28 Aralık 2016 Çarşamba

Değişim Geçiren Ortadoğu Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri




 Değişim Geçiren Ortadoğu : Demokrasi ve Laiklik Arasındaki Karşılıklı Özveri*


23 11 2011

Sorry, this content is not available on your language, thats why you are viewing it on its own language
Farrokh Negahdar**

Geçiş döneminde yönetici tabakanın daha fazla sabır, anlayış ve uyum göstermesi gerekmektedir. Aynı şey, Batı’dan ve İsrail’den de beklenmelidir. 



















Özet 

Fırtınalı bir rüzgâr beraberinde yeni bir umudu ve güveni sürükleyerek topraklarımıza doğru getirmektedir. Ortadoğu İkinci Dünya Savaşı’ndan beri en önemli dönüm noktasını yaşamaktadır. 

Özellikle neo-con teorisyenleri, İran’ın Dini Lideri Ayetullah Humeyni, bu rüzgarı İslam’ın Batı’ya karşı ayağa kalması – Batı ve İslam’ın çatışması- olarak yorumlamaktadır. Fakat, bence Ortadoğu’daki durum bu grupların yansıttığı şekilde değildir. Bu analiz durumun öyle olmadığını açıklamaya çalışacaktır. 

Bu analizin amacı değişim içinde olan ülkelerin yaşadıkları bu durumun iç ve dış siyasetlerindeki olası sonuçlarının incelenmesidir. Analiz, halihazırda yaşanan olayların demokrasinin gelişmesi ve Ortadoğu’daki barış sürecini yeniden ortaya çıkarması ile sonuçlanacağını öne sürmektedir. 

1.Arap Baharı Demokratikleşme Demektir

Bireylerin moderleşmeye zor geçiş sürecinde siyasal İslam bölgede kimliğin önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu durum millet oluşturma sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Ortadoğu’da siyasal İslam’ı bertaraf etmenin tek yolu şiddet olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak uygulanan şiddet, baskı ve engelleme ne kadar fazla olursa radikal İslam da o kadar artacaktır.

Eğer bir birey hakları olan bir siyasal vatandaş olacaksa bu durumda İslam da birçok sıradan vatandaşın zihninde görüleceğinden demokratik özgürlükleri yok saymadan siyaset sahnesine yansıyacaktır.

Vatandaşların zihninde İslam bilincin başlıca veya en önemli parçası olduğu müddetçe bu parçanın bireylerin siyasal düşüncesini, oy verme davranışlarını etkilemediğini düşünmek saflık olacaktır. Ortadoğu’da demokrasinin varlığını isteyenler bunun laik bir çerçevede olabileceğini düşündükçe bu onların daha az demokrasi tercih ettikleri ve çoğunluk üzerinde daha fazla baskı uygulayacağı anlamına gelmektedir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İran ve Türkiye gibi ülkeler askeri destek ve kimi zaman baskı yolu ile hızlı bir modernleşme sürecine gitmiştir. 
Bu toplumda tepede bulunan sayıca az yönetici sınıf ile çoğunlukla dindar kesimden oluşan toplumun geri kalanı arasında büyük bir mesafeye yol açarak toplumun iki kesiminin birbirinden yabancılaşması ile sonuçlanmıştır. Bu bağlamda vatandaşlar birbirleri ile yanlızca kültür ve değer yargıları açısından değil, varlık ve güç olarak da uzaklaşmıştır.

1979’daki İran devrimi aşırı İslami bir rejim ile sonuçlanmıştır. Tabii ku bu yanlızca Ayetullah Humeyni’nin isteği doğrultusunda olmamıştır. İran İslam Cumhuriyeti’nin ortaya çıkması sonuç olarak halkın daha fakir, dışlanan büyük bir kısmının isteği ile gerçekleşmiştir. Çünkü, diktatör rejiminden ve SAVAK’ın sert yöntemlerinden dolayı kendilerini dışlanmış ve baskı altında hisseden sıradan vatandaşlar, kaçacak yer bulamadıklarından kendi kimliklerini siyasallaşmış bir vatandaş olarak yeniden tanımlayabilecekleri camiilerden başka bir yer yoktu. Elbette İslamcılığın derecesi laik diktatörlüğe bağlı olsa da radikal İslam’ı diktatörlüğün bir ürünü olarak görmek hatalı olacaktır. Çünkü, radikal İslam Müslüman dünyasının modernlik öncesi katmanlarında da bulunmaktaydı. Ancak laik diktatörlük İslam’ın daha ılımlı yorumlanışı ve diğer demokratik sesleri kısmaya yardımcı olmuştur.

30 yıl sonra, tartışmalı bir seçimin ardından İran’da genç nüfus büyük şehirlerde sokağa çıkarak “benim oyum nerede?” diye bağırarak daha fazla demokrasi talep etmiş, toplumdaki laik modern ve ılımlı İslami kesimleri kucaklamıştır. Bu, İran’da en güçlü ve yaygın muhalefet olan Yeşil Hareket’tir.

Çoğunlukla demokrasi ve laiklik arasında karşılıklı bir ödün görülmektedir. Devletinizi seçim sandığı etrafında şekillendirmek istiyorsanız o halde sürücü koltuğunda laikliği desteklemeye pek de gönlü olmayan, halkın İslami yönlerini silmeye yanaşmayacak bir lider oturacaktır. Aksini istemeniz halinde seçmenleri ve seçim sistemini engellemeniz gerekmektedir. 1970’lerin devrimci hareketlerine kıyasla daha az dini özellik barındırmakta, daha laik, modern ve en önemlisi de Batı’ya karşı haması duygu veya nefret taşımamaktadır.

Bu tablo, sosyal ve kültürel gelişme ile birlikte dini bir yönetim isteğinin azalmakta olduğunu göstermektedir. İran’da artık İslami köktendincilik sosyal desteğini ve güvenilirliğini kaybetti. Yapılacak adil bir seçimde oyların 10%’unu dahi alamayacaktırlar.

Son 33 senede okur-yazarlık seviyesi 48%’den 90%’a ulaştı. Şehirleşme oranı 47.5%’ten %72’ye çıkarak yarısı 6 büyük şehirde toplandı. Üniversite öğrencilerinin sayısı onlarca kat arttı ve bu öğrencilerin 3’te 2’si kız öğrenci. Ülkede 52 milyon aktif cep telefonu kullanıcısı ve 8.2 milyon internet kullanıcısı var. Bu sosyal değişim, özellikle de kamusal eğitim ve şehirleşme ile birlikte, moderniteye destek vererek kendisini radikal İslam’dan uzaklaştırıp daha ılımlı ve toleranslı bir İslamı kucaklayarak yeni bir kimlik oluşumu ile sonuçlanmıştır.

İranlıların 1979 İslam Devrimi’nden 2009 Yeşil Hareket’e kadar giden uzun yolculuğu radikal İslam’ın süreç içinde gücünü koruyamayacağını kanıtlamakta dır. Bu güç kaybetmenin hızı sosyal gelişimin yanı sıra modern laik ve ılımlı İslami partilerin el ele çalışmasına bağlıdır.
Hem Arap Baharı hem de İran İslam Devrimi laiklik ve demokrasi arasında karşılıklı bir özverinin böylesi geçiş dönemlerinde görülebileceğini kanıtlamakta dır.

Arap Baharı’nın temel noktası seçimler ile yönetimlerin belirlenmesi ise o halde İslamcılığın laikliğin önüne geçmesi kaçınılmazdır. Ancak temel nokta dini siyasetten ve kamusal alandan uzaklaştırmaksa o halde vatandaşlarınızın oy kullanma gücü ve sizin siyasal sisteminizde normal demokrasinin aksine bazı kısıtlamalar, değişiklikler olacak demektir. İslam ve vatandaşlık arasındaki bağ yani siyasal İslam elbette sonsuz kadar devamlılık arz etmeyecektir. Neticede azalma eğilimi gösterecektir. 
İran’da bu karşılıklı ödün verme durumu yok denecek kadar azdır. Bunu kapalı modern öncesi bir ortamdan açık modern sosyal hayata geçiş sürecinde yaşanan tipik bir özellik olarak açıklayabiliriz. Şehirleşme ve eğitim oranı arttıkça din ve devlet işlerinin ayrılması demokratik anlamda daha çok mümkün olacaktır.

Siyasal İslam Müslüman dünyası için ideal ve kesin bir yönetim şekli sunan bir düşünce olarak görülmemelidir. Bu bir geçiş dönemidir. Şehirleşme ve eğitimin 
kaçınılmaz donuçları ortaya çıktıkça ya normal seçimler yolu ile demokrasiye geçilecektir ya da askeri veya sivil bir baskıcı bir dikta rejimi ortaya çıkacaktır. Liberal ve sosyal demokrasi ile ılımlı ve toleranslı İslami gibi demokratik güçlerin birbirleriyle daha fazla ittifak haline olmaları normal seçimler yolu ile demokrasiyi daha çabuk oluşturacaktır.

Arap Baharı veya Arap Uyanışı sıradan siyasallaşmış insanların sesinin sokaklarda duyulmasıdır. Bu kişiler söz sahibi olmaya kararlı gözükmektedir. 
Bu, siyaseti şekillendirmek ve siyasal sisteme katılmak üzere tabandan gelen durdurulamaz bir harekettir. Elbette Mısır, Suriye, Bayreyn, Tunus, Yemen ve başka ülkeler arasında fark vardır. Ancak bu farklılıklar İslam’ın iç siyasette ve yerel politikalarda olan etki derecesi ile ilgilidir.

Arap ayaklanması serbest ve adil seçimlerin yapılmasını talep etmektedir. Bu sonuca ulaşmak kolay olmasa da bu engebeli yolu geçmenin başka alternatifi yoktur. Yeni seçim sistemi büyük oranda daha az laik ve İslami öğeleri içinde barındıran popülist bir siyasal sistem ve politika ortaya çıkaracaktır.

İran Devrimi’nin sonucu gibi Arap Baharı’nda da kaybedenler ve kazananlar olacaktır. Seçilmiş yöneticilerin varlığı ve siyasal sistemdeki yenilikler toplumun her kesimi için faydalı olsa da genel anlamda bu gelişmelerin kaybedeni gücün el değiştirmesinden dolayı yönetici laik kesimler olmuştur. Bu kayıplara bağlı psikolojik aşağılanma büyük bir düşüş yaşayan laik kesimin siyasal sisteme yeniden katılımı, ılımlı İslami gruplar ile diyaloğu ve aşırı İslami grupları engellemesi açısından olumsuz etki edecektir. Öte yandan aşırı gruplar dini yönü bulunmayan siyasi partileri izole etmek, bastırmak ve sindirmek için çaba sarfedecektir. Ilımlı ve aşırı İslamcı partiler ne zaman dini eğilimi olmayan partiler ile savaşmak üzere birlik yapmış olsa, sonucu bir felaket olmuştur.

II. Gerçek Anlamda Barış Süreci Demektir

17 Eylül 1978’de Camp David’de 13 gün süren gizli görüşmelerin ardından Mısır Cumhurbaşkanı Enver El-Sedat ve İsrail Başbakanı Menachem Begin Camp David Anlaşmasını imzalamıştır. Çeyrek yüzyıl sonra yani geçtiğimiz hafta Kahire’deki İsrail büyükelçiliğinin duvarları yıkılarak diplomatlar sınır dışı edildi. Aynı şey Umman, Ürdün ve Camp David’de bulunan diğer ortak ülkelerdeki İsrailli delegasyonların da başına geldi. Arap Baharı, imzalayan ülkelerin onayına rağmen ABD tarafından yönetilen “barış görüşmelerinin” Arap dünyasındaki sıradan vatandaşın onayını almadığını ortaya çıkarmıştır. Enver Sedat ve halefi Hüsnü Mübarek İsrail ile olan görüşmelerinde halkın onayını almayı gerek dahi görmemişti. Anlaşmalar halk dışarıda tutularak, göz ardı edilerek yapılmıştı.

Halkı göz ardı etme durumu Ortadoğu’da savaş sonrası ortaya çıkan milli hareketlerin daha çok İslam dünyasındaki orta ve üst sınıfta görülmüş olmasına bağlanabilir. Halkın büyük bir çoğunluğu o hareketlere dahil edememişlerdi. Ancak yine de engellenemeyen bir modernleşme süreci produces siyasallaşmış haklara sahip vatandaşlar üretmektedir. Bu siyasal bilince sahip vatandaşlar artık yöneticilerin kendilerini görmezden gelmesine veya rızaları olmadan kendi adlarına karar vermesine tahammül edememektedir.  Mısırlı ve İsrailli liderler Camp David Anlaşması’nı imzalamıştı. Ancak yanlızca bir taraf, İsrail lideri, kendi “milletinin” rızasını alarak bu işe girişmişti. 

Öteki taraf bu rızayı almakta gerek görmemişti.

1953 yılındaki sözde “devrim” ve Camp David Anlaşması İranlılar ve Mısırlılar üzerinde tartışılmaz psiko-politik etki yaratmıştır. Halkın büyük bir kısmı bu esnada hem aktif rol almamış hem de kendisini aşağılanmış, ötelenmiş ve hatta baskı altında olduğunu hissetmiştir. Tahran’da 1953’teki ve Camp David’de 1978’deki bu olaylar İranlılar ve Mısırlıların büyük bir bölümünün kimliğinin şekillendiği, ve “milli kimliğini” tanımlamaya çalıştığı süreci zedelemiş, her iki milletin zihninde Batı ile ilgili zehirli kanaatlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ülkelesine döndüğünde Tel Aviv havaalanında bekleyen İsrailli sıradan vatandaşlardan oluşan bir kalabalık Başbakan Begin lehinde sloganlar atıyor, çoşku ile karşılıyorlardı. Öte yandan Cumhurbaşkanı Sedat’un uçağı indiğinde Kahire Havaalanı sessiz ve derinden bir bekleyiş içindeydi.

Oysa ki Camp David Zirvesi bir “barış süreci” başlatacaktı. Bölgemizde savaş sonrası ortaya çıkan milliyetçi hareketler orta ve üst sınıflara mahsus hareketlerdi. Bu hareketler ne yazık ki toplumun çoğunluğunu oluşturan geri kalan kısmını dahil etmeyi başaramadılar.

1953 veya 1978’den sorumlu olan liderlerin kendi ülkelerinin “milli çıkarlarını” gözetmediği ile ilgili hiçbir kanıt mevcut değildir. Ancak tarih, bölgemizdeki liderlerin halkın çoğunluğunun desteğini, onayını ve rızasını almadan kalıcı tarihi kararlar alamayacağını göstermiştir. Halkın çoğunluğu süreçlere dahil edilmediği müddetçe liderler milli çıkarları gözetmeyen bir lider olarak algılanabilirler. Daha da kötüsü, ötelenmiş halkın gözünde bu liderlerin “düşman” olarak görülme ihtimali de ortaya çıkabilir. Şu halde Batı’nın İran ve Mısır diktatörlerine olan tutumu bu kadar sert olmasaydı Batı’ya karşı olan nefretin ve korkunun daha az olacağını söylemek mümkündür.

Bu bağlamda Arap Baharı bir dönemi kapatarak Ortadoğu’ya ve diğer bölgelere yeni bir nefes getirmiştir. Bu dönemin ana öğesi sıradan vatandaşların kendi ülkelerinin siyasetinde söz sahibi olmak istemeleridir. Yönetici koltuğuna oturacak kişilerin de halkın taleplerini dinlemesi gerekmektedir. Bu aynı zamanda bir lider ne kadar güçlü veya yetenekli olursa olsun halkın onayını almadan bir anlaşmaya imza atamayacağını kanıtlamaktadır. Bu bağlamda Arap Baharı aynı zamanda Ortadoğu barış süreci için yeni bir başlangıç da olabilir. Bu kez, kim Kahire’de veya bir başka yerde direksiyon koltuğuna oturacaksa halkını da işin içine katmadan hiçbir yere hareket edemeyecektir.

Arap Baharı yeni bir barış sürecinin yanlızca liderler tarafından değil gerçekten halk tarafından da oluşturulmasını ortaya çıkaracaktır. İran’da Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra çıkan “benim oyum nerede?” tepkisinin bir benzeri tüm bölgede yankılanmaktadır.

Daha da önemlisi Arap Baharı artık “kolay ve rahat bir yönetimin” var olamayacağının işaretidir. Siyaset yapımının her iki yönü de çok daha karmaşık ve bilinmez bir hal almıştır. Demokrasi için daha modern ve ayrıcalıklı kesimin daha fazla anlayış, tolerans ve özveri göstermesi gereği ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Arap Baharı bölgede çıkarı olan başta İsrail olmak üzere ayrıcalıklı, güçlü, Batılı ülkeleri de davet etmektedir. Arap Baharı bu açıdan İsrail’e de daha fazla anlayış, sabır ve uyum göstermesi için bir çağrıdır.

Arap Baharı elbette ki devrilen yönetimlerin yerine yanlızca görünüş olarak değil, kendi halklarına olan yaklaşımları açısından da farklı yönetimleri getirecektir. 
Bu nedenle artık Ortadoğu halkının yönetimlerde söz sahibi olmadığı dönemler geride kalmıştır.

* Bu makale 21 Eylül 2011 tarihinde Ankara Üniversitesi Politik Psikoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin düzenlediği “ Yeni Dünya Düzeni, Arap Baharı ve Türkiye ” panelinde sunulmuş tebliğin geliştirilmiş halidir.

** Farrokh Negahdar Kimdir?

 Siyasi aktivitist ve 1960’ların öğrenci hareketinin liderlerinden Farrokh Negahdar 1946 yılında İran’da doğdu. 1968-1978 yılları arasında öğrenci hareketlerindeki fiili katkısından ve Fedayi Organizasyonu’nun kurucu kadrosu içinde bulunmasından dolayı 10 sene hapse mahkum edildi. Mahkumiyetinin ardından Fedayi Organizasyonu’na yeniden katılarak bu grubun lideri oldu. 1982’de bu grubun resmi başkanı olarak seçildi ve görevini 1990 yılına kadar sürdürdü. 1983 yılından beri sürgünde yaşamakta olan Negahdar İran iç ve dış siyaset analizleri konularında aranan bir isimdir. University of London’da lisans ve yükseklisansını tamamlamış Negahdar aynı zamanda United Republicans of Iran (Jomhouri) grubunun kurucularındandır. 

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/2538?c=orsam%7Carabic


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder