24 Aralık 2016 Cumartesi

AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN " BÖLÜM-1



AVRASYA'DA ENERJİ EKSENLİ BİTMEYEN " BÜYÜK OYUN " BÖLÜM-1



Doç. Dr. Celalettin Yavuz
Jeopolitik ve Harp Tarihi Uzmanı

Dünyanın stratejik açıdan en önemli maddeleri neler denildiğinde hemen herkesin aklına petrol ve doğalgaz gelir. Başka neler olduğu sorulacak olsa, küresel ısınma ve iklim değişikliği dikkate alınarak “su”yun olduğu söylenir. Biraz daha ileriyi görenler “gıda maddeleri” derler. Yâni, tarım yapılabilir arazileri gösterebilirler. Kuşkusuz hemen hepsi de son derece stratejik ve olmazsa olmaz dedirtecek kadar hayatî maddelerdir. Bu yazıda, petrol ve doğalgaz gibi karbon fosili enerji hammaddelerinin Hazar havzası ve Karadeniz ile civarını ilgilendiren ölçüde, “silâhsız mücadele” ya da 100 yıldır petrol uğruna devam eden “Bitmeyen Büyük Oyun”un günümüze yansıması hakkında, her yazımızda olduğu gibi “Türkiye merkezli” ayrıntıları verilmeye çalışılmıştır.

“Neden petrol ve doğalgaz bu kadar önemlidir” diye bir soruyu baştan soralım ve cevaplayalım. 2005 yılı sonunda dünya ispatlanmış petrol rezervi 1200,7 milyar varildir. 2005 yılı üretim kapasitesiyle ispatlanmış petrol rezervinin ömrü 40,6 yıl olarak belirlenmiştir. Yâni 40 yıllık petrol ancak var. Biraz daha hayalimizi geniş tutalım. 40 yıl sonra arabalara koyacak benzin ve dizel yakıtı bulamayacağız. Uçaklarla vızır vızır dolaşılamayacak. Kömür yakıtlı trenlerle ve gemilerle nakliye işlemleri yapmak zorunda kalabileceğiz belki de… Bu ispatlanmış petrol rezervinin yüzde 61,9’u Ortadoğu’da, yüzde 11,7’si Avrupa ve Avrasya’dadır. Doğalgazın ispatlanmış rezervi 179,83 trilyon m3 ve 2005 yılı itibariyle tükenme süresi 65,1 yıldır. Dünya doğalgaz rezervinin yüzde 40,1’i Ortadoğu’da, yüzde 35,6’sı Avrupa ve Avrasya’dadır. Hâlen dünyada en çok tüketilen enerji hammaddesi petrol iken, onu doğalgaz izlemektedir. 2005 yılında dünya enerji tüketiminin yüzde 22,2’si ABD’de, yüzde 14,7’si Çin’de, yüzde 6,4’ü Rusya Federasyonu’nda, yüzde 3,1’i Almanya’da, yüzde 2,5’i Fransa’da, yüzde 2,2’si İngiltere’de, yüzde 1,7’si İtalya’da gerçekleşmiştir. 2486,7 milyar (2,5 trilyon) m3 olan dünya toplam doğalgaz tüketiminin yüzde 23’ü ABD’de, yüzde 14,7’si Rusya’da, yüzde 3,4’ü İngiltere’de, yüzde 3,1’i Almanya’da, yüzde 2,9’u İtalya’da gerçekleşmektedir.1

Avrasya Merkezinde Kayma: Rusya’nın Beklenmedik Erken Yükselişi

Bu 40 yıllık ömür biçilen petrolün yüzde 11.7’si, ağırlıklı olarak Hazar havzası olmak üzere Avrasya ve Avrupa’da üretilmektedir. Dünya doğalgaz rezervlerinin de yüzde 35.6’sı, Sibirya ve Hazar havzasında yoğunlaşmak kaydıyla Avrasya’dadır. Ortadoğu’daki petrolün çoğunluğu Basra Körfezi’ni çevreleyen coğrafyadan çıkartılarak Hürmüz Boğazı’ndan nakledilmektedir. Tankerlerle Körfez’de taşınan petrol, dünya üretiminin yaklaşık yüzde 40’ıdır.2 Dünya enerji kaynaklarının çoğunluğu Basra ve Hazar havzalarında toplandığından, enerji politikaları da Hazar-Basra Körfezi ekseninde şekillenmektedir. Başka bir ifâdeyle, küresel güçlerin enerji alanındaki mücadeleleri-stratejileri, yeni “kalbgâh” Basra Körfezi-Hazar havzasını kapsayan bir coğrafya üzerinde yoğunlaşmaktadır. Öte yandan, “Dünya Adası”nın bu yeni kalbgâhı ya da “merkezi”ndeki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının dış dünyaya pazarlanması ve nakledilmesi için kullanılabilecek en önemli iki yol boru hatları ve büyük tankerlerden oluşan deniz yolu taşımacılığıdır. Bu nedenledir ki, kalbgâhın komşu alanları, boru hatlarını barındıran coğrafyalar, petrol ve doğalgaz dolum tesisleri ve deniz ulaştırmasının düğüm noktaları da enerji stratejilerinde belirleyici roller oynayan diğer önemli etkenlerdir. Mckinder’in ünlü “Kara Egemenliği”ni öngören jeopolitik teorisi çağımızda coğrafî ve kömürden petrol ve doğalgaza kayan bir enerji hammaddesi değişimine uğramıştır. Artık çağımızda; “Kalbgâha hâkim olan dünya enerji kaynaklarına hâkim olur. Enerji kaynaklarına hâkim olan, dünyayı kontrol eder. Dünyayı kontrol eden ya küresel güç olur, küresel ise gücünü idame ettirmekte önemli avantajlar kazanır.” Sanıyorum ki, ABD’nin yeni dünya düzeni de bundan farklı değildir.

Kara egemenliği teorisi karşısında, bir zamanlar “kalbgâh”ı bünyesinde barındıran Sovyetler Birliği’nin mevcut jeopolitik avantajlarının sınırlandırılabilmesi ve ABD’nin süper güç olarak daha öne çıkabilmesi için kafa yoran Spykman’ın “Kenar Kuşak” teorisi ile Sovyetler âdeta kuşatılarak bir çember içine alınmak, böylelikle hareket kabiliyeti kısıtlanmak istenmişti. Bu nedenledir ki, soğuk Savaş döneminde Norveç’ten Adriyatik’e, Yunanistan’dan itibaren içinde Türkiye, İran, Arap Yarımadası, Pakistan, Afganistan, Hindistan ve Japonya ve Güney Kore’nin bulunduğu bir “Kenar Kuşak” yaratılarak, Sovyetler Birliği çevrelenmek istenmişti. İşte, bu “Kenar Kuşak” nedeniyle, belki de soğuk savaş döneminin ikinci büyük deniz gücü olan Sovyetler Birliği Donanmaları vücuda getirilmişti. Avrupa’daki kenar kuşağı Baltık ve Kuzey Donanmaları ile aşan Sovyetler, doğuda Büyük Okyanus’taki kenar kuşağı Viladivostok’taki “Pasifik donanması” ile aşmıştı. Akdeniz için ise bir “Akdeniz Skadronu” (veya Akdeniz Görev Kuvveti) meydana getirmiş, Montreux Boğazlar Sözleşmesi’nin kısıtlayıcı koşullarını belirli süre önceden deklarasyon yayınlamak sûretiyle (boğazlardan geçecek gemi adı, tipi, silâh yükü, ne zaman geçeceği gibi bilgiler) aşmayı bilmişti. Karadeniz’de ise dost düşman herkesin gözünü korkutan bir “Karadeniz Donanması” mevcuttu. Hatta, Pasifik Donanması, kriz dönemlerinde Hint Okyanusu’na kayıyor, adeta tüm dünya denizlerinde ve kriz bölgelerinde ABD Deniz Kuvvetleri ile birlikte rekabet içinde boy gösteriyordu. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Akdeniz’de sıkça meydana gelen Arap-İsrail, Türkiye-Yunanistan anlaşmazlıklarında Sovyet Akdeniz Görev Kuvveti’ni kriz bölgesinde tüm destek unsurlarıyla görmek mümkündü. Nükleer takatli denizaltıları ve bunların sâhip olduğu nükleer başlıklı kıtalararası balistik füzeler ise, Sovyet deniz gücünün caydırıcılığını pekiştiren bir diğer önemli etkendi. Muhtemeldir ki, ABD’nin kenar kuşak ya da çevreleme stratejisini bu küresel deniz gücü ile alt etme projesinin fikir babası ve yaratıcısı Amiral Gorchkov idi. Bu küresel Sovyet deniz gücü sayesinde soğuk savaş umulandan daha uzun sürdü.

Gelinen günde, kalpgâhın Basra Körfezi-Hazar havzası coğrafyası olduğu dikkate alınırsa, bu coğrafyaya komşu olan ya da çevreleyen; Irak, Suudi Arabistan, Karadeniz, Türkiye, Ukrayna, Afganistan, Pakistan, Çin’deki “Doğu Türkistan”ın kalbgâhın kenar kuşakları olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Zaten, ABD’nin “Yeni Muhafazakâr”larının 2003 Irak müdahalesi sonrasında ortaya attığı “BOP, GOP ya da GÖKAP” gibi peş peşe üç ismi bir arada taşıyan “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin kapsadığı coğrafya da, dünya karbon fosili kaynaklarını içine alan ya da bu bölgeleri çevreleyen ülkelerden oluşmaktadır. Tabiî, bu coğrafyanın neredeyse sadece “Müslüman” dünyası ile sınırlı olması oldukça manidardır…

Aslında, boru hatları projeleri ile deniz ulaştırmasının düğüm noktaları da dikkate alındığında, kenar kuşağı Balkanlara ve Orta Avrupa’ya kadar uzatmak mümkündür. Zira bu kenar kuşak ülkeler, kalbgâhtaki enerji hammaddelerinin ulaşım hatlarını ve dolum tesislerini üzerlerinde barındırmakta, ya da barındırmaya adaydırlar. Enerji hatlarına ilâveten, enerji havzalarındaki coğrafyada mevcut ülkelerle etnik ve dinî yakınlıklar da önemli rol oynayacaktır. Türkiye’nin Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde ve Kafkaslarda, özellikle Azerbaycan’la, işbirliği alanları gibi... Rusya’nın da eski Sovyet topraklarında kurulan yeni devletlerdeki Slav azınlığı ile yerleşmiş Rus kültüründen kaynaklanan rolleri gibi… Ancak, gene de Basra Körfezi-Hazar Havzası eksenli yeni kalbgâhı kontrol altında tutabilmek için bu sayılan kenar kuşak coğrafyasında kontrolü sağlamak, vazgeçilmez bir önem taşımaktadır. Dünyanın tek küresel gücü ve küresel güç potansiyeli taşıyan ülkeleri politikalarını kalbgâh ile kenar kuşak ülkeleri üzerinde yoğunlaştırmaktadırlar. 2006 yazında varili 70 doları geçen petrolün, 100 doları bulabileceği3 dikkate alındığında, “Dünyanın petrol ve doğalgaz ekseni üzerinde döndüğünü” söylemek doğru bir ifâde olacaktır.

11 Eylül 2001 tarihli ve hafızalardan silinmeyen New York’taki “İkiz kuleler”e yönelik saldırıların ardından, ABD’nin “Yeni Muhafazakârları” dizginleri ele geçirerek, tüm dünyada sâdece ABD’nin küresel güç olarak kalmasını öngören “Yeni Dünya Düzeni”ni kurmak için yola koyuldular. Bu stratejinin ilk adımı Afganistan’a müdahale idi. BM şemsiyesi altında 2001-2002 döneminde bunu gerçekleştirdiler. İkinci adım, “Kitle imha silâhları ürettiği ve El Kaide terör örgütüne yardım ettiği” gerekçesiyle, Irak’a müdahale ile gerçekleşti. Bu bahanelere ne BM, ne “yaşlı Avrupa” (Fransa ve Almanya), ne de Rusya ile Çin inanmadılar. 20 Mart 2003’te Irak’a ABD-İngiltere askerî müdâhalesi gerçekleşti. Mayıs 2003 sonunda “savaşın sona erdiği” bizzat ABD Başkanı G.W. Bush tarafından açıklandı. Ama, ne Afganistan’a, ne de “Saddam’dan kurtarılan” Irak’a huzur ve demokrasi gelmedi. Hele Irak, bırakın demokrasiyi, iç savaşın en acımasız şekilde cereyan ettiği, terörün büyük bir okul hâline getirildiği bir coğrafyaya dönüştü.

Avrasya’nın bir diğer önemli aktörü ve eski Sovyetler Birliği’nin mirasçısı, aynı zamanda karbon fosili kaynaklarını barındıran coğrafyaya yakın olan ve yine kendisi de önemli bir petrol ve doğalgaz üreticisi olan Rusya da bölgede hareketsiz kalamıyordu. Avrasya jeopolitiğini savunan Aleksandr Dugin gibi yeni Rus jeopolitikçilerinin de fikir desteğini alan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rusya’nın Sovyetler Birliği dönemindeki gibi güçlü hâline gelmesi için kolları sıvadı. Bu maksatla Putin liderliğindeki Rusya, sâhip olduğu petrol ve doğalgaz kaynaklarını gerektiğinde bir dış politika silâhı olarak kullanmaya başladı. ABD’nin isteklerine doğrudan karşı çıkmasa da, İran’dan Filistin’e, Kafkaslar’dan Ukrayna’ya kadar pek çok bölgede ayak direyen bir Rusya görülmeye başlandı. Rusya, Yeltsin döneminde ekonomik çöküntüden kurtuluşun formülünü Batı ekonomisi ile entegrasyonda ve genel olarak IMF’nin benzer ekonomik kriz içindeki ülkeler için önerdiği özelleştirme ve merkezî otoritenin zayıflatılması gibi politikalarda aramıştı. Amerikan ekonomik hareketliliği Rusya’yı ve yakın çevresini siyasî olarak da Amerikan etkisine açık hâle getirmişti.

Bir zamanlar Rusya’nın “uydu devletleri” olarak görülen Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerinde, ABD’nin etkisiyle çeşitli renklerle kodlanan devrimlere sahne oldu. Baltık, Kafkasya ve Karadeniz havzasındaki geleneksel Rus müttefikleri NATO, AGİT ve AB gibi uluslararası kurumlara katılabilmek ve Rusya'nın etki alanından çıkabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya'nın dış politikada sergilediği pasif tavrı, Putin’in birinci dönem devlet başkanlığı döneminde gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları ve takip eden Afganistan ve Irak işgalleri değiştirdi. ABD’nin küresel güç olma keyfini çıkartmak için icra ettiği bu faaliyetlerle petrol fiyatları yükselmiş, bundan da kuşkusuz en kârlı çıkan ülkelerden biri Rusya olmuştu. Rusya’yı yeniden ekonomik ve siyasî bir güç hâline getiren petrol fiyatlarındaki artış, Rusya’nın ekonomik gücünü ve keyfini artırırken, Amerikalıları ise rahatsız ediyordu. Doktorasını enerji endeksli dış politika üzerine yapan Başkan Putin, Rusya’yı yeniden bir süper güç yapacak politikaları keşfetmişti: “Petrol vanalarını elinde tutmak!” Putin’in 2004 yılında ikinci kez devlet başkanı seçilirken yüzde 71,2’lik bir halk desteği bulması, merkeziyetçi politikaları için ilâve bir destek sağladı. Rus ekonomisi kısa zamanda toparlanmaya başladı. GSMH daha 2005 yılı içinde yüzde 40 oranında büyüdü. 190 milyar dolara çıkan dış borçlar süratle geriledi. Rusya, Paris Kulübü’ne olan borcunu da 2006 yılı sonunu beklemeden kapattı. Enerjinin ekonomik büyümenin tetikleyici unsuru olarak kullanılması işe yaramaya başlamıştı. Artık enerjinin dış politika üzerindeki etkileyici rolünü göstermeye gelmişti. Putin, Rusya’sının enerjiye endeksli dış politikasını uygulama alanına sokmasını tüm dünya 2005’i 2006’ya bağlayan gece öğrendi. Ukrayna’yı vuran soğuk kış günlerinde Moskova Ukrayna’nın doğal gaz kaynaklarını keserek, bir bakıma, Ukrayna’da ABD destekli Turuncu Devrim’i cezalandırmıştı. Ukrayna, daha önce Batılı yeni dostlarının baskı gücüne güvenerek reddettiği 1000 m3 doğalgaz için 160 dolarlık doğalgaz birim fiyat teklifini, bu kez 230 dolar olarak bulmuştu. Ancak, dünya Rusya karşısında sessizliğe büründü. Aslında doğalgaz konusundaki hassasiyet sâdece Ukrayna tarafından hissedilmemişti. Rusya’nın, Avrupa ülkelerine sevk ettiği doğalgaz vanalarıyla oynayabileceği düşüncesi biranda bütün Avrupa’da tedirginliğe yol açtı. İtalya’da bile doğalgazla işleyen enerji santralleri geleneksel yakıta geri dönüş çalışmaları yapmaya başladı. Rusya gücünü denemiş ve ümit ettiğinden daha güçlü olduğunu öğrenmişti.4

Irak’a müdâhaleye başlangıçta karşı çıksa da, fazlaca ses çıkaramayan Rusya, başlangıçta varili 20 dolar civarında olan petrolün 60 doların üzerinde karargâh kurmasıyla, aradan geçen 4-5 yıl içinde ekonomik krizi atlattı, tüm borçlarını ödedi. Üstelik, elindeki petrol ve doğalgazı “özelleştirme” adı altında Rusya dışından üşüşen “küresel” petrol şirketlerine kaptırmadı. Tam tersine, devletleştirdiği ya da devlete yakın Lukoil, Gazprom gibi kendi şirketlerini petrol ve doğalgaz alanında birer dünya devi hâline getirdi. Rusya öyle bir hâl aldı ki, bir anda doğalgazın dünyadaki en büyük patronu hâline geldi. Bununla da yetinmeyip, eski Sovyet topraklarında kurulmuş olan yeni Türk Cumhuriyetleri’nden Kazakistan ve Türkmenistan’da mevcut doğalgaz ve petrolün dış dünyaya pazarlanmasında yeniden “hâkim” rol oynamaya soyundu. Bu rol Rusya’yı adeta, ABD ile bir “satranç” oyuncusuna dönüştürdü. Hazar havzasının karbon fosili enerji kaynaklarının Batı dünyasına taşınması meselesinde taraflar her türlü araçlarını seferber ettiler.

Bu Hazar havzası ya da “kalbgâh” başlıklı satranç oyununda ABD; Kafkaslar’dan Orta Asya’ya ve Ukrayna’ya kadar bir takım renk kodlarıyla adlandırılan “kadife devrimlerle”, bölge ülkelerde ABD yanlısı yönetimler kurmaya çalışırken; Rusya da ABD faaliyetlerine karşı devrimlerle cevap veriyordu. Rusya’nın dayanakları ise; enerji kaynaklarına yakınlık, bu coğrafyanın eski Sovyet topraklarında kurulmuş olması, bölgeyi çok iyi tanıması ve ille de 2003’ten itibaren yükselen petrol fiyatlarıyla sâhip olduğu inanılmaz zenginlikti. Bu imkânlarını Çin’in inisiyatifinde kurulan Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), İran’ın kalbgâhtaki ABD karşıtı yönetime sâhip olması, Avrupa’nın Rus doğalgazına bağımlılığı gibi gerçeklerle artırıyordu. ABD ise, kadife devrimlere ilâveten, Rusya’yı Karadeniz’de de çevreleme projesini yürürlüğe sokmuş, Karadeniz de ABD ile “potansiyel küresel güç” Rusya arasındaki önemli jeopolitik mücadele alanlarından biri hâline gelmiştir.

ABD, yazının ilerleyen bölümlerinde yazıldığı şekilde, Rusya’yı çevrelemek için Balkanlar’dan Ortadoğu’ya, Kafkaslar’dan Orta Asya’ya kadar çeşitli hamleler yapmaktan geri durmamıştır. Bunlardan biri de eski Doğu Avrupa, günümüzün AB ülkelerinden Polonya ve Slovakya gibi ülkelerde, nükleer başlıklı füzeler konuşlandırılmak istenmesidir. 2007 yılı başlarında ilk kez gündeme geldiğinde, Rusya’nın tepki göstermesi üzerine bu füzelerin “İran’a karşı” tesis edileceği şeklinde, savunma politikasından hiç anlamayanların dahi kandırılamayacağı bir gerekçeyi ileri sürdüler. Rusya, bunun kabul edilemez olduğunu, gerekirse AGİT’i işlemez hâle getireceği tehdidini ileri sürerek kabul etmedi. 2007 yılı ilk altı ayı içinde Rus Devlet Başkanı ABD yöneticileriyle iki önemli görüşme yaptı. Bunlardan ilki ABD Dışişleri Bakanı Rice ile olurken, ikincisi Başkan George W. Bush’un “Baba Ocağı”, eski Başkan George Bush’un çiftlik evinde gerçekleşti. Her iki buluşmada da ikna edilemeyen Putin, İran’a karşı bir füze savunma sistemi kurulacaksa bunun yerinin eski Doğu Avrupa ülkeleri değil, Türkiye olacağını söyledi. Bu konu henüz sonuçlandırılmış değil. Arkasından benzer bir Rus girişimi gelirse, yeni bir silâhlanma yarışı başlayabilir.

Küresel Enerji Kavgasının Sürüklendiği Bir Diğer Coğrafya: Karadeniz

Karadeniz, güneyindeki Türkiye’ye ilâveten batıdan itibaren Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan’a sağladığı kıyıları ve limanları vâsıtasıyla, bu ülkelerin hem kendi aralarındaki, hem de dış dünya ile ticarî ilişkilerinde önemli roller üslenmektedir. Bu ülkelerden Türkiye ve Rusya dışındakilerin dış dünya ile temasını sağlayabilecek başka deniz ve okyanuslarda sahili bulunmamaktadır.

Hazar havzasındaki ve Rusya’daki karbon fosili enerji hammaddelerinin Batı’ya nakledilmesinde Karadeniz’in jeopolitik önem derecesinin öne çıktığı görülmektedir. Bu hammaddelerin bir kısmı Rusya’nın Novorosiski limanından tankerlere yüklenmek sûretiyle Türk Boğazları’ndan geçerek Avrupa’ya taşınırken, bir kısmı da Romanya ve Bulgaristan’a ulaştırılmaktadır. Mevcut yükü dahi taşımakta zorlanan Türk Boğazları’ndaki deniz trafiğinin gelecekte daha da yoğunlaşacak bir trafiği kaldıramayacağı ve tehlikeli bir hâl alacağı endişesiyle, İstanbul Boğazı’nda bazı trafik düzenlemeleri yapılması zorunlu hâle gelmiş, bu gelişme Rusya’nın petrolünü Batı’ya aktaracak diğer seçenek arayışlarına yönlendirmiştir. Bunlardan biri Novorosiski’den Bulgar limanlarına ve oradan da boru hatlarıyla Yunanistan’ın Dedeağaç limanına ulaşmak, bir diğeri ise, Novorosiski-Samsun arasında deniz altından petrol boru hattı yerleştirip bunu Yumurtalık’a kadar uzatmaktır. Doğalgazda ise daha farklı seçenekler evvelce yürürlüğe konmuştur. Rus doğalgazı yıllardır Ukrayna üzerinden Avrupa’ya ve Balkanlar’a boru hatlarıyla taşınmaktadır. Novorosiski-Samsun arasındaki Mavi Akım projesi ile doğalgaz nakledilmektedir. Rus petrolünün bir kısmını da, Azerbaycan petrollerinde olduğu gibi Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) yoluyla da Akdeniz’e ulaştırmak mümkündür.

Yukarıda kısaca değinilen kadarıyla bile Karadeniz’in enerji ulaşım hatlarına mekân olduğunu söylemek mümkündür. Yazımızda, Karadeniz’in jeopolitik önemi ve bu önem uğruna girişilen mücadeleler, Karadeniz’in Türk hâkimiyetine girişinden itibaren yaşanan gelişmelerle birlikte incelenmeye çalışılacaktır.

Sovyetlerin Karadeniz Donanması ve Akdeniz Görev Kuvveti’nin Türk Boğazları’nın güvenliği konusunda yarattığı tedirginlik, soğuk savaşın etkisini yitirdiği 1980’li yılların sonlarına doğru azalmış, 1990’lı yılların başında Varşova Paktı ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tüm dünyada olduğu gibi Karadeniz’de yeni dengeler kurulmuştur. Henüz daha Sovyetler Birliği dağılmadan önce Türkiye tarafından Ocak 1990 ayı içerisinde Sovyetler Birliği, Romanya, Bulgaristan ve Türkiye’nin katılımı ile Karadeniz sahildarı ülkelerin adına “Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı” (KEİT) denilen bir ekonomik örgütlenmeye gidilmesi fikri Türkiye tarafından ortaya atıldı. Aday ülkelerde peş peşe toplantılar yapılırken Sovyetler Birliği dağıldı. Bunun üzerine Sovyetler Birliğinden ayrılan ülkelerin bir kısmının da bu örgüte dâhil olmasıyla, 25 Haziran 1992’de İstanbul Deklarasyonu imzalanmış ve örgüt kurulmuştur. KEİT üyeleri; Türkiye, Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’dır. İsrail, Slovakya, Avusturya, İtalya, Mısır, Polonya ve Tunus da örgüte gözlemci statüsü ile alınmıştır. Deklarasyonun 5. maddesinde yer alan; “Üye devletler AGİT sürecine katkı sağlamak, Avrupa ölçeğinde bir ekonomik bölge oluşturmak ve katılımcı devletlerin dünya ekonomisiyle daha yüksek düzeyde bütünleşmelerini gerçekleştirmek için ekonomik işbirliğini geliştirme niyetlerini teyit ederler” ifâdesiyle örgütün maksadı açıklanmaktadır.5

Karadeniz; sahilleri ve hinterlandı ile birlikte 320 milyonun üzerindeki nüfusu ve 20 milyon kilometrekarelik bir bölgeyi, Körfez bölgesinden sonra dünyanın en zengin doğal gaz rezervlerini kapsadığı gibi, kurulduğu dönemlerde 300 milyar dolarlık ticaret hacmine sâhip KEİT’e de adını vermiştir. KEİT’in kurulması ile birlikte öncelikle Azerbaycan’ın olmak üzere, Hazar havzası petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı’ya nasıl ulaştırılacağı konusu dünya gündemine oturmuştu. Bunun için başlangıçta iki önemli seçenek vardı. Biri Azerbaycan’ın başkenti Bakü’den Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan’a boru hattı tesis etmek, ikincisi ise bu petrolü Rusya’nın Karadeniz’in doğusundaki limanlarına boru hattı ile ulaştırmak, oradan Türk Boğazları yoluyla tankerlerle taşımaktı. Daha sonra bu seçeneklerin ikisinin birlikte yapılacağı üçüncü bir seçenek ortaya çıktı. Birinci seçenekte boru hattının Bakü’den Ceyhan’a kadar uzatılması hem uzun vadeli hem de masraflı bulunmuştu. İkincisinde ise o yıllara kadar pek çok deniz kazasının oluştuğu Türk Boğazları’ndan sürekli olarak tehlikeli petrol taşımanın, muhtemel kazalarla bu sahillerdeki yerleşim bölgelerinde yaşayan insanlara ve çevreye vereceği onarılması güç zararlar, önemli bir sakınca olarak ortaya konmuştu.6

Türkiye’nin benimsediği Bakü-Ceyhan boru hattının inşası için Ekim 2000 ayı içerisinde, BP dahil bir çok yabancı finans şirketinin oluşturduğu grup Türkiye, Gürcistan ve Azerbaycan ile sözleşme imzaladı.7 Bu hatta ilâveten; Bakü-Supsa, Khasuri-Batum, Bakü-Novorosiski ve Tengiz-Novorosiski petrol boru hatlarının inşası için de 1999 ve 2000 yılları içerisinde sözleşmeler yapıldı.

Kafkasların ve Merkezî Asya’nın petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı’ya nakli için yukarıda belirtilen çalışmalar yapılırken, Türkiye de Türk Boğazları’ndan intikalde deniz trafiğine yeni bir düzenleme getirme çalışması içerisindeydi. Zira, Türk Boğazları sâdece üzerinde dünyanın en büyük metropollerinden İstanbul’u bulundurmakla kalmıyor, aynı zamanda ve daha da önemlisi; Karadeniz kıyılarına yakın Merkezî Asya pazarları ve Karadeniz sahildarı ülkeler (Ermenistan, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Rusya, Ukrayna, Moldova, Romanya ve Bulgaristan) ile Türkiye’nin Karadeniz sahillerini Akdeniz’e, dolayısıyla Batı ekonomilerine bağlayan ulaştırma yollarının en önemli ve alternatifsiz düğüm noktalarını oluşturuyordu. Bu nedenle de Türk Boğazları’nın emniyeti sâdece Türkiye açısından değil, yukarıda sayılan tüm ülkeler ile bu ülkelerle deniz ticareti yapan ve yapacak bölge dışındaki ülkeler için de önem taşımaktaydı. Türkiye de tüm bu ülkelerin ortak çıkarı için, bölgenin tek ve en önemli deniz ulaştırma hattını yani, Türk Boğazları’nı her zaman ve güvenli olarak seyre açık tutabilmek maksadıyla 1994 yılında Boğazlar’daki trafiğe ilişkin yeni düzenlemeler getirmiş, bu kurallar Kasım 1995 içerisinde IMO Genel Kurulu’nda da esasa bağlanmıştır. Türk Boğazları’ndaki trafik uygulamaları ile ilgili esaslar 1998 yılında yenileri ilâve edilmek sûretiyle revize edilmiştir. Türkiye, Boğazlar’dan geçişle ilgili düzenlemelerini maliyeti oldukça yüksek teknik cihaz ve sistemlerle destekli sinyalizasyon sistemi kurmak sûretiyle gerçekleştirmiştir.

Türk Boğazları ile doğrudan bağlantılı Karadeniz’de güvenlik, dayanışma ve dostluğun tesisi için getirilen bir diğer yeni oluşum da 2 Nisan 2001’de kurulan Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR)’dur. Karadeniz sahildarı ülkelerin katılımıyla bölgede barış ve dostluk ilişkilerinin muhafaza edilmesine hizmet eden Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Sözleşmesi İstanbul’da imzalanmıştır.8 BLACKSEAFOR’un aktif hâle getirilişinin ilk töreni 27 Eylül 2001’de Gölcük’te yapılmış, ilk yıl için plânlı faaliyetler de bu tarihten 16 Ekim 2002 tarihine kadar Türk Tuğamiral komutasında icra edilmiştir. Komutanlığı birer yıllık süreyle üye ülkelerin deniz subayları tarafından yürütülen ve Karadeniz’de kullanılmak üzere tesis edilen BLACKSEAFOR, gerektiğinde tarafların oybirliği ile alacağı kararla başka bölgelerde kullanılmayı da öngörmektedir. BLACKSEAFOR’un görevleri içerisinde; (1) Arama ve Kurtarma Harekâtı, (2) İnsanî Yardım Harekâtı, (3) Mayın Karşı Tedbirleri Harekâtı, (4) Çevre Koruma Harekâtı, (5) İyi Niyet Ziyaretleri, (6) Taraflarca kararlaştırılan diğer görevler mevcuttur. BLACKSEAFOR’un, BM veya AGİT kapsamındaki harekâtta da görevlendirilmesi mümkündür. Bu örgütün Kuruluş Andlaşması ile Karadeniz sahildarı ülkeler KEİT’i takiben ve sâdece Karadeniz sahildarı ülkeler olarak, ilk kez bölgesel istikrarın, dostluğun, iyi ilişkilerin ve karşılıklı anlayışın daha da geliştirilmesi için örnek bir davranış sergilemişlerdir.

Karadeniz, gelinen noktada bir güç dengesinin tesisi ile güçler birliğinin tesisi için çeşitli oyunların sahnelendiği coğrafya hâline gelmiştir. Bu sahnenin başrol oyuncuları ABD ve Rusya olurken, AB (Almanya ve Fransa), Türkiye ve Ukrayna onları izlemekteydi. Ayrıca Azerbaycan, Gürcistan, Romanya, Bulgaristan, Ermenistan, Yunanistan ve Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi de sahnede yer almaktadırlar. AB içerisinde etkisini en çok hissettiren ise Almanya’dır. Bu arada Soros gibi paranın küresel gücünü etkinleştirmek isteyen sivil çevreler de önemli rollere soyunmaktadırlar. Soğuk savaşın sonunda ve özellikle ikinci başkanlığını yapan George W. Bush’un döneminde sivrilen ABD’nin yeni dünya düzeni, bölgede eski “Sovyetler Birliği imparatorluğu” özlemi içindeki Avrasyacı Rusya’nın jeopolitik istekleri ile çatışmaktadır.

Rusya’da Putin döneminde ABD’ye olan güvenin de azaldığı görüldü. ABD’nin özellikle desteklediği NATO’nun “Doğu’ya doğru genişlemesi” projesinden Ruslar pek hoşlanmadı. Eski Sovyet topraklarında kurulan üç Baltık ülkesinin NATO’ya girişinden sonra Rusların önemli bir bölümü NATO’yu saldırgan bir blok olarak tanımladı. ABD’nin Irak’a müdâhale ettiği Mart 2003 içerisinde Rusların yüzde 59’u Amerikalıların Rus dostu olmadığına inanıyordu.9

Karadeniz’in son yıllarda jeopolitik önemini artıran özelliklerin petrol ve doğalgaz gibi karbon fosili enerji hammaddelerinin Batı’ya naklinden kaynaklandığına yukarıda değinilmişti. Karadeniz’in hinterlandındaki Hazar havzası bu bakımdan büyük bir öneme haizdir. Hele de ABD’li uzmanlarca yaptırılmış olan bir araştırmaya göre, dünya çapında enerji ihtiyacının 1993’ten 2015 yılına kadar uzanan dönemde yüzde 50 oranında artacağı ihtimali10 dikkate alındığında, petrol ve doğalgazını önemi daha iyi anlaşılabilmektedir.

Kıyıdaş ve hinterlandındaki pek çok devletin ulaştırma hatlarının bağlantısını sağlaması, Avrasya’nın enerji kaynaklarına yakınlığı ve bu kaynakların bir kısmının ulaştırma hatlarını üzerinde bulundurması gibi stratejik değerlerin varlığı, Karadeniz’in yeni jeopolitik görünümünde büyük güçler arasındaki rekabetin belirlenmesinde ana etkenler olmaktadır. Bu büyük güçler Rusya ve ABD’dir. Ayrıca Fransa ile Almanya’nın da bölgeye nüfuz etmeye çalıştığı görülmektedir. Balkanları, Kafkasları, merkezî Doğu Avrupa’yı ve Türkiye’yi birbirine bağlayan Karadeniz’deki ekonomik ve siyasî çıkarlar büyük güçleri birbirleriyle rekabete tahrik için yeterli olabilmektedir.11 Bu aktörlerden biri olan Almanya, sonuncusu 2005 yılı sonu ve 2006 yılı başlarında yaşanan Rus doğalgazının kesilmesi tehlikesine karşı, doğalgazın Ukrayna dışında Baltık Denizi’nden geçirilerek Almanya’ya ulaştırılması için Rusya ile anlaştı. Bu duruma Ukrayna’nın pek sesi çıkmaz iken, Polonya’dan sert bir ses duyuldu. Polonya Savunma Bakanı Radek Sikorski, Rus-Alman Baltık Denizi doğalgaz boru hattı projesini sert bir dille eleştirerek, bu icraatı 1939’da Alman Dışişleri Bakanı Ribbentrop ile Sovyet meslektaşı Molotov’un Moskova-Berlin Birliği’ni çağrıştırdığına dikkat çekmiştir.12 Bu tarihten itibaren Polonya’nın Almanya’ya karşı tavrında önemli değişiklikler yaşandı. Hatta Alman Şansölye Bayan Merkel’in Haziran 2007 içinda Polonya ziyareti sırasında, Polonya basını konuklarını Almanları kızdıran bir resimle karşıladı.

http://www.enerji2023.org/index.php?option=com_content&view=article&id=104:avrasyada-enerj-eksenl-btmeyen-qbueyuek-oyunq-1&catid=15:stratej&Itemid=253


****


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder