18 Aralık 2016 Pazar

TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 1



TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER - ÇARELER BÖLÜM 1 


Prof. Dr. Turan YAZGAN 


ÖNSÖZ 

Turan YAZGAN adını ilk 1993 yılında Bakü’de duymuştum. Merhum Elçibey’in onu devlet töreni ile karşıladığı anlatılıyordu. Kendisiyle 2006 yılında Burdur’a 
bir konferans için davet ettiğimizde tanışabildik. Isparta, Antalya’nın ardından o gün üçüncü konuşması olacaktı. Vali, Belediye Başkanı, Tugay Komutanı, ilin ileri gelenleri hep oradaydılar. Üç saati bulan konuşma bitmiş kimsenin salondan ayrılası yoktu. İlde o güne kadar en ilgi gören konferans olmuştu. İkincisi için de söz istemiştik. “Ölmez sağ kalırsak” demişti. Ömrü vefa etmedi. Emr-i hak vaki oldu. 24 Kasım 2012 günü, bir “Öğretmenler Gününde” aramızdan ayrıldı Türkün bu Korkut Atası. 


30 Nisan 2006 günü Burdur öğretmenevinde verdiği “Türk Dünyası” konulu bu tarihi konuşmanın II. bölümünü daha evvel yayınlamıştık.(ölümünün 
ardından) 1. bölüm o sırada elimizde yoktu. Ona da ulaştık daha sonra. Paha biçilmez bir tarihi eserin diğer parçasına ulaşmak gibi geldi bize doğrusu. 

Neden Türk milletinin başı beladan kurtulmaz? 

Coğrafyamızın kaderi. Dertler, çareler… hepsinin cevabı konuşma içinde mevcut. Her yaştan, her insanımıza bilmesi gereken, ders niteliğinde ibretlik tespitler. 

Atatürk: 

“Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır” diyordu. Hocaların hocasını dinleyince bunun ne anlam ifade 
ettiği bugün çok daha iyi anlaşılıyor. Tartıştırılan “ Yavuz adı ” gibi daha pek çok güncel konuya da cevap bulacaksınız bu tarihi koşma içerisinde. 

Hz Peygamber; “Âlimin ölümü âlemin helaki gibidir” buyurmakta. 

Bâki kalan bir hoş seda imiş. Turan Hocaya Allahtan rahmet dileği ile. 

Osman ERENALP 



*** 

(Yazı konferansın kelime kelime dökümünden ibarettir.) 

Konferans Videosu Adresi: 

http://www.millikanal.com/2015/08/turan-yazgan-turk-uretim-ticaret-ve.html 




TÜRK DÜNYASI DÜNÜ – BUGÜNÜ, DERTLER – ÇARELER 

Çok muhterem Valimiz, 
Çok muhterem Belediye Başkanım, 
Çok muhterem Dekanımız, 
Devletimizin yüce temsilcileri, 
Kıymetli dostlar, Aziz gençler; 

“Burdur”, “Isparta” benim bölgem. Bunun için, başka yerlerde bana konuşmak çok kolay gelir de, buralarda gerçekten heyecanlanırım. Bugün siz kıymetli topluma Türk Dünyasını anlatmaya çalışacağım. Ancak, Türk Dünyasını anlatırken elbette kendi ihtisasım çevresinde, daha çok “iktisadi” yönüyle meseleyi ele almak istiyorum. Çünkü ben bir iktisatçıyım. 

“Türk Dünyası” biliyorsunuz son on beş yılın en çok kullanılan terimidir. Fakat bu terim, “coğrafi” bir mana ifade eder. “Sosyal”-“kültürel” bir mana ifade eder. Ve 
daha çok ütopik, hayali bir mana ifade eder. Ama bir gerçek manası vardır ki, bizim asıl üzerinde durmamız gereken nokta odur. Arkadaşlar dünya kurulduğundan beri dünyada savaşlar devam eder. Savaşların tabi, asıl sebebi Allah’ın dünyaya kıymetli maddeleri, zamana göre değişen kıymetli maddeleri, eşit dağıtmamış olmasıdır. 
Dünya üretimle refaha kavuşur ve huzura kavuşur. Üretim için zamana göre, insanoğlunun geliştirdiği teknolojik seviyeye göre bazı maddeler vardır ki 
“olamazsa olmaz”. Yani o maddeleri, elde edemeyen ülkeler üretim yapamaz. Veya o maddeleri diğer ülkelere göre pahalı elde eden ülkeler, rekabet yapamaz. 
Dolayısıyla, bu maddeler dünyadaki huzurun ve refahın başlıca göstergesini teşkil eder. 

“Makineli dönem” dediğimiz 17. asra kadar dünyanın kritik maddesi daha çok “baharattır”. “Baharat” tabii tuz biber manasına değil, “tabii kimyevi madde” 
manasına baharattır. O güne kadar insanoğlu bildiği ihtiyaç maddesi olarak, ulaştığı teknolojik seviye itibarıyla üretebildiği ne gibi mamuller, mallar varsa, onların herhangi birisini değil, hepsini yapmak için, kayıtsız şartsız bu “baharat” dediğimiz maddelere muhtaçtır. 

Mesela ayakkabı yapıyorsunuz. Deri lazım. Kösele lazım. Derinin işlenmesi için “baharat” lazım. Köselenin işlenmesi için “baharat” lazım. Boyanması için “baharat” lazım. 
Yumuşatılması için “baharat” lazım. İnceltilmesi için. Düşünebildiğiniz masa yapıyorsunuz. Korunması için “baharat” lazım. Yapıştırılması için “baharat” lazım. Yani tabii kimyevi madde dediğimiz maddelere kayıtsız şartsız ulaşmak lazım. İşte bu makinesiz dünyada, bu maddeleri hangi devlet kontrol ediyorsa, hiç şüphe yoktur ki o devlet dünyaya hâkim olacaktır. Bu maddeler o dönemde daha çok Hindistan ve Güneydoğu Asya’da bulunmaktadır. Afrika’nın, Sahra’nın güneyi fazla bilinmemekte, kullanılmamaktadır. 
Amerika biliyorsunuz ancak 15. Asırda Avrupa ya çıkar. Ve 16. Asra kadar pek işe yaramaz bu manada. O halde Hindistan’dan ve Güney 
Doğu Asya’dan gelecek olan baharatı hangi ülke kontrol edecekse o ülke zengin olacaktır. O ülke bol üretim yapacaktır. Ve o ülke dünyaya hâkim olacaktır. 

Bu bir kanundur. 

Daha sonra biliyorsunuz, makineli döneme geçildikten sonra, “ Kritik madde” değişiyor. Baharat yerine “ Enerji maddeleri ” geçiyor. “ Petrol, gaz ” gibi. Bu güne kadar devam eden bu kritik madde türüne dünyadaki hâkimiyet sahasını ve dünyaya hâkim olacak devletleri tayin ediyor. Kim bugün petrolü gazı kontrol edebiliyorsa veya ona sahipse sahip olmak yeterli değil, kontrol daha önemli bir kelime. Sahip olup kontrol edemeyen pek çok ülke var çünkü. Aslında dünya bugün bu durumda. 
Kim kontrol edebiliyorsa bu kirik maddeyi, maddeleri o dünyaya hâkim olacaktır. Ve olmuştur, olmaktadır. Şimdi bu iki yönden baktığımız zaman, Türk Dünyasının manasını, iktisadi manasını, çok iyi anlayabiliriz. 

Bir zamanlar “ kritik maddeyi ” yeryüzünde Türkler kontrol ediyordu. Hindistan’dan veya Güneydoğu Asya’dan kalkan baharat, ipek, ipek çok önemli bir şey değil, hep 
İpek yolundan” bahsederler. 
Aslında İpek yolunun hiçbir önemi yoktur, asıl adı onun baharat yoludur. İpek çünkü lüks bir madde. “Kürk yolu” onunda aslında bir önemi yok. Kürk yolundan da baharat geçer. Hepsinden asıl nakledilen baharattır. Biz bu baharat yolunu elde edebilmek için, Selçuklular zamanından itibaren dünyada, akıl almaz derecede ileri, akılcı ve makul bir politika uygulamışızdır. Atalarımız bu kervanların geçtiği yolları evvela orduyla kontrol altına almışlardır. İktisadi... Bilek gücüyle… Kılıç gücüyle… Tabi bu yeterli değil. Ayrıca bu yollar üstünde her 25 km. de bir “kervansaraylar” yapmışlardır. Kervansaraylarda bu maddeleri getiren kervanlar yerler, içerler, yatarlar, kalkarlar, dinlenirler ve mallarını serbest piyasa şartlarına göre pazarlarlar. Orada “narh” yok. Alıcılar, satıcılar karşı karşıya gelir. Ve ustalar, o denemin ustaları ayakkabıcı ustası kendine lazım olanı, terzisi kendine lazım olanı, dericisi kendine lazım olanı, marangozu kendine lazım olanını satın alır. Ve dinlendikten sonra, yemesi, içmesi, yatması kalkması her şeyi parasızdır. Ya merkezi otorite, devlet bunun masraflarını öder. Veya vakıflar bu masrafları karşılar. 

Ama buradaki dikkat edilmesi gereken husus şudur. Kervansaraylarda yeme, içme, yatma dediğimiz hadise arkadaşlar, yalnız padişahın oturduğu yere “saray” 
dediğimize göre, kervanların oturduğu yer iki saraydan biridir. 
Ama padişahın sarayı ile kervansarayı mukayese ederseniz, kervansaray daha emniyetlidir, daha konforludur, daha lükstür ve orada yenilip içilen şeyler padişahın sarayında da çok zor yenir. Mesela Selçuklu kervansaraylarından elimize geçen belgelere göre harcıâlem yiyeceklerden birisi “külbastıdır”. Çok sık geçer yemek menüsünde. Ve kervansaraylarda, kervansarayın bulunduğu mahalle göre mütehassıs doktor bulunur. 
Trohom bölgesi ise göz doktoru bulunur. Şarbon bölgesi cilt doktoru bulunur. Gerçek manasıyla, bugünkü manasıyla mütehassıs doktor bulunur. 
Ve yeme, içme, yatma, kalkmanın parasız oluşu ötesinde, asıl önemli olan, devlet bunlara mal ve can sigortası yapmıştır. Gayri şahsi olarak. İsimler kaydedilmeksizin. 
Her hangi bir kervan, her hangi bir şekilde zarara uğrarsa, o zararı devletçe tazmin edilir. 

Yani yeryüzünde “ilk sigortayı da böylece atalarımız bu yolları işletme maksadıyla dünyanın en akıllı insanları olarak belki, icat etmişler ve tatbik etmişlerdir. 

Böylece, bütün kervanlar Türkiye üzerinden geçmeyi akılcı bulmuşlardır. Ekonomik bulmuşlardır. Ve emniyetli bulmuşlardır. Ve Türk ustaları da alabildiğine hammaddeye, kritik maddeye sahip olmuşlardır. Ve bu sahip oluş, kesiksiz hale getirilmiştir. Ancak zaman zaman bu yolun doğumuzda bulanan Türk Devletleri tarafından kesildiğini biliyoruz. Bu kesilmenin manası, bugün Türkiye’ye gelen petrolün kesilmesiyle eş değerdir. O gün eğer Baharat Yolu mesela İran’daki devlet, Türk devleti tarafından kesilirse, Türkiye allak bullak olur. Selçuklu devleti allak bullak olur. Yüz binlerle usta ve onların yanlarındaki kalfalar, çıraklar işsiz kalır. Üretim durur. Açlık, yokluk, sefalet ve daha önemlisi, huzursuzluk başlar. Eşkıyalık başlar. 

Onun için, Fatih Sultan Mehmet Han çok iyi bilir ki Uzun Hasan kendisinden daha Türk tür. Çünkü divanı Türkçedir onun. Kardeşi olduğunu bilir. Ama yolu kestiği anda gidip onun kafasını keser. Kesmeye mecburdur. Babası olsaydı aynı şeyi yapardı. 

Aynı şey Yavuz döneminde, Kanuni döneminde ve IV. Murat döneminde hemen 17. asra kadar bütün Padişahlarımız döneminde Doğu Türk Devleti ile Batı 
Türk devleti arasında rekabet sebebiyle başımıza gelmiştir. Ve bu yüzden tarihimizde bu kardeş savaşlarına sahne olmuştur. Bu savaşlar, bizim tarihlerin 
yazdığı gibi, asla ve kesin olarak mezhep savaşı değildir. 

Bir kere Türkler hiçbir zaman, tarihlerinin hiçbir döneminde din savaşı yapmamıştır. 

Batıya giderken de İslamiyet’i götürmek için gitmemiştir. Batıyı gittikçe tampon bölge kullanmak ve onlardan haraç alarak devletin gelirlerini artırmak için gitmişlerdir. 
Ama gittiği yerlerde İslamiyet’i kabul edenlere hiç dokunmamış, onlara her türlü imtiyazı vermiştir. 

Vergileri muaf tutmuş, pek çok imtiyazlar tabii ki vermiştir. Yoksa cebri olarak, İslam yapmak üzere savaş yaptığımız vaki değildir. Onun için mezhep savaşı hiçbir şekilde yapılmamıştır. 

Yavuz Sultan Selim Han yüz binlerce Türkü kesmiştir. Doğrudur. 

Ama bu mezhebinden dolayı değil. Bu İran’daki Türk Devletinin ajanlığını yaptıkları için. Ve İran’da, kesilen yolun uzun süre kapalı kalmasına yardımcı oldukları içindir. Yoksa asla mezheplerinden dolayı değil. O yolu açmak zorundaydı Türk Devleti. Açmak zorundadır. Açmaya mecburdur. Ve daima da açmıştır. Daima açık tutmayı başarmıştır. 

Bu yol eğer baharat eğer Kuzeyden kaçmaya başlarsa, Türklere görünmeden, yani Selçuklu Devletine veya Osmanlı Devletine görünmeden. 
O takdirde gene devletin büyük kaybı olacaktır. Ya ustaların elde ettiği baharat imkânı azalacaktır. Üretim azalacaktır veya pahalanacaktır. 

Onun için biliyorsunuz Fatih Sultan Mehmet Han gitmiş Kırım’a Türk Bayrağını dikmiştir. Ve Girayı da, Giray Sülalesini Han ilan etmiştir. Ve orada verdiği görev şudur. 
“Geçen kervanların emniyetini sağlayacaksın. Sigortalarını temin edeceksin. Ve mallarını serbestçe pazarlamalarını temin edeceksin. Artan malı da yüzde dokuz 
nispetinde vergilendirdikten sonra Batıya doğru gitmelerine, hem de emniyetle gitmelerine hudutlarımızdan çıkıncaya kadar emniyetle gitmelerine yardımcı olacaksın”. 

Aynı şey, aynı kaçış Güneyden İskenderiye üzerinden, Arap yarımadasını deniz yoluyla atlayarak İskenderiye üzerinden Akdeniz yoluyla başlayınca Yavuz Sultan Selim Han biliyorsunuz çölleri aşarak gider orada da bir Türk Devleti vardır. Onu ortadan kaldırır ve yerine bir vali tayin eder. Valiye de verdiği vazife, Giray Hanına verdiği vazifedir. Kervanların emniyetle geçişini sağlayacaksın. Mallarını pazarlayacaklar. Ve artan mallarını pazarlamaları, yani ihraç etmeleri için yüzde dokuz vergi alacaksın. 

Bu şekilde vardığımız sonuç şudur. Bir kere Türk ustaları dünyanın en bol kritik maddesine sahip olan imtiyazlı ustalardır. Özellikle Batıdaki ustalara göre dünyada en kesiksiz ham maddeye sahip olan ustalardır. Dünyada en ucuz ham maddeye sahip olan ustalardır. Ve ayrıca Türk Devleti de bu yüzde dokuz nispetindeki baharat ihracından elde ettiği vergi geliri olarak, hazinesinin dörtte birini sağlar. 
Bu ne demektir? O günkü Osmanlı hazinesinin dörtte birinin baharatın ihracından elde edilen gelirden oluşması şu manaya gelir. Bugünkü Amerikan hazine gelirlerinin dörtte birine eşittir bu. Satın alma gücü itibarı ile eşittir. Neden? Çünkü o gün Akdeniz’de biz vardık. Bugün Amerika var. O gün Karadeniz’de biz vardık bugün Amerika, Rusya var. O gün Hazar’da bizim donanmamız vardı. Bugün Amerika oraya da ulaştı. 

O gün Tuna Nehrinde bizim ince donanmamız yüzerdi. Tuna’nın Karadeniz’deki ağzından girer ta Regensburgta Fransa’nın içlerine kadar gider gelirdi geriye. Ve hiçbir devlet tüyüne dokunmaya cesaret edemezdi. 

Bugün Almanya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır. Japonya’nın göbeğinde Amerikan Ordusu vardır. Okyanusta bizim gemilerimiz yüzerdi. Ve Türk Devleti 
dünyayı ikiye bölmüştür. Türkler ve diğerleri diye. Bu baharatın kontrolünden elde ettiğimiz yüzde dokuzluk ihraç geliri bir. İkincisi Türk ustaları en bol baharat elde ettiği için, ucuza mal yapıyor. Avrupa’ya nispetle en az yüzde dokuza daha ucuza mal yapıyor. Dolayısıyla yalnız baharat ihracı değil, mamul ihracı bakımından da dünyanın en büyük ihracatçısı, Türk Devletidir. Ne ihraç eder? Her mamulü ihraç eder. Düşünebildiğiniz her mamulü ihraç eder. Dünyada en bol mamul üretimi Türkler tarafından başarılmıştır. Bu ihracattan da elde ettiğimiz gelir, hazine gelirlerinin diğer yüzde yirmi beşidir. Bir yüzde yirmi beş de demin söylediğim gittikçe Batıya doğru giden Türk Ordularının işgal ettiği ve hâkimiyetimize aldığı kontrolümüze aldığımız devletlerden aldığımız vergiler ve haraçlardır. Böylece yüzde yetmiş beşini Türkiye sağlar. Geriye kalan yüzde yirmi beşi halka dağıtıldığı zaman, dünyanın en düşük vergisi ile çalışan ve fakat en güçlü devleti ortaya çıkar. Orduları bakımından eşsiz, en güçlü, iktisadi olarak en güçlü, refah seviyesi de en yüksek millet. 

O kadar refah seviyesi yüksektir ki, dünyada ne kadar insan varsa Türkiye’yi tanıyan Türkiye de yaşamak ister. Ve padişaha devamlı olarak dilekçeler gönderirler. “Cemaat olarak bizi alın” diye. Bizim hepsine kucak açtığımız da doğrudur. Yer yer yerleştirdiğimiz Yahudilerden tutun, Venediklere, Çeçenlerden, Çerkezlere. Kim ki, dünyada zulüm görmüş hepsine kucağımızı açmış ve hepsini yerleştirmişizdir. Kendi malımızı, mülkümüzü vermişizdir. Hepsini refaha ve huzura kavuşturmuşuzdur. 

Kendi halkımızın refah seviyesi o kadar yüksektir ki, kazançlar istilakin çok üstündedir, tüketimin çok üstündedir. Üretimin çok üstündedir. Bu kısımda 
vakıflara gider. Dünyadaki sosyal Siyasetçiler Osmanlı Devletini ve Selçuklu Devletini “Vakıf cenneti” olarak tarif ederler. Yani Vakıf Cenneti. İhtiyarlar düşünün. Hiç kimsenin hiç birisinin problemi olmaz. Mutlak Şekilde Vakıflar tarafından kontrol altında tutulur. Yedirilir içirilir yatırılır. Her türlü imkânları sağlanır. Sokakta yetim çocuk yoktur. Mümkün değildir. Hastasına bakılır. Sakatına bakılır. Ve çeşmeler vakıftır. Köprüler vakıftır. Hastaneler vakıftır. Medreseler vakıftır. Bütün eğitim kurumları vakıftır. Ve tüm bu vakıf kurumları sosyal refahı zirveye çıkarmıştır. Artık halk hangi gayeye parasını yatıracağını düşünmek durumundadır. Ve yol bulamaz. Yer bulamaz. Gaye bulamaz. 

O dönemde mesela uçamayan göçmen kuşların bakımı için vakıf kurulmuştur. 
Nesli tükenen hayvanların neslinin idamesi için vakıflarımız vardır. 
Tabak kıran hizmetçi kızların kırdıkları tabakların bedelini ödemek için vakıf kurulmuştur. 

Kimsesiz kızların evlendirilmesi, çeyizlendirilmesi için vakıf kurulmuştur. 

Düşünebildiğiniz kadar çeşitli sosyal ve kültürel gayeli vakıflar tüm Türkiye’yi bir cennet haline getirmiştir. Burada, tabi, asıl önemli olan bu bolluğun sağlanmış 
olması yeterli midir? Bu sorunun cevabı şudur. Cevabını vermek gerekir. Çünkü arkadaşlar, bol mal üretmek yeterli değildir. Gereklidir ama yeterli değildir. Bol mal, fakat kaliteli mal üretmek gerekir. Yani maddi bolluk yeterli değildir. Mana zenginliği, mana gücü de gereklidir. Buna “kalite” diyoruz. 

Şimdi yetmiş milyonluk Türkiye’de herkesin ayakkabı giydiği bir gerçek. Modayı kaldırın ortadan. Eğer ustalar bir sene dayanan ayakkabı yapıyorlarsa yetmiş milyon çift, bizi bir sene ayağımızı çıplak olmaktan kurtarır. Ama altı ay dayanan ayakkabı yapıyorlarsa, 140 milyon gerekir. Üç ay dayanan ayakkabı yapıyorlarsa 210 milyon ayakkabı gerekir. Bir ay dayanan yapıyorlarsa 840 milyon çift ayakkabı üretmek gerekir. Ki aynı ihtiyacı karşılayalım. Yani Türkiye’de hiçbir insanın ayağı çıplak kalmasın. İşte burada kalitenin önemi ortaya çıkar. O halde Türk ustalarının kaliteyi de sağlamış olması gerekir. 

Bol üretimi sağlamak yetmez. Gereklidir ama yetmez. Kaliteyi de sağlamak için, demin söylediğim gibi, maddi bolluğu sağlamak için dünyanın en akılcı tedbirlerini alan Türk devleti, devletleri yahut kaliteyi de sağlamak için yine dünyanın en akılcı tedbirlerini almışlardır. Bu bize bir şeyi ifade ediyor. 

Türk devlet idareleri daima akla dayanmıştır. Daima prensiplere dayanmıştır. 

Ne yapmışlardır kaliteyi temin etmek için? Kaliteyi temin etmek için daha Orta Asya’dayken, Türkistan’dayken veya Altaylardayken, ustaları “Akı Teşkilatı” adlı bir teşkilatın içine almışlardır. “Akı” “ak”lıktan, temizlikten gelir. Sevgiden, kardeşlikten saygıdan gelen bir kelimedir. Onu Arap Alfabesiyle yazdığımız zaman Ahi diye okumuşlardır. Şimdi “Ahi” diye geçiyor. Kelimenin aslı Türkçedir. Ve buluş Türklere aittir. 

Akı Teşkilatı usta, kalfa ve çıraklara üç prensibi kayıtsız şartsız benimsetir. 

El sağlamlığı, 
Bel sağlamlığı, 
Dil sağlamlığı. 

El sağlamlığı demek, hırsızlık nedir bilmemek demektir. Yapılan mala hile karıştırmamak demektir. Doğru olmak demektir. Dürüst olmak demektir. 
Bel sağlamlığı demek kimsenin ırzına namusuna göz dikmemek namuslu şerefli haysiyetli olmak demektir. 

Dil sağlamlığı demek, sözün senet yerine geçmesi “söz bir Allah birdir, imzaya gerek yoktur” demektir. 

İşte bu üç prensibi “Akı teşkilatları” kayıtsız şartsız uyulması gereken prensipler olarak benimserler. Ne zamandan itibaren? Çıraklıktan itibaren. Önce “yamak” 
olarak girer. Yamaklık süresi içinde çırak olup olmayacağına o sanat dalında çırak olup olmayacağına karar verilir. Çırak olursa eğer eline sağlam, beline 
sağlam, diline sağlam olacak şekilde ustası tarafından eğitime tabi tutulur. Bu aynı zamanda iş başında eğitimdir. İş başında eğitim hem mesleki eğitimdir, hem ahlaki eğitimdir. Ve çocuk orada ailesinden çok ustasıyla karşı karşıya kaldığı için yemeği de öğrenir, içmeği de öğrenir. Oturmayı da öğrenir. Abdest almayı da öğrenir. 
Namaz kılmayı da öğrenir. Her şeyi öğrenir. Ve çıraklık beratını aldığı zaman ezan okumasını da en az bilir. Bu İslamiyet tarafı. Kalfalık imtihanını başardığı zaman, bu insan “Kuran’ı” hıfzetmiş olur. Herhangi bir camide bir hafızın yapması gereken bütün işleri yapabilir. Ustalık imtihanını başardığı zaman da arkasında namaz kılınan adam haline gelmiş olur. Ve çıraklıktan itibaren eline de, beline de, diline de sağlam insan olduğu kayıtsız şartsız halk tarafından kabul edilir. 


O zaman atalarımız şunu yapmış. Bu hayati prensipleri dinle birleştirmiş, dini motifleri güçlendirmiş. Ezan okuma vakti geldiği zaman, bütün çıraklar 
dükkânlarından camilerin minarelerine doğru koşuşur. Hangi çırak, hangi minarenin, hangi şerefesine önce tırmanabilmişse, o gün ezanı okumak onun görevi, onun hakkı olur. Ve nasıl okur ezanı? Tabii içten okur. Para karşılığı değil o. Gönülden okur. Bütün samimiyetiyle, bütün gücüyle ve bütün ahengini öğrenmiş olarak okur. 

Kalfalar camilerde imama refakat eder. Ve imamdan sonraki bütün işleri yaparlar. Ustalar da, hangi usta mihraba yakın oturmuşsa namazı o gün o kıldırır. 

Hiçbir zaman camilerimizin belirli bir imamı yoktur. Olamaz. Çünkü İslamiyet’te ruhban yoktur. Din sınıfı yoktur. İmam halktan birisidir. Ve ustalarımızdan 
herhangi birisidir. Bizim camilerimizde dikkat ederseniz imamın namaz kıldırdığı yerle halkın namaz kıldığı yer arasında bir santimlik yükseklik farkı olamaz. Neden 
olamaz? Sınıf yoktur çünkü. İmam da aynıdır. Arkasında namaz kılan profesör de aynıdır. Hâlbuki kiliseye gittiğiniz zaman, papaz şu anda benim oturduğum gibi yüksek bir yerden ibadeti idare eder. Bizim imamımız ise aynı seviyeden idare eder. Onlarda ruhban vardır, bizde yoktur. 

Peki, hiç mi sınıf yok? Var. İlmiye sınıfı var. 

Yani camideki kürsüden halka hitap eden insanların teşkil ettiği bir sınıf var. İlmiye sınıfı. İşte bugün kaybettiğimiz sınıf odur. Yani camide kaybettiğimiz sınıf. 

Bugün kürsüye imam çıkıyor. İmam kürsüye çıkamaz. İmam halktan biridir. Kürsüye profesör çıkar. Doçent çıkar. Doktor, asistan çıkar. Öğretmen çıkar. Yani ilmiye sınıfından bir insan çıkar. 

Ne yapar kürsüde? Kürsüde halka kendi ihtisas sahası içinde bilgi verir. Halka matematik lazımdır. Halka fizik lazımdır. Halka kimya lazımdır. Halka edebiyat lazımdır. 
Halka ahlak bilgileri lazımdır. Halka din bilgileri lazımdır. Halka lazım olan her şey kürsüden öğretilir. Ama kim öğretir? Gelişigüzel insan değil, diplomalı insan. Bir ilmiye sınıfı içinde asgari mevkiden başlayarak herhangi bir mevkii işgal etmiş insan öğretir. Bir diğer yükseklik vardır camide bilirsiniz. Minber. Minbere kim çıkar? 
Arkadaşlar minbere çıkana hatip denir. Oradan devletin emirleri halka tebliğ edilir. Bugünkü gibi resmi gazete yoktur. Radyo yoktur. Televizyon yoktur. Ne yapacak? 
Çıkan kanunları, fermanları halka nasıl duyuracaksınız? Camilerden hutbe yoluyla. Hatip bu fermanı, bu bilgiyi devletin bu tebliğini, devletin bu emrini, devletin herhangi bir kararını, bu savaş kararı da olabilir. Barış kararı da olabilir. Her ney ise onu en yüksek yerden, yani ilmiye sınıfından da yüksek yerden halka duyurur. Neden orası en yüksektir? Çünkü “devlet” en yüksektir. Devletin olmadığı yerde halk olmaz. Din de olmaz. Ahlak da olmaz. İlim de olmaz. İrfan da olmaz. 

Kölelik olur.

Onun için devlete en yüksek yer verilir. Onun dışındaki yükseklikler fonksiyoneldir. Yani ses duyurmadır. “Minare” sesi duyurmak için yüksektir. Veya yukarıda bir bölüm, kadınların namaz kılması için ayrılmış bir yerdir. Fonksiyonel yükseklikler bunlardır. Ama sınıf manasına gelen yükseklikler dediğim gibi kürsüyle, minberdir. Biri devleti temsil eder, biri ilmiyeyi. Şimdi bu ahlak kaideleri içinde çalışan ustalar nasıl mal yapar? 

Bir kere düşünün. Bu ustaları biz bu şekilde arkasında namaz kılınan adam durumuna getirmekle sapmaz şaşmaz hale getirmiş oluyoruz, otomatik olarak. Niye? O adam eline, beline sağlam değilse eğer, bunun duyulduğu gün kimse onun arkasında namaz kılmaz. 
Kimse onun yüzüne bakmaz. Zaten o da cesaret edip mihraba doğru yönelemez. Hatta cemaatin içine giremez. O derece saygı gören bir insandır ki bu, herkes 
bilir ki bu hile yapmaz. Bu yalan söylemez. Bunun sözü senettir. Ve bunun aksi sabit olursa, biter! Ustaları da herkes tanır. Neden tanır? Ayakkabıcılar bir sokaktadır. 
Bilmem işte elbiseciler bir sokaktadır. Ne ise yani her sanat dalı bir sokaktadır. Halk oradan her birini kontrol ederek geçer. Bu dini kontrol dediğimiz kontrol asıl bugün bir manasıyla “vicdani kontrolü” ifade eder. Yani ben eğer arkamda namaz kılınan insansam, benim hile yapmam mümkün değil. Hile yaparsam halkın yüzüne bakamam. Buna işte vicdani kontrol deniyor. 

Bu kontrol, Türk ustalarını dünyanın en kaliteli, en sağlam mallarını yapmaya sebep olmuştur. 
Ama hiçbir zaman bizim siyasetçilerimiz, bizim devlet yöneticilerimiz bu kontrolle yetinmemişlerdir. Bunun yanına otokontrol bugünkü karşılığıyla bugün de geçerli otokontrol sistemi dediğimiz kontrol sistemini kurmuşlardır. 

Otokontrol ayakkabıcı ustaları içinden yaşı başı dolmuş dünya nimetleriyle işi kalmamış saçı sakalı ağarmış, bir pir, pirlerden müteşekkil heyet kurulur. Ayakkabıcı pirleri veya terzi pirleri gibi. Ayakkabıcı pirlerinden müteşekkil olan bu heyet ayakkabıcıları kontrol eder. Halkın şikâyetlerini dinler. Ustaların kendi aralarındaki ihtilafları dinler ve onları halleder. Bu hal tarzı nasıldır? Kendi içindedir. Kendi içinde olduğu için otokontrol diyoruz. Kendi kendine kontrol diyoruz. Eğer bu usta bu pirler yapılan bir ayakkabıyı ayakkabıcının hatası olarak tespit etmişlerse yani ayakkabıya ustanın hile karıştırdığını tespit etmişlerse O ustanın “pabucu damına atılır”. Ve dükkân kapanır. 

Dükkân kapanırsa ne olur? Arkadaşlar o ustaya iki yol kalır. Bir intihar… Yaşamak için sebebi kalmaz. Kimsenin yüzüne bakamaz. Kimse de onun yüzüne bakamaz. 
Herkesin sevdiği saydığı eline sağlam bildiği asla hırsızlık yapmayacağını düşündüğü insan hırsızlık yapmış demektir. Kim tespit ediyor bunu? Gene kendi içinden, saçı sakalı ağarmış dünya nimetleriyle ilgisi kalmamış, şaşması mümkün olmayan ihtiyar heyeti, pirler. Onun sözlerine artık kesin olarak inanılır. O zaman o ustanın intihar etmesi lazım. Ama intihar dinen yasaktır. O halde ikinci yol “terk-i diyar”. 

Yapacağı şey budur. 

Bizim tarihimizde şaşmış ustalarımız elbet vardır. Ama arkadaşlar bu şaşmış ustalarımız her nasılsa bir defa şaşmışlardır. İnsan bu. Değil mi hatasız kul olmaz. Şaşar. Şaşabilir. Ama şaşmışsa mutlaka terk-i diyar etmiştir. Fakat yeni gittiği, yeni yerleştiği yerde öylesine pişman olmuştur ki ve öylesine kendisini halka adamıştır ki, devlete adamıştır ki, dine adamıştır ki, orada öldüğü zaman, halk onu katiyen normal mezara gömmemiştir. Ona türbe yapmıştır. Bugün Anadolu’da nereye gidersiniz gidin, eğer “Ayakkabıcı baba” varsa, “Değirmenci Baba” varsa, “Yazmacı baba” varsa. Ne bilim ne ise yani bu “Baba” adıyla analın meslek adamının türbesi varsa, o türbelerin hepsinin tarihi aynıdır. Buraya o başka yerden gelmiştir. Neden gelmiştir? İlk çalıştığı yerde şaşmıştır. İntihar edememiş, göçmüştür. Ama geldiği yerde, yeni yerleştiği yerde, ömrünü halka vermiştir. Dine vermiştir. Devlete vermiştir. Onun için ne devlet onu unutmuştur. Ne dindaşları onu unutmuştur. Ve onu türbeye koymuşlardır. O günden bugüne onu ziyaret ederler. Onu örnek alırlar. 

İşte bu şekildeki kontrole biz “otokontrol” diyoruz. Böylesine kontrol mekanizmasının işlediği bir cemiyette, üretimin kalitesi nasıl olur? Elbette çok yüksek. Son derece yüksek. 

Fakat düşünün ki bizim devletimiz, bununla da yetinmemiştir. Üçüncü kontrolü devlet olarak kendisi yapmıştır. Devlet kendisi kanunlar çıkarmıştır. Fermanlar 
çıkarmıştır. Mesela ekmeğin nasıl yapılacağını tayin etmiştir. Bugünkü standartlar gibi. Ta bez zamandan beri çıkardığı standartlara uymayan ekmek yapan ustayı devlet cezalandırır. Devlet nasıl cezalandırır? Halk gibi değil. O ya kırbaçla. Ya kürek cezasıyla, ya hapis cezasıyla. Onun cezası kendi kanunlarına göre. Bu da tabi ustaların üstünde daime mevcut olan kontrol mekanizmasıdır. 

Bunu da yeterli görmemiştir Türk Devletleri. Dördüncü bir kontrolü mahalli idarelere, belediyelere yaptırmıştır. 

Belediyeler ne yapar? Belediyeler subaşına kendi kontrol vasıtasıyla ustalarını kontrol eder. Bir kere narh varsa, fiyat tespit edilmişse asgari fiyat ya da azami fiyat. Bu bakımdan bunlar kontrol eder. Bu kontrolde şaşan, fiyatlarda şaşan usta olursa malı alır satarken azamiyi geçen veya asgarinin altında fiyatla satan- asgarinin altında satmakta yasaktır- O da cezasını verir Onun da cezası dükkân kapatma, kırbaç cezası gibi cezalardır. Etti dört kontrol. Her an mevcut bu dört kontrol. 

 Bu da yetmez. Öyle bir devlet ki beşinci kontrolü halka yaptırıyor. 

Nasıl yaptırıyor? 

Diyor ki ustalara “herkes yaptığı işi pencerenin önünde, mümkünse dükkânın dışında, halkın gözünün önünde yapacak”. Bütün ayakkabıcılar, pencerenin önünde halkın gözünün önünde çalışacak. Halk gelip geçerken bakacak. İpliği sık mı? Mumlu mu? Mumsuz mu? Köselesi iyi mi? Kötü mü? Halkın gözü daima ustanın üzerinde. Halkın kontrolü dediğimiz bir kontrol. Ve halkın asıl kontrolü nerde? Halkta şikâyet hakkı… Kime? Belediyeye şikâyet edebilir subaşına. Devlete şikâyet edebilir yiğitbaşına. Veya pirlere şikâyet edebilir. Otokontrol ustasının kendisine. Bu şikâyet hakkı da kontrol mekanizmasının içine dâhildir. 

O zaman dünyada şaşmayan, şaşması mümkün olmayan bir üretici ordusu teşekkül eder. Yani sanayicisi teşekkül eder. Yani işçisiyle işvereniyle. O günkü sanayici tabi. Ve dünyanın en kaliteli malları da Türkiye’de yapılmıştır. Demin ne dedim? Dünyanın en bol üretimi Türkiye’de yapılmıştır. Ama yeterli değil. Gerekli fakat yeterli değil. 

En kaliteli malları da Türkiye’de yapılmıştır. 
Ne olur o zaman? 

O zaman arkadaşlar dünyanın en güçlü devleti Türkiye olur. 
En güçlü ordusu Türk Ordusu olur. 
En müreffeh halkı Türk halkı olur. 
Ve bunu Türkiye sağlamıştır. 

“Kalite” deyince bunu mesela bir Avusturyalı tarihçinin Türk kılıcını tarifi vardır. Der ki: “Türk kılıcı, öyle bir kılıçtır ki, öyle bir çeliktir ki, bunu ancak Türkler yapabilir bu çeliği. Çeliğin kalitesi inceltilme derecesi ile ölçülür. O derece inceltilebilir ki, düşman kellesine değdiği zaman, kelle kesilir, yere düşmez”. 

Tabi, askerin de iki gücü var. Bir, maddi gücü… Çok iyi yetiştiriliyor. Her gün çamur yoğurtuluyor askere. Parmakları kuvvetlensin, bileği kuvvetlensin diye. Kılıç talimi yapıyor. At yarışı yapıyor. Ok yarışı yapıyor. Yani maddi olarak yetişiyor, beden gücü itibariyle eğitim görüyor. Ama diğer taraftan iman gücü, mana gücü itibariyle yetiştiriliyor. İmanlı bir asker. İmanlı bir askerin elinde, o kılıç düşman kellesine değerse, kelle kesilir, yere düşmez. Yere düşmezse ne olur? Kan donar. Ölü ayakta kalır. Avrupa’nın işte asırlar boyu sırrını çözemediği husus budur. Ancak 17. asırda bir Avusturyalı tarihçi bu sırrı çözmüştür. Derki: “Türk çeliğidir bunun sebebi”. Ve Türk askerinin imanıdır. Madde ile manayı birleştirmiş olmasıdır. 

Demin nasıl bol üretimle madde, kaliteli üretimle manayı birleştirmişse, askerde de aynı var. Maddeyle mana. Bunlar tek başına hiçbir şey ifade etmezler. Türkiye’ye bugün 200 milyar dolar daha borç verseler Türkiye’de madde bolluğu olur. Nitekim var şimdi. İsterseniz Amerikan muzu yiyin, isterseniz bilmem ne yiyin. Hepsi var. Bolluk içinde. Madde bol. Ama mana var mı? Hayır. 

Ahlaken Türkiye en çöküntülü dönemini yaşıyor. 

Çelik deyince “İsveç çeliği” hatırlarsınız. Kumaş deyince “İngiliz yünlü kumaşı” dersiniz, bilmem ne, her neyse. O gün her şey Türk damgasıyla damgalanmıştır. Çünkü dünyanın en kaliteli malları Türkiye’de üretilir. O zaman dünyanın en güçlü devleti Türkiye olacaktır. 

Şimdi bu 16. asır sonuna kadar, hatta 1699 a gelelim. 17. asır sonuna kadar kayıtsız şartsız devam ettirdiğimiz bir meziyet, bir durum, bir tutum. Ondan sonra ne oldu? 

Arkadaşlar, biliyorsunuz Avrupalılar bizim çocuklarımıza hep öğretirler. “Dünyanın yuvarlak olduğunu ispatlamak için gemiler denize açıldı” falan diye. 
Dünyanın yuvarlak olduğunu biz 11. asırda yazılı olarak biliyorduk. Dünyanın çevresini, bugünkü ekvator dediğimiz çevreyi, bugünkünden ancak 40 metre hatalı olarak ölçmüştük, hesaplamıştık. Ayla dünya arasındaki en uzun mesafeyi belki on binde bir hatayla hesaplamıştık. Bunların hepsi biliniyordu Türkler tarafından. Ve Avrupalılar da biliyorlardı. Tercüme ediyorlardı uyanış döneminde. Türkiye’den tercüme ediyorlardı. 

Onların maksatları dünyanın yuvarlak olduğu falan değil. Türklerin baharat yolları dışından, Türklere görünmeden vergi vermeden Hindistan’a gidebilir miyiz? Ve Türklere görünmeden baharat elde edebilir miyiz? Aramızdaki maliyet farkını ortadan kaldırabilir miyiz? Türkler gibi üretim yapabilir miyiz? Bütün hesap buydu. 

Ama ne oldu o gemiler? Amerika’ya çıktı. Orda gördükleri insanları görür görmez çok sevindiler. Hintli zannettiler. “Hintli” dediler. “Kızıl Hintli” dediler. 
Hindistan falan değildi orası. Bambaşka bir kıtaydı. Ama onların verdikleri isim gösteriyor ki onların hedefleri Hindistan’dı. Amerika, ya da dünyanın yuvarlaklığı falan değil. Hindistan’dı. Sonra Afrika’nın, çölün Büyük Sahra’nın güneyinde, batısında bir sahile ayakbastı bu gemiler. Oraya da “Altın Sahili” dediler. Altın, kumların içinde kürekle toplanıyordu. 

Siyah derili insanı keşfettiler. 

Avrupalının dünyada bugüne kadar yaptığı keşifler içinde en büyüğü, daha doğrusu en kıymetlisi hangisidir, derseniz. Buna atom bombası da dâhil. Hepsiyle mukayese ediyorum. 

Siyah derili insanın yumuşak huylu oluşunu keşfetmesidir. 

Avrupa’nın en büyük keşfi budur. 

Neden? 

Çünkü o insanı keşfettikten sonra Afrika’da ona altını ürettirmiştir. Ona gümüşü ürettirmiştir. Ona bakırı, pamuğu üretmiştir. Neyle? Kırbaçla. Ve o insanı koyun seçer gibi seçip, Amerika’ya taşımıştır. Amerika’da her şey var. Domates, patates, tütün. O günkü dünyanın bilmediği koyunlar uçsuz bucaksız bir ülke. Domates, patates, tütün her çeşit maden özellikle altın, gümüş var. 

Orada da kırbaçla her şeyi hepsini bu siyah deriliye ürettirmiştir. Ürettirdiğini onun sırtında bu siyah deriliyle sahillere taşıtmıştır. Orada da gemiye onun 
sırtında yükletmiş, sonrada gemiye oturtmuş, zincirleyip sırtına kırbacı da vura vura kendi ülkesine bu kıymetli maddeleri taşıtmıştır. 

Artık Türkiye’den baharatın gelmesine Avrupalı için gerek yoktur. Avrupalı baharatı bedavaya elde etmektedir. Çünkü siyah deriliyi keşfetmiştir. Çünkü 
siyah derilinin ülkesini keşfetmiştir. Ve ondan sonra Avrupalı devamlı olarak bir mirasa konmuş gibi devamlı zenginler zenginleştikçe zenginler. 

Biz bunları haber alınca önlemeye çalışır, Hint Okyanusuna donanma göndeririz. Sudan’a Türk ordusu gider. İngilizleri oradan dışarı çıkarır. Ta batıya kadar 
kovalar. Atlas Okyanusuna donanma çıkarırız. Murat Bey taa Amerika’ya kadar gider. Hatta İsveç sahillerini bombalar. Grönland’a Türk bayrağı diker. Bunların hepsi doğrudur ama arkadan gelen kaynak yoktur. Yani artık baharatın önemi kalmamıştır. Avrupalı onu onda bir fiyatına, yüzde bir fiyatına temin edebilmektedir. Ve bunun için de Türkiye’de üretim gittikçe azalır. Ve Avrupalı maliyetinin yanında bizim maliyetler daha yüksek olmaya başlar. Sonra bu zenginlik Avrupa’da biliyorsunuz işte buhar gücü, makine, pres vs. ile peş peşe yeni icatlara yol açar. Ve makineli üretim başlar. 

Şimdi işte bizim meselemiz ortaya çıkıyor. 

Yani “Türk Dünyası...” 

Şimdiye kadar anlattığım “Türk Dünyası” bitti. 

Ve üç asır yoktur. 17. asırla 20. asır arasında yoktur. 

Ama şimdi yeniden ortaya çıkıyor. Çünkü bugünkü kritik madde petrol, gaz gibi enerji maddeleri. Diğer madenler de var ama esas bu ikisi. Şu anda dünyanın bütün şartlarını, savaşlarını, barışlarını tayin eden önemli maddeler. 

Bugün bu maddeler Türk coğrafyasında dünya rezervlerinin aşağı yukarı yüzde altmışı nispetinde mevcut. Ve bunlar bizim tarafımızdan kontrol edilme 
tehlikesiyle karşı karşıya. Ne zamandan beri? 20. asrın başından beri. 

20. asrın başında, yani Balkan Harbinden önce bunu Avrupalılar tespit ettiler. Bu coğrafyanın haşmetli bir enerji maddesi deposu olduğunu tespit ettiler. Ve onun 
için de Türkiye’ye karşı özel politikalar ürettiler. Devamlı olarak Türkiye’yi bu maddelerden uzak tutmaya ve kendilerinin de mümkün olduğu kadar o maddelere yaklaşması için Türkiye’yle münasebetler kurmaya çalıştılar. 

Sonuç şu; 20. asrın başından itibaren Türk coğrafyası önemli şekilde işgal edildi. 

Zaten 19. asırda işgal edilmeye başlanmıştı. Ama 20. asrın başında işgal edilmeyen Türk toprağı kalmadı. 

Ve arkadaşlar, Dünya bu kritik maddeleri paylaşma savaşına girdi. İkiye ayrıldı. Bir tarafta komünist blok. Bir tarafa kapitalist blok. 

Ve ikisi I. Dünya Harbinden sonra anlaştılar. II. Dünya Harbinden sonra bu anlaşmayı iyice pekiştirdiler. Ve Türk coğrafyası Rusların eline kaldı. 

1917 de Sovyetler ittifakına dâhil olan Türkiye dışındaki Türklerin tamamı 30 milyondu. 
1989 sayımında Sovyetlerden biz beş Cumhuriyet ve diğer Türkler olarak 50 milyon civarında Türk teslim aldık. Yani Türkler 50 milyondu. Türkiye dışındaki Sovyet topraklarına dâhil olan Türkler. Diğerleri hariç. Yani İran falan hariç. 

Dünyanın 1917 ile 1990 arasında nüfusu altı misli artı. Biz de altı misli arttık. Diyelim ki beş misli arttı. Beş misli artsaydı Sovyetler ittifakındaki Türklerin 150 milyon olması gerekiyordu. 30 milyondan 150 milyona çıkması gerekiyordu. 
50 milyon olduklarına göre sadece Sovyetler ittifakında komünist sistem eliyle 100 milyon Türk kaybettik. 

Nasıl kaybettik? 100 milyon Türk’ü Sovyetler savaşlarda öne sürerek kaybettirdiler. 

Türkiye’nin etrafında ne kadar Türk varsa tehcir ettiler. Yani, etrafımızı boşalttılar. 

Kırım Türklerini, Karaçayları, Balkarları, Kumukları, Nogayları, Ahıskalıları bir tane Türk bırakmamacasına etrafımızdan hepsini sürdüler. Bu sürgünde bunların yarısı kırıldı. Hayvan vagonlarında giderken ve gelişigüzel serpilirken yarısı kırıldı. 

Ve bir kısmı da asimilasyon dediğimiz “temessülle” yani Ruslaştırılarak, Hıristiyanlaştırılarak yok edildi. 

Bir kısmı ise Türklere uygulanan özel politikalarla yok edildi. 

Mesela 1938’e kadar Azerbaycan’da nüfus cüzdanlarında milliyet karşılığında Türk yazıyordu. Dil karşılığında Türkçe yazılıyordu. 1938 de Stalin bir emirle milliyet karşılığında “Azerbaycanlı”, dil karşılığında da “Azerbaycan’ca” yaptı. Ve buna itiraz eden 400 bin Azerbaycan münevveri katledildi, sürüldü, hapsedildi, 
tımarhanelere konuldu. 

400 bin civarında. Bu hadise yalnız Azerbaycan’da değil nerede Türk kelimesi kullanıldıysa onlar halk düşmanı, Sovyet düşmanı, ilan edildi ve bu şekilde yok edildi. Bu şekilde 100 binlerce insanımızı kaybettik. 

Sonuç toplam 100 milyon insan eksik aldık. Komünizmden çektiğimiz budur. 

Tabi bu 100 milyon insanı kaybı çok önemli ama bu arada neler oldu? Bu yüz milyon insanı kaybederken asıl kaybettiğimiz başka şeyler vardı. 

Türkiye dışındaki Türk coğrafyasının “iktisadi, kritik kaynaklarının” tamamı Rusya’ya aktı. Tamamı… Bunun için özel politikalar uyguladılar. 

Bir kere Türklerin siyasi idareden, iktisadi idareden, askeri idareden, uzak kalması için Lenin’in yazılı emriyle, özel emriyle, Türkler sadece ve sadece kültür ve sanat dallarında eğitime tabi tutuldular. Yani şarkıcı oldular, tiyatrocu oldular, dansöz oldular, ressam oldular, romancı, şair, opera artisti, hikâyeci oldular. Oldular, oldular. 

Yüz binlerce insan, milyonlarla insan sanat dallarında çalıştı. 

Siyasi idareye sokulmadılar. 

İktisadi idareye katiyen yanaştırılmadılar. Rütbeli asker asla yapılmadılar. 

Ha hiç mi yapılmadılar? Hayır. 

Eğer Ermenilerle ya da Ruslarla evlenmişlerse ve beyinleri de Türklükten uzaklaşmışsa onlara çeşitli görevler verildi. Bir de beyin gücü yüksek olan çocuklar küçük yaşta alındı. Moskova’da özel eğitime tabi tutuldular. Onlar ilim adamı oldular. 

Rusya’nın Amerika’yla yaptığı teknolojik yarışmanın hemen hemen yüzde seksenini bizim beyinlerimiz başarmıştır. 

 Uçaklardan füzelere kadar, silahların her çeşidinde, yeni maddelerde özellikle kompozit maddelerin üretilmesinde de hep Türk beyinleri çalışmış, hep Türk 
beyinlerinin başarılarıyla Sovyetler Amerika’yla yarışmıştır. 

Uzaya da ilk giden bir Çuvaş Türküdür. Masa üstü bilgisayarı icat eden Azerbaycanlı bir Türk âlimidir. 
Sovyetler içinde çalışan Türk âlimlerinin her birinin gerçekten çok büyük başarıları vardır. 

Bunların dışındaki Türkler hep sanatçı oldu. Onun için herkes çalıyor, söylüyor orada biliyorsunuz. Bakü’ye bir gittim ben. Sadece maaşlı 7500 ressam vardı. Birinci sınıf. Diğer şeyler ayrı. Hepsine bakarsanız Sadece Bakü’de 50 binden fazla ressam vardı. Ne iş yapar bu kadar ressam? Türkiye’de sadece resimle geçinen olsa olsa sadece 60 kişi, ya vardır ya yoktur. Dünyada da yoktur. 

Arkadaşlar, Türkiye Türkleri ile Sovyet Türklerinin münasebetlerinin devamlı kesilmesi için bu kültür faaliyetleri yapılırken ve etrafımız boşaltılırken bir başka 
şey daha yapıldı. Onlar Latin alfabesi kullanıyordu. Türkler. Biz Arap harfleri kullanıyorduk. Atatürk Latin alfabesine geçti. O zaman Sovyetler Türkleri kanla, Kiril Alfabesine geçirtti. Ama nasıl Kiril alfabesi? Kırgızistan’da bir sese tekabül eden harf Kazakistan’da başka sese tekabül etti. Altay’da başka sese tekabül etti. Özbekistan’da başka sese… Kırk çeşit Kiril çıkarıldı ortaya. Ve birbirlerini okuyamadılar. Birbirlerini anlayamadılar. Yazışamadılar. Haberleşmeleri mümkün olmadı. Bir şehirden bir şehre gidiş de vizeyle olduğu için birbirleriyle temasları kesildi. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder