyordu. İsrail, ülkesinden göç eden mültecilerin geçen süreç içinde yaşadıkları yöreye uyum sağladığı, buradaki insanlarla dinleri ve 
dillerinin bir olduğu, gelenek ve medeniyetlerinin benzediği fikrindeydi. Böylece sorunun sosyo-iktisadi kısmı “kendi kendine” çözümlenmişti. Ancak, sorunun 
siyasi kısmı Arap liderlerinin sorunu “açık tutmaya ve İsrail’e karşı bir silah olarak kullanmaya kararlı gibi” olmalarından dolayı çözümlenememişti. Buna 
rağmen İsrail, “sağduyunun galip geleceğine” inanmaktaydı (Arap Mülteciler..., 1967: 3, 28). 

İsrail’e göre İsrail’in “varolma hakkı”nın zorla reddedildiği 1967 savaşı aslında Orta Doğu’da büyük güçlerin çıkar çatışmalarının bir sonucuydu. İsrail’e 
göre Sovyetler Birliği’nin “tek taraflı politikası” bu savaşa neden olmuştu. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın 19 Haziran 1967 günü Birleşmiş Milletler Genel 
Kurulu’nda yaptığı konuşmaya göre Sovyetler Birliği, 1955 yılından beri Arap Devletlerine, 1000’den fazlası Mısır’a olmak üzere 2000 tank vermişti. 700 
modern jet avcı ve bombardıman uçağının yanı sıra yer füzeleri de temin etmişti. 1961’den beri Sovyet silahları, “Mısır’a İsrail’i fethetmek arzusunda” yardımcı olmuşlardı. Sovyetler İsrail’in niyetleri hakkında Arap Hükûmetleri nezdinde “alarm verici ve ateşleyici” raporlar yaymak suretiyle “tahrikçi” bir rol oynamıştı. Sovyetler Birliği’nin bu tavrı Arap kaynaklarında açıkça anlaşılıyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 21-24). 

2. Savaşa Götüren Gelişmeler 

Türk basınında “Orta-Doğu Buhranı” (Zafer), “Ortaşark Buhranı” (Tercüman) olarak isimlendirilen 1967 Arap-İsrail savaşı, Suriye ile ilgili olan gelişmeler 
sonucunda başlamıştır. 

1967 başından beri Suriye ile İsrail ilişkileri gergindi. İsrail, Filistinli gerillaların Suriye’den topraklarına girdiğini iddia ediyordu. 24 Mart 1967 tarihinde İsrail 
Genekurmay Başkanı İzak Rabin, bu saldırılar devam ettiği takdirde, Suriye’ye karşı harekete geçmenin gerekli olabileceğini söylüyordu. Nitekim iki taraf 
arasındaki gerginlik 7 Nisan 1967’de sınır savaşına dönüşmüş, hava çatışmasında 13 uçak düşmüştü (Hürriyet, 10 Haziran 1967). Bu durum karşısında İsrail Başbakanı Levi Eşkol da 14 Mayısta, Rabin’in sözlerini tekrarlamıştı (Kürkçüoğlu, 1972: 142). 

Türkiye’deki Arap Büyükelçileri de İsrail’in bu iddialarını doğrulamaktaydı. İsrail, Filistin fedailerinin hareket noktası olarak yapacakları veya faaliyetleri 
yolunda geçecekleri Arap ülkelerine saldıracağını açıklamıştı. İsrail’in bu açıklaması Araplara göre “Filistin mültecilerinin yaşadıkları bütün Arap Devletleri 
ile savaşmak istediği” anlamına gelmekteydi. Nitekim İsrail Başbakanı da Şam şehrini işgal edeceğini ilan etmişti. İsrail, Suriye sınırına büyük bir yığınak 
yapmaktaydı. Bu durum karşısında Arap Devletleri, “Suriye’yi savunmak” için birlikte hareket edeceklerini ve “herhangi bir siyonizm tehlikesine karşı” beraber 
olacaklarını ilan ediyorlardı (Arap Mültecileri..., 1967: 4-5). 

Mısır makamları İsrail’in Suriye’ye hücuma hazırlandığını ve böyle bir hücum hâlinde derhâl Suriye’nin yardımına koşmak için İsrail’e karşı harekete 
başlayacaklarını bildirmekteydiler. Doğu Bölgesi Komutanlığı’na atanan General Abdulmuhsin Murteza, birliklerinin “Yahudilere karşı kutsal bir savaş açmaya” 
hazır olduklarını belirtmişti (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). Mısır Devlet Başkanı Nasır, 9 Haziranda yaptığı konuşmada: “Sovyetler Birliği’ndeki dostlarımız geçen ayın başında Moskova’yı ziyaret eden parlamento heyetimizi, Suriye’ye karşı bir taarruz planının mevcudiyeti hususunda ikaz etmişlerdir.” diyerek Sovyetler Birliği’nin Mısır’a, İsrail’in Suriye’ye saldıracağına dair bilgi verdiğini ifade ediyordu. 

İsrail tarafından Sovyetler Birliği, daha öncede ifade edildiği gibi savaşın başlamasında “önemli bir rol oynamakla” itham edilmektedir. İsrail Dışişleri 
Bakanı Eban, BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada Sovyetler Birliği’nin savaşta oynadığı rolü ifade etmiş, Suriye meselesinde Sovyetlerin Mısır’a 
“yanlış” bilgi verdiğini belirtmiştir. Eban, 23 Mayıs tarihli bir TASS bildirisinde; “Knesset’in Dışişleri ve Güvenlik Komitesi 9 Mayısta Kabineye Suriye’ye karşı bir 
harp harekâtı yürütmesi için özel yetkiler vermiştir. Suriye hududuna yığılan İsrail kuvvetleri harp için alarm durumuna geçirilmiştir. Memlekette genel seferberlik ilan edilmiştir” denildiğini ifadeyle “bu hikâyenin” bir tek kelimesinin dahi doğru olmadığını söylemiştir. Eban’a göre bu haberler hikâye olmakla birlikte bunların Arap ülkelerinde yayılması “alevlendirici” bir netice verilmesine neden olabilirdi (İsrail Dışişleri..., 1968: 24). 

İsrail’in Suriye ile ilgili planları hakkında Mısır’a bilgi geldiğine dair Türk basınında da yazılar çıkmıştır. 10 Haziran 1967 tarihli Akşam gazetesinde 
yayınlanan “Nasır’ı kim yanılttı?” yazısında; 13 Mayıs günü Kahire’de Mareşal Amr’ın Suriye Savunma Bakanı Hafız Esat’tan “gizli ve önemli” kaydıyla bir 
mesaj aldığı, mesajda İsrail kuvvetlerinin Suriye sınırının zayıf noktalarında toplanarak yığınak yapmaya başladığının bildirildiği ve alınan tedbirlerin 
sıralandığı belirtiliyordu. Aynı gün Nasır’a Mısır gizli servisi, İsrail’in 16 Mayıs gecesi ani bir saldırıya geçmek için yığınak yaptığını bildirmiştir. Bunun üzerine 
Nasır, “üç gün içinde İsrail’in Suriye’ye yapacağı saldırıya engel olmak ve Arap âleminde kendisine karşı olan itimatsızlığı ortadan silmek.” düşüncesiyle Mısır 
kuvvetlerini harekete geçirmiştir (Akşam, 10 Haziran 1967). Bu arada Irak, İsrail’e karşı herhangi bir Arap harekâtını destekleyeceğini Nasır’a bildirmiştir. Bunun yanı sıra Irak Savunma Bakanı General Şakir Mahmut Şükrü de gazetecilerin sorularına: “1967 yılının Filistin davası için kesin bir yıl olacağına inanıyorum. Irak ordusu şimdi tamamiyle savaş düzenindedir ve Suriye kuvvetlerinin yanı başında çarpışmalara katılmaya hazırdır.” demekle Irak’ın, İsrail’in Suriye’ye saldırması hâlinde Suriye’nin yanında olacağını bir kez daha tekrarlıyordu. 

Mısır, bu bilgilerin ışığında İsrail’e karşı bir askerî harekât yönünde ilk adımı 16 Mayısta attı. Bu tarihte Mısır’da olağanüstü hal ilan edildi ve bütün silahlı 
kuvvetlerin savaşa hazır durumda oldukları açıklandı. Bunu Ürdün, Suriye, Irak ve Kuveyt’te de olağanüstü hal ilanları izledi. 18 Mayısta Nasır, BM Genel 
Sekreteri U-Thant ile görüşerek 1956 savaşından beri Gazze ve Sina’da bulunan BM Barış Gücü’nün geri çekilmesini istedi. Bu istek olumlu karşılanarak BM 
askerleri bölgeden çekilmeye başladı. 19 Mayısta bu kuvvetlerin yerini Mısır askerlerinin alması “durumu birden bire ciddileştirmiş” ve Mısır-İsrail sınırında 
“harp tehlikesine” neden olmuştu (Hürriyet, 20 Mayıs 1967). 

İsrail, BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini, İsrail’in askerî güvenliğine ve hayati deniz hürriyetine karşı meydana gelecek “zarar” nedeniyle kendi fikrinin 
alınmadan yapılmasına karşı çıkmıştı. İsrail BM’nin barışı koruma faaliyetleriyle ilgili tutumunun “bu tecrübeyle sarsıldığı” düşüncesindeydi. İsrail’e göre BM 
askerlerinin çekilmesi “ilk dumanlar ve alevler belirir belirmez ortadan kaybolan itfaiyecilerin durumuna” benzetilmekteydi (İsrail Dışişleri…, 1968: 11-12). İsrail 
BM’nin “barışı koruma “işlevini kaybettiğini düşünürken, Arap Devletleri, BM askerlerinin çekilmesinin nedenini İsrail’in bir saldırısı karşısında bu askerlerin 
“selametini korumak.” olarak belirtiyorlardı (Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 5). 

21 Mayıs 1967 tarihinde Mısır’da bütün ihtiyatlar askere çağrılmış, genel seferberlik ilan edilmişken (Hürriyet, 22 Mayıs 1967) İsrail’de ise kısmi 
seferberlik ilan edilmiştir. Orta Doğu’da durumun iyice gerginleşmesi üzerine ABD Başkanı Johnson, Sovyetler Birliği Başbakanı Aleksandır Kosigin’e gizli 
bir mesaj yollamış, Arap-İsrail anlaşmazlığının kontrolden çıkmasını önlemek için birlikte faaliyet gösterme teklifinde bulunmuştur (Zafer, 22 Mayıs 1967). Bu 
esnada askerî hazırlıklarını sürdüren Mısır, İsrail sınırına asker ve tank yığmaya devam etmiş, Irak, Suriye, Lübnan ve Ürdün ortak hareket için birleşmiştir 
(Tercüman, 23 Mayıs 1967). Mısır kuvvetleri Akabe Körfezi’nin girişinde yer alan stratejik Şarm el Şeyh Bölgesi’ne 21 Mayıstan itibaren yerleşmeye başlamıştır 
(Hürriyet, 23 Mayıs 1967). Mısır’ın bu bölgeye yerleşmesi Akabe Körfezini kontrol etmesi anlamına geliyordu. Zaten Mısır da bir süre sonra bu bölgeye 
yerleşmenin getirdiği avantajla savaşa giden yolda en önemli adımı atacaktı. 

23 Mayısta Mısır, savaşa giden yolda en önemli adım olan Akabe Körfezi’nin girişindeki Tiran Boğazı’nı İsrail gemilerinin geçişine kapattı. Başkan Nasır, 23 
Mayısta Sina’da Mısırlı havacılara hitaben yaptığı konuşmada “bundan böyle bütün İsrail bandıralı veya stratejik madde taşıyan gemilerin Akabe Körfezi’ne 
giriş ve çıkışları yasaklanmıştır.” demişti. Ayrıca “İsrail bizi savaşla tehdit etmek istiyorsa buyursun.” diyerek savaşa hazır olduklarını belirtiyordu. Nasır 
konuşmasında “Şimdi İsrail ile karşı karşıyayız. İsrail, İngiltere ve Fransa olmadan şansını denemek istiyorsa, kendisini bekliyoruz.” demekle de 1956 savaşında İsrail’in yanında olanların bu defa olmadığı ve savaşı kendilerinin kazanacağına emin olduğunu ifade ediyordu (Hürriyet-Zafer, 24 Mayıs 1967). Nasır bu sözleriyle aynı zamanda Araplar açısından İsrail’le savaş için uluslararası ortamın hazır olduğunu da belirmekteydi. 

Araplar Akabe Körfezi’ni “kapalı bir körfez” olarak görmekteydi. Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan’ın karasuları olarak görülen Akabe Körfezi’nin kapatılması, 
Mısır’ın “hükümranlığını teyit etmek” ve “düşman İsrail” gemilerine kapatılmak suretiyle istiklal ve güvenliklerini korumak yolunda alınacak en olağan tedbirdi 
(Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 7-8). Oysa İsrail’e göre abluka, “silah zoruyla konan ve tatbik edilen bir harp hareketi”ydi. Tarihte hiçbir zaman abluka ve barış yanyana varolmamıştı. Abluka bir insanı yavaş yavaş boğarak öldürmekle eş değerde idi. Nitekim İsrail, Mısır’ın bu hareketini “savaş ilanı” kabul ediyordu 
(Tercüman, 24 Mayıs 1967). İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban’ın ifadesiyle “ablukanın tatbik edildiği andan itibaren fiili çatışmalar” başlamıştı. Artık İsrail, 
BM kararlarına uymak zorunda değildi (İsrail Dışişleri..., 1968: 17). 

Mısır Akabe Körfezi’ni kapatmakla İsrail’e gidecek mal ve özellikle petrolün önünü kesmişti. İsrail’in buna tepkisi ise yukarıda belirtildiği gibi İsrail gemilerine yapılacak bir saldırının savaş ilanı sayılacağını bildirmesiydi (Armaoğlu, 1994: 243). Türk basınında “Tehlikeli adım da atıldı.” şeklinde değerlendirilen bu olay, üçüncü dünya savaşına gidişte tehlikeli bir adım olarak görülmekte ve “Vietnem savaşı ile etrafa sıçramayan ateş, buradan mı acaba dünyayı saracak.” denilmekteydi (Tercüman, 25 Mayıs 1967). 

Sovyetler Birliği, 23 Mayısta bir açıklama yaparak bu bunalımda açıkça Arapları desteklediğini bildirmişti. Yapılan açıklamada “mütecavize karşı mukavemette 
bulunacağı” ifade edilmişti (Zafer, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson ise, Orta Doğu ülkelerini barışı bozacak davranışlardan kaçınmaya davet ediyordu. 
BM Genel Sekreteri U-Thant sorunu görüşmek üzere 23-25 Mayıs arasında Mısır’a gitmiş, karatmadan dolayı mum ışığı altında yenen yemekte Nasır, “İlk 
ateşi açan Mısır olmayacaktır.” demişti (Akşam, 10 Haziran 1967). U-Thant bu görüşmelerinde barış yönünde bir gelişme kaydedemiştir. Genel Sekreterin bu 
başarısızlığı savaşa bir adım daha yaklaşılması demekti. 

Orta Doğu buhranında Sovyetler Birliği Arapları desteklerken, Amerika İsrail’i desteklemekteydi (Hürriyet, 25 Mayıs 1967). ABD Başkanı Johnson 
Mısır Devlet Başkanı Nasır’a sert bir nota vererek “icabında zor kullanılacağı”nı bildirmişti. Amerikan 6. filosu Akabe Körfezi’nin açılmasına destek için Girit 
açıklarından Mısır’a hareket etmişti (Tercüman, 28 Mayıs 1967). Amerika’nın bu hareketi Orta Doğu buhranını bir kat daha şiddetlendirmişti (Hürriyet, 23 Mayıs 
1967). Amerikan gemilerinin hareketi üzerine Sovyetler Birliği, Amerika’dan Akdeniz’deki filolarını geri çekmesini istedi. Bu sırada Mısır Savunma Bakanı 
Şemseddin Badran, ani olarak Moskova’ya gitti. Gerginleşen durum karşısında Fransa, harekete geçerek kendilerinin de dâhil olacağı İngiltere, Sovyetler Birliği 
ve ABD’nin katılacağı dörtlü bir konferans önerdi (Hürriyet, 26 Mayıs 1967). Fransa’nın girişimine rağmen sorun Arapları açıkça destekleyen Sovyetler 
Birliği’nin Türkiye’ye bir bildirimde bulunarak boğazlardan 30 Mayıs ile 7 Haziran arasında 10 savaş gemisinin Akdeniz’e geçirileceğini haber vermesiyle 
daha da derinleşmişti (Hürriyet, 30 Mayıs 1967). Amerikan 6. Filosu’na karşı basının tabiriyle “gövde gösterisi” için ilk Sovyet gemisi 31 Mayısta Boğazlardan 
geçmişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Bu esnada İngiltere ise Akdeniz’deki hava ve deniz kuvvetlerini takviye etmişti. 




ABD Başkanı Johnson’un Mısır’a “İsrail ile Mısır sınırdaki yığınaklarını aynı zamanda çekmeli, Barış gücü, nihai karar verilinceye kadar Gazze ve 
Şarm el Şeyh’e geri dönmeli, Mısır, Akabe Körfezi’ndeki deniz ulaşımını hiçbir şekilde sınırlamayacağını resmen bildirmeli, Mısır kuvvetleri Gazze’den 
çekilmeli” şeklindeki isteklerini ihtiva eden teklifleri Nasır tarafından 26 Mayısta reddedilmişti (Tercüman, 27 Mayıs 1967). Nasır, Akabe üzerindeki haklarından 
vazgeçmeyeceklerini belirttiği gibi, “şavaşta gayemiz İsrail’i mahvetmek olacaktır” diyordu (Hürriyet, 27 Mayıs 1967). Türkiye’deki Arap Büyükelçileri 
ortak bir dildiri yayınlayarak Orta Doğu’daki buhrana İsrail’in sebep olduğu ve bu bildiriyle buhranın içyüzünün açıklanacağını ilan ediyorlardı (Hürriyet, 28 
Mayıs 1967: Arap Büyükelçilerinin..., 1967: 3). 

Orta Doğu’da savaş atmosferinin hızla yoğunlaştığı sırada Mısır Millet Meclis 29 Mayısta, Başkan Nasır’a oy birliğiyle olağanüstü yetkiler verilmesini kabul 
etti (Tercüman, 30 Mayıs 1967). Nasır bunun üzerine yaptığı konuşmada “eğer Batılı ülkeler haklarımızı çiğnemeye çalışırlarsa bize saygı göstermeyi onlara 
öğreteceğiz” demişti (Tercüman, 31 Mayıs 1967). Nasır’a göre Akabe girişinde yer alan Tiran Boğazı Mısır’ın karasularıydı ve dünyada hiçbir kuvvet Mısır’ı 
topraklarına hâkim olmakta alıkoyamazdı. Oysa İngiltere Akabe Körfezini uluslararası bir su yolu sayıyordu. Bu gelişmeler karşısında ablukaya karşı 
müdahale yapılması ve ablukanın kaldırılması beklenmekteydi (Zafer, 31 Mayıs 1967). Fakat Mısır bu kararında azimliydi ve hiçbir kuvvet onları bu kararından 
alıkoyamazdı. Bu kararlılığını Akabe Körfezi’ne girmeye çalışan Liberya bandıralı bir tankeri durdurmakla göstermişti (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Bütün Arap 
Devletleri Arap topraklarını korumaya ve sularının ve topraklarının her karışına olan egemenliklerini savunmaya kararlıydılar (Arap Büyükelçilerinin..., 1967:7). 

Savaşa hazırlık yolunda Mısır ile Ürdün arasında 30 Mayısta bir savunma anlaşması imzalandı (Hürriyet, 31 Mayıs 1967). Orta Doğu’da en buhranlı günlerin yaşandığı bu dönemde basında İsrail’in “yıldırım taarruzuna” girişebileceği (Hürriyet, 30 Mayıs 1967), İsrail’in Mısır’ı bir haftada yenebilecek güce sahip olduğu (Hürriyet, 24 Mayıs 1967) gibi haberler yer alıyordu. Mısır İsrail’in ani bir hava saldırısından çekinmekteydi (Zafer, 5 Haziran 1967). İsrail’in yıldırım harekâtına geçerek Mısır Halkı’nı “gafil” avlamaması için halktan verilen alarmdan sonra bütün ışıkları söndürmesi ve sığınaklara gitmesi isteniyordu. Ayrıca yaşları 18 ile 50 arasında olan herkes halk kuvvetlerine katılmaya çağrılmıştı (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Bu arada İsrail, savaş için bir yandan askerî hazırlıklarına devam ederken diğer yandan da kabinede savaşa yönelik değişikliklere gitmiştir. 1956 savaşında Mısır’a karşı savaşmış olan Moşe Dayan Savunma Bakanlığı’na getirilmişti (Zafer, 2 Haziran 1967). 

Mısır, İsrail çevresindeki çemberi iyice daraltmak amacıyla Irak’ı 4 Haziranda Mısır-Ürdün savunma anlaşmasına bağlayan protokolü imzaladı. İmza töreni 
sonrası Nasır, Kahire Radyosuna verdiği beyanatta “sizi savaşla karşılıyoruz ve intikam alabilmek için savaşın başlaması arzusuyla yanıyoruz. Bu, dünyanın, 
Arapların ne olduğunu ve İsrail’in ne olduğunu anlamasını sağlayacaktır” diyerek artık savaşın kaçınılmazlığını dile getiriyordu (İsrail Dışişleri..., 1968: 14). Bu 
arada Çin de Mısır’a yardım teklif etmiş, Sovyetlerin taahhütlerinden vazgeçmesi hâlinde askerî yardım yapacağını bildirmişti (Hürriyet, 5 Haziran 1967). Savaşın 
başladığı 5 Haziran yaklaştıkça taraflar arasında yer yer küçük çaplı çatışmalar da yaşanıyordu. 2 Haziranda Suriye ve İsrail kuvvetleri İsrail toprakları içinde 
çarpışmış, iki İsrailli ve bir Suriyeli ölmüştü. Ayrıca Ürdün, bir İsrail helikopterine uçaksavarla ateş açmıştı (Hürriyet, 3 Haziran 1967). 

Türk basını Orta Doğu buhranını Mayıs ayı içinde yoğun olarak çoğu zaman sürmanşetten verirken Haziran ayının ilk günleri küçük puntolarla ve çoğunlukla ilk sayfanın alt sıralarında kısa haberler şeklinde vermiştir. Bunda iç siyasi gelişmeler etkili olmuştur diyebiliriz. Zira Cumhuriyet Halk Partisi’nden kopmalar, “ortanın solu” tartışmaları, Eski Başbakan Adnan Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e yazdığı 17 Eylül 1961 tarihli Vasiyetnamesi gazete sütunlarında ilk haber olarak yer almıştır. Hürriyet gazetesi 1 ve 2 Haziran günlerini sürmanşetten Menderes’in vasiyetine ayırırken diğer gazetelerde de benzer bir durum söz konusudur. 

3. Türkiye’nin Savaş Öncesi Politikası 

Türkiye, iktidarda bulunan Adalet Partisi’nin Hükûmet programında yer alan “Orta Doğu’daki ve Magrip’teki kardeş Arap ve Müslüman memleketler ile her türlü şüphe ve teredütten uzak, hakiki ve yakın bir dostluk kurmak ve çeşitli sahalarda verimli bir iş birliğini geliştirmek başlıca amaçlarımızdan biri olacaktır… Arap memleketleri meşru davalarında Türkiye’nin anlayış ve desteğini görebilirler.” ifadesiyle Arapların yanında yer aldığını açıkça belirtmiştir. Türkiye’de sağ ve sol çevreler Araplara karşı izlenecek politikada birleşmişlerdir (Olaylarla…, 1987: 534). 

Orta Doğu buhranını yakından ve dikkatle takip eden Hükûmet, bu amaçla bazen Arap ülkelerinin büyükelçileriyle de görüşmeler yapmıştır (Zafer, 24 Mayıs 1967). Basında çıkan haberlere göre Türkiye, son zamanlarda Arap dünyası ile artan dostluk ilişkilerinin zedelenmemesini temin amacıyla Arapları 
desteklemiştir. Haberde “Türkiye’nin bir tek İsrail için Arap âlemini feda etmeyeceği” yazılmıştır (Zafer, 26 Mayıs 1967). Basında Türkiye’nin Arapları 
desteklemesi gerektiğine dair çıkan haberlerin çoğu Türkiye’nin Araplara yakın olmasından ziyade Kıbrıs meselesi gibi uluslararası sorunlarda yalnız kalmamak 
amacıyla böyle davranılmasını açıkça olmamakla birlikte ima etmektedirler. 

Basında Türkiye’nin Orta Doğu politikasının nasıl olmasına dair yazılar çıkarken Bakanlar Kurulu, 27 Mayısta yaptığı toplantıda Orta Doğu buhranını 
görüşmüş, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla yayımladığı bildiriyle Türkiye’nin tutumunu açıklamıştır. Bildiride; “Hükûmet, Orta Doğu buhranının gelişmesini 
büyük bir dikkatle izlemektedir. Bölgede barış ve güvenliğin hâkim olmasına büyük önem atfeden ve bu yolda her zaman elinden gelen gayreti sarfetmekten 
geri kalmamış olan Türkiye’nin barışı tehdit edici durumların meydana gelmesinden ciddi endişe duyacağı tabiidir. Türkiye, barışın ihlaline yol açacak 
bütün hareketlerden kaçınılması lüzumuna kani bulunarak, buhrana son verecek gayretleri desteklemektedir. Türk Hükûmeti, her zaman olduğu gibi, bu kerre de 
buhrana sebebiyet veren durumun mütelaasında, Birleşmiş Milletler yasası ile hak ve adalet prensiplerine dayanmak gerektiği inancındadır. Bu arada Hükûmetimiz, komşuları ile iyi dostluk münasebetleri çerçevesi içinde Türkiye ile Arap memleketler arasında mevcut yakın ilişkileri de gözönünde bulundurmaktadır.” denilmekle, anlaşmazlığın barışçı yollardan çözünlenmesi istenmiştir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bildirideki “mevcut yakın ilişki” sözü ile üstü kapalı olarak Arap ülkelerinin desteklendiği belirtilmektedir (Olaylarla..., 1987: 535). Gazete haberlerine bakıldığında da Hükûmet’in bildiriyle Arap ülkelerini desteklediği sonucuna varılabilir. Çıkan haberler Türkiye’nin Arapları desteklediği şeklindedir. Ayrıca Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Irak Cumhurbaşkanı’na yazdığı mektupta da Türkiye’nin Arap dünyasını desteklediğini bildirmiştir (Zafer, 30 Mayıs 1967). Millî Türk Talebe Birliği de yayımladığı bir bildiriyle Türk yüksek öğrenim gençliğinin Arap-İsrail çatışmasında Arap ülkelerini desteklediklerini açıklamışlardır (Zafer, 1 Haziran 1967). Yurttaş diye başlayan bildiride açıkça Araplara destek belirtilmiş, bu savaşın Arapların İsrail’e karşı yaptığı bağımsızlık savaşı olduğu, bu savaşın iki tarafa da silah satan “emperyalistlerin” yararına olduğu, Kıbrıs meselesinin Arap ülkelerinin desteğine bağlı olduğu ifade edilmiştir. Ayrıca Türkiye’deki NATO üslerinin Arap ülkelerine karşı kullanılmaması istenmiştir. Türk Halkı’nı ve Millet Meclisi Üyelerini Arap ülkelerini desteklemeye çağıran bildiri “Mutlu ve güzel günler Türk ulusunundur.” ifadeleriyle sona ermektedir (Millî Türk..., 1967). 

Türk Hükûmeti buhranla ilgili resmî görüşünü 27 Mayısta ilan etmişti. Bildirinin yanı sıra Hükûmet yetkilileri Türkiye’deki NATO üslerinin Türkiye’nin izni olmadan kullanılamayacağını da ifade etmişlerdir (Hürriyet, 29 Mayıs 1967). Bu üsler konusu savaş döneminde daha fazla gündeme gelecektir. 

B. Savaşın Seyri 

1967 Arap-İsrail savaşı 5 Haziran günü sabah erken saatte İsrail uçaklarının Mısır hava üslerine yaptığı ani saldırısıyla başlamış, 10 Haziranda ateşkesin 
kabulüyle sona ermiştir. Türk basınında birçok gazetenin “84 saatlik savaş” olarak değerlendirdikleri 1967 savaşı, Mısır’ın “beklediği” gibi İsrail tarafından 
yıldırım taarruzuyla başlamıştır. Bu taarruzda İsrail Mısır uçaklarının 393’ünü yerde kullanılamaz hâlegetirmiş, ilk günkü mücadelede Mısır’ın uçak kaybı 416 
olmuştur. Aslında İsrail’in bu saldırısıyla “üç saat içinde” kazandığı savaş, fiilî olarak İsrail ile Mısır, Ürdün ve Suriye arasında olmuştur. Basında savaşla ilgili 
haberler savaş boyunca her gün en önemli haber olarak yer almıştır. Biz burada basında çıkan haberleri gün gün inceleyeceğiz. 

1. Savaşın Birinci Günü 

İsrail tarafından “yaşamak veya yok olmak” şeklinde algılanan savaş (İsrail Dışişleri..., 1968: 20), yukarıda belirtildiği gibi İsrail’in 5 Haziran sabahı ani 
saldırısıyla başlamıştır. Gazeteler savaşın başladığını haber vermekle birlikte kimin başlattığı noktasında yeterli bir bilgi verememektedir. Savaş “Araplarla 
İsrail Arasında Savaş Başladı” (Zafer, 6 Haziran 1967), “Savaş Başladı” (Milliyet, 6 Haziran 1967), “Orta-Doğu’da Harp” (Hürriyet, 6 Haziran 1967), “Arap-İsrail 
Savaşı Başladı” (Terciman, 6 Haziran 1967) gibi büyük puntolarla sürmanşetten okuyucularına duyurulmuştur. Zafer gazetesinin yarım sayfa ayırdığı haberde 
42 İsrail, 10 Mısır uçağının düşürüldüğü, Necef Çölü’nde şiddetli çarpışmaların olduğu yazılmıştır. Aslında Zafer gazetesi ilk gün savaştan ziyade iç politikaya 
daha fazla ağırlık vermiştir denebilir. Zira 5 Haziran tarihli gazetenin “başmakale” kısmında Füruzan Tekil “YTP’nin Durumu” isimli bir yazı kaleme almıştır. Zafer’in ilk sayfasının yarısı iç siyasi meselelere ayrılmıştır. 

Türk basını savaşın ilk günü yaşananları haritalar eşliğinde göstermiş, tarafların askerî durumu hakkında bilgi vermiştir. Her gazetenin askerî güç 
hakkında verdikleri bilgiler çoğunlukla birbirini tutmamaktadır. Milliyet gazetesinde Mehmet Ali Birand’ın verdiği rakamlar Londra’daki “Stratejik 
İlimler Akademisi”ne dayandırılmaktayken Akşam gazetesinde sayıların nereden alındığına dair bir bilgi yoktur (Akşam-Milliyet, 6 Haziran 1967). Buna iki 
gazeteye göre tarafların asker sayısı, tank ve uçak sayıları şöyledir: 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***