21 Aralık 2016 Çarşamba

YAŞAMA BİR KAÇ KISA SEYİR NOTU



YAŞAMA BİR KAÇ KISA SEYİR NOTU;


MEHMET BATUHAN KAYNAKÇI,


Bir sükût akşamı, insanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresini, ölmüş kadavralardan alınmış mürekkeplerle, o mürekkeplerden yapılma pastel renklerle, şöyle ya da böyle çiziyorlar. İnsanların elinde hiçlik isimli tükenmez kalemler... İnsanların elinde, varlık zücaciyecisinden alınmış, hiçlik isimli kalemler… Biraz deniz karıştırıp kavanoz diplerine sonsuzluk lafsını altın hatlarla nakşediyorlar. 

Görseniz, anarsın bir ihtilal akşamı, Fransa’da namünasip bir kasaba… Namünasip kelli felli bir kadın, caddede salına salına elindeki parşömen kâğıdını, kâğıtta adı yazılı insanlara pazarlıyor. Cadı avı, akşam polosunu oynayan polo oynayıcıları arasında başlamış. Başlamak ne kelime, gündüzden arta kalan kelimelerle, geceleyin gökyüzüne sual mahkemeleri kurulmuş. Bilirsiniz sual insandır, insan sualden yapılma… Toplumlar sualin pangea halidir. Pangea ise insanların en kısır döngüsü… 

Darwin’i tanımam ama balkondaki sinekkapan çiçeğinin flört ettiği sivrisinekte öğrendim doğal seçilimi. İnsanın hangi virajı alamayacağını, o virajları hangi usta Çinli mühendislerin yaptığını, Çinli mühendislerin hangi lüks yanan mekteplerde okuduğunu… 

Bana soracak olursanız, insanlar ellerindeki hiçlik kalemini atmamalı. Hiçlik kalemini ve Metro duraklarında geçirilen zamanı… Evet atmamalı. Atölyelerin kepenkleri inik, insanlar sanmayın ki uyumada. Kimisi bir filozof ile hoşbeş ediyor; kimisi okeye döndüğü okeyde muvaffak(!). Kepenkler inik, sanmayın insanlar uykuda. İnsanların ki sohbetim yoktur birçoğuyla. Meşguliyetleri var. Mecburiyet isimli meşguliyetleri... 

Akşam olunca yalnız akşam çöküyor topluluklara. Ötesini hiç tanımadım. 

..

Ne öz çekim ne öz yaşam öyküsü. Hepimiz fizik adlı deccal diktatörün bir köşesinden tutunmuş gidiyoruz. Yonttuğumuz taşlar avuç içlerimizde tuz buz. Gitmek üzere çıktığımız yolda yaşanıyor zaman kırılması. İnsanları az çok tahmin edebiliyorum. Kimisi ertesi sabah yapacağı kahvaltıyı dert ederek uykuya dalıyor; kimisi dün yaptığı kahvaltıyı dert ederek… Sadece çok az bir kısmı rüyasından terler ve kâbuslar içinde kalkıyor ve kalan bazı azları, gece geçirdiklerini gündüze değişme hülyasında… 

Zaman bize sertçe bir blok koyuyor. Ne adım atacak yerimiz kalıyor ne de geride pas atacağımız bir adam. İşte o sıralarda oturup sadece bize; toplumu, topluma ait olanşeyleri seyretmek düşüyor. Bakıyoruz; insanlar zamanla büyük bir mücadele içinde.

Sanki o büyük patlama sırasında, bir kaos içinde savrulan tozlar, bu yaşayanların ataları değilmiş gibi bir mükemmel elense denemesi zamana karşı. Hadi diyelim ki zaman geriye bir adım atacak; bize bırakacak o umduğumuz şeyleri… Peki, bulabilecek miyiz kelliğe çareyi ve Londra Konferansı orada görüşülürken elimizdeki cımbızı bir kenara koyabilecek miyiz? Hayır, düşündüğümüz şeyler apaçık bir hengâme.

Akşam olunca bunları düşünmeden edemiyor insan. Diğer insanlar ne düşünür bilmem. Dediğim gibi sohbetim yoktur pek çoğuyla.
Şikâyet edeceğim konuları bitirdim sanıyorum. Bir tek insanlar kaldı; diktatörlerden, sinek kapan çiçeğinden ve heykeltıraşlardan bahsettim.

İnsanlar, bulundukları toplumun hukuku, etiği ne olursa olsun yalnız yaşıyorlar. Doğdukları gün, ergenliğe girdikleri gün, yirmili yaşları ve nicesi… Tek kişilik kâbuslar görüyorlar. Sabahları tek başlarına kaçırıyorlar sabah otobüslerini. İşlerine ve okullarına tek başlarına geç kalıyorlar. Öğlen molasına yahut ders arasına tek başına çıkıyorlar.
Sıhhiye’den Kızılay’a giderken çarpıştığım insanlar, o yolu tek başlarına yürüyorlar. Kitapçılara tek başlarına uğruyor ve hatta bir milyon satan bir kitabı tek başlarına okuyorlar. Bir milyon satan bir kitabın yazarı o kitabı tek başına yazıyor. Şayet yazar kısmında iki isim varsa o iki kişi, tek başına yazıyor o kitabı. Kitabın editör ekibindeki her bir kişi, işin kendine düşen kısmını tek başına yaptı. Tek başınalıktan kurulu bir insan yığını, yığınlığını tek başınalık ile muhafaza ediyor.

Ne garip bir şey, ne normal bir şey…

İnsanlar ölüyorlar, insafsızca. Geçen gece sabahladığım Gazi Hastanesi’nin acilinde bunu fark ettim. Duvara sırtını yaslamış, dizlerine değin bükülmüş, biri en fazla kırk, biri en fazla yetmiş yaşında iki kişi... Birisi evladı için, birisi torunu için gözyaşı döküyor. Anneyi soracak olursanız fenalaştı; yoğun bakımda. Evladının ölüm nedeni nedir; bilmiyorum.
Ölüm, ölümdür işte. Ansızın, insana dair… İnsafsızca dedim; bu sert bir kelime olabilir.
Ancak o an aklıma gelen ilk şey ve belki de tek şey buydu. Koşar adım uzaklaşmak istedim oradan.
Ölümden uzaklaşmak istemek garip bir seyir cümlesidir aslında. Her ne kadar ruhum o sırada bunu buram buram arzulasa da ayaklarım tek bir adım atamadı. Hayat, fizik, doğa kanunu ne derseniz deyin adına.
Dedim ya ‘’ İnsanlar; yaşamak adlı atölyelerde, yalnızlık isimli projelerini yontuyor. Bir yaşamak gailesi portresi ellerinde...’’ Ne garip! Gerçekten hayatın kısa özeti bu olabilir benim için. 

İlk çağlarda simyacıların sıkıntısı, ötesinde Kavimler Göçü, ötesinde Konstantin’in Fethi... Dahası ve saire…

Ne garip! Bir ‘yığın’ kişinin aklına bulaşmamış bir düşünce, tek bir kişinin beyin damarlarında tohumlana biliyor. O tohum, kurak toprağını yarıp kıtlıktan kırılmak üzere olan bir halka ağaç oluyor. O ağaç ise sırasıyla fotosentez ve hayat oluyor. Doğa için ve doğaya dâhil olan insan için fotosentez neyse toplumlar için ve topluma dâhil olan insanlar için de fikirler aynı şey değil midir?


GENCAY
Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 5 Sayı 58 – Kasım 2016
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
bilgi@gencaydergisi.com


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder