MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
MISIR etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ekim 2017 Perşembe

ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 1



ORTA DOĞUDA DARBELER TARİHİ BÖLÜM 1


3 TEMMUZ DARBESİ MISIR,
3 TEMMUZ DARBESİ: MISIR’DA MÜESSES NİZAMIN YENİDEN TESİSİ 
ORSAM RAPORU
Dr.Veysel KURT 
İstanbul Üniversitesi 




3 TEMMUZ DARBESİ: MISIR’DA MÜESSES NİZAMIN YENİDEN TESİSİ 

Hürriyet ve Adalet Partisi’nin 2012’deki parlamento seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve yine İhvan kökenli Muhammed Mursi’nin 2012’deki Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması oldukça ilginç bir gelişmeydi. 

Wickham’ın deyişiyle varlığının önemli bir bölümü devletin baskısına maruz kalan ve yasal bir statü bile elde edemeyen bir örgüt (İhvan), mücadele ettiği düzenin 
kontrolünü seçimlerle ele aldı. 

25 Ocak 2013’te kitleler sokaklara döküldüklerinde, Mısır’ın siyasal geleceği açısından ucu açık bir sürece girilmişti. Mübarek’in devrilme si, Mısır için ‘ Demokratikleşme’ tartışmalarını bera berinde getirdi. Ancak ülke tarihinde ilk defa şeffaf ve adil seçimlerle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı ve hükümetin askeri darbeyle iktidardan uzaklaştırılması, müesses nizamın yeni adaptasyonu demekti. 

Bu sürecin kabaca üç aktör arasında mücadele ve işbirliği ekseninde yürüdüğünü ifade etmek mümkün: Siyasal muhalefet, rejim ve uluslararası aktörler. 
Bu üç unsurdan herhangi birisinin, kendi için de yekpare bir bütün olmadığı bilinen bir olguy du. Muhalefet ideolojik ve organizasyonel açıdan 
tek parça değildi. Farklı muhalif kesimler özellikle seçim dönemlerinde Mübarek karşıtlığında buluş masına rağmen bu işbirliği kalıcı olamadı. Rejimin 
muhalefete yönelik “co-optation” (seçmecilik) stra tejileri de muhalefetin iktidarı sarsma potansiyelini akim bıraktı. Nitekim 25 Ocak’ta bütünleşen mu 
halefet Mübarek düştükten hemen sonra hem kendi aralarındaki görüş ayrılıkları hem de yine rejimin benzer stratejileri uygulaması sonucunda iktidar yarışına 
girerek ayrıştı. Mısır rejimine bakıldığında güçlü bir koalisyondan oluştuğu görülür: Cumhurbaşkanı ve etkisi altındaki İçişleri Bakanlığı, istihbarat kurumları ve crony-capitalizm ekseninde oluşan ekonomik güç. 

Öte yanda ise müesses nizamın kurucu aktörü ordu. Ordu ile cumhurbaşkanlığı arasındaki ilişki, işbirliği/ mücadele ekseninde yürümüştür. Mübarek’in sonunu 
getiren ana faktör de, 25 Ocak sürecinde bu koalisyonun çatlamasıdır. 

Hürriyet ve Adalet Partisi’nin 2012’deki parlamento seçimlerinden birinci parti olarak çıkması ve yine İhvan kökenli Muhammed Mursi’nin 2012’deki 
Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması oldukça ilginç bir gelişmeydi. Wickham’ın deyişiyle varlığının önemli bir bölümü devletin baskısına maruz kalan ve yasal bir statü bile elde edemeyen bir örgüt (İhvan), mücadele ettiği düzenin kontrolünü seçimlerle ele aldı. Ne var ki Mursi ve hükümetin iktidarı yalnızca 
bir yıl sürdü. Uluslararası tepkiler çeşitlilik gösterse de Mısır’ın siyasal yapısına etki edebilecek ABD’nin tavrı 25 Ocak’tan 3 Temmuz’a uzanan süreçte statükonun devamı lehine işlemiş ve özellikle 3 Temmuz darbesinin meşrulaştırılması ve rejimin kendini tahkim etmesinde önemli bir role sahip olmuştur. 

Darbe Mekaniğinin İşleyişi ,




3 Temmuz Mısır Darbesi’nin nasıl gerçekleştiğine bakıldığında, iyi hazırlanmış ve işlemiş bir süreç olduğu söylenebilir. Askeri darbe, hazırlık aşamasının organizasyonu, darbe harekâtının etkin bir şekilde yürütülmesi ve darbe sonrası sürecin yönetimi açısından değerlendirilebilir. 

Hazırlık aşaması: Mısır ekonomisinin uzun yıllardır yapısal bir kriz içinde olduğu bilinmekteydi. 

Ancak bu krizler Mursi döneminin son aylarında benzinliklerde oluşan kuyruklar, elektrik kesintileri ve bütçe açığı şeklinde görünür olmaya başladı. Bunun 
yanında 3 Temmuz'un birkaç ay öncesinden Mursi ve İhvan’a karşı başlayan sosyal mobilizasyon, darbe aktörlerinin meşruiyet dayanaklarından birisi olmuştur. 
26 Nisan 2013’ten itibaren Mursi’nin istifa etmesi ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yenilenmesi talebiyle Temerrüd hareketinin organize ettiği eylemler, 27 Haziran’dan itibaren büyük kalabalıkların başta Tahrir olmak üzere meydanlara akmasına zemin hazırladı. 30 

25 Ocak’ta bütünleşen muhalefet Mübarek düştükten hemen sonra hem kendi aralarındaki görüş ayrılıkları hem de yine rejimin benzer stratejileri uygulaması 
sonucunda iktidar yarışına girerek ayrıştı. 

Haziran’da ise Mursi destekçileri Rabia meydanında toplandı. Mısır medyası bu görüntüyü bloklaşma ve iç savaş tehlikesi olarak işledi. 1 Temmuz’da Mısır Silahlı Kuvvetleri’nin “halkın taleplerinin karşılanmaması durumunda kendi yöntemleriyle sorunu çözeceklerine” yönelik ifadeler içeren bildirisi, askeri darbenin halkın talebi doğrultusunda gerçekleştiği söylemini beslemiş oldu. 

Darbe Harekâtı: Bu zemin üzerinde başlayan darbenin, söz konusu ilk bildirinin 1 Temmuz’da yayınlanması ile başladığı söylenebilir. 1-3 Temmuz arasında 
ordunun içinden darbeye karşı herhangi bir direncin gelmemesi, yine hazırlık aşamasının iyi planlandığını göstermekte ve ordunun emir komuta zincirinde 
kontrol altında tutulduğunu göstermektedir. Yine bu iki günlük süre zarfında Cumhurbaşkanı Mursi’nin kamuoyunda görünmemesi, Cumhurbaşkanlığı sarayında alıkonulduğuna yönelik önemli bir işaret. 2 

Temmuz’da Mursi’nin darbeye karşı direnmeye çağıran görüntüsü de bu durumu destekler nitelikte. Böylece sosyal ve siyasal alandan darbeye karşı başlayacak 
olan direnç lidersiz bırakılmış oldu. 3 Temmuz günü ise Silahlı Kuvvetler eş zamanlı olarak attığı adımlarla askeri darbeyi gerçekleştirdi. Tanklar Mursi taraftarlarının doldurduğu meydanları çevirirken, Cumhuriyet Muhafızları Komutanı, Cumhurbaşkanı Mursi’yi tutukladı. Sisi darbe bildirisini okurken yanında El-Ezher Baş İmamı Ahmed El-Tayyip, Kıpti Patriği 

II. Tavadros ve muhalefet lideri Muhammed El Baradey vardı. Bu isimlerin yanında Temerrüd liderleri ve Selefi Nur Partisi sözcüsü de darbeye destek verirken, Sisi’nin açıkladığı yol haritasına sadık kalacaklarını açıkladı. Bu tablo, hem darbenin meşrulaştırılması hem de İhvan’ın dini, sosyal ve siyasi alanlardan tasfiyesi için önemli bir destek sağlamış oldu. Darbe Sonrası Sürecin Yönetimi: Darbe yönetiminin ne ordu içinden ne de diğer güvenlik güçlerinden bir dirençle karşılaşmaması rejim içi bir çatlağın önüne geçmişti. 

Dolayısıyla ordu yönetimini bekleyen en önemli meydan okuma, bir yandan protesto gösterilerinin bastırılması öte yandan ilan edilen yol haritasının 
uygulanarak rejimin yeniden adaptasyonunu sağlamaktı. Güvenlik güçleri, uzun süre direnmeye kararlı olan protestoları ağır bir şekilde bastırdı. Farklı 
rakamlar telaffuz edilmekle birlikte bu süreçte hayatını kaybedenlerin 4-5 bin; tutuklananların ise 15-20 bin aralığında olduğu tahmin edilmektedir. Dahası askeri darbeye destek veren birçok aktivist, gazeteci, STK yöneticisi ve siyasi parti mensuplarının da öldüğü ya da tutuklandığı bilinmektedir. Rejim bu süreçte medya kontrolünü de sağlayarak söylemsel üstünlüğünü korudu. Askeri darbe beklendiği üzere bütün siyasal alanın yeniden tanzimini beraberinde getirdi. Geçiş sürecinden sonra Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı Sisi’yi Cumhurbaşkanlığına taşıyan seçimler, ordunun kontrolünde yeni Anayasa ve parlamento seçimleri yapıldı. 

Sonuç 

Dördüncü yılına giren 3 Temmuz Mısır darbesi birçok açıdan önemli sonuçlar doğurdu. Bu sonuçları siyasal muhalefet, iktidar ve uluslararası siyaset açısından değerlendirdiğimizde, karşımıza şöyle bir tablo çıkmaktadır. 25 Ocak’ta kenetlenen muhalif kesimler Mübarek’in devrilmesiyle yeni bir ivme kazanmıştı. 
Mübarek sonrası geçiş süreci ve özellikle Yeni Anayasa’nın oluşturulması etrafındaki ihtilaflara rağmen, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Mursi’ye sağlanan 
destek müesses nizam karşısında güçlü bir koalisyonun oluştuğuna dair önemli bir işaretti. Askeri darbe ile muhalefet güvenlikleştirildi. İhvan ise terör örgütü 
ilan edilerek hareketi yok etmeye yönelik stratejiler uygulandı. Kısacası darbe, muhalefet arasındaki güçlü koalisyonu dağıtmakla kalmadı, sosyal alanda on 
yıllardır biriken ve iktidarı zorlayacak potansiyel gücü bile işlevsiz kıldı. Kapsamlı bir kriz ya da uluslararası bir kırılma yaşanmadığı takdirde Mısır’da kısa ve orta 
vadede iktidarı zorlayacak bir muhalefetten söz etmek oldukça zor. Rejim açısından bakıldığında ise askeri darbe ile kendini yeniden tahkim ettiğini söylemek mümkün. Ekonomik elit-polis-ordu gibi rejim içi güç odakları arasındaki dengenin ordu lehine yeniden kurulduğunu söylemek mümkün. Dahası ordu yönetimi, Sisi’nin yaptığı yeni atamalarla birlikte yeni jenerasyonun yönetimine geçmiş ve dolayısıyla ordu 

3 Temmuz Mısır Darbesi’nin nasıl gerçekleştiğine bakıldığında, iyi hazırlanmış ve işlemiş bir süreç olduğu söylenebilir. Askeri darbe, hazırlık aşamasının organizasyonu, darbe harekâtının etkin bir şekilde yürütülmesi ve darbe sonrası sürecin yönetimi açısından değerlendirilebilir. içindeki kuşak çatışması da bertaraf edilmiş durumda. 
Yine ordunun kontrolünde oluşturulan yeni Anayasa ile yeni rejimin hukuki alt yapısı güncellenmiş oldu. 

Oldukça kanlı ve vahşi yöntemler kullanarak iktidara gelen Sisi’nin ABD ve AB gibi uluslararası aktörler nezdinde kabul görmesi, bölge kamuoyunun 
bu aktörlere bakışını değiştirdiğini söylemek mümkün. Özellikle darbe sürecinde aktif destek sağlayan Suudi Arabistan ve BAE’nin darbe sonrasında yaptığı 
finansal destek, yeni yönetimi oldukça rahatlattı. 1990’lı yıllardan itibaren demokratikleşme tazyiki yapan ABD’nin Dışişleri Bakanı Kerry ise darbeyi 
“demokrasinin restorasyonu” olarak tanımladı. Dahası darbeci rejimlere herhangi bir yardım sağlanmaması yönündeki yasanın etrafından dolanarak Mısır’a 
sağlanan yardımlara devam etti. AB Güvenlik ve Dış Politika temsilcisi Ashton’un darbe sonrası ziyareti ve Sisi yönetiminin ABD ve Avrupa ülkelerinden yaptığı 
silah alımları, bölge kamuoyunda bir hayal kırıklığı yarattı. Demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi söylemleri bir dış politika aracı olarak kullanan bu aktörlerden beklenen, doğrudan askeri darbenin kendisini, aktörlerini ve yöntemlerini sorgulamasıydı. Ancak Mısır darbesinin Türkiye’deki siyasi iktidar dışında uluslararası aktörlerden önemli bir tepkiyle karşılaşmaması, hem Sisi’nin darbenin getirdiği zorluklarla baş etmesi hem de orta ve uzun vadede iktidarını tahkim etmesi açısından önemli bir avantaj sağlamıştır. 

Bu durum Ortadoğu ülkelerinin kamuoyuna rağmen Batılı aktörlerin otoriter yönetimlerle işbirliği halinde olmaya devam edeceklerini göstermiştir. Bu ülkelerde oluşacak yeni muhalif dalgaların aynı zamanda önemli ölçüde Batı karşıtlığını da içereceği öngörülebilir. 

Veysel KURT 

Dr., İstanbul Üniversitesi 
ORSAM RAPORU

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,


***

1 Nisan 2017 Cumartesi

ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ BÖLÜM 4


ARAP - İSRAİL ANLAŞMAZLIĞININ BÖLGENİN GÜVENLİĞİNE VE GELECEĞİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 4

Bu durum HAMAS iktidarının önündeki en önemli engeldi. 

Orta Doğu ve dünya kamuoyunu şaşırtan HAMAS zaferinin etkisi henüz geçmemişti ki bu kez de Danimarka’da yayınlanan Hz. Muhammed’e 
ait karikatürler nedeniyle Orta Doğu’da yeni olaylar patlak vermeye başladı. Şubat 2006 başlarında önce Suriye’de Danimarka ve Norveç elçilikleri 
yakıldı, bir gün sonra 5 Şubat 20006’da da Beyrut’taki Danimarka konsolosluk binası ateşe verildi.106 Hariri suikastı nedeniyle BM’nin görevlendirdiği Mehlis Raporu gereği köşeye sıkıştığı iddia edilen Suriye’nin, bu kez “Karikatür krizi” ile Beyrut’ta karışıklığı sürdürmek istediği de ileri sürülmüştü.107 Böylece Suriye kuvvetleri ayrıldıktan sonra, 2006 yılı içinde Lübnan’daki ilk istikrarsızlık görüntüleri ortaya çıkmıştı. 

İsrail İşçi Partisi Lideri Şimon Peres, Kasım 2005’te başkanı olduğu partisinden istifa etmiş, bir süre önce de Başbakan Ariel Şaron da Likud partisinden ayrılarak Kadima adlı yeni bir parti kurmuştu. Peres, parlamento seçiminde Şaron’u desteklemişti.108 İsrail genel seçimleri yaklaştığında genel seçim kararı alan ve Kadima partisini de kurmuş olan İsrail Başbakanı Ariel Şaron hastaneye kaldırıldı. Şuuru yerinde olmayan Şaron’un yerine Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert vekalet etmeye başladı. Ocak 2006 içinde komaya giren Şaron daha sonra bir daha kendine gelemeden ölecekti. 28 Mart 2006’da yapılan genel seçimler sonucunda Kadima 120 sandalyeden 28’ini kazanarak hükûmet kurma görevini üslendi.109 Kadima lideri Ehud Olmert liderliğinde kurulan yeni dört partili (Kadima, İşçi, Şaas ve Emekliler) hükûmet 5 Mayıs 2006’da göreve başladı. 25 kişilik kabinedeki en ilginç isim kuşkusuz, İşçi Partisi Lideri ve sendikacılıktan gelen İsrail tarihinin ilk sivil Savunma Bakanı Amir Peretz idi.110 

Lübnan Krizi - BM’nin 2 Yıl Sonra Yeniden Lübnan’a Asker Çağırması 

Filistinli militanların Haziran 2006 sonlarına doğru Gazze Şeridi sınırındaki Kerem Şalom geçiş noktasını basarak iki İsrail askerini öldürüp bir askerî de kaçırmasının ardından bölgede yeni bir gerginlik başladı. Hatta bu olayda İsrail Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ü arayarak İsrailli askerin bulunması konusunda destek ve yardım istediği duyuldu. Abdullah Gül Filistin Başbakanı İsmail Haniye ile telefonla görüşmüş, Haniye sorunları diplomasi yoluyla çözmeye çalıştıklarını ifade etmiş, İsrail tarafının gerekçeleri dinlememesinin, bölgeyi üçüncü bir intifada tehlikesiyle karşı karşıya getirdiğini söylemişti. Bu arada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas da rehin alınan İsrail askerini kurtarmak amacıyla gittiği Gazze Şeridi’nde, İsrail’in kaçırılan askerin serbest bırakılmasını sağlamak için Gazze Şeridi’ne uyguladığı abluka nedeniyle mahsur kalmıştı.111 Aslında aynı günlerde Hükûmette aradığını tam olarak bulamayan Filistin Başbakanı Haniye’nin başını çektiği HAMAS, El-Fetih’in de lideri olan Filistin Devlet Başkanı Abbas ile uzlaşmak üzereydi. Bu uzlaşı yoluyla Filistin’de bir birlik hükûmeti kurarak içeride yaşanan karışıklığı sonlandırmak, İsrail karşısında bir muhatap yaratarak tek taraflı İsrail politikalarına maruz kalmaktan kurtulmak ve AB’den yardım almak planlanıyordu. Asker kaçırma olayı ile her ne kadar İsrail suçlansa da, aslında HAMAS’ın başarısını önlemeye yönelik, Filistin iç politikasındaki 
anlaşmazlığın ve güç mücadelesinin bir ürünü olduğunu söylemek mümkündür.112 

İsrail’in henüz HAMAS’la sorunu devam ederken bu kez de Hizbullah’la yeni bir çatışmaya zemin hazırlandı. 12 Temmuz 2006’da Hizbullah’ın sekiz askerini öldürmesi ve ikisini de kaçırması üzerine İsrail, Lübnan’a savaş ilan etti. İsrail Litani nehrine kadar olan bölgede Hizbullah’ı etkisiz hâle getirmek için havadan, karadan ve denizden saldırıya geçti. İsrail saldırıları karşısında sadece Hizbullah değil, sivil halk ve çocuklar da can ve mallarını kaybettiler. Bu saldırılardan en kanlısı 30 Temmuz 2006’da İsrail’in Kana yerleşim bölgesine gece yarısı düzenlediği bir saldırıydı. Kana bulanan Kana’da o gün 37’si çocuk 60 kişi katledilmişti. ABD Dışişleri Bakanı Rice’ın Lübnan Başbakanı Fuad Sinyora ile görüşme talebi, Sinyora tarafından reddedilmişti. Kana katliamı Fransa, İKÖ, Türkiye, İngiltere ve Avrupa Komisyonunda kınanmış, BM soruna acil çözüm bulabilmek için toplanmıştı.113 Bu arada Hizbullah da İsrail’i caydırmanın yolunu bulmuştu. Elinde 20 km menzilli Katyuşa, 45 km menzilli Fecir-3 ve Fecir-5 füzeleri bulunan Hizbullah114, çatışmanın ilerleyen dönemlerinde Hayfa dâhil İsrail yerleşim bölgelerine fırlattığı zaman, İsrail tam anlamıyla buna karşı bir 
savunma önlemi bulamamanın çaresizliği içerisindeydi. 12.7.2006’da başlayan ve BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararını tarafların kabul 
etmesi ile 14.8.2006’da sona eren Lübnan krizi sırasında 1130’dan fazla ölü, 3600 kişinin yaralandığı, ölenlerden üçte birinin 12 yaş altı çocuklar olduğu 
öğrenildi. Ayrıca 312 asker ve jandarma da hayatını kaybetmişti.115 

Ateşkes sonrası pek çok batılı otorite bu savaşı Hizbullah ve lideri Nasrallah’ın kazandığında birleşti. İsrail, Hizbullah konusunda iyi istihbarat yapamamış, Hizbullah’ı çözememiş, açtığı savaşın hedefi Hizbullah’ı etkisizleştirmek iken bunu silah ve kanla yapamamıştı. Hizbullah bu savaşta 246 füze ateşlemiş, 159 İsrail askerini öldürmüştü.116 Savaşta ölen 159 İsrailliden 43’ü sivildi. İsrail her ne kadar Hizbullah militanını öldürmüşse de Hizbullah’ı zayıflatamadığı gibi Litani nehri kuzeyine de atamamıştı. Üstelik kaçırılan İsrail askerlerine de ulaşamamışlardı. İsraillilerin çoğunluğu, BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı ateşkes kararı ile Lübnan’a yerleştirilecek BM’ye bağlı askerî birlikler Hizbullah’ı Güney Lübnan’dan uzak tutacak ve Suriye’den silah desteği almasını engelleyeceklerdi.117 Lübnan’a ilki İtalya’dan olmak üzere, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeden BM Barış Gücü askerleri gönderildi.118 Bu kuvvetler taraflar arasındaki çatışmayı önlemeye çalışacaklar, yıkılan köprü, okul ve hastaneler ile bozulan yolları onaracaklar, hem de Hizbullah’ın karadan ve denizden silah ve lojistik yardım almasını önlemeye çalışacaklar. 

Lübnan krizinden sonra bölgedeki en önemli gelişme HAMAS ile El- Fetih arasında zaman zaman alevlenen çatışmalar olmuştur. Bu arada İsrail 
Başbakanı Ehud Olmert, Aralık 2006 başlarında Almanya’da iken, sonradan sözcüsü tarafından düzeltilmek istense de, İsrail’in nükleer silahlara sahip 
olduğunu belli eden ifadeler sarfetmiştir. Olmert’in bu “gafı” Likud Partisi milletvekillerinden Juval Steinitz tarafından, Olmert’in Başbakanlıktan istifa 
etmesi gerektiğini ileri sürecek kadar önemli bulunmuştur.119 Bu eleştirilere kulaklarını tıkayan Olmert, 6 yıl aradan sonra Filistin’le barış görüşmeleri 
yapmak için arayışlara girmiştir. Bu maksatla Filistin Devlet Başkanı Abbas ile 23 Aralık 2006’da bir araya gelmiş ve Haniya’nın HAMAS hükûmetinin değişmesi hâlinde, İsrail tarafından Filistin’e verilmekte olan gümrük gelirlerinden 100 milyon doların serbest bırakılacağını ve cezaevlerindeki pek çok Filistinlinin de bırakılacağını söylemiştir.120 Bu son gelişme üzerine Filistin’de erken seçim rüzgarları esmeye başlamış, seçimi isteyen El-Fetih’li Devlet Başkanı Abbas, HAMAS’a karşı bir bakıma sırtını bir zamanlar düşman olan “Batı”ya dayamıştır. Kuşkusuz Abbas burada pragmatik bir çözüm arayışı içerisine girmiştir. Zira HAMAS genel seçimleri kazandıktan sonra, neredeyse hiçbir üretim faaliyeti tam olmayan, geliri bulunmayan Filistin halkı için her yıl ABD’den ve AB’den yapılan mali yardımlar 7 Nisan 2006’dan itibaren kesilmiştir.121 İsrail ise gümrük gelirlerinden bir kısmını ayırdığı Filistin yönetimine, HAMAS seçildikten sonra, bu geliri vermeyeceğini baştan ilan etmişti. 

Arap-İsrail Çatışmalarında Türkiye 

Türkiye, 1965 yılından itibaren 1980’li yılların sonuna kadar Orta Doğu’da şöyle bir politika izlemeye çalışmıştı: (1) Haklı Arap davalarına siyasal destek sağlamak, (2) Arap ülkeleri arasındaki anlaşmazlıklarda taraf tutmamak ve bunlara karışmamak, (3) Batı ile devam ettirilecek askerî, siyasi ve ekonomik ilişkilerin Arap ülkelerinin çıkarları üzerinde olumsuz etkiler yaratmamasına itina göstermek, (4) İsrail’le ilişkileri kesmemek; ancak asgari düzeyde de olsa sürdürmek, (5) Arap ülkeleriyle ekonomik, ticari ve diğer alanlarda yakın iş birliği kurmaya çalışmak.122 

1976’da Suriye kuvvetlerinin Lübnan’a girişinden sonra, Suriye’nin kontrolü altındaki Beka Vadisi’nde Türkiye’ye yönelik terör faaliyetleri ile tanınan ASALA, PKK ve bazı Marksist-Leninist örgütler için eğitim ve barınma imkânları sağlanmıştır. Türkiye’ye ilaveten Lübnan’da özellikle İsrail’e yönelik örgütler de barınmış ve bunların İran ve Suriye tarafından desteklendiği pek çok kez iddia edilmiştir. Özellikle PKK’nın Türkiye’ye verdiği can ve mal kayıplarının artış kaydetmesiyle Türkiye-İsrail arasında 1990’lı yılların ortasından itibaren önemli bir yakınlaşma tesis edilmiş, PKK terör elebaşısı Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması ve 20 Ekim 1998’de Adana Mutabakatı’nın imzalanması ile Türkiye-Suriye ilişkileri normalleşmeye başlamıştır. Suriye ile ilişkiler, 2000 yılı içinde Beşşar Esad’ın Suriye Devlet Başkanı oluşuyla iyileşme ivmesini artırmış, buna 
karşılık 3 Kasım 2003 genel seçimlerinin ardından AKP iktidarının gelişiyle ve hele de 2003 Irak Savaşı ile Türkiye-İsrail ilişkilerinde ABD’ye paralel 
olarak bir soğuma meydana gelmiştir. Başbakan dâhil Türk devlet adamları İsrail’in Filistinlilere füze ile saldırmasını “devlet terörü” olarak nitelemiştir. Bu 
eleştirilerden biri de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından İsrail’in Lübnan’a saldırısı sırasında, Ağustos 2006’da Washington Post’ta yayımlanan; “Dünyanın her yerinde aynı soru soruluyor: Tek başına bu trajediyi durdurma imkân ve kabiliyetine sahip olan dünyanın tek süper gücü, insanların bu kadar acı çekmesine neden göz yumuyor ve merhamet çağrılarını neden karşılıksız bırakıyor?”123 ifadelerinin yer aldığı makalesinde ABD’nin eleştirilmesiyle devam etmiştir. 

BM Güvenlik Konseyinin 1701 sayılı kararı yayımlandıktan sonra, Lübnan’a asker gönderme konusu Türkiye’nin gündemine oturmuş ve Türkiye istihkam ağırlıklı bir kara birliği ile, denizde keşif-karakol görevi yapacak bir fırkateynini BM’nin emrine vermiştir. Türkiye Lübnan krizinin başından beri akan kanı ve gözyaşlarını durdurmak için uğraşmıştır. Bunlardan bazıları şöyledir: (1) Başbakan R. Tayip Erdoğan; Ağustos 2006 başında, Malezya’daki İKÖ’nün genişletilmiş yürütme kurulu toplantısında BM’yi eleştirmiş, AB’yi etkin olmaya çağırarak dünyayı uyarmıştır. “Bu savaşın galibi olmayacaktır, acil ateşkes ilan edilmeli. Orta Doğu yangını medeniyetler çatışması potansiyeli taşıyor. Bu ateş hepimizi yakar. Dünya barışı İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük tehditle karşı karşıya” demiştir. (2) Başbakan ayrıca Ateşkes sağlandığında, tarafların kabulü ve uygun siyasi koşullar oluştuğu takdirde, Türkiye’nin BM çatısı altındaki istikrar gücüne katılabileceğini ifade etmiş, Lübnan’ın yeniden imarına katkıda bulunmak üzere bağışçı ülkeler konferansı düzenlenmesi fikrini desteklediğini söyleyerek, barış için her türlü girişimi İKÖ adına yürütecek bir 
temas grubu kurulmasını önermiştir. (3) Türkiye, AB içinde ayrıca İspanya ile birlikte “Medeniyetler İttifakı”nın özel temsilcisi sıfatıyla da Hristiyan ve 
Müslüman dünyaları arasında uzlaştırıcı rolüne de soyunmuştur. Tüm bunlar ve Lübnan’a gönderilen Türk askerlerinin mevcudiyeti, Türkiye’nin Lübnan 
konusundaki samimi icraatlarıdır. Türkiye, hemen sınırlarının yakınındaki bu yangından turizm bağlamında ekonomik yönden olumsuz etkilendiği gibi, 
petrol fiyatlarının yükselmesiyle de olumsuz etkilenebilmektedir. Üstelik bölgeye mücavir olmasıyla, çıkabilecek bir savaşın önlenememesi hâlinde, ekonomik, siyasi ve sosyal açılardan olumsuz etkilenmesi devam edecektir. Hem bu nedenlerle, hem de bölgeyle yüzyıllardır süren kültürel, sosyal, ekonomik ve siyasi ilişkiler, Türkiye’nin bölgede etkin bir rol oynamasını gerektirmektedir. Şayet komşuda başlayan yangına müdahalede bir kova da Türkiye su dökmezse, yangının kendi üzerine gelmesi veya kendi üzerine yönlendirilmesi mümkün olabilir… 

Arap - İsrail Anlaşmazlığının Derin Yaraları 

Arap-İsrail çatışmalarının tarihi yukarıda ayrıntılarıyla verilmeye çalışıldı. Gelinen noktada önemli hususları şöyle sıralamak mümkündür: 

İsrail’in bölgedeki varlığı başta HAMAS olmak üzere Arap halklarının bir kısmı tarafından kabul edilmemektedir. 

Bölgede kalıcı barış için ikna edilmesi gereken devletlerden en önemlisi Suriye’dir. Suriye’nin ise en önemli şartı, İsrail’in 1967 savaşında işgal etmiş olduğu toprakları koşulsuz geri iade etmesidir. 

Bölgede, İsrail’in varlığına tahammül edemeyen İran’ın etkisi, İsrail’e yönelik terör faaliyetlerinin desteklenmesi ile sürmektedir. İran’da mevcut Molla rejimi devam ettikçe, İran yanlısı örgütler desteklenecek ve desteklendikçe bölge istikrar bulmakta sorun yaşayacaktır. 

Suriye, İsrail’in işgal ettiği topraklara koşulsuz kavuşsa dahi, ön bahçesi gibi gördüğü Lübnan’ın iç işlerine karışmayı sürdürecek, günün birinde Lübnan’ı Suriye’ye katmak için enerjisinden taviz vermeyecektir. 

Bölgede Ürdün ve Lübnan gibi, kendi ayakları üzerinde duramayan ve içeriden yada dışarıdan silahlı müdahaleler karşısında yabancı askerlerin yardımına muhtaç ülkelerin yaşayabilmesi ve istikrar bulabilmesi için öncelikle Suriye-İsrail, İran-İsrail, ABD-İran ve ABD-Suriye ilişkilerinin normale dönmesi gereklidir. 

Bölgede istikrarın sağlanabilmesi için gereken en önemli hususlardan biri de Filistin devletinin artık terörle bir yere varılamayacağını anlayan Devlet Başkanı Mahmud Abbas gibi kişilerin çoğunlukta ve iktidarda olmasıyla mümkün olabilecektir. Zira her ne kadar İsrail Filistin halkının toprakları üzerinde zorla oturup devlet kurmuşsa da, mevcut siyasi koşullar içinde İsrail’in bu bölgeden başka bir yere taşınması yada kazınması mümkün değildir. İsrail, yaşayabilmek için mücadele etmesi gerektiğini, bu mücadelede de en az kayıpla var olabilmek için her türlü savunma ve güvenlik önlemini almakta, almaya devamda da kararlı gözükmektedir. Filistinlilere karşı Kudüs’te duvar örerek Gazze Şeridi ile Batı Şeria arasında onlarca kontrol noktası ve yasak bölgeler uygulamalarının Filistinlileri perişan ettiği doğrudur. Bu ıstıraptan kurtulmanın yolu ise “bileğini bükemediği” İsrail’le savaşmak yerine, onunla uzlaşmaktan geçmektedir. İzlenecek bu tür bir yol, gerektiğinde Batı dünyasının bile İsrail’e baskı yaparak Filistinlilere uyguladığı baskıyı azaltmasında önemli bir rol oynayabilecektir. 

Orta Doğu’da Bölge Dışı Güçlerin Rolü 

Bölgeye XVIII. yüzyılın sonlarından itibaren artan İngiltere ve Fransa’nın ilgisi, 20. yüzyılın başında Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali’nin Hidiv oluşuyla artmış, Mısır sayesinde Fransa Haçlı seferleri döneminden beri sürdürdüğü Lübnan’daki Marunilerle ilişkisini geliştirmişti. Osmanlı topraklarında Fransız İhtilalinin ardından ortaya çıkan isyanlar ve yeni devletlerin bağımsızlıklarına kavuşması, azınlıklar için Batılı ülkelerin baskısıyla, 1839 Tanzimat Fermanı’yla başlatılan iyileştirme çalışmaları, daha sonra Filistin bölgesi için ayrı bir tabloya dönüşmüştü. 1820’lerden itibaren Osmanlı topraklarında baş gösteren “Misyoner” faaliyetlerin ağırlıklı olarak Filistin-Lübnan bölgesine kaymış, bu bölgede İngiltere’den Fransa’ya, Almanya’dan Rusya’ya varıncaya kadar tüm büyük devletlerin misyoner teşkilatları kurulmuş, bölge gayrimüslimleri için “koruyucu” ülke olmak, büyük devletlerin hükümdarları için birer onur vesilesi olmaya başlamıştı.124 Filistin ve Lübnan’da o dönemde çoğunluğu Sünni Arap, Alevi Arap, özellikle Lübnan’da Maruni Hristiyanları ve Dürzi Müslümanları, Şii Araplar, Ermeniler, Yahudiler, Grek Ortodoksları, Türkler ve daha küçük gruplar 
yaşıyordu. Birinci Dünya Harbi yaklaşırken Filistin’e Avrupa’dan Yahudi göçleri başlamıştı. 

Orta Doğu’nun XIX. yüzyıldaki en büyük önemi Hindistan-Akdeniz- Avrupa arasındaki ticaret yolu olması, bölgenin önemli ipek üreticisi olması ve nihayet 1869’da Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla dünya deniz ticaret yollarından önemli bir kavşak noktasına sahip olmasıydı. Doğu Akdeniz’e ve dolayısıyla Orta Doğu’ya hâkim olan hem Kızıldeniz-Akdeniz, hem de Akdeniz-Karadeniz arasındaki deniz ticaret yollarını da kontrol edebilirdi. Bu nedenledir ki İngiltere, 1878’de önce Kıbrıs’ı, 1882’de de Mısır’ı işgal etmişti. Arkasından da İran Körfezi’nde boş durmayacak ve Kuveyt’i ilhak edecekti. 

O dönemde bölgeye inmeye çalışan bir diğer büyük devlet Rusya idi ve genellikle zayıf Osmanlı Devleti’nden çok, karşısında güçlü İngiliz donanmasını bulmuştu. XIX. yüzyılın sonlarına doğru bölgeye XIX. yüzyılın yeni büyük devleti Almanya girmeye başladı. Hedef, Berlin-İstanbul-Bağdat demir yolu projesiyle İngiltere’den daha önce Hindistan’a ulaşmaktı. Bu kez bölgedeki çıkarları tehlikeye düşen İngiltere, Rusya ve Fransa ile bir araya gelerek Almanya’ya karşı cephe almıştı. Sonuç ise Birinci Dünya Harbi ve bu harbin sonunda yenilen Osmanlı topraklarında, İngiliz ve Fransız çıkarları doğrultusunda cetvelle çizilen manda yönetimlerinin kurulmasıydı. Bölgede Fransa ve İngiltere gibi iki müttefiki bile birbirine düşüren önemli bir gelişme, petrolün makinelerde kullanılması, XX. yüzyılın yeni enerji kaynağı petrolün Orta Doğu’daki tanımsız varlığıydı. 

Orta Doğu’da İngiliz ve Fransızların çizdiği sınırları tanımayan ve en kısa sürede bağımsızlığına kavuşan tek ülke Türkiye olmuştur. Öte yandan Fransa’nın manda yönetimindeki Suriye’de, İngilizlerin manda yönetimindeki Irak’ta başta olmak üzere birçok yerde yerli halkın bu Avrupalı yönetimlere karşı bağımsızlık savaşları sürüp gitmişti. Özellikle İkinci Dünya Harbi sırasında bölgeye Almanya sızmak istemiş ancak Alman etkisi İngiltere ve Fransa tarafından silinmişti. 

İkinci Dünya Harbi sonunda 1946’da Lübnan ve Suriye bağımsızlığını kazanmış, Suriye Hatay ve Lübnan’ı topraklarına katma isteğini hiçbir zaman yitirmemişti. 1948’de ise, İkinci Dünya Harbi sırasında Almanya tarafından soykırıma uğrayan Yahudilerden kaçanlar da dâhil, Filistin’e yerleşen Yahudiler tarafından İsrail devleti kuruldu. Aslında İngiltere, İsrail’in kurulmasına pek de gönüllü gözükmezken özellikle Amerika’daki Yahudi lobisinin etkinliğiyle ABD, İsrail’in kuruluşunda koruyucu rol üslenmişti. İsrail’in kuruluşundan sonra da Orta Doğu’daki Anglo-Sakson milletlerin çıkarları ABD tarafından gözetilmeye başlanmıştı. Bu çıkarları koruyabilmek için bölgede kendilerine en yakın müttefik olarak gördükleri ülke de İsrail’di. Yani dünya enerji ham maddelerinin çoğunluğu Orta Doğu’daki Müslümanların elinde bulunurken bu kaynakları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen Hristiyan dünyasının bölgedeki en büyük güvencesi Musevilerdi. 

İsrail’in kuruluşundan önce başlayan Arap-İsrail çatışmaları, kuruluşundan sonra savaşlara da dönüşerek devam etmiş ve hiç durmamıştır. Hemen her defasında başta ABD olmak üzere, Batılı ülkeler genellikle İsrail’in yanında saf tutmuşlardır. İkinci Dünya Harbi sonunda Varşova Paktı’nın kurulması ve iki kutuplu dünyada Soğuk Savaş’ın başlamasıyla Akdeniz’i bir atlama tahtası olarak düşünen Sovyetler Birliği de bölgeye girmiştir. Sovyetlerin taraf olduğu yer de İsrail karşıtı olan Arapların yanı olmuştur. Öyle ki 1967 ve 1973 Arap-İsrail savaşlarında Araplarla Yahudiler birbirleriyle savaşırken bir bakıma da Sovyet ve ABD harp silah ve araçları da birbirleriyle çatışma içinde olmuştur. Çatışmaların galibi her defasında İsrail olurken harp silah ve araçlarında da üstünlük ABD’de olmuştur. 

Bölgede Müslüman ülkeler içinde ABD’ye en yakın petrol üreticisi ülkelerden İran, Arap-İsrail çatışmasında genellikle suskun kalırken 1979 Molla rejiminin İran’a yerleşmesiyle İsrail’e karşı Filistin’de yeni bir müttefik ortaya çıkmıştır. Hele de 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Arap-İsrail çatışmasında, Şam-Tahran eksenli ve Lübnan’da İsrail’e yönelik birçok grubun saldırılarında İran’ın ekonomik ve eğitim desteği olduğu iddia edilmiştir. Bir bakıma, bölgede Arapların yanındaki Sovyet ittifakının yerini İran doldurmuştur. 

2003 Irak Savaşı ve ABD’nin Orta Doğu’ya yerleşme düşüncesi, bölgeye yeniden bir çekidüzen verme düşüncesi gibi pek çok tasarı ile ABD, dünyanın tek küresel gücü olarak Orta Doğu’daki enerji kaynaklarının sorunsuz olarak ve kendi kontrolünde üretim ve ulaştırmasının sağlanması için bir dizi önlem almak istemiştir. Bu nedenle Irak Savaşı’ndan sonra bölgede Suriye ve İran muhtemel hedefler olarak gösterilmiştir. Ancak zaman içinde Irak’ta ABD’nin kontrolü sağlayamaması, Irak’taki direnişin gittikçe artması sonucunda Suriye ve İran’ın hedef tahtasından silinmesine neden olmuştur. Buna karşılık 2004’ten itibaren İran’ın nükleer silah ürettiğinin duyulması ve İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın “İsrail’in yerinden kazınması”nı öngören söylemleri, ABD’nin bölgedeki politikalarını olumsuz etkilemeye başlamıştır. Üstelik Irak’ta sözde Saddam rejiminden kurtarılan ve nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiilerin de yer yer direnişe katılması, hatta İran etkisine girmekte oluşu, Arap-İsrail çatışmalarında, Araplardan daha çok İran’ın varlığını hissettirmiştir. Bu nedenledir ki Lübnan’daki Şii Hizbullah örgütü Temmuz-Ağustos 2006 aylarında İsrail’e karşı mücadelede, kaybetmemiş, hatta savaşı kazandığı yönünde bölgede büyük itibar kazanmıştır. Hizbullah’ın kazanmasına neden olan en önemli etkenlerden biri ise ellerindeki İran yapısı yerden yere atılan füzeler olmuştur. 

Irak’ta kaybetse de dünya enerji ham madde kaynaklarının büyük bir çoğunluğu Orta Doğu’da var olmaya devam ettikçe küresel ticaretin aksamaması ve küresel hegemonyanın devamı için ABD bölgede kalmaya, bölgedeki en önemli müttefiki İsrali’i de desteklemeye devam edecektir. Soğuk Savaş sonrasında eski Sovyet topraklarında kurulan devletlerden Rusya’nın da bölgeye ilgisi olmakla birlikte, küresel güç ABD ile gelinen aşamada bir mücadele içerisine girmemektedir. AB ülkeleri içinde İngiltere ABD ile birlikte hareket ederken, zaman zaman aykırılıkları görülen Fransa ve Almanya da esas itibariyle ABD çizgisinden fazlaca sapmamaktadırlar. Dünyanın gelecekteki potansiyel küresel gücü Çin’in de bölgedeki çatışmalara doğrudan müdahalede bulunmak gibi çabalarının olmadığı, enerji ham maddelerinin kesintisiz transferi konusuna özen gösterdiği görülmektedir. 

Sonuç 

Birinci Dünya Harbi’nin sonunda Orta Doğu’nun kaderi, karteline dâhil şirketlerle Büyük Devletler, yerli hanedanlar, çeşitli milliyetçi ve Siyonist parti yada hareketlerin ellerinde şekil bularak, sınırları çiziliyordu. İngiltere ve Fransa bu bölgeyi coğrafi, kültürel, politik, demografik, sosyolojik ve tarihî bir alan gibi görürken, bu alanın kaderi üzerinde tek söz sahibi olarak kendi varlıklarını ileri sürüyorlardı. Doğu onlar için yeni bir buluş, tarihin basit ve kolay bir icadı değil; fakat Avrupa’nın doğusunda uzanan ve görevleri Avrupa ile birlikte düşünülmesi gereken çıkarlarının bir parçasıydı. Zira Doğu’nun, Avrupa’nın bilimine, tekniğine, zihin gücüne ve yönetim metotlarına ihtiyacı vardı.125 

Samuel Huntington da Edward Said gibi Batı’nın bölgeye bakışını özetlemekte; ancak o da İslami terör diye aslında hiçbir Müslüman’ın kabul edemeyeceği yanlış bir terimi kullanmaktan geri durmamaktadır. Keza petrolün önemini vurgulamakta; ancak petrol uğruna petrol karteline tabi şirketlerin, ait oldukları devletleri kanalıyla bölgede estirdikleri devlet terörüne değinmemektedir. Sanki “bölgedeki petrolün ait olması gereken ülkeler Batı ülkeleri, petrolü kullanan insanlar da Batılı olmalıymış gibi” imada bulunmaktadır.126 

Batı’ya karşı meydan okumanın Müslümanlardan geleceğinin altını çizen Huntington, bir bakıma Batı ülkelerine de yol göstermektedir. Oysa Müslüman ülkelerinin Batı’nın topraklarında ya da Batı’daki çıkarlar konusunda herhangi bir isteği ve hedefi yoktur. Burada çıkarı olan Batı’dır ve çıkar sahaları da Müslüman ülkelerin sahip olduğu topraklardaki petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Bu topraklar da ki pazar paylarıdır. Bu topraklarda yetişen bilgili ve zeki insanları devşirmek ve kendi sistemini güçlendirmek için onlardan yararlanmaktır. Yeni dünya düzeni kurulması senaryosu da yeni değildir ve Birinci Dünya Harbi başlamadan önce ortaya konulmuş, 

Birinci ve İkinci Dünya Harplerinden sonra sahnelenmiş, XX. Yüzyıl sonunda bir başka savaşın sonunda, “Soğuk Savaş” sonrasında yeniden sahne almıştır. Arkasında ise Müslümanları “hasım” ve “terörist” gibi göstermek isteyen petrol karteli bulunmakta, teröre destek veren Müslüman ülkeler ve kuruluşlar da farkında olmadan bu petrol kartelinin emellerine alet olmaktadır. 

Orta Doğu’daki kalıcı barış, bölge ülkelerinin, eğer yapabilirlerse çok yakını dâhil “geçmişe sünger çekmeleri” ile mümkündür. Barışın tesisine katkısı olacak bölge dışındaki aktörlerin en başında da ABD gelmektedir. Ancak ABD’nin özellikle George W. Bush’un başkanlığı döneminde böyle bir girişime sıcak baktığını söylemek mümkün değildir. Filistin asıllı ABD’li araştırmacı Edward Said ABD’nin tutumu konusunda, daha 20-26 Aralık 2001 tarihlerinde; “ABD’nin terörizme karşı savaşı yayıldıkça daha fazla huzursuzluğun ortaya çıkması kesin gibi. İşleri yoluna koymak şöyle dursun, ABD iktidarı muhtemelen sorunları kontrol edilemez şekilde işin içinden çıkılmaz hâle getiriyor. ABD ve Avrupalılar bir anti-Taliban koalisyonu oluşturma ihtiyacı duydukları için Filistin sorununa yönelik yenilenmiş bir dikkatin ortaya çıktığını söylemek ironi olarak anlaşılmamalıdır.” şeklindeki ifadeleri ile doğru teşhisi koymuştu sanki.127 Gerçekten de o tarihten sonra anti-Taliban maskesi altında Irak’a İngiltere ile birlikte savaş açan ABD, 
Avrupa’nın tamamını değilse bile önemli bir bölümünü yanına alarak hareket etmiş, BM kararlarını bile hiçe saymıştı. AB’nin ağır topları olan Almanya ve 
Fransa’yı bile karşılarına almayı göze almış, bu yüzden AB’nin çatırdamasına aldırış bile etmemişti. 

Suriye’nin mutlak surette bölgedeki terör örgütlerine desteği kesmesi, hatta bu konuda uluslararası bir iş birliğinin tesisi yoluna gitmesi gereklidir. 

Terör konusunda XXI. yüzyılın en hassas ülkesi olan ABD’nin yöneticileri de bu konuda Suriye’yi zorlamaktadır. ABD’nin maksadı, Suriye’nin Lübnan üzerindeki etkisini azaltmak, İsrail’e karşı terörist saldırılar yapan Hizbullah ve Filistinli diğer terörist gruplara yardımını kesmektir. Böyle bir hareket tarzı uygulandığı takdirde, ABD’nin Suriye’ye karşı güveni gittikçe artacaktır.128 Golan tepeleri ve 1967’de İsrail tarafından işgal edilen toprakların koşulsuz Suriye’ye verilmesi hâlinde Suriye’nin tavrı olumlu yönde değişebilir. Ancak İsrail bunu kabul edebilecek midir? Zira İsrail’in BM Genel Kurulunda 10 Kasım 1975’te, “Siyonizm’in bir çeşit ırkçılık ve ırk ayrımı olduğunu” kabul eden 3379 (XXX) sayılı, ve 35’e karşı 72 devlet tarafından desteklenen (32 çekimser, üç oylama harici) kararı karşısında,129 “Siyonizm” tutumunu değiştirebilecek midir? Öte yandan Yitzak Rabin gibi cesaretini canıyla ödeyebilecek yeni liderler çıkabilecek midir? Zira BM’nin almış olduğu karara rağmen Filistinlilerle arasına yeni bir duvar çekmesi ve Suriye ile yaşanan Golan Tepeleri çıkmazı da Orta Doğu’daki kalıcı barışın sağlanmasına engel olan diğer önemli gerçeklerdir. 

Yahudi Yazarlardan Norton Mezvinsky, İsrail işgali altındaki topraklarda yaşayan “İsrailli Araplar”ın durumunu incelemiş ve bunların yasalar uyarınca yurttaşlık haklarından tam olarak yararlanamayıp ikinci sınıf yurttaş konumuna düşürüldükleri sonucuna varmıştır. Yahudi yazar Mezvinsky’e göre çözüm yolu şöyledir: “Çözüm, İsrail devletini Siyonizm’den kurtarmaktır. Siyonist devletin barışçı yoldan ortadan kalkmasını ve yerine laik, demokratik, çok ırklı bir devletin kurulmasını gündeme getiren bu öneri Orta Doğu halklarının tüm sorunlarını çözmeye yeterli olmamakla birlikte somut ve olumlu bir adım sayılabilir.”130 

DİPNOTLAR;


1 Suleiman Mousa; “The Rise of Arab Nationalism and the Emergence of Transjordan”, Nationalism in a non-National State (The Dissolution of the Otoman Empire), (Edited by: William 
W. Haddad and William L. Ochsenwald), Ohio State University Pres. Columbus, 1997, s. 242. 
2 Türk Silahlı Kuvvetleri Tarihi; Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, C. 4 1. Kısım, Sina-Filistin Cephesi, Ankara, ATASE Yayını, 1979, s. 689-690. 
3 K. Krüger; Kemalist Türkiye ve Orta Doğu, (çev.: Nihal Önol), Altın Kitaplar Yayınevi, 1981, s. 156. 
4 a.g.e.; s. 156-157. 
5 Albert H. Hourani; Arap Halkları Tarihi, (çev.: Yavuz Alogan), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s. 379. 1949 yılına gelindiğinde 
Yahudiler Filistin’deki nüfusun yüzde 30’undan fazlasını oluşturuyordu. 
6 Krüger; s. 157. 
7 Arab Higher Committee. 
8 Pious Faundation. 
9 William R. Polk; The Arab World Today, Harvard University Pres, Cambridge, Massachusette, London, 1991, s. 170-172. 
10 Thomas Koszinowski; Die Palaestinenser und der arabisch-israelische Konflikt: Deutschearabische Beziehungen, (Herausgeber: Udo Steinbach), Schriften 
des Forschungsinstituts der Deutschen Gesellschaft für Auswaertige Politik e.V. Bonn, R. Oldenburg Verlag, München, Wien, 1981, s. 285. 
11 Jewish Agency. 
12 Stern Gang. 
13 Polkss; 172-175. 
14 Çağrı Erhan; Ömer Kürkçüoğlu, “Filistin Sorunu”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 637. 
15 Franz W. Seidler, Alfred M. De Zayas; Kriegsverbrechen in Europa und im Nahen Osten im 20. Jahrhundert, Verlag E.S. Mitler und Sohn GbmH, 
Hamburg-Berlin-Bonn, 2002, s. 285-287. 
16 Hourani; s. 418 ve Polk, s. 177-180. 
17 Abd el-Qadir Huseini. 
18 Burada belirtilmesinde yarar görülen bir husus vardır. 2004 yılı içinde de İsrailli liderlerin izlediği yol aynıdır. Zira 2003 ve 2004 yılı içinde de HAMAS’ın 
lider kadrosu İsrail tarafından izlenmekte ve bunlar ilk fırsatta yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu durumu Başbakan Şaron da bizzat bir “Hükûmet politikası” olarak 
açıklamaktadır. 
19 Polk, s. 182. 
20 Çağrı Erhan, Ömer Kürkçüoğlu; s. 639. 
21 A.L. Ratcliffe; Zur strategischen Lage im Nahen Osten, Wehrwissenschaftliche Rundschau, E.S. Mitler und Sohn Gmbh, Darmstadt, 1952, s. 457. 
22 Alain Gresh, Dominique Vidal; Orta Doğu-Mezopotamya’dan Körfez Savaşı’na, (çev.: Hamdi Türe), Alan Yayıncılık, İstanbul, 1991, s. 61: Mısır’daki bu 
“Hür Subaylar”ın başındaki genç ve atak Mısır subayı Cemal Abdülnasır idi. 1848 Filistin Arap-İsrail Savaşı’nda sarsılarak çıkmış, 23 
Temmuz 1952’de Hür Subayların yardımıyla iktidarı ele geçirerek 1953’te krallığı ortadan kaldırmıştı. Nasır’ın rengi o yıllarda henüz belli olmamıştı. 
Arkadaşları içinde komünistler ve Müslüman Kardeşler de bulunmaktaydı. 1955 yılında “Bağlantısızlar Hareketi”ne katılacak, 1956’da Süveyş Kanalı’nın 
millîleştirilmesi, politikasının ana hatlarını ortaya koyacaktı 
23 Türkçe “Şükrü El Kuvvetli” olarak çağrılıyor. 
24 Türkçe “Çiçekli” olarak çağrılıyor. 
25 Nikolaos van Dam; Suriye’de İktidar Mücadelesi, (çev.: S. İdiz, A.F. Çalkıvık), İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 59-60. 
26 George Lenczowski; The Middle East in World Affairs, Cornell University Pres, Ithaca and London, 1982, s. 327 ve Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği: Yöneliş, 
(çev.: Taşkın Temiz), İstanbul, 1998, s. 279. Antoun Saadeh (Sa’ada) tarafından kurulan ve orijinal adı “Syrian National Party” olan partidir. 
Mezopotamya’ya “Doğu Suriye” diyen ve “Büyük Suriye” devleti kurulmasını öngören Arap milliyetçisi bir parti olup lideri Sa’ada 1951’de ölmüştür. 
27 İrfan Acar; Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, TTK, Ankara, 1989, s. 35-36. 
28 Melek Fırat, Ömer Kürkçüoğlu; “Arap Devletleriyle İlişkiler”, Türk Dış Politikası, (Editör: Baskın Oran), C. 1, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 627-628. 
29 Tibi; s. 295-296. 
30 Polk; s. 206. 
31 Peter Mansfield; Osmanlı Sonrası Türkiye ve Arap Dünyası, (çev. Nuran Ülken), Sander Yayınları, İstanbul, 1975, s. 162-163. 
33 Polk; s. 37-40. 
34 Fatrat el-Infisal. 
35 van Dam; s. 60-64. 
36 Mansfield; s. 175. 
37 Lenczowski; s. 347-348. 
38 Hourani, s. 472. 
39 Tibi; s. 296-297. 
40 Salah Jadid. 
41 Ebru Metli; Türkiye-Suriye İlişkilerinin Tarihi Gelişimi ve İki Ülkenin Milli Menfaatleri/Hedefleri (Uzmanlık Tezi), MGK Genel Sekreterliği, 
Ankara, 2000, s. 44-45 ve Lenczowski; s. 350. 
42 Mansfield; s. 178-182. 
43 Koszinowski; s. 288. 
44 Fahir Armaoğlu; XX. Yüzyıl Siyasi Tarihi 1914-1995, Genişletilmiş 2. Baskı, Akım Yayınevi, 
İstanbul-Ankara, s. 702-703: 1964 Mayıs ayı içinde, çoğunluğu Ürdün’de, diğerleri de Arap 
ülkelerine yayılmış durumda bulunan Filistinli Arapları organize edip onları İsrail’e karşı 
mücadeleye sevk etmek maksadıyla o zamanlar Ürdün toprakları içinde bulunan Doğu Kudüs’te 
“Birinci Filistin Kongresi” toplandı. Bu kongre ile FKÖ kurularak, 33 maddelik bir “Filistin Millî 
Misakı”(Al-Misak Al-Vatani Al-Filastani) kabul edildi. Bu misaka göre, İngiliz mandası altındaki 
Filistin toprakları Filistinlilerin anavatanı ve 6. maddeye göre de “Siyonist istilasından önce”, yani 
“Balfour Deklarasyonu”ndan önce, Filistin topraklarında devamlı oturmakta olan Yahudiler de 
Filistinli sayılacaktı. Bunun dışında, 1947’ye kadar Filistin topraklarında yaşayan “Arap 
vatandaşları” ile bu tarihten sonra, ister Filistin topraklarında ister bu toprakların dışında doğmuş 
olsun, Filistinli babadan olanlar Filistinli sayılacaktı. 9. madde, Filistin topraklarının kurtarılması 
için silahlı mücadele öngörüyordu. 19. madde, Filistin’in 1947’deki bölünmüşlüğünü ve kurulmuş 
olan İsrail devletini geçersiz sayıyordu. 21’inci madde ise Filistin topraklarının tamamen 
kurtuluşunun dışındaki hiçbir çözümü kabul etmiyordu. FKÖ’nün silahlı mücadeleyi yürütmek 
için “fedayin” denen gerillalardan oluşan bir askerî teşkilatı “El-Fetih” (Al-Fatah) teşkilatı da 
kurulmuştu. 
45 Hourani; s. 475 ve Koszinowski; s. 289. 
46 O zamanlar dünya kamuoyunda “Fedain” olarak biliniyorlardı. 
47 Armaoğlu; s. 702-704. 
48 Hourani; s. 475-477. 
49 Mansfield;.s. 186. 
50 Lenczowski; s. 352. 
51 Mansfield; s. 188-189. 
52 Hourani; s. 480. 
53 Mansfield; s. 187-188. 
54 Hourani; s. 481. 
55 Bu tarihi 16 Kasım 1970 olarak verenler de mevcuttur. Bk. Bahattin Karakaya; “Suriye Dosyası”, Avrasya Dosyası, C. 4, Sayı 1-2, Ankara, 1998, s. 241. 
56 van Dam; s. 118-119. 
57 Daniel Dishon; “Greater Syria”: Reviving an old Concept, The Syrian Arab Republic, (Edited by Anne Sınai, Allen Pollack), American Academic Assoc. 
For Peace in Middle East, New York, 1976, s. 83. 
58 Büyük Suriye Hayali: Hafız Esad yönetiminin en büyük ideali Büyük Suriye’yi kurma hayali idi. 
59 Lenczowski; s. 356. 
60 Mansfield,s. 195-196. Bu federasyona başlangıçta Sudan da katılmak istemiş; ancak bu, rejimin komünist kesiminden gelen muhalefet sonucu mümkün olamamıştı. 
61 Michael Krupp; Zionismus und Stadt Israel, Gütersloher Verlagshaus Gerd Mohn, Gütersloh, 1983, s. 157-158. 
62 Armaoğlu; s. 719-721. 
63 Lenczowski; s. 357. 
64 Krupp; s. 160-161. 
65 Acar; s. 71. 
66 Arap Liga. 
67 Tel-Aviv’de Filistin komandolarının bir İsrail otobüsüne yönelik operasyonu sonucunda 31 İsraillinin ölmesi üzerine İsrail 14 Mart 1978’de 20 binden fazla bir 
kuvvetle kara, hava ve denizden Güney Lübnan’a çıkartma yapmış, iki gün içerisinde Lübnan’ın yüzde 10’unu işgal etmişti (Acar; 1989,s. 84). 
68 Lenczowski; s. 358-359. 
69 UNIFIL. 
70 Acar; s. 85-87. 
71 İrfan Acar; ss. 83-89. 
72 Tuna Köprülü, “30 Yıl Sonra Ortadoğu’da Denge Değişiyor”, Hürriyet, 27.3.1979. 
73 İrfan Acar; s. 92. 
74 Ariel Şaron 2000’li yılların başında İsrail’de tekrar iş başına hem de Başbakan olarak gelmiş olup, İsrail’de Filistinlilere karşı aldığı radikal kararlarla sadece 
Arap ve Müslüman ülkelerin değil, Batı ülkelerinin ve hatta kendi ülkesindeki Yahudilerin dahi sert eleştirileri ile karşı karşıya kalmaktadır. 
75 İsrail’in Lübnan’ı işgalinin gerçek nedeninin su sorunu olduğunu iddia edenler mevcuttur. Ankara Üniversitesi öğretim üyesi Türkkaya Ataöv de bunlardan biri olup, 
İsrail’in bu Lübnan harekatının asıl sebebi, Litani suları üzerinde egemen olma isteğidir. Ayrıntı için bk: Ekrem Memiş, Kaynayan Kazan Ortadoğu, 
Çizgi Kitapevi Yayınları, Konya, 2002, s. 217. 
76 Acar; s. 93. 
77 a.g.e.; s. 95. 
78 Hourani; s. 496. 
79 Şule Kut; “Filistin Sorunu ve Türkiye”, Orta Doğu Sorunları ve Türkiye, (Editör: Haluk Ülman), TÜSES, İstanbul, 1991, s. 25-27. 
80 Al-Jihad al-islam. 
81 Armaoğlu; s. 870-871. 
82 Armaoğlu; s. 871-872. 
83 Mustafa Coşkun; “İsrail’in Güney Lübnan Serüveni”, Stratejik Analiz, ASAM, Ankara, Temmuz 2000, s. 19. 
84 Arnold Blumberg; The History of Israel, Greenwood Pres, Westpor, Connecticut, London, 1998, s. 164-171, 174. 
85 Ferhad İbrahim; “Syrien nach Hafiz al-Asad: Zwischen Kontinuität und Wandel”, 
www.bpb.de/publikationen/V8F2UP,0,0,Syrien_nach_Hafiz_alAsad:_Zwischen_Kontinuit, (erişim: 22.10.2005), s. 5. 
86 Hillel Haklin; “The Rabin Assassination: A Reckoning”, (Edit: Neal Kozod), The Mideast Peace Process, Encounter Boks, San Fransisco, 2002, s. 47. 
87 İsrail, bu tarihten sonra Filistin’le ipleri koparmaya başlayacak, bu konuda İsrail’le anlaşmaya 
yanaşmayan radikal Filistinli gerilla örgütleri de yardımcı olacaktır. Çeşitli provokasyonlardan sonra da Nisan 1997’de Kahire’de bir araya gelen 
Arap Birliğinin Dışişleri Bakanlarının toplantısı sonunda “Barış Süreci Görüşmelerinin” sona erdiği bildirilecekti. 
http:// www. sophienschule. de/extern/ israel/ mat1ge9. htm. 
88 Kamel S. Abu Jaber; The Arab-Israeli Peace Process: A Critical Evaluation, Perceptions Journal of International Affairs, 
Volume V, Number 1, March-May 2000, s. 113. 
89 İbrahim; s. 5. 
90 Metli; s. 49. 
91 117 STAT.2482, PUBLIC LAW 108-175, Dec. 12, 2003. 
92 Ümit Enginsoy; “Sıra Suriye’de mi?”, Ulusal Strateji, Yıl 5, Sayı 35, 5 Mayıs 2003. 
93 Star; 19.1.2004. 
94 Cumhuriyet; 19.3.2004. 
95 Gökhan Gök; http://www.wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=12252. 
96 Milliyet; 13.10.2005. 
97 Celalettin Yavuz; “Genişletilmiş Orta Doğu Projesinin İkinci Durağı Suriye mi?”, 2023, 15.12.2005, Sayı 56, s. 14-15. 
98 Zaman; 20.1.2004. 
99 Milliyet; 23.3.2004. 
100 Milliyet; 12.11.2004. 
101 “Arafatçılar Tasfiye Edildi, İsrail Memnun”; Milliyet, 25.2.2005. 
102 “Kan ve Gözyaşı”; Milliyet, 18.8.2005, s. 20. 
103 “Türkler Yıkmamıştı, Biz Neden Yıkıyoruz?”; Milliyet, 23.8.2005, s. 20. 
104 Thomas Avenarius; “Die Grenzen des Wiederaufbaus”, Süddeutsche Zeitung,24./25. September 2005, s. 11. 
105 “Hamas Dünyayı Böldü”; http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=176961, 28.6.2006. 
106 “Dün Suriye'deki Elçilik Yakılmıştı. Bu Kez De Beyrut'taki Danimarka Konsolosluğu Yakıldı”, 5.2.2006, http://www.nethaber.com/?h=44726. 
107 Oky; “Damaskus nutzt den Streit, um in Beirut Chaos zu stiften”, 7.12.2006, 
http://www.welt.de/data/2006/02/07/842059.html. 
108 “Peres tritt aus Arbeitspartei aus”; http:// www. welt. de/ data/ 2005/ 11/ 30/ 811405. html, 2.12.2005. 
109 “İsrail’de Seçimleri Kadima Kazandı”; http:// www. usakgundem. com/ haber. php? id= 3783, 29.03.2006. 
110 “İsrail: Hükûmet Güvenoyu Aldı”; VOA Türkçe, 5 Mayıs 2006, 
http://www.usakgundem.com/haber. php? id= 4565. 
111 İsrail Türkiye'den yardım istedi, http://www.milliyet.com.tr/2006/06/28/dunya/axdun01.html, 30.11.2005, (erişim:28.6.2006). 
112 Serhat Erkmen; “İsrail, Hizbullah, HAMAS Savaşı”, 26.7.2006, (erişim: 27.12.2006), http://www.asam.org.tr/tr/yazigoster.asp?ID=1057&kat1=32&kat2=#_ednref1 
113 “İsrail’den Çocuk Katliamı”, Akşam, 31.7.2006, s. 17. 
114 “Mit eiserner Faust”; Der Spiegel, 24. Juli 2006, s. 80-87. 
115 “İsrail Hem Onayladı Hem Vurdu”; Akşam, 14.8.2006, s. 12. 
116 “Nasrallah wins the war”; The Economist, August 19th 2006, s. 9. 
117 “The blame game”; The Economist, August 19th 2006, s. 33. 
118 Türkiye, TBMM’de 5.9.2006 günü Lübnan’a asker gönderme iznini Hükümete verdi. 
119 “Olmert versucht politischen Sprengsatz zu entschärfen”, 12. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,454120,00.html 
120 “Olmert startet Diplomatie-Offensive mit Abbas”, 24. Dezember 2006, 
http:// www. spiegel.de/ politik/ ausland/ 0, 1518, 456486, 00. html. 
121 “Beziehungen zwischen Israel und den Palästinensern”; 23. Dezember 2006, 
http://www.spiegel.de/politik/ausland/0,1518,456447,00.html 
122 Ekmeleddin İhsanoğlu; Türkiye ve İslam Konferansı Teşkilatı, Yeni Türkiye, “Türk Dış Politikası Özel Sayısı”, Sayı 3, Ankara, 1995, s. 418. 
123 “Gül’den ABD’ye Eleştiri”; Akşam, 4.8.2006. 
124 Ayrıntılar için bk. Celalettin Yavuz; Geçmişten Geleceğe Suriye-Türkiye İlişkileri, ATO Yayını, Ankara, 2005, s. 76-92, 104-108. 
125 Edward Said; Oryantalizm-Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çev.: Semih Uzel), Pınar Yayınları, İstanbul, 1982, s. 372-373. 
126 Samuel Huntington; Medeniyetler Çatışması, (Derleyen: Murat Yılmaz), Vadi Yayınları, Ankara, 2001, s. 31-32. 
127 Edward Said; Yeni Bin Yılda Filistin Sorunu, (Çev.: A. Cüneyt, A. Kerem, N. Ersoy), Aram Yayıncılık, İstanbul, 2002, s. 192. 
128 Alan Makovsky; Syria’s Foreign Policy Challenges U.S. Interests, 2001, 
http: //www. ciaonet.org/ pbei/ winep/ policy_2001/maa03.html 
129 Humprey Walz; “Siyonizm ve Irkçılık: Çelişen Görüngüler ve Algılamalar”, (Çev.: Türkkaya Ataöv), Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 17. 
130 İ. Hatem Hüseyni; “Siyonizm’i Eleştiren Yahudiler”, Siyonizm ve Irkçılık, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1985, s. 259. 


***

23 Mart 2017 Perşembe

DEVRİMDEN SONRAKİ MISIR BÖLÜM 2


   DEVRİMDEN SONRAKİ MISIR  BÖLÜM 2





   İktidarının birinci yılı olan 30 Haziran’a giden süreçte, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi karşıtı hareketlerin liderlerinin sokağa çıkma amacı, bir demokrasi mücadelesinden daha çok planlı bir şekilde gerginliği tırmandırarak bir şiddet sarmalını üretmekti. Böylece, Mursi istifaya zorlanacak ve askeri vesayet için uygun bir ortam sağlanacaktı. Nitekim hem muhalif grupların izlemiş olduğu planlı eylemler hem de ordunun bir muhtıra yayınlayarak siyasi alana müdahalesi bu planlı kalkışmayı açıkça ifşa etti. Darbeye giden süreçte, ortamın müsait hale gelebilmesi için önce Mursi karşıtları Tahrir başta olmak üzere birçok meydanda kimi zaman şiddet de içeren büyük gösteriler düzenlemişlerdir. Ardından da Müslüman Kardeşlere ait ofisler ateşe verilmiş, buralarda bulunan Mursi taraftarlarından bazıları öldürülmüştür.13 En sonunda da çatışmalar meydanlara sıçrayarak askerin müdahalesi için uygun ortam yaratılmıştır. 

Asker bu süreçte yaptığı açıklamalarla, toplumsal çatışmanın önünü açmış ve şiddet sarmalının yaşanması için bilinçli bir siyaset izlemiştir. Olaylar 
başlamadan yapılan açıklama ile gösterilere müdahale edilmeyeceği söylenip, sadece devlet daireleri ve stratejik yerlerin korunacağının duyurulması 
göstericilerin şiddete meylini artırmıştır. 

En baştan beri polisin kendi yanlarında olacağı göstericilerce bilindiğinden ordunun bu açıklamasını hükümeti düşürmek için bir işaret olarak 
da yorumlanmıştır. Güvenliği sağlaması gereken kurumların göstericileri cesaretlendiren bu yaklaşımı, ordunun askeri vesayeti gerçekleştirmek 
için uygun ortamı yaratmaya çalıştığının bir göstergesidir. 

Bu planın hazırlık aşamasında, halkı mobilize edebilmek ve sokaklara çıkarabilmek için yoğun çaba sarf edilmiş, Mübarek rejiminin zenginleştirdiği 
işadamları bu planlamanın finans ayağını sağlarken, askeri ve bürokratik yapı eski rejim taraftarlarını sokağa çıkmak için cesaretlendirmiştir. 
Büyük kesimi eski rejim taraftarı olan medya ise Mursi’nin yönetimsel hatalarını, “İslamcı bir ajanda” söylemiyle etiketleyerek başta Hıristiyanlar olmak üzere liberal, seküler, sol ve sosyalistleri de Mursi’ye karşı mobilize etmişlerdir. 

Özellikle, Mursi’nin dış politika alanında geliştirmiş olduğu yeni dış politika açılımı ve söyleminden rahatsız olan ABD, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan Mursi’nin iktidardan düşürülüp askerin etkin olduğu bir “vesayet demokrasisi”nin yönetime gelmesini, İhvan yönetimine tercih etmekteydi. Dolayısıyla Mısır’da yaşanan karşı devrim mücadelesi ve ardından yaşanan askeri muhtıra birçok yapının ve aktörün planlı bir senaryonun uygulanışına işaret etmektedir.14 

Planın uygulama aşaması ise aslında toplumsal alanda daha devrimin hemen ardından eski rejimin siyasi, askeri, bürokratik elitleri ile medya ve iş çevrelerindeki aktörleri tarafından yürürlüğe konmuştur. Mübarek rejimine karşı ortaklaşarak, demokrasi söylemi etrafında devrimi gerçekleştiren toplumsal kimlik grupları, önce İslamcı ve diğerleri (liberaller, Hıristiyanlar ve Sosyalistler vb.) diye birbirinden ötekileştirilerek ayrıştırıldı. 

Ardından da İslamcı gruplar da kendi içerisinde farklılaştırılarak Mursi iktidarı yalnız bırakıldı. Mısır tarihinin korkularının yeniden gündeme getirilerek toplumsal kimlik gruplarının kutuplaştırılmasının neticesinde üretilen çatışmacı söylem, devrim etrafında birleşen grupları ayrıştırarak birbirlerine yönelik karşılıklı güvensizliklerin üretilmesine neden oldu. Mursi hükümetinin uygulamış olduğu bazı siyasal çıktılar bu güvensizlikleri gittikçe pekiştirdi ve böylece bir güvenlik açığı oluşturuldu. Böylece eski rejim aktörlerinin toplumsal kimlik gruplarının güvenlik ikilemleri üzerinden siyaset üretmeleri çok daha kolay hale geldi. 

Mursi’nin iktidara gelmesinin ardından “muktedir olmak için” ortaya koyduğu siyasetin, yargı ve ordu bürokrasisinin direnci ile sürekli kırılmaya çalışılması bir yana, Haziran ayının son haftalarında sokakta yaşanalar bile bu planı açık etmektedir. Gerginliği tırmandırmak için medyada, Mursi’nin istifadan başka bir çıkar yolu olmadığı, yurtdışına kaçıp sığınma talep etmezse eski suçlarına binaen hapse atılacağı, yine Mursi yönetiminden birçok üst düzey bakanın yolsuzluğa bulaştığı ve suç işlediği gibi iddialar ve söylemler hükümete karşı bir korku ve panik havasının oluşturulması için kullanılmıştır. Sokakta dolaşıma sokulan söylemler ise, muhalif grupların silahlandığı, Mursi’nin direnmesi halinde 
Müslüman Kardeşlerin bürolarının basılacağı, İhvana yakın iş yerlerinin yağmalanacağı şeklindeydi. Dolayısıyla gösteriler başlamadan önce, yıllarca devlet iktidarı tarafından dışlanan hapislere atılan ve ikinci sınıf muamelesi gören kesimlere karşı bir korku politikası oluşturmak amaçlanmıştı. 

Bu korku politikasının neticesinde gösterilerin ilk günlerinde Mursi taraftarları sadece toplandıkları meydanlarda seslerini yükseltebilmişler ve kendi binalarının yağmalanmasına, ateşe verilmesine ve saflarından birçok insanın öldürülmesine rağmen şiddeti önceleyen bir tavır almaktan özenle kaçınmışlardır. Mısır’ın tek sahibinin kendileri olduğunu varsayan “beyaz Mısırlılar” ve eski düzen yanlıları, binalara, araba camlarına, işyerlerine ve evlerinin balkonlarına Mursi karşıtı afişler asmışlar ve sokaklarda insanların ellerinde muhalefeti temsil eden bir emare görmediklerinde “bizden değil misiniz” diye sora-bilmişlerdir. Bu süreçte, özellikle polis araçlarına Mursi karşıtı afişler asılarak bu korku politikası 
pekiştirilmeye çalışılırken, metro istasyonlarında marşlar çalınarak İhvan yanlıları sindirilmeye çalışılmıştır. Yine üst sınıf Mısırlıların gittiği ve çoğunun adının da Batı’dan seçildiği mekânlar, bir hafta önce yabancı müzikler çalarken, gösterilerle birlikte bayraklarla donatılmış ve milliyetçi marşlar çalmaya başlamıştır. Sonuç olarak tüm bu simgesel sindirme politikası, askerin tarafını tamamen belli etmesiyle birlikte, Mursi taraftarlarını da yoğun bir şekilde meydanlara itmiştir. Bununla birlikte, Mursi taraftarları bu korku politikasını tam tersine çevirebilmek için, Türkiye’de simgesel anlamını artık herkesin bildiği, “kefen siyaseti” söylemini devreye sokmuşlardır. 

Ezher ulemasının bir kısmı ve birçok Mursi taraftarı kefene benzer beyaz elbiseleri ile meydanlara yürürken canlarını feda etmekten çekinmeyecek lerini açıklamışlardır. 

Darbenin ardından İhvan hareketi kendilerine uygulanan baskı politikalarına demokratik bir strateji izleyerek cevap vermeyi tercih etmiş ve barışçıl gösteriler düzenlemiştir. Nasr City bölgesindeki Rabiaa Adeviye ve Kahire Üniversitesi girişindeki Nahda Meydanı’nda milyonlarca Mısırlı kamplar kurarak “Darbeye Hayır” teması altında askeri yönetimi protesto etmişlerdir. Bu barışçıl protestolar içeride ve dışarıdaki darbeci aktörlere yerinde bir cevap teşkil etmektedir. Ancak askeri yönetim Cumhuriyet Muhafızları Alayı önünde düzenlediği saldırı da 50’den fazla Mursi taraftarı protestocuyu katletmiş,15 İhvan yönetimini şiddet sarmalı içerisine çekmeye çalışmıştır. Müslüman Kardeşler yönetimi ise bu 
tuzağa düşmeyerek barışçıl gösterilere devam etmiştir. Uzun vadede Mısır’daki İslami hareketlerin iktidar arayışında bu sürecin olumlu bir geri dönüşü olacaktır. Ancak bu darbeci aktörler İhvan’ı veya Selefi hareketi siyasal alanın dışında tutmaya çalışması iktidar mücadelesinin daha çetin geçmesine, İslami hareketlerin daha farklı metotlar uygulamasına neden de olabilir. 

Darbeye Dış Etkiler ve Tepkiler 

Darbe sürecinde en şaşırtıcı tepki(sizlik) Batı ülkelerinden gelmiştir. Washington, Londra ve diğer AB başkentleri Mısır’da gerçekleşen askeri 
müdahaleyi darbe olarak tanımlamamış ve demokratik tepkilerinin ne kadar değişken olduğunu göstermişlerdir.16 Batı’nın tepkisizliğinin başlıca 
sebepleri arasında özelde Mısır’da genelde de Ortadoğu’da Siyasal İslam’ın politik kurumlarının meşru bir siyasal aktör olması geliyor. Yani 
seçim kazanan, taban desteği olan, demokratik yöntemlerle siyasette yer alarak daha öncekimarjinallikten kurtularak meşru aktörlüğe terfi 
eden siyasal İslam’ın temsilcilerinin varlığı bölgede kurulu düzenin Batı’dan hiçte hoşlaşmayan aktörlerle sorgulanacağı anlamına gelmekteydi.


 < Kahire ve İskenderiye gibi büyük şehirlerde kentli nüfusunun demografik ve sosyal yapısının da bir sonucu olarak İhvan karşıtı hareketlerin daha fazla olması etkin olmuştur. Nitekim eğitimli, liberal ve diğer kesimlere göre daha varlıklı olan bu kitleler İslami hareketin ülke siyasetinde etkin olmasını istememektedirler. >

 Mısır’dan ikinci bir Türkiye çıkması olasılığı gerek Washington’da gerekse de diğer Avrupa başkentlerinde ve özellikle İsrail’de bölgeye dair birçok politikaların revize edilmesi anlamına geliyordu. 

Yani ekonomik olarak ayakları üzerinde durabilen, bağımsız bir dış politika yürütmekte ısrarcı olan ve her şeyden önemlisi bölgesindeki kurulu düzeni sorgulayan bir Mısır, Batı için bir kabus anlamına gelecektir. Batı’nın yeniden belirleyeceği siyasette ise kendi çıkarları önemli ölçüde tehlikeye girecekti. Bu yüzden demokrasi söylemini dilinden düşürmeyen Batılı aktörler çıkarları tehlikeye düştüğünde hiç çekinmeden darbeyi destekleyebilmiştir. Bunu Mısır’da siyasal aktörlük bile iddia edemeyecek bir azınlıkta olan seküler ve liberal kitleleri kullanarak yapması ise bu darbeye yüklenilen önemi göstermektedir. 


Aslında bu darbe sadece Mısır’da değil bölgede yaşanan tüm demokratikleşme hareketlerini de sekteye uğratacak bir gelişmedir. Çünkü Mısır’ın başarısı bir taraftan bölgede devrimi gerçekleştiren grupları demokratikleşme yönünden cesaretlendirirken, aynı zamanda Körfez ülkelerindeki Monarşi yapılarını da sarsabilecek bir etkiye sahipti.17 Ancak darbenin gerçekleşmesi, bir taraftan Arap baharının başarısızlığı olarak gösterilecek ve İslam ve demokrasi sorgulamasını yeniden üretecek; diğer taraftan da bölgede diğer ülkelerdeki yaşanabilecek yeni halk hareketlerinin önünü kesecektir. Tunus, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye’de en canlı biçimiyle yaşanan Arap Uyanışı’nın bölgeye getireceği dönüşüm potansiyeline vurulmuş bir darbedir aslında Mısır’da gerçekleşen.18 Arap Uyanışı sürecinde Libya’ya yapılan müdahale ile kısmen başlayan “dış” müdahale Suriye’de zaten güçlükle sürdürülen mücadelenin bir proksi savaşı halinde cereyan etmesiyle canlı kalmış, Mısır’daki darbede ABD, İsrail, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin müdahil olması ile de Arap Uyanışı’nın temel dinamiklerinden olan “dış müdahale karşıtlığına” 
büyük zarar vermiştir. Bu darbe ayrıca Mısır’ın demokratikleşmesinde sivil siyaset sürecinin kesintiye uğramasına ve bu anlamda da ülkede yaşanan rejim değişikliğinin başarıya ulaşmasına olumsuz etki yapmıştır. 

Mısır’daki darbenin İhvan yönetiminden desteklerini esirgemeyen Türkiye ve Katar açısından da önemi büyüktür. Özellikle Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Mısır’daki darbede önemli bir rol oynadıkları düşünüldüğünde Türkiye ve Katar’ın ortak siyasal duruşlarını değiştirmeleri mantıklı olmayacaktır. Katar’ın da Müslüman Kardeşlere desteği yine Kahire’deki cunta yönetimini rahatsız edecektir. Bununla birlikte bölgesel bloklaşmalar özellikle böyle bir süreçte yeniden şekillenme potansiyeline de sahiptir. Ankara halihazırda kendisine yakın olabilecek Katar ve Libya gibi bölge aktörlerinin bu pozisyonlarını sağlamlaştıracak adımlar atması bugüne kadar sürdürdüğü dış politikanın tutarlılığı açısından önemlidir. Türkiye’yi bölge siyasetinde daha zor durumda bırakan konu Suriye çıkmazıdır. Ankara’nın haklı olarak Suriye halk hareketi ne verdiği destek, beklenmeyen faktörlerin devreye girmesi ile Erdoğan hükümeti nin elini zora sokmuştur. 

Darbeye karşı Türkiye’den gelen tepkilerin bazıları da şaşırtıcı olmuştur. Yıllarca Türkiye’de askeri vesayetin devamı için akla gelmedik anti demokratik süreçleri canı pahasına savunan darbe heveslisi aydınımsıların, bugünlerde Mısır’da yaşananlar için “Arab’ın demokrasisi bu kadar olur” şeklinde sosyal medyada küçümseyici bir şekilde yazdıkları, Mısır’da yaşananların daha iyi anlaşılmasına yardımcı olabilir. Yine Türkiye’de 28 Şubat sürecinde askeri-sivil bürokrasi, medya ve işadamlarının siyasal alan karşısındaki statükocu konumunu göz önünde bulundurduğumuzda bugün benzer bir sürecin Mısır’da da yaşandığını kestirmek zor değildir. Her ne kadar Mursi’nin bazı hatalarından bahsedilebilecekse de, yaşananlar, Mursi ile karşıtları arasında cereyan eden bir demokrasi mücadelesinden daha çok, eski rejimle yeni rejim arasındaki bir 
hesaplaşmadır. Genelde Ortadoğu’da özelde de Mısır’da yaşanan Arap baharını baştan küçümseyen ve hala Mısır’daki eski rejim zihniyetini savunan Türkiye’deki bazı yazarların göremediği de budur. Mursi yönetimimuktedir olamamanın, acemiliklerinin ya da kendi ajandasının bir yansıması olarak siyasi hatalar yapmıştır. Bu yüzden Mursi’nin bu uygulamalarına demokratik gerekçelerle tepki duyan önemli bir grubun varlığı normal karşılanabilir. Ancak, 3 Temmuz akşamı gerçekleşen askeri darbeye giden süreçte yaşananlar, demokrasi mücadelesinin ötesinde eski rejimin domine ettiği bir vesayet arayışıydı. Bu askeri ve bürokratik vesayet arayışını sürdüren aktörler bir plan çerçevesinde kendi koalisyonunu genişleterek istedikleri sonuca şimdilik ulaşmışlardır. 

Sonuç 

Bundan sonraki süreçte Mısır siyasetinde uzun süre askeri vesayet devam edeceği öngörülebilir. Ordu teknokratlardan ve eski rejim yanlılarından 
oluşan bir geçiş hükümeti kurarak, kendi konumunu pekiştirmeyi planlamaktadır. Bu anlamda önce yasal düzenlemelerle kendi yerini sağlamlaştıracak, ardından da kurumsal mekanizmalarla konumunu güçlendirmeyi deneyecektir. Böyle yaparak da siyasal alana müdahalenin kapısını açık tutup, siyasetçilerin manevra alanını mümkün olduğunca daraltmayı hedeflemektedir. Böyle bir gidişatın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği Mursi taraftarlarının ordunun darbe kararına yönelik kararı karşısında vereceği tepki belirleyici olacaktır. Öyle ya da böyle Mısır’ın demokratikleşme 
serüvenini zorlu ve uzun bir süreç beklemektedir. 


Darbe süreci göstermiştir ki Mısır siyasetindeki seküler ve liberal aktörler ve eski rejim kalıntıları ile Washington ve Tel-Aviv gibi uluslararası aktörler sosyal tabanı geniş hareketlerin siyaset sahnesinde meşru bir biçimde yer alabilmesini bir süre daha engellemek istiyorlar. Her ne kadar söylem düzeyinde bunu inkar etseler de başlı başına darbenin planlı bir şekilde uygulamaya geçirilmesi bile bunun bir göstergesidir. İhvan ve Selefi hareket de buna karşı uzun vadeli planlar yaparak, toplumun daha geniş kesimlerinin güvenini ve olurunu kazanmak suretiyle bu iktidar mücadelesinden başarılı çıkmanın yollarını arayacaktır. Ancak darbe sonrası iktidara gelen aktörlerin planı yoğun baskı politikaları güderek 
İslami hareketlerin siyasal süreçlerden daha uzun süreli dışlanması gibi bir amaçları varsa, bu durumda başka çaresi kalmayan bu hareketlerin silahlı mücadele yoluna girmeyi düşünmesi de muhtemeldir. Ancak kesin olan bir husus var ki, bu da bölgede artık her ne pahasına olursa olsun eski siyasal sistemlerin ve bölge üzerinde yürütülen uluslararası politikaların hiç bir şekilde yürütülemeyeceğidir. Çünkü bu değişim dalgası kendi siyasal gelişimini de sürdürecektir. Bugün dünyada militarist yönetimlerin modası geçtiği düşünüldüğünde Mısır’daki darbeci zihniyetin de çok geçmeden demokratik idealler tarafından mahkum edilebileceği öngörülebilir. 

DİPNOTLAR 

1 Emad Mekay, “Exclusive: US Bankrolled Anti-Morsi Activists”, Al Jazeera, 10 July 2013. 
2 İsmail Numan Telci, “Devrim Sancısı: Mısır’da Siyasal ve Ekonomik Kriz”, Ortadoğu Analiz, Temmuz 2013, Cilt:5, Sayı:55, s.49-57 
3 Ahmet Uysal, “Mısır’da Neden Başa Dönüldü ve Çözüm Ne?”, Stratejik Düşünce Enstitüsü, 5 Temmuz 2013. 
4 “Mısır’daki Meydanlarda “Baltacı” Şiddeti”, Anadolu Ajansı, 3 Temmuz 2013; “Mısır’da “Baltacı”lar Yine Devrede mi?, BBC, 16 July 2013. 
5 “Qatar’s Emir Leaves $2 Billion ‘Deposit’ to Egypt After Meeting President Morsi”, Ahram Online, 11 August 2012; 
Dina Ezzat, “Getting Closer to Qatar”, Al Ahram Weekly, 9 January 2013; Nevine El-Aref, “Egypt won’t Rent Pyramids 
to Foreign Firms, Says Antiquities Ministry”, Ahram Online, 27 February 2013; “Suez Canal Revenues Reach $398.5 Million”, Daily News Egypt, 21 April 2013. 
6 Ben Hubbard and David D. Kirkpatrick, “Sudden Improvements in Egypt Suggest a Campaign to Undermine 
Morsi”, New York Times, 10 July 2013. 
7 Alastair Beach, “A Joke Too Far - Top Satirist Bassem Youssef Arrested Over Insults to President Morsi”, 
Independent, 31 March 2013; Patrick Burke, “Egyptian Comedian Likens Muslim Brotherhood to the 
Nazis”, CBC News, 15 April 2013; Abeer Heider and Zenobia Azeem, “Why Bassem Youssef Can Make 
Egyptians Uncomfortable”, Al-Monitor, 19 May 2013. 
8 “Egypt Crisis: Mass Protests Over Morsi Grip Cities”, BBC, 1 July 2013; Muhammad Al-Khouli, “Millions Take to 
the Streets: Leave, Mursi”, Al-Akhbar, 1 July 2013; “Anti-Morsi Protests Planned for Sunday”, Ahram Online, 7 July 2013. 
9 Nebi Miş ve İsmail Numan Telci, “Devrime Darbe: Mısır’da Askeri Vesayet Dönemi”, Star, 6 Temmuz 2013. 
10 Bu müdahalenin darbe olarak isimlendirilmesi tartışmaları bağlamında şu makale faydalı olacaktır: Khalil Al-Anani, 
“The Fall of Democracy in Egypt”, Ahram Online, 13 July 2013. 
11 Omar Ashour, “Egypt’s New Revolution Puts Democracy in Danger”, Guardian, 7 July 2013. 
12 İsmail Numan Telci, “Devrim Sonrası Mısır’da Güç Mücadelesi: “İslamcı İktidar vs. Seküler Muhalefet”, Ortadoğu Analiz, Ocak 2013, Cilt:5, Sayı:49, s.79-89. 
13 “At Least 35 Injured in Clashes at Brotherhood’s Cairo Headquarters”, Ahram Online, 1 July 2013; Patrick Kingsley, 
“Egypt Faces More Bloodshed as Muslim Brotherhood Offices Torched”, Guardian, 1 July 2013; “Muslim Brotherhood 
Vows Action After Cairo Headquarters Attacked”, Al Arabiya, 1 July 2013. 
14 Tariq Ramadan, “Egypt: Coup D’etat, Act II”, www.tariqramadan.com, 9 July 2013, 
15 Ian Black and Patrick Kingsley, “Muslim Brotherhood Decries Killing of Morsi Supporters in Cairo ‘Massacre’”, 
Guardian, 8 July 2013; Kim Sengupta and Alistair Beach, “Cairo Massacre Eyewitness Report: At Least 51 Dead 
and More Than 440 Injured as Army Hits Back at Muslim Brotherhood Supporters”, Independent, 9 July 2013. 
16 “Why the U.S. doesn’t Call Egypt Military’s Ouster of Morsi a Coup”, Reuters, 4 July 2013; Andrew Reitann, “EU Reaction 
to Egypt Coup: ‘Awkward. Disturbing’”, EU Observer, 4 July 2013; Elise Labott, “U.S. Avoids Calling Egypt’s 
Uprising a Coup”, CNN, 8 July 2013; Shari Ryness, “EU Leaders Express ‘Deep Concern’ About Military Intervention 
in Egypt, as Turkey Protests at Western Silence Over ‘Coup’”, European Jewish Press, 17 July 2013. 
17 Burhanettin Duran, “Mısır’daki Darbe ve İlk Günahın Yükü”, Star, 13 Temmuz 2013. 
18 Nuh Yılmaz, “Mısır’a Değil Bölgesel Düzene Darbe”, Star, 13 Temmuz 2013. 

***