Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Laiklik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2019 Cumartesi

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 2

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 2



Atatürk Neler yaptı? 

 Osmanlı Devleti.nin yerine yeni bir Türkiye kuruldu. Atatürk.ün deyimi ile “Yeni 
Türkiye.nin, eski Türkiye ile hiçbir ilgisi yoktur!11”. Osmanlı bir hanedalıktı, halkı ise tebaa (sürü) idi ve Tanrı.nın yeryüzündeki temsilcisi padişaha kulluk ederdi. Türkiye ise demokratik Cumhuriyet, halkın devleti idi ve devletin görevi vatandaş olan halka hizmet etmekti. 

Türk Devrimi, demokrasiyi getirmek ve ulus egemenliğine dayalı, özgürlükçü bir 
düzen oluşturmak için gerçekleştirildi. Devrim, iç ve dış düşmanlara karşı ulusal temelde gelişen bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı oldu. Osmanlı.dan alınan kadro ve toplum yapısında demokrasi arzusu yoktu. 

Osmanlı aydını, demokrasi bir yana Cumhuriyeti özümseyecek ve tasarlayacak bir bilinç düzeyine dahi ulaşamamıştı. Cumhuriyetin yerleşmesi için ulusun egemen kılınması gerekli idi ve demokrasi onun ileri safhası kabul edildi. 

Osmanlı.nın ekonomik mirası işsiz milyonlar, patlayan ithalat, azınlıklar ve 
yabancıların eline geçmiş bir ekonomi, boş bir hazine ve devasa borçlardı. Salgın hastalıklar yaygındı. Bebek ölümleri en geri ülkeler düzeyindeydi. 

1913 yılında, ekilebilir toprakların yaklaşık üçte ikisi, köylü nüfusun yüzde 5'ini 
oluşturan büyük toprak sahiplerinin elindeydi12. Toplumun yüzde 80.i tarımsal uğraşı içinde olmasına karşın, kendi doğal beslenmesini bile karşılayamıyordu 13. 

Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında, yeni bir Türkiye yaratma aşamasının artık geldiğine inanıyordu. Bunun için eskiyle özdeşlemiş ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasi yapıyı bütünüyle değiştirmek gerekliydi. Yoksullukla, geri kalmışlıkla savaş için atılması gereken büyük adımlar vardı. 

Modern Türkiye.nin karakteristik özelliklerinin çoğu –açık, kapitalist ekonomi, laik ulusal kimlik, parlamenter yönetim sistemi- Batılılaşma sürecinin bir parçası olarak görüldü 14. Atatürk dönemi, dışa bağımlılığın ve dayatmaların yok edildiği, milli bir ekonominin 
kurulduğu, ekonomide sürekli ve düzenli bir büyümenin sağlandığı, bunun yanında Osmanlı 
borçlarının ödendiği bir dönem oldu. 

Türkiye.nin toplumsal birlik, bütünlük ve dayanışmasının temelleri laiklik ve ulus 
düşüncesi olmuştur. Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti.ne içeriden ve dışarıdan yapılan saldırılar en çok bu iki kurumu hedef almıştır. 

 Atatürk.ün egemenlik anlayışı önce teokrasi tehlikesini yıkarak laiklik ile yetkiyi ve erki ulusun eline vermiştir. Ulusçuluk ise Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşayan Türklere “Türklük” kimliği vermiştir. 

Onun çağdaş milliyetçilik anlayışı, hiçbir etnik gruba ayırım yapmadan, ortak bir Türk kimliğinde buluşmayı öngörüyordu. Ümmetçiliğin yerini „Türk Olmak. almıştır. Osmanlı feodal yapısını gerek toplumsal gerekse siyasi ve ekonomik olarak dönüştürmüş yeni bir Türkiye yaratmıştır. 

Atatürk, ulus kimliği yaratmanın yolu olarak dil ve tarih çalışmalarına önem verdi. Türkiye Cumhuriyeti.nde Halkevleri, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu gibi kurumlar ulus bilincinin oluşturulmasında rol oynamak üzere Atatürk tarafından kurulmuştur. 

 Laiklik, ulusu din ve mezhep yerine Türk ulusçuluğu etrafında toplamış, çağdaş 
milliyetçilik ise insanı ırk temeline dayanmayan bir aidiyet hissi ile tüm vatandaşları Türk kimliği altında eşit kabul etmiştir. 

 Atatürk, eline bir cevher almış, ona en uygun çağdaş değerleri vermeyi çalışıyordu. Bu cevher Osmanlı.dan kalan topraklarda yaşayan Türklerdi. Türk insanının doğuştan demokrat ruhlu olduğuna inanıyordu15. 

 Ancak, toplumsal, kültürel, siyasal devrimler yapıldıkça, toplumsal bünye zorlanıyor, tarihin derinliklerinden gelen homurtular yükseliyordu. Atatürk.ün ilk demokrasi denemesi karşısında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası.nın kurulması bu homurtuların arkasına gizlendiği bir yapı oldu. 

 Sonrasında İngilizlerin arkasında olduğu gerici Şeyh Sait ayaklanması, 1930 larda kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası denemesi ve 23 Aralık 1930.da Menemende Kubilay.katlediği gerici kalkışma girişi karşısında Ankara, rejimi korumak için tedbir almaya başladı. 1931 yılında çıkarılan Hilafet ve saltanatçılığı, anarşizmi ve komünizmi yasaklıyordu 16. 

 Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin „Sovyet Komünizmi.ne karşı 1930.ların başından itibaren koyduğu tavır, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı bloğuna 
katılmasını siyaseten kolaylaştırmıştır 17. 

 Anadolu Aydınlanması.. 

Osmanlı Devleti.nde zaman zaman ilerici padişahlar da yönetime gelmiş ama 
yapılanlar genel kültür düzeyini yükseltmek için yeterli gelmemişti. Okuma yazma oranı yüzde yediler 7 civarındaydı. Üstelik yüzyıllarca tortulaşmış gelenekler ve aktarılan ilkel değerler, bir kültür devrimini şart koşuyordu. 

Atatürk, geleneksel ve dinsel dayatmalara, geçmişten gelen tortulara karşın büyük bir dönüşüm başardı. Çağdaşlaşma ile „Türklüğün unutulmuş medeni vasfını18. ortaya çıkardı. Atatürk için “çağdaş uygarlık”, binlerce yıl süren gelişmeler sonunda, insan aklının, bilim ve teknolojinin katkısı ile ortaya çıkan ve bütün insanlığın eseri ve malı olan uygarlıktır19. 

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti, çağdaşlaşma yolunda sosyal bir düzen olarak, Batı medeniyetini örnek almış ve bu yönde bir kültürel değişimi başlatmıştır. Bu değişim, modernleşme, yani daha ileri kabul edilen bir sosyal düzen tipine geçiş olarak kabul edilmiştir 20. 

Mamül üretimini artırmak, ülkenin tüm iç üretim bölgelerini birbirine yollarla, 
demiryoluyla bağlamak ve üretimin pazara -piyasaya- ulaşmasını sağlamak ancak modern bir ulus düşüncesi üzerinde gerçekleşebilirdi. Kabile, aşiret ve beyliklerin birleşiminden oluşan ve birbirleriyle ilişkisi merkezi otoritenin iznine tabii olan, üretimini merkezi otoritenin izni dışında hiç kimseye ulaştıramayan parçalı Osmanlı yapısının büyük üretim zincirlerini organize etme şansı yoktu. 

Cumhuriyet ulus kavramıyla aynı pazarda-piyasada yurttaşları özgürce buluşturan bir sistem olarak bu ulusal pazarın yeni yurttaşını bilinç düzeyinde de oluşturmak zorundaydı. Ulus ve ulusal bilinç, Osmanlıdaki sınırlı, üretime el koymaya dayanan sermaye birikim rejimi yerine, daha büyük bir organize üretim biçiminin üstyapısal ihtiyacını karşılayan kavramlardır. Değişen maddi zemin, insanın da değişmesini şart koşmaktadır. 

Atatürk, Batı uygarlığını bilimsel olmak koşuluyla kabul etmiştir21. Çünkü gerek 
yönetim, gerekse toplum, sorunlarına, bilim verilerine göre çözüm yolu aramıştır. Nitekim laik devlet yapısı ve hukuk sisteminin oluşturulması, medreselerin ve şer.i mahkemelerin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, harf devrimi, takvimin kabulü, Batılı giyiniş tarzı gibi devrimler, aynısını almak yerine, bir sentez sonucu ortaya çıkmış modernleşme 
hareketleridir. 

    Atatürk yeni Türkiye.yi aklın ve bilimin verilerine, çağın en son gereklerine göre kurdu. Bu Türkiye.de dogmaya yer yoktu, akıl ve bilim yaşamın her alanına egemen olmalı, toplum aydınlanmanın bütün ışıkları ile aydınlanmalıydı. 

 Toplumun tarihsel ve geleneksel köklerinden gelen çok güçlü engellemeler karşısında yenilikler için köklü bir eylem olarak devrimciliğe başvurdu ve halkın ortak bilincine seslendi. Toplumun mutluluk ve refahı için çağdaşlaşmaya ve uygarlaşmaya başvurdu 22. 

 Bunların başında da kültür düzeyini yükseltecek bir aydınlanmaya ihtiyaç 
bulunuyordu. Kültür devrimi, okuma yazma seferberliğinden, yükseköğretime kadar bir yığın çalışma gerektiriyordu. 29 Ekim 1923.de Cumhuriyet ilan edildikten sonra yönetim gittikçe laikleştirilerek, devrim ideolojisini benimsemiş genç kuşakların yetiştirilmesine önem verildi. 

 Atatürk, Eğitimi Laik bir yapıya kavuşturarak, kız erkek ayırımı yapılmadan bütün ülke çocuklarını eğitmek gerektiğini biliyordu. En önemli sorun ise eğitime ulusal bir kimlik vermekti. Osmanlı.da ulusal bir eğitimden söz etmek bir yana, birkaç Batılı eğitim veren kurum dışında, yaygın din eğitimi toplumu geri bırakıyordu. Lozan Anlaşması ile yabancı okullar sıkı bir şekilde Türk iç hukukuna tabi hale getirilmiş, kanunlara uyduğu sürece çalışmalarına müsaade edilmiştir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ACI ÇEKEN TÜRKİYE., BÖLÜM 1

ACI ÇEKEN TÜRKİYE.,  BÖLÜM 1



Prof.Dr.Sait Yılmaz 
07 Temmuz 2019 


“ Problemi.,  Onu yaratanlarla Çözemezsiniz ” 
Albert Einstein 

 Giriş 

Geçenlerde iş adamı bir arkadaşım Karaman.a gitti. Dediğine göre kuru bakliyatın depolanması için oranın nemsiz iklimi çok müsaitmiş. Ancak, onun asıl ilgisini çeken ve çok üzen gördükleri olmuş, çok etkilenmiş, gözleri yaşararak, „insanlar tozun içinde yaşıyor ve acı çekiyorlardı. dedi. 

Gördüklerini özetleyecek olursak şöyle anlatıyordu; “ Sanki zaman durmuş, sokakta insan yok, genç insan hiç yok, tüm kadınlar kapalı. Devlet makyaj olsun diye yol yapmış ama zihniyet daha da geri gitmiş. Pencerelerden kaldırımlara her şey yoz bir kültür içinde”. 

 Osmanlı.dan çok çeken Karamanoğulları.nın kaderi sanki hala bu şehirde devam ediyor. Meşhur tekerleme; “ Karaman’ın koyunu, sonra çıkar oyunu.” Karaman a olan tarihi güvensizliğin bir ifadesi gibi. Karaman, IQ sıralamasında ülkemizde 19. sırada yer alıyor. 

 Bu durum, aslında Karaman.a özel değil, kıyı bölgeleri dışında durum bir şehirden diğerine pek farklı değil. Osmanlı.dan günümüze yaşanan siyasi, sosyal, ekonomik ve toplumsal yanlışların bir sonucu. Türkiye.nin iç bölgelerinde büyük birkaç şehir hariç ölü toprağı serpilmiş insan hayatı yaşanıyor. İç bölgeler kaskatı büzüşmüş, dışarıdan kıyı bölgelerine uzanmak istiyor ama olmuyor. 

İç bölgelerimizde insanlar; işsiz, eğitimsiz, becerisi olmadığı halde her işi yaparım diyerek sürekli büyük şehirlere göç ediyorlar. Bu göçlere son yıllarda pek çok ülkeden yanlış ve hesapsız göçler de eklendi. Geçmişte göç edenler ayak uydurana kadar şehirli kabul edilmezdi, şimdi İstanbul.un eski beyefendisi yok, gelen yaşadığı yeri geldiği yere benzetiyor. 

Ege ve Marmara gibi kıyı bölgelerinin genel karakteri ile iç bölgelerin farkı (Eğitim, Kadın, Laiklik, Gençlik, Çalışma hayatı, Din, Günlük yaşam, alt yapı) gittikçe açılıyor. Bu durum, ülkedeki siyasi seçim sonuçlarına da yansıyor. Ülkemizin geleceğine ve düzenine de etki ediyor. 

Türkiye.nin dönüşümü, toplum yapısı ve değişen Türk insanın doğası çok ince bir analiz gerektiriyor. Ülkemiz gittikçe toplumsal ve sosyolojik olarak üç parçaya ayrılıyor. Bu konuları çalışması gereken sosyologlarımız bir türlü yetişmiyor. Bu makale ile bu tür çalışmalara bir alt yapı sağlamaya ve farkındalık yaratmaya çalışacağız. 

Osmanlı’nın Toplumsal Mirası; Osmanlı Ekonomisi ve Kapitalizm.. 

Osmanlı ekonomisi, 1585.lerden itibaren başlayan „fiyat devrimi. ve Akdeniz.in 
ekonomik bir merkez olarak önemini kaybetmesi gibi iki ciddi şokla sendeleyip çözülmeye başladı. Fütuhat olgusu bitip, toprak kayıpları başlarken, Osmanlı insanı, maddeden bilgi üretecek bir bilimsel anlayışa uzaktı. Kapitalizm dünyayı sararken Osmanlının tepkisi içe çekilmek oldu. 

 19. yüzyılda, başta İngiltere olmak üzere Osmanlı kaynaklarına göz diken ülkelerin dış baskısı başladı. Osmanlı ekonomisinin bu şokları atlatamaması, ekonominin giderek daha fazla içe kapanmasına ve Ortaçağlaşmasına sebep oldu1. Dış dinamiklerin emperyalist amaçlarla belli azınlıkları desteklemesi Osmanlı içinde bölgesel dengesizlikleri artırdı2. 

 19. yüzyılda Avrupa.da görülen gelişmeler ve yapılan çeşitli anlaşmalar Osmanlı topraklarını Avrupalıların sanayi ürünleri için bir pazar haline getirdi. Ülke dâhilinde hiçbir kısıtlamaya tabi olmadan satılan yabancı mallar Osmanlı şehirlerinde daha önce var olan el sanatlarına dayalı ekonomik faaliyetleri kısa süre içerisinde adeta söndürmüştür3. 

 Türkiye'de Osmanlı.nın son döneminden itibaren göreceli de olsa kapitalistleş me başlamış ve buna paralel olarak bir burjuva sınıfı oluşmuştu. Ancak, bu süreç Osmanlı toplumunu kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu bir topluma dönüştürmedi. Hatta böyle bir dönüşümün önünde engel haline geldi. 

Sanayi Devrimi yaşanırken, geri kalmış Osmanlının küçük sanayisi ithal edilen 
teknolojiye dayanmakta olup, Batı endüstrisi ile rekabet şansı yoktu. Osmanlılar faize karşı olduklarından mali sermaye ve dolayısı ile sanayi oluşturamadılar. Bu durum, hem ekonominin geri kalmasına hem de ordunun gerekli silah ve teçhizatı edinmesine engel teşkil etti. 

Osmanlılarda geçmişten gelen ve aşar v.b. sistemlerle sürdürülegelen büyük bir 
sermaye birikimi vardı. Ancak, bunun sanayiye yatırılmamasının nedeni Osmanlı sermaye birikim rejiminin üretime değil üretilenin büyük bölümüne el konmasını sağlayan haraç ve vergi sistemiydi. Avrupalı egemenler, burjuva devrimlerle beraber bu emeğe ve zenginliğe doğrudan el koyma imkânın dan mahrum kalmışlardı 4. 

 1841 ve 1847 yıllarında çıkarılan nizamnameler ile kişilerin tasarrufundaki topraklara tapu verilmeye başlandı ancak, kanunun boşlukları nedeni ile devleti dolandıran ve köylüyü ezen büyük toprak sahipleri ortaya çıktı. Aşar vergisi toplayan mültezimlerin baskı ve yolsuzluğu ise Cumhuriyet dönemine kadar devam etti. 

1856.daki Islahat Fermanı ve yabancılara toprak satışının başlaması ile yabancı 
bankalar bol miktarda kredi vermeye başlamışlardı. Bu krediler, Osmanlı toprakları üzerinde Müslüman olmayan kesimlerin zenginleşmesinin önünü açtı. Hazinenin iflası nedeni ile vergi kaynaklarına el koyan dış çevreler Türk köylerinde ikinci sömürücü güç olarak ortaya çıktılar. 

Osmanlı.da birçok bölgede tarımsal verimliliği artırabilecek Tımar sistemi 
uygulanırken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde bugün bile devam eden ağalık sistemine neden olan yurtluk veya ocaklık sistemi uygulanıyordu. 

Osmanlı döneminde kurulan en önemli bankalar, Osmanlı Bankası ve Ziraat 
Bankası'ydı. 1856'da İngiliz sermayesi ile kurulan ve 1863'te İngiliz-Fransız ortaklığı biçimine giren Osmanlı Bankası, yarı-resmi bir merkez bankası statüsündeydi5. 19. yüzyıl sonunda Osmanlı bankacılık sistemi, başta Osmanlı Bankası olmak üzere yabancı bankaların denetimi altındaydı ve kredi yaratma kapasitesi çok sınırlıydı6. 

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı'da da sanayileşme amacıyla bazı 
adımlar atılmış ve yeni oluşan burjuvaziye birçok teşvik sağlanmıştı. Ancak, bu tür teşviklere rağmen, 20. yüzyılın başında Osmanlı'da kapitalist sanayi, kayda değer bir ölçeğe ulaşmamıştı. Çünkü Osmanlıda sanayi en fazla yarı mamul elde etmeye ya da hammadde işlemeye dayanıyordu. 

Elde edilen hammadde diğer ülkelere taşınabilir hale getiriliyor, mamul haline gelme süreci yabancı ülkelerde tamamlanıyordu. Daha sonra, hammaddenin yüzlerce kat değerine ulaşan bu mamul pazarlardaki yerini alıyordu. Örneğin, Fransızlar Osmanlı hâkimiyetindeki Lübnan.da ipek ticaretinin başını çekiyordu. İplik ve dokuma sanayinin belkemiği ham ipek ve en fazla yine Fransız ve İngilizlerin getirdiği iplik çekme makineleri idi. Osmanlı için ham ipek satışından elde edilen vergi gelirleri önemli iken Avrupalılar için ham maddenin, ham maddeden yüzlerce kat daha değerli olan ipek kumaşa çevrilmesi önemliydi. 

1908-1918 arası, kapitalizmin iktisadi himayecilik versiyonu için kuluçka dönemi 
oldu. İkinci Meşrutiyet ile birlikte kapitalistleşme yönündeki çabalar hızlandı, bu durum yeni kurulan şirketlerin sayısındaki artışta yansımasını buldu. 1908-1919 yılları arasında yarıya yakını anonim şirket olan 208 şirket kuruldu7. 

1913 yılında mamul maddelere bağımlılık tüm sektörlerde ortalama %59.2 civarında idi. İthalatın %25.i Almanya ve Avusturya-Macaristan.dan; %65.i savaşa kadar İtilaf Devletlerinden; %10.u da savaşa tarafsız ülkelerden yapılmaktaydı 8. 

1920'lere gelindiğinde Türkiye'de - olduğu kadarıyla - kapitalist sanayi, kapitalizm öncesi kırsal ilişkiler denizi içindeki küçük ve dağınık adacıklardan ibaretti. Genelde atölye niteliğinde, ortalama 2-3 işçi çalıştıran, dokuma, gıda ve kısmen de madencilik gibi temel veya geleneksel üretim kollarında yoğunlaşan, zayıf bir sanayi yapısı söz konusuydu 9. 

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışına sebep olan iç sebepler arasında; devlet yönetimi ve toplum yapısında yaşanan sıkıntılar, ordudaki bozulma, pozitif bilimlerden uzaklaşılması, ilmiye (din ve şeriatı uygulayan) sınıfının yozlaşması, sosyal ve ekonomik yapının Sanayi Devrimi gibi çağdaş gelişmelere ayak uyduramaması başta gelmektedir 10. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***


28 Aralık 2016 Çarşamba

Değişim Geçiren Ortadoğu Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri




 Değişim Geçiren Ortadoğu : Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri*


23 11 2011

Sorry, this content is not available on your language, thats why you are viewing it on its own language
Farrokh Negahdar**

Geçiş döneminde yönetici tabakanın daha fazla sabır, anlayış ve uyum göstermesi gerekmektedir. Aynı şey, Batı’dan ve İsrail’den de beklenmelidir. 



















Özet 

Fırtınalı bir rüzgâr beraberinde yeni bir umudu ve güveni sürükleyerek topraklarımıza doğru getirmektedir. Ortadoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en önemli dönüm noktasını yaşamaktadır. 

Özellikle neo-con teorisyenleri, İran’ın Dini Lideri Ayetullah Humeyni, bu rüzgarı İslam’ın Batı’ya karşı ayağa kalması – Batı ve İslam’ın çatışması- olarak yorumlamaktadır. Fakat, bence Ortadoğu’daki durum bu grupların yansıttığı şekilde değildir. Bu analiz durumun öyle olmadığını açıklamaya çalışacaktır. 

Bu analizin amacı değişim içinde olan ülkelerin yaşadıkları bu durumun iç ve dış siyasetlerindeki olası sonuçlarının incelenmesidir. Analiz, halihazırda yaşanan olayların demokrasinin gelişmesi ve Ortadoğu’daki barış sürecini yeniden ortaya çıkarması ile sonuçlanacağını öne sürmektedir. 

1.Arap Baharı Demokratikleşme Demektir

Bireylerin moderleşmeye zor geçiş sürecinde siyasal İslam bölgede kimliğin önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu durum millet oluşturma sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Ortadoğu’da siyasal İslam’ı bertaraf etmenin tek yolu şiddet olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak uygulanan şiddet, baskı ve engelleme ne kadar fazla olursa radikal İslam da o kadar artacaktır.

Eğer bir birey hakları olan bir siyasal vatandaş olacaksa bu durumda İslam da birçok sıradan vatandaşın zihninde görüleceğinden demokratik özgürlükleri yok saymadan siyaset sahnesine yansıyacaktır.

Vatandaşların zihninde İslam bilincin başlıca veya en önemli parçası olduğu müddetçe bu parçanın bireylerin siyasal düşüncesini, oy verme davranışlarını etkilemediğini düşünmek saflık olacaktır. Ortadoğu’da demokrasinin varlığını isteyenler bunun laik bir çerçevede olabileceğini düşündükçe bu onların daha az demokrasi tercih ettikleri ve çoğunluk üzerinde daha fazla baskı uygulayacağı anlamına gelmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran ve Türkiye gibi ülkeler askeri destek ve kimi zaman baskı yolu ile hızlı bir modernleşme sürecine gitmiştir. 
Bu toplumda tepede bulunan sayıca az yönetici sınıf ile çoğunlukla dindar kesimden oluşan toplumun geri kalanı arasında büyük bir mesafeye yol açarak toplumun iki kesiminin birbirinden yabancılaşması ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda vatandaşlar birbirleri ile yanlızca kültür ve değer yargıları açısından değil, varlık ve güç olarak da uzaklaşmıştır.

1979’daki İran devrimi aşırı İslami bir rejim ile sonuçlanmıştır. Tabii ku bu yanlızca Ayetullah Humeyni’nin isteği doğrultusunda olmamıştır. İran İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması sonuç olarak halkın daha fakir, dışlanan büyük bir kısmının isteği ile gerçekleşmiştir. Çünkü, diktatör rejiminden ve SAVAK’ın sert yöntemlerinden dolayı kendilerini dışlanmış ve baskı altında hisseden sıradan vatandaşlar, kaçacak yer bulamadıklarından kendi kimliklerini siyasallaşmış bir vatandaş olarak yeniden tanımlayabilecekleri camiilerden başka bir yer yoktu. Elbette İslamcılığın derecesi laik diktatörlüğe bağlı olsa da radikal İslam’ı diktatörlüğün bir ürünü olarak görmek hatalı olacaktır. Çünkü, radikal İslam Müslüman dünyasının modernlik öncesi katmanlarında da bulunmaktaydı. Ancak laik diktatörlük İslam’ın daha ılımlı yorumlanışı ve diğer demokratik sesleri kısmaya yardımcı olmuştur.

30 yıl sonra, tartışmalı bir seçimin ardından İran’da genç nüfus büyük şehirlerde sokağa çıkarak “benim oyum nerede?” diye bağırarak daha fazla demokrasi talep etmiş, toplumdaki laik modern ve ılımlı İslami kesimleri kucaklamıştır. Bu, İran’da en güçlü ve yaygın muhalefet olan Yeşil Hareket’tir.

Çoğunlukla demokrasi ve laiklik arasında karşılıklı bir ödün görülmektedir. Devletinizi seçim sandığı etrafında şekillendirmek istiyorsanız o halde sürücü koltuğunda laikliği desteklemeye pek de gönlü olmayan, halkın İslami yönlerini silmeye yanaşmayacak bir lider oturacaktır. Aksini istemeniz halinde seçmenleri ve seçim sistemini engellemeniz gerekmektedir. 1970’lerin devrimci hareketlerine kıyasla daha az dini özellik barındırmakta, daha laik, modern ve en önemlisi de Batı’ya karşı haması duygu veya nefret taşımamaktadır.

Bu tablo, sosyal ve kültürel gelişme ile birlikte dini bir yönetim isteğinin azalmakta olduğunu göstermektedir. İran’da artık İslami köktendincilik sosyal desteğini ve güvenilirliğini kaybetti. Yapılacak adil bir seçimde oyların 10%’unu dahi alamayacaktırlar.

Son 33 senede okur-yazarlık seviyesi 48%’den 90%’a ulaştı. Şehirleşme oranı 47.5%’ten %72’ye çıkarak yarısı 6 büyük şehirde toplandı. Üniversite öğrencilerinin sayısı onlarca kat arttı ve bu öğrencilerin 3’te 2’si kız öğrenci. Ülkede 52 milyon aktif cep telefonu kullanıcısı ve 8.2 milyon internet kullanıcısı var. Bu sosyal değişim, özellikle de kamusal eğitim ve şehirleşme ile birlikte, moderniteye destek vererek kendisini radikal İslam’dan uzaklaştırıp daha ılımlı ve toleranslı bir İslamı kucaklayarak yeni bir kimlik oluşumu ile sonuçlanmıştır.

İranlıların 1979 İslam Devrimi’nden 2009 Yeşil Hareket’e kadar giden uzun yolculuğu radikal İslam’ın süreç içinde gücünü koruyamayacağını kanıtlamakta dır. Bu güç kaybetmenin hızı sosyal gelişimin yanı sıra modern laik ve ılımlı İslami partilerin el ele çalışmasına bağlıdır.
Hem Arap Baharı hem de İran İslam Devrimi laiklik ve demokrasi arasında karşılıklı bir özverinin böylesi geçiş dönemlerinde görülebileceğini kanıtlamakta dır.

Arap Baharı’nın temel noktası seçimler ile yönetimlerin belirlenmesi ise o halde İslamcılığın laikliğin önüne geçmesi kaçınılmazdır. Ancak temel nokta dini siyasetten ve kamusal alandan uzaklaştırmaksa o halde vatandaşlarınızın oy kullanma gücü ve sizin siyasal sisteminizde normal demokrasinin aksine bazı kısıtlamalar, değişiklikler olacak demektir. İslam ve vatandaşlık arasındaki bağ yani siyasal İslam elbette sonsuz kadar devamlılık arz etmeyecektir. Neticede azalma eğilimi gösterecektir. 
İran’da bu karşılıklı ödün verme durumu yok denecek kadar azdır. Bunu kapalı modern öncesi bir ortamdan açık modern sosyal hayata geçiş sürecinde yaşanan tipik bir özellik olarak açıklayabiliriz. Şehirleşme ve eğitim oranı arttıkça din ve devlet işlerinin ayrılması demokratik anlamda daha çok mümkün olacaktır.

Siyasal İslam Müslüman dünyası için ideal ve kesin bir yönetim şekli sunan bir düşünce olarak görülmemelidir. Bu bir geçiş dönemidir. Şehirleşme ve eğitimin 
kaçınılmaz donuçları ortaya çıktıkça ya normal seçimler yolu ile demokrasiye geçilecektir ya da askeri veya sivil bir baskıcı bir dikta rejimi ortaya çıkacaktır. Liberal ve sosyal demokrasi ile ılımlı ve toleranslı İslami gibi demokratik güçlerin birbirleriyle daha fazla ittifak haline olmaları normal seçimler yolu ile demokrasiyi daha çabuk oluşturacaktır.

Arap Baharı veya Arap Uyanışı sıradan siyasallaşmış insanların sesinin sokaklarda duyulmasıdır. Bu kişiler söz sahibi olmaya kararlı gözükmektedir. 
Bu, siyaseti şekillendirmek ve siyasal sisteme katılmak üzere tabandan gelen durdurulamaz bir harekettir. Elbette Mısır, Suriye, Bayreyn, Tunus, Yemen ve başka ülkeler arasında fark vardır. Ancak bu farklılıklar İslam’ın iç siyasette ve yerel politikalarda olan etki derecesi ile ilgilidir.

Arap ayaklanması serbest ve adil seçimlerin yapılmasını talep etmektedir. Bu sonuca ulaşmak kolay olmasa da bu engebeli yolu geçmenin başka alternatifi yoktur. Yeni seçim sistemi büyük oranda daha az laik ve İslami öğeleri içinde barındıran popülist bir siyasal sistem ve politika ortaya çıkaracaktır.

İran Devrimi’nin sonucu gibi Arap Baharı’nda da kaybedenler ve kazananlar olacaktır. Seçilmiş yöneticilerin varlığı ve siyasal sistemdeki yenilikler toplumun her kesimi için faydalı olsa da genel anlamda bu gelişmelerin kaybedeni gücün el değiştirmesinden dolayı yönetici laik kesimler olmuştur. Bu kayıplara bağlı psikolojik aşağılanma büyük bir düşüş yaşayan laik kesimin siyasal sisteme yeniden katılımı, ılımlı İslami gruplar ile diyaloğu ve aşırı İslami grupları engellemesi açısından olumsuz etki edecektir. Öte yandan aşırı gruplar dini yönü bulunmayan siyasi partileri izole etmek, bastırmak ve sindirmek için çaba sarfedecektir. Ilımlı ve aşırı İslamcı partiler ne zaman dini eğilimi olmayan partiler ile savaşmak üzere birlik yapmış olsa, sonucu bir felaket olmuştur.

II. Gerçek Anlamda Barış Süreci Demektir

17 Eylül 1978’de Camp David’de 13 gün süren gizli görüşmelerin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Enver El-Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin Camp David Anlaşmasını imzalamıştır. Çeyrek yüzyıl sonra yani geçtiğimiz hafta Kahire’deki İsrail büyükelçiliğinin duvarları yıkılarak diplomatlar sınır dışı edildi. Aynı şey Umman, Ürdün ve Camp David’de bulunan diğer ortak ülkelerdeki İsrailli delegasyonların da başına geldi. Arap Baharı, imzalayan ülkelerin onayına rağmen ABD tarafından yönetilen “barış görüşmelerinin” Arap dünyasındaki sıradan vatandaşın onayını almadığını ortaya çıkarmıştır. Enver Sedat ve halefi Hüsnü Mübarek İsrail ile olan görüşmelerinde halkın onayını almayı gerek dahi görmemişti. Anlaşmalar halk dışarıda tutularak, göz ardı edilerek yapılmıştı.

Halkı göz ardı etme durumu Ortadoğu’da savaş sonrası ortaya çıkan milli hareketlerin daha çok İslam dünyasındaki orta ve üst sınıfta görülmüş olmasına bağlanabilir. Halkın büyük bir çoğunluğu o hareketlere dahil edememişlerdi. Ancak yine de engellenemeyen bir modernleşme süreci produces siyasallaşmış haklara sahip vatandaşlar üretmektedir. Bu siyasal bilince sahip vatandaşlar artık yöneticilerin kendilerini görmezden gelmesine veya rızaları olmadan kendi adlarına karar vermesine tahammül edememektedir.  Mısırlı ve İsrailli liderler Camp David Anlaşması’nı imzalamıştı. Ancak yanlızca bir taraf, İsrail lideri, kendi “milletinin” rızasını alarak bu işe girişmişti. 

Öteki taraf bu rızayı almakta gerek görmemişti.

1953 yılındaki sözde “devrim” ve Camp David Anlaşması İranlılar ve Mısırlılar üzerinde tartışılmaz psiko-politik etki yaratmıştır. Halkın büyük bir kısmı bu esnada hem aktif rol almamış hem de kendisini aşağılanmış, ötelenmiş ve hatta baskı altında olduğunu hissetmiştir. Tahran’da 1953’teki ve Camp David’de 1978’deki bu olaylar İranlılar ve Mısırlıların büyük bir bölümünün kimliğinin şekillendiği, ve “milli kimliğini” tanımlamaya çalıştığı süreci zedelemiş, her iki milletin zihninde Batı ile ilgili zehirli kanaatlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ülkelesine döndüğünde Tel Aviv havaalanında bekleyen İsrailli sıradan vatandaşlardan oluşan bir kalabalık Başbakan Begin lehinde sloganlar atıyor, çoşku ile karşılıyorlardı. Öte yandan Cumhurbaşkanı Sedat’un uçağı indiğinde Kahire Havaalanı sessiz ve derinden bir bekleyiş içindeydi.

Oysa ki Camp David Zirvesi bir “barış süreci” başlatacaktı. Bölgemizde savaş sonrası ortaya çıkan milliyetçi hareketler orta ve üst sınıflara mahsus hareketlerdi. Bu hareketler ne yazık ki toplumun çoğunluğunu oluşturan geri kalan kısmını dahil etmeyi başaramadılar.

1953 veya 1978’den sorumlu olan liderlerin kendi ülkelerinin “milli çıkarlarını” gözetmediği ile ilgili hiçbir kanıt mevcut değildir. Ancak tarih, bölgemizdeki liderlerin halkın çoğunluğunun desteğini, onayını ve rızasını almadan kalıcı tarihi kararlar alamayacağını göstermiştir. Halkın çoğunluğu süreçlere dahil edilmediği müddetçe liderler milli çıkarları gözetmeyen bir lider olarak algılanabilirler. Daha da kötüsü, ötelenmiş halkın gözünde bu liderlerin “düşman” olarak görülme ihtimali de ortaya çıkabilir. Şu halde Batı’nın İran ve Mısır diktatörlerine olan tutumu bu kadar sert olmasaydı Batı’ya karşı olan nefretin ve korkunun daha az olacağını söylemek mümkündür.

Bu bağlamda Arap Baharı bir dönemi kapatarak Ortadoğu’ya ve diğer bölgelere yeni bir nefes getirmiştir. Bu dönemin ana öğesi sıradan vatandaşların kendi ülkelerinin siyasetinde söz sahibi olmak istemeleridir. Yönetici koltuğuna oturacak kişilerin de halkın taleplerini dinlemesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda bir lider ne kadar güçlü veya yetenekli olursa olsun halkın onayını almadan bir anlaşmaya imza atamayacağını kanıtlamaktadır. Bu bağlamda Arap Baharı aynı zamanda Ortadoğu barış süreci için yeni bir başlangıç da olabilir. Bu kez, kim Kahire’de veya bir başka yerde direksiyon koltuğuna oturacaksa halkını da işin içine katmadan hiçbir yere hareket edemeyecektir.

Arap Baharı yeni bir barış sürecinin yanlızca liderler tarafından değil gerçekten halk tarafından da oluşturulmasını ortaya çıkaracaktır. İran’da Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra çıkan “benim oyum nerede?” tepkisinin bir benzeri tüm bölgede yankılanmaktadır.

Daha da önemlisi Arap Baharı artık “kolay ve rahat bir yönetimin” var olamayacağının işaretidir. Siyaset yapımının her iki yönü de çok daha karmaşık ve bilinmez bir hal almıştır. Demokrasi için daha modern ve ayrıcalıklı kesimin daha fazla anlayış, tolerans ve özveri göstermesi gereği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Arap Baharı bölgede çıkarı olan başta İsrail olmak üzere ayrıcalıklı, güçlü, Batılı ülkeleri de davet etmektedir. Arap Baharı bu açıdan İsrail’e de daha fazla anlayış, sabır ve uyum göstermesi için bir çağrıdır.

Arap Baharı elbette ki devrilen yönetimlerin yerine yanlızca görünüş olarak değil, kendi halklarına olan yaklaşımları açısından da farklı yönetimleri getirecektir. 
Bu nedenle artık Ortadoğu halkının yönetimlerde söz sahibi olmadığı dönemler geride kalmıştır.

* Bu makale 21 Eylül 2011 tarihinde Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin düzenlediği “ Yeni Dünya Düzeni, Arap Baharı ve Türkiye ” panelinde sunulmuş tebliğin geliştirilmiş halidir.

** Farrokh Negahdar Kimdir?

 Siyasi aktivitist ve 1960’ların öğrenci hareketinin liderlerinden Farrokh Negahdar 1946 yılında İran’da doğdu. 1968-1978 yılları arasında öğrenci hareketlerindeki fiili katkısından ve Fedayi Organizasyonu’nun kurucu kadrosu içinde bulunmasından dolayı 10 sene hapse mahkum edildi. Mahkumiyetinin ardından Fedayi Organizasyonu’na yeniden katılarak bu grubun lideri oldu. 1982’de bu grubun resmi başkanı olarak seçildi ve görevini 1990 yılına kadar sürdürdü. 1983 yılından beri sürgünde yaşamakta olan Negahdar İran iç ve dış siyaset analizleri konularında aranan bir isimdir. University of London’da lisans ve yükseklisansını tamamlamış Negahdar aynı zamanda United Republicans of Iran (Jomhouri) grubunun kurucularındandır. 

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/2538?c=orsam%7Carabic