Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Orta Doğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ekim 2019 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 3




Temsili Bir Babil Görüntüsü 


M.Ö. 140’da Kudüs’te ayaklanarak tekrar bir Yahudi devleti kurmayı 
başaran Yahudilerin kurduğu bu devlet de 70 yıl kadar yaşadıktan sonra 
bölgeyi işgal eden Roma İmparatorluğu tarafından ortadan kaldırılmıştır. 
Nitekim M.S. 66 yılında Roma İmparatorluğu’na karşı başlatılan ayaklanma üzerine M.S. 70 yılında Filistin’de yaşayan tüm Yahudilere karşı başlayan toplu sürgün hareketi gerçekleşmiştir. “Diaspora” olarak anılan bu toplu sürgün sonucunda Yahudilerin büyük bir kısmı Filistin’den çıkartılarak dünyanın dört bir yanına dağılmışlardır. 

Yahudiler hakkında verilen bu kısa bilgiden de anlaşılacağı gibi, Orta Doğu, bugün dünyada insanlığın tamamına yakınını kapsayan üç büyük dinin doğduğu yer olması açısından önemlidir. Yahudilerin ilk yerleşim yerleri, ilk kurulan Yahudi devletinin başkenti ve Hz. Süleyman Mabedi’nin burada bulunması gibi nedenlerle Yahudiler için oldukça önemli olan Kudüs, diğer dinler açısından da en az bu kadar önemlidir ve dolayısıyla bu açıdan bakıldığında stratejik bir değer taşımaktadır. 
Çünkü İsrail oğulları kendi tarihsel kökenlerini buraya bağlarken; Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan ve Nasırıyeli (Nezareth) olarak bilinen Hz. İsa da peygamberliğin başlamasından (M.S. 27) çarmıha gerildiğine inanıldığı M.S. 30 yılına kadar Kudüs’te yaşamıştır. Kuran’da geçen birçok peygamberin yaşamış olduğu yer olmasının dışında Miraç olayının da burada gerçekleşmesi Kudüs’ün (ve özellikle Mescid-i Aksâ, El- Aksâ veya Harem-i Şerif) Müslümanlar açısından da ayrı bir değer ve öneme sahip olmasına neden olmaktadır. Ayrıca Kudüs, İslâmiyet’in ilk yıllarında bir süre için de olsa (Hicretten iki yıl sonraya, 624’e kadar) Müslümanlar için kıble işlevi de görmüştür. Halife Hz. Ömer’in 637’de Yermuk savaşında Bizanslıları yenmesi üzerine bölge Müslümanların egemenli-
ğine geçmiş ve Hz. Ömer, Kutsal Mabedi diğer adıyla Mescid-i Aksâ’yı tamir ettirmiştir. 

2. ORTA DOĞU’DA İSLAM TOPLUMU İLK DÖNEM İSLAM 

İslâmiyet öncesi dönemde yani Hz. Muhammed Peygamber olarak 
gönderilmeden önce Arap yarımadası kabile toplumu halinde yaşamakta 
ve insanlar bedevi bir hayat sürmekteydi. Bununla beraber Mekke bir 
ticaret merkezi olmasının yanında Kâbe’nin de burada bulunması ve 
birçok tanrı kültünü barındıran bir merkez özelliği taşıması buranın 
önemini artırmıştı. Bedevi Arap kabilelerin her yıl Hz. İbrahim tarafından inşa edilen ve Kudüs’teki mabetten daha eski olan Kâbe’deki tanrılarını ziyaret amacıyla Mekke’ye gelmeleri, Mekkeliler açısından hem prestij hem de önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Mekke bir din ve ticaret merkezi olmasının yanı sıra aynı zamanda bir sanat merkezi durumundaydı. O dönemde Araplar arasında şiir ve şairlik özel bir ilgi haline gelmiş bulunmakta ve yarışmalar sonunda seçilen en güzel yedi şiir (Muallâkat-ı Seba) Kâbe’nin duvarına asılmaktaydı.7 

Arap yarımadasının Müslümanlar açısından önem kazanmasının asıl tarihi Mekke’de yaşayan köklü ailelerden Kureyş ailesine mensup Abdulmüttalip’in torunu olan Hz. Muhammed’in 571’de dünyaya gelmesiyle başlar. Hz. Muhammed babası Abdullah’ı doğmadan, annesi Emine’yi ise altı yaşındayken kaybetmiş, önce dedesi Abdulmüttalip tarafından, onun ölümü üzerine de amcası ve Hz. Ali’nin babası Ebu Talip tarafından büyütülmüştür. Kervancılık ve ticaretle uğraşan Hz. Muhammed, 25 yaşında iken Hz. Hatice ile evlenmiş; 40 yaşına geldiği sıralarda sık sık tek başına kalmak için gittiği Nur dağında (Hıra mağarasında) 610’da Cebrail aracılığıyla Allah tarafından kendisine peygamber olduğu bildirilmiştir. 

“Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (bir kan pıhtısından) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5). 

Allah’ın kelamı Kuran, Cebrail aracılığıyla indirilmeye başlanmıştı. 

22 yıl boyunca sürekli bunu insanlara aktarmaya çalışan Hz. Muhammed’e inananlar Mekkelilerin işkence ve baskılarına maruz kalıyordu. 

619 yılında hem Hatice’nin hem de Ebu Talip’in ölümleri Peygamberi büyük bir destekten de yoksun bırakmıştı. Bunun üzerine Allah, Müslümanların 622’de 
Medine’ye göç (hicret) etmesini istedi. Bu tarih aynı zamanda Müslümanlar açısından yeni bir milat olarak kabul edilecektir. 

Ancak on yıl içinde çok şey değişmiş ve 630’da Müslümanlar herhangi bir direnişle karşılaşmadan Mekke’yi almışlardır. Hz. Peygamber fetih sonunda Mekke halkına Yûsuf'un kardeşlerine söylediği gibi, 

“Bugün ve bugünden sonra size hiçbir ceza, hiçbir kınama yok." buyurdu. Hz. Peygamber, 632’de Mekke’de son hac görevini yerine getirdikten sonra Medine’de hayata gözlerini yumduğunda kendisinden sonra Müslümanlara kimin önderlik edeceğini belirlememişti. İlk Müslümanlardan biri olarak yaşamı boyunca Peygamberin yanında olan ve ona koyu bir sadakatle bağlı olduğu için “Sıddık” unvanını alan Ebubekir’i Müslümanlar, Beni Saide’deki toplantıda ilk halife olarak seçmişlerdi. “Hülefa-i Raşidin” (Doğru Halifeler) adı verilen dört halifeden diğer üçü ise Hz. Ebubekir’in 634’te ölümüyle onun yerine bu göreve seçilen ve “Emir-ül Müminin” unvanıyla tanınan Hz. Ömer’in 644’te şehid edilmesiyle Hz. Osman, onun da 656’da aynı akibete uğramasıyla bu göreve Hz. Peygamberin amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali getirilmiştir. 

Hz. Ebubekir, Hz. Peygamber’in vefatından sonra dağılma tehlikesiyle karşı karşıya olan İslâm toplumunu bir araya getirerek Mekke’de denetimi sağlamayı başardı. 

Hz. Ömer ise, yer yer devam eden kabileler arası çatışmaları sona erdirdi. Sasani ve Bizans İmparatorluğu’nu yenerek İran’ı, Suriye’yi ve Filistin’i denetimi altına aldı. 

Özellikle Sasani İmparatorluğu’nun 637’de Kadisiye Savaşı’nda yenilgiye uğratılmasıyla bir İslâm imparatorluğunun temelleri atılmış oldu. İran ve Hint yarımadasına doğru İslâmın genişlemesi söz konusu olmaya başlamıştı. Bizanslılara karşı yapılan savaşlar sonunda 635’de Şam, 637’de Kudüs alınmış, 641’de ise Mısır’ın önemli bir kısmında denetim sağlanmıştı. Genişleme Hz. Ömer’den sonra da devam etti ve 670’de batıya doğru Bizanslıların ve Berberilerin karşı koymaya çalışmalarına rağmen Tunus alındı ve 680’de Ukbe bin Nafi komutasındaki ordu Cezayir ve Fas’ı ele geçirerek Atlas Okyanusu’na kadar olan toprakların denetim altına alınmasını sağladı. 

İbn-i Nafi komutasındaki ordu tüm kuzey Afrika topraklarını alarak İslâm İmparatorluğu’nun sınırlarını Atlantik’e kadar uzatmış bulunuyordu. 
Fetihler silsilesi bundan sonra da devam etti ve Hz. Peygamber’in ölümünün üzerinden henüz yüzyıl geçmiş olmasına rağmen Müslümanlar doğuda Hint yarımadasını, batıda ise İspanya’yı almışlar ve Preneleri geçerek Fransa’ya kadar uzanmışlardı.

Bu savaşlar sonunda Sasani İmparatorluğu’na tamamen son verilmiş, Bizans İmparatorluğu’nun elinde bulunan Orta Doğu’daki ve Kuzey Afrika’daki toprakların ise büyük bir kısmı Müslümanların eline geçerken Bizanslıların Anadolu’daki toprakların bir kısmını elinde bulundurmaya devam etmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeyi ele geçirerek bu imparatorluğu ortadan kaldırmasına kadar sürmüştür. Böylece İspanya, Kuzey Afrika, Mısır ve bir zamanlar Helenizmin ve erken Hıristiyanlığın merkezi olan Orta Doğu, İslâmın egemen olduğu bölgeler haline geldi. Ancak İslâmiyetin uzandığı bölgelerde yaşayan halkların kültürleri ortadan kaldırılmaya çalışılmadığı gibi kendi din ve inançlarını yaşamalarına tolerans gösterildi. Özellikle kitap ehli olarak görülen Yahudiler ve Hıristiyanlar bu toleranstan en geniş biçimde yararlandılar. Gayrimüslim olan bu kesimler içişlerinde serbest bırakıldılar ve kendi inanç sistemlerini yaşamalarına ve geliştirmelerine müdahale edilmedi. Bunların askere alınmaları söz konusu olmadığı gibi, ibadet yerlerinin Müslümanların ki 
kadar büyük tutulmaması gibi bazı ayırımların yanı sıra bunlardan alınan vergiler de diğerlerinden farklıydı. Bütün bunlara rağmen aynı dönemde Bizans İmparatorluğu ve Sasani İmparatorluğu’nda halktan alınan vergilerle karşılaştırıldığında gayrimüslimlerden alınan vergiler çok daha düşük düzeydeyken, sahip oldukları özgürlükler daha geniş boyutlardaydı. Bu nedenle gayrimüslim halk, Roma ve Sasanilere karşı Müslümanların egemenliği altında yaşamayı tercih etmekteydiler. Hatta bundan dolayı Suriye ve Filistin’de yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin Müslümanların bu bölgeyi fethi esnasında onlara yardım ettikleri ifade edilmektedir.

İSLAM TOPLUMUNUN GENEL İLKELERİ VE KURUMLARI 

İslâm’ın beş şartı olarak bilinen şahadet getirmek (Allah’ın bir ve ondan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed’in onun resulü olduğuna şahidlik ederim), günde beş vakit namaz kılmak, yılda bir ay oruç tutmak, zengin olanlar için ömründe bir defa hacca (Mekke’ye giderek Kâbe’yi ziyaret etmek) gitmek ve yine belirli bir varlığı sahip olan zenginler için zekât vermek bir Müslüman için yerine getirmesi gereken temel esaslardır. 

İslâm’da kutsal savaş veya Allah adına savaş olarak tercüme edilebilecek cihad konusu, çeşitli biçimlerde tanımlanmakta ve anlaşılmaktadır. 
Nitekim kavramın bu şekilde farklı anlatımı ve yorumu, onun keyfi biçimde kullanılmasına veya zaman zaman polemik konusu yapılmasına yol açmaktadır. İslâm toplumunun üzerinde anlaştığı genel tanımdan yola çıkılırsa cihad öncelikle ikiye ayrılarak incelenmektedir. Bunlardan birisi küçük cihad, diğeri ise büyük cihaddır. Büyük cihad, insanın ya da Müslüman’ın kendisine ve kendi nefsine karşı yürüttüğü savaş veya mücadeledir ve amacı mükemmel insan ve mükemmel mümin olmaktır. 
İnsanın Allah’ın emir ve yasaklarını önce kendi nefsine kabul ettirmesini 
ve bu doğrultuda kötülüklerden ve günahlardan arınarak doğru olanı yapmayı hedefleyen bu faaliyet, mükemmel bir toplum oluşturmanın da temelini teşkil etmektedir. Küçük cihad ise genel anlamıyla Allah’ın insanlardan yapmasını istediği veya yapmamasını öğütlediği şeyler konusunda diğer insanların bilgilendirilmesi amacını taşımaktadır. Burada iki kavram önem kazanmaktadır. Bunlar Daru’l-İslâm ve Daru’l-Harp’tir. Daru’l-İslâm denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşadığı yerler olarak ifade edilen yerlerde maddi anlamda yani silâh ve benzeri araçlar kullanılarak İslamın tebliğ edilmesi (cihad yapılması) söz konusu olmamakla beraber, Daru’l-Harp denilen ve Müslümanların çoğunlukla yaşamadığı ve gayrimüslimlerin yaşadığı ülkelerin kastedildiği yerlerden 
Daru’s-Sulh olmayan yerlerde (yani bir anlaşma yapılarak barış halinin söz konusu olmadığı yerlerde) maddi cihad söz konusu olabilirse de buna karar vermeye yetkili olan devlet başkanıdır. İslâm anlayışında bireyler maddi araçlarla bir cihad yürütülmesine kendi başlarına karar veremezler. İslâmiyet bu tür keyfi başıbozuk davranışları ve terör anlamına gelebilecek faaliyetleri yasaklamaktadır. Bu bağlamda silahla ve benzeri araçlarla cihad, ya ülkeniin (müslüman ülkenin) saldırıya veya işgale uğraması halinde ya da o devletin bir başka devlete (anlaşmayı bozmuş olan devlete) savaş ilan etmesi halinde mümkün olabilmektedir. 
Birincide o ülkede yaşayan tüm yetişkin erkeklere savaşa katılmak zorunlu iken ikinci durumda bazılarının savaşa gitmesiyle diğerlerinin üzerinden bu yükümlülük kalkmaktadır. Bu yorum Sunni mezheplerin dördünde de aynıdır. Bununla beraber İslamın Şii, Vahhabi ve Selefi yorumlarında bazı farklılıklar bulunmaktadır. Bu anlayışlar başka inanç sahiplerini veya kendileri gibi düşünmeyen Müslümanları kafir ya da müşrik olarak niteleyerek onlara karşı şiddete başvurabilmektedirler. 

İslâm hukukunun kaynakları dört bölümde toplanmaktadır: Bunlardan ilki “Kuran’ın hükümleri”, ikincisi Hz. Peygamber’in sözlerinden ve yaptıklarından oluşan “hadis ve sünnet”, üçüncüsü ise “kıyas” denilen ve âlimler (İslâm bilginleri) tarafından Kuran’dan çıkarılan hükümlerdir; diğer bir ifadeyle bir probleme ilişkin doğrudan doğruya Kuran’da açık bir hüküm bulunmaması halinde Kuran’daki bir hükümden yola çıkarak kıyas yoluyla hüküm çıkarmaktır. Dördüncüsü “icma” denilen ve Müslümanların şimdiye kadar üzerinde görüş birliğine sahip oldukları ve uygulamalarla oluşan konulardır. Son ikisi pozitif hukukta içtihat kararları ve teamüller olarak karşılığını bulmaktadır. İslâm âlimleri tarafından günümüzde içtihat yoluyla hüküm çıkarma konusunda yetkili âlimlerin olmamasına dayanarak bu yolla İslâm hukukuna kaynak oluşturmanın 
yolunun kapalı olduğu ileri sürülebilmektedir. 

MÜSLÜMANLAR ARASINDA MEZHEP AYRILIKLARI 

Dördüncü halife Hz. Ali, Müslümanlar arasında, özellikle Arap olanlar ile olmayanlar arasında ayırım gözetmemeye çalıştıysa da bu dönem 
içerde siyasi karışıklıkların söz konusu olduğu yıllar olmuş ve Hz. 
Ali’nin halifeliği, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a göre daha kısa sürmüştür. 
Hz. Ali’nin halifeliği zamanında ilki 656 yılında yaşanan Cemel Savaşı, 
ardından 657 yılında çıkan Sıffın Savaşı ve 658'de Hariciler ile yaşanan 
Nahrevan savaşı Müslümanlar arasında ilk çarpışmalar olmanın yanında, mezhep ayrılığının ilk tohumlarını da atmıştı. Hz. Ali’nin halifeliğine karşı çıkan Emevi (Umeyye) ailesinden dönemin Şam Valisi Muaviye ile Hz. Ali arasında yaşanan gerginliğin savaşa dönüştüğü Sıffın Savaşı’nda, Muaviye’nin hakem tayini teklifini kabul eden Hz. Ali’nin taraftarlarının bir kısmı onu terk ettiler ki bunlar daha sonra dışta kalanlar anlamına gelen “Hariciler” olarak anılmışlardır. Bunlara göre, Muaviye’nin teklifini kabul ederek Ali Allah’a karşı suç işlemişti. Bundan sonraki dönemlerde Hariciler, Müslümanlar arasında katı bir saf İslâm savunusu ile radikal İslâm ya da militan İslâm’ın savunucusu konumunda oldular. 

Haricilere göre, Müslüman’ın imama uyması doğru olandı, ancak imam 
yoldan çıkarsa cemaatin ondan ayrılması gerekirdi. Ailenin taleplerine 
öncelik veren Hz. Osman ve bir ilke meselesinde uzlaşmayı kabul eden 
Hz. Ali de sonuçta Muaviye gibi hata etmişlerdi.10 Günümüzde Umman’da halkın çoğunluğunu oluşturan İbadiler, Haricilerin oldukça ılımlı bir kolunu oluşturmakta dırlar. İbadiler, her zaman bir imamın varlığının gerekmediğini, öte yandan her Müslüman’ın kökenine ya da ailesine bakılmaksızın imam olabileceğini savundular.11 

Sünni İslam anlayışı içinde kabul edilse de esas olarak Haricilik yorumuna dayanan Vahhabilik ve onun daha ılımlı ifade ediliş şekli olan Selefilik, günümüzde Haricilik anlayışını devam ettirmektedir. Şiiliğin tersine Hz. Ali düşmanlığına dayanan Hariciliğin ve ondan kaynaklanan Vahhabiliğin temel özellikleri türbelerde ve bazı büyük zatlar adına yapılmış mescitlerde ibadet etmeyi bunlardan şefaat beklemeyi ve onlara dua etmeyi şirk olarak görmeleridir. Hatta Hz. Peygamber’den de şefaat beklemeyi ve onun kabrine dönerek dua etmeyi aynı şekilde şirk olarak nitelerler. Peygamberlerin ismet sıfatına karşı çıkarak onların da diğer insanlar gibi günah işleyebileceklerine inanmaktadırlar. Ayrıca mezar taşları dikilmesini veya büyük mezarların yapılmasını da şirk olarak görürler. Kuran ve Hadis’in yorumuna karşı olan Vahhabiler esas olarak 14. yüzyılda yaşamış olan Ibni Teymiye ve Ibni Kayyım el Cevzi’nin yorumunu benimseyerek nakli akla tercih etmektedirler. Bu bağlamda Kuran’ın tefsirlerini reddederek daha ziyade lafzi manasını (zahir manası) esas almaktadırlar ve yorumu kabul etmemektedirler. Bunların dışında tasavvuf mesleğine karşı olan Harici-Selefi anlayış, Muhyiddin-i Arabi, İmam-ı Rabbani ve Gavs-ı Geylani gibi İslam büyüklerini tekfir etmektedirler. Kuran’ın sadece zahir manasına (kelime anlamına) baktıklarından Ehli Sünnet’ten bazı itikadi farklılıkları da bulunmaktadır. Hadisler için de aynı şekilde kelime anlamına odaklandıklarından manasını anlamadıkları birçok hadisi reddetmişlerdir. Ibni Teymiye gibi Vahhabiler de Kuran ve Hadis dışındaki İslami kaynakları ya kabul etmemektedirler ya da şüpheyle yaklaşmaktadırlar. Vahhabiler, Ibni Teymiye’nin yorumuna bağlı kalarak çoğu zaman dört mezhebin dışına çıkmaktadırlar. Yukarıda da ifade edildiği gibi Hariciliğe en yakın yorum, Ibni Teymiye ve Ibni 
Kayyım el Cevzi tarafından yapılmış; Muhammed Abdulvahap tarafından sistemli bir anlayış haline getirilerek öncelikle bu günkü Suudi Arabistan’ın Nejd bölgesinde Muhammed Ibni Suud ile birlikte 18. yüzyılın ortasından itibaren yayılmaya başlanmıştır. Hariciliğin ve onu bir mezhep haline getirenlerin Nejd’den çıkması ise ayrıca ilginçtir. Çünkü Nejd bölgesi gerek Hz. Peygamber zamanında gerekse daha sonraki süreçte birçok fitneye ev sahipliği yapmış bir yerdir. İlk yalancı peygamber olarak bilinen Museylime de Nejd’de bulunuyordu. Hz. Peygamberin ölümünden sonra çok sayıda Nejd’li kabile dinden çıkarak Hz. Ebubekir için ciddi bir problem haline gelmişlerdir. Bu çerçevede Hariciliğin ilk ortaya çıktığı zamanda da onu benimseyenlerin daha ziyade Nejd ahalisi olduğu dikkati çekmektedir. 

Selefileri tehlikeli hale getiren asıl nokta, diğer Müslümanları tekfir edebilmeleri ve onları acımasızca öldürebilmeleridir. Ancak Selefilerin de kendi aralarında ılımlı olanlar ve şiddete başvuranlar (cihadist selefiler) olarak iki ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bununla beraber diğer konularda aralarında büyük bir farklılık bulunmamaktadır. 

Hz. Ali’nin 661 yılında bir Harici tarafından şehit edilmesinden sonra Emevi egemenliği başlamış ve Muaviye kendisini halife ilan etmişti.

f Kufe halkı tarafından halife seçilen Hz. Hasan altı ay sonra Müslümanlar arasında yeni bir çatışmanın çıkmaması için halifelik hakkından vazgeçmiş, 
ancak Muaviye’den sonra halifeliğin seçimle belirlenmesi üzerinde durmuştu. 

Böylece 661’den başlayarak 750’ye kadar devam edecek Emevi hanedanlığı dönemi başlamış oluyordu. Bu dönem, aynı zamanda Halifeliğin babadan oğla geçtiği bir dönemin de başlangıcıydı. Muaviye’nin oğlu ve ikinci Emevi halifesi Yezid’in kuvvetlerinin Kufe’ye gitmek isteyen Hz. Ali’nin oğlu ve Hz Peygamberin torunu Hz. Hüseyin’in ve taraftarlarının Kerbela’da 680’de büyük bir katliama uğraması; Hz. Hüseyin’in ve yanındakilerin şehit edilmesiyle Müslümanlar arasında önemli bir ayrılığın temelleri atılmış oldu. Sünniler açısından oldukça elem verici bir olay olmakla beraber, özellikle “Şiilik” olarak bilinen mezhebin mensupları açısından Kerbela olayı ayrı bir değer ve öneme sahip olacak ve her yıl bu olay insanların kendilerine acı verdiği bir seremoni ile anılacaktı. 

“Şiileri Sünnilerden ayıran nokta ne Kuran ne de sünnete sadakattir. Ayrılık, halifelik sorunu nedeniyle ortaya çıkmıştır. Şiiler için Ali ve ardıllarının halifelik 
hakkı, ümmeti yani inananlar topluluğunu yönetme hakları zaman aşımına uğramaz ve nitelik olarak da Sünnilerin halifelik talebinden çok farklıdır. 

Her ikisinde de ümmeti imamlar yönetir ama imamlık kurumunun Şiilerde daha özel bir anlamı ve gelişimi vardır. Peygamberlik misyonunun mirasçısı 
olan Şii imam, Hz. Muhammed’in aracılığıyla gerçekleşecek kutsal bir emare taşır. O, öz olarak imamdır. Kısacası Sünni imam bir şeftir; Şii imam ise bir 
ruhani lider. Sünniler için halife bir zorunluluk değilken -1924’te halifelik kaldırılmıştır-, Şiiler için imamlık doktriner bir koşuldur…”.12 

Dolayısıyla Sünniler esas olarak dört halifeyi tanımakla beraber ondan sonra gelen Emevi ve Abbasi halifelerinin reddi yoluna gitmedikleri gibi bu geleneğin Osmanlılarla sürmesine de saygı göstermişlerdir. Oysa Şiilere göre Hz. Peygamber kendisinden sonra Müslümanlara imam olarak Hz. Ali’yi tayin etmiştir ve halifelik Hz. Ali ve onun soyunu takip etmelidir. Sünnilere göre halife, İslâm’ın kurallarını, yani Kuran ve sünneti uygulamaktan sorumlu bir önder, bir anlamda da siyasi bir kişilik olarak görülür ve bir soy takip etmesi gerekmezken, Şiilerde imam ruhani bir önderdir ve sadece Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin hakkıdır. Şiilik kavramı, Şiatü’l-Ali (Ali’nin taraftarları) olarak ifade edildiğinden bu kavramın Türkçe karşılığı Alevi olup, aynı anlama yani Ali’yi sevenler veya Ali’nin taraftarları anlamına gelmektedir. Sünni kavramı Kuran ve sünnete taraftar olanlar, ona uyanlar anlamına gelip İslâm toplumunun çoğunluğunu oluşturmaktadır. Bazı yabancı literatürde Sünnilik yerine “Ortodoks İslâm” veya “Geleneksel İslâm” kavramı kullanılmaktaysa da hiç bir şekilde gerçeği yansıtmadığından bu tür kavramlar Müslümanlar arasında pek fazla tercih edilmemektedir. 

Diğer taraftan Hz. Ali’yi sevme konusunda Sünniler ile Şiiler arasında zaman içinde farklı bir anlayışın doğduğu gözlenmektedir. 

Zaman içinde Şiilik veya Alevilik Ali’nin bağlı olduğu İslâm’ı ve onun peygamberini sevmek yerine yalnız Ali’nin maddi kişiliğini sevmek biçimine 
dönüşürken, Sünniler Hz. Ali’yi Hz. Peygamber’in soyunu (Ehl-i Beyt) temsil etmesinden, ilk Müslüman olmasından, İslâmiyetin yayılmasına çalışmasından, 
cennetle müjdelenen kişiler arasında yer almasından (aşere-i mübeşşere), İslâm’ın kurallarını ödün vermeden uygulamak için mücadele vermesinden ve 
Allah’ın Arslanı olarak nitelenmesinden dolayı severler. Ayrıca Şii imamlar (özellikle ilk altısı) Sünniler için de son derece saygı duyulan kişilerdir. 

Bilindiği gibi, Sünniler için de imamlık kurumu konusunda Hz. Peygamber’i ve dolayısıyla Hz. Ali ve oğlu Hz. Hasan ve Hüseyin’le devam eden Ehl-i Beyti esas alırlar. Bu bağlamda bütün Şii imamlar Sünniler tarafından da gerçek anlamda imam olarak kabul edilirler. Bu nedenle Sünni olan dini önderlerin birçoğu ya bu soydan gelmişlerdir ya da kendilerinin bu soydan geldiğini ileri sürerler. Ayrıca Şii inancındaki Mehdi inancı, Sünni inanışında da bulunmaktadır ve Mehdinin Ehl-i Beyt’ten olacağına inanılmaktadır. 

Bir kaç kola ayrılmakla beraber, Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve oniki imamcılar ya da onikiciler (isna aşeriye: twelver) olarak bilinen grup, Ali’yi ve onun soyundan gelenleri cemaatin meşru önderleri ya da imamları olarak kabul etmektedirler. 

Bunlar, Ali ve onun soyundan gelenlerin insan ötesi özel bir ruh ve bilgiyi kendilerinde taşıdıklarına inanırlar. 
Ali’nin soyundan gelen birisi (Mehdi) adaletin hükmünü gerçekleştirmek için zuhur edecektir. Şiiler içinde en çok taraftar kazanan hareket olarak 
halifeliğin onikinci imama kadar Ali’nin torunları arasında devrettiğini ve bu sürecin 9. yüzyılda kesintiye uğradığını iddia eden bu gruba göre, dünya imamsız var olamayacağı için onikinci imamın ölmediğine ve kayıp olarak (Gaybet-i Kübra) yaşadığına inanılmaktadır. 

Şiiliğin en yaygın kolu olan ve bugün de İran’da çoğunluğu oluşturan oniki imamcılara (twelvers) göre, onikinci imam (Mehdi) dünyadan çekilmiş olup yaşanan dönem gizlenme dönemidir ve topluluğun görünür bir liderden yoksun olduğu bu dönem boyunca zamanın sonu ve imamın dönüşü beklenir. 

Şiiler arasında Sünnilere en yakın olan grubu oluşturan ve imamın Peygamber ailesine mensup ehliyetli biri olması ve cahil hükümdarlara muhalefet iradesi göstermesi gerektiğini savunan Zeydiler, imamların yanılmaz ya da insanları aşan bir yetkiye sahip olduklarına inanmıyorlardı. 

Bunlar Şiilerin büyük çoğunluğu gibi Muhammed Bakr’ı değil, dördüncü imam Zeynel Abidin’in diğer oğlu Zeyd’i beşinci imam olarak tanıdılar. 

(İlk dördü Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Zeynel Abidin) 9. yüzyılda Yemen’de bir imamlık kurdular. Günümüzde de Yemen’de nüfusun yaklaşık yarısını oluşturmaya devam etmektedirler. Ancak Zeydiler diğer Caferiler olarak da bilinen 12 imam Şiiliğinden (İran, Irak ve Lübnan’daki Şiiler) farklı olarak Sünnilere daha yakındırlar, hatta İran’dan ziyade Sünni devletlerle ilişki içindedirler. Zeydiler, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'e hakaret etmezler, onları tekfir ve tenkis etmezler (eleştirmezler). Bu çerçevede Ömer ismini kullanmakta bir sakınca görmezler. 

Bir başka grubu oluşturan ve yediciler olarak da bilinen İsmaililere gelince, Şiilerin ana gövdesi Cafer-i Sadık’ın oğlu Musa Kazım’ı imam olarak tanırken bunlar Cafer’-i Sadık’ın diğer oğlu İsmail’i imam olarak kabul ettiler. İsmaililer, İsmail’in oğlu Muhammed’i de yedinci ve son imam olarak kabul etmişlerdir. Şiilerin ana gövdesini oluşturan ve Caferi Şiiliği de denilen 12 imamcılar, 12. imam olan Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırken, İsmaili mezhebi, İsmail’in oğlu ve 7. imam olarak kabul ettikleri Muhammed’in mehdi olarak döneceğine inanırlar. 

4.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 2




GİRİŞ 

Orta Doğu, en geniş anlamda batıda Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’dan başlayarak doğuda Umman Körfezi’ne kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dahil edildiği, güneyde ise Suudi Arabistan’dan Yemen’e uzanan Arap yarımadasını çevreleyen ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in yer aldığı bir coğrafya olarak tanımlanabilir. ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” de aslında bu geniş coğrafyayı kapsamakta. 

Bununla beraber, daha dar anlamda, ama daha yaygın kullanımı itibariyle, batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran’ın yer aldığı, doğuda yine Umman Körfezi’ne, güneyde ise Aden Körfezi ve Yemen’i içine alan bölge Orta Doğu olarak tanımlanabilir. İkinci tanım itibariyle Mısır’ın batısında yer alan 
bölgeler Kuzey Afrika kavramı içinde, Afganistan ve Pakistan ise Güney Asya ya da Güney Batı Asya coğrafyası içinde düşünülmektedir. 

Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın, Orta Doğu’dan söz edildiğinde daha ziyade dinsel anlamda Müslümanların, etnik anlamda ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeden söz edilmektedir. Bununla beraber, İslâmiyetin yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da diğer önemli dinler olarak bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role sahip olmuşlardır. Bölgenin ağırlıklı olarak Araplar, Türkler ve Farslardan oluşan yapısında, Kürtlerin ve Yahudilerin de belirleyici bir rol oynadığını ve oynamaya devam ettiğini söylemek mümkündür. 

Bölge her halükârda tarihin her döneminde tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken bir bölge olagelmiştir. Bu önemi bir anlamda insanlık tarihinin burada başlamasından kaynaklanmaktadır. 

Hem Arapların (aynı zamanda Müslümanların) hem de Yahudilerin atası sayılan Hz. İbrahim aslında Orta Doğuludur. Irak’ta (Ur) doğan İbrahim önce Urfa’ya oradan Kudüs yakınlarındaki Kenanilerin ülkesine, El-Halil’e göç etmiş buradan bir ara Mısır’a geçmişse de tekrar buraya geri dönmüştür ve şu an bu topraklarda yatmaktadır. 
Hz. Musa, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf da buralıdır. Herkes iyi bilir ki Hz. İsa da buralıdır. Kudüs’ün hemen güneyinde ilk yerleşim yeri olan Beytüllahim’de (Bethlehem) doğan Hz. İsa aslen Filistin’in kuzeyinde bulunan ve 1948’de İsrail tarafından işgal edilen Nasırıye (Nezareth)’lidir. Hıristiyan dünyası Kudüs’te Yahudiler tarafından çarmıha gerildiğine inanır. Son Peygamber Hz. Muhammed de bu topraklarda doğmuştur ve bu topraklarda yatmaktadır. İslâmiyet burada doğmuş ve gelişmiştir. 

Miraç olayı Mescid-i Aksâ’da gerçekleştiği için Kudüs’ün Müslümanlar için ayrı bir önemi vardır. Yaklaşık yüzyıl doğrudan, iki yüzyıl ise dolaylı olarak bölgeyi 
etkilemiş olan Haçlı seferleri karşısında Müslüman Arap dünyasının Hıristiyan Batı’nın egemenliği altına girmesi önce Selâhaddin Eyyübi, sonraki süreçte ise Memlük, Selçuk ve Osmanlı Türkleri tarafından engellenmiştir. Selçuklular dönemi, Sünnî Müslümanların özellikle de Abbasi halifelerinin eski saygınlığını tekrar kazandıkları yıllar olmuştur. Bizans İmparatorluğu’na son veren ve yarı Avrupa’yı egemenliği altına alan Osmanlı İmparatorluğu dönemi ise Müslüman dünyanın Batı dünyası karşısında kendi kültür ve değerlerini en geniş anlamda yaşadığı, koruyup geliştirdiği bir dönem olarak bilinir. 

Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden ayrılması Batılı güçler için yeni bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve bölgeyi egemenlikleri altına alarak emperyalist amaçlarına uygun şekilde biçimlendirmişlerdir. 

Ayrıca bölge bu dinsel ve tarihsel nedenlerin yanında ekonomik anlamda da son derece hayati bir öneme sahiptir. Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya bölgesini de içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin % 60’ı, doğal gaz rezervlerinin ise yaklaşık % 50’si bulunmaktadır. 

Dar anlamdaki Orta Doğu’yu dikkate aldığınızda bile bu oranlar % 50 ve % 40’ın altına düşmemektedir. 
Yaklaşık 1.6 trilyon varil dolayında olduğu bilinen kanıtlanmış dünya petrol 
rezervlerinin 850-900 milyar varili (Kafkasya ve Orta Asya dahil) ve toplam 208 
trilyon metreküp olan dünya doğal gaz rezervinin 108 trilyon metreküpü 
(Kafkasya ve Orta Asya dahil) söz konusu büyük Orta Doğu’da bulunmaktadır. Bu bölge gerçekten dünyanın enerji merkezidir. Uzun ömürlü, ucuz ve oldukça bol olan bu enerji kaynağı dünya ekonomisi açısından oldukça yaşamsal bir değer taşımaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya hegemonyasını ele geçirme ya da sürdürme; dünya ekonomisine yön verme; kimin ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar verme yetkisini elinde bulundurma imkânını vermektedir. Bölge dünya silâh piyasası için en önemli pazar niteliğindedir. Dünya silâh ithalatının % 75’i bu bölge ülkeleri tarafından gerçekleştirilmektedir. 

Bunların dışında bölge jeopolitik teorisyenlerin de dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırdıkları bir bölge olagelmiştir. Mackinder’in “dünya adası” olarak tanımladığı bölge ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölgeler buradadır. Ayrıca Mahan’a göre bir dünya imparatoru olmak için önemli deniz ticaret yollarına hâkim olmak gerektiğine göre, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Süveyş Körfezi ve Cebeli Tarık Boğazı bu bölgede yer almaktadır. Bu bölgede egemenlik kurmayı başaran bir devletin dünya gücü olması sorgulanmaz. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise bölgeyi doğrudan ve dolaylı etkileri altına alan ABD ve SSCB, bu sa-yede dünya gücü olmuşlardır. 

Bölge aynı zamanda geleneksel ve modern demokratik ülkelerin yan 
yana bulunduğu bir bölgedir. Bölgenin parlamenter sisteme sahip en 
demokratik ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca İsrail’in de bölgede demokratik 
parlamenter sisteme sahip bir diğer önemli ülke olduğu bilinmektedir. 
1948’de kurulduğundan beri bu özelliğini devam ettirmektedir. 
1979 devrimiyle kendine özgü, Şiî inancına uygun bir rejime sahip olan İran’ın 
seçilmiş bir parlamentosu, serbest seçimlerle oluşmuş bir devlet başkanı 
bulunmasına rağmen bütün denetimin dini liderin ve dinsel bürokrasinin 
elinde olması sistemin demokratik olma iddiasına gölge düşürmektedir. 
Özellikle 2005 Haziranında yapılan seçimleri muhafazakârların adayı 

Mahmud Amedinecad’ın kazanması, hem ABD’den kaynaklanan baskıya 
hem de reformcu olarak bilinen Hatemi’nin bu konuda yeterli ve gerekli 
adımları atmamasına bir tepki olarak değerlendirilmiştir. Ayrıca Mısır, 
bölgede parlamenter rejimle yönetilen bir ülke olmakla beraber uzun 
yıllar demokratikleşme ve demokratik katılım konusunda gerekli açılımları yapamayan ve 2011 başında başlayan Arap Baharının ilk yaşandığı 
ülkeler arasında yer alan Mısır’da Mübarek rejiminin sona ermesiyle yeni 
bir dönemin başladığına inanılmıştı. Fakat 2012'de cumhurbaşkanı seçilen Mursi'nin bir yıl bile geçmeden 2013 Temmuzunda devrilmesi büyük 
bir hayal kırıklığına yol açmıştır. Öte yandan uzun yıllar Baas’ın koyu 
baskısı altında yaşayan Suriye halkı Beşir Esad’la beraber dış dünyaya 
açılmaya başlamış ve önemli reformları hayata geçirmeye çalışmışsa da 
bu çok kısa sürmüş ve yerini tekrar koyu bir otoriter rejim almıştır. Sonuçta 2011 Martında başlayan halk hareketleri 3,5 yılı bulmuş ve 200,000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmiş olmasına rağmen Esad rejiminin yönetimi bırakmamakta israr etmesi ülkeyi kaosa sürüklemiştir. 

Monarşiyle yönetilen Ürdün ise bölgede serbest seçimle oluşan parlamentosu ve çok sesli siyasal yapısı ile özellikle II. Abdullah’tan sonra daha demokratik bir görünüme sahip olmuştur. Ancak bu durum Kral’ın yasama ve yürütmede en nihai aşamada temel belirleyici konumda olması gerçeğini değiştirmemektedir. Suriye ve İsrail arasında sıkışmış olan Lübnan, 1920’lerden itibaren demokratik parlamenter sistemi uygulamaya başlamış olmasına karşılık gerek etnik çeşitliliği nedeniyle yaşadığı iç savaşlardan gerekse Marunîlerin İsrail’i, Müslümanların ise Suriye’yi doğal müttefik olarak görmeleri bu devletin kendi başına politika üretmesine engel olmuş; hatta bağımsız bir devlet olma görüntüsüne gölge 
düşürmüştür. Özellikle İsrail’in 2000 Mayısında 1978’den beri işgal etmiş 
olduğu Güney Lübnan’ı terk etmesinden sonra 2005 Nisanında Suriye’nin de 1976 iç savaşı esnasında ülkeye sokmuş olduğu askeri gücünü çekmesi üzerine ülkede yeni bir demokratik siyasal süreç başlamışsa da Suriye krizi bu ülkeyi de istikrarsızlaştırmıştır. Bölgenin güneyinde bulunan birleşik Yemen her şeye rağmen demokratikleşme konusunda çok ciddi bir kararlılık sergilemiş olsa da bunun yeterli olmaması ve Ali Abdullah Salih’in 2011 başında başlayan halk hareketleri karşısında iktidarını sürdürmekte israr etmesi yaklaşık 2000 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olayların yaşanmasına yol açmış, ancak sonunda iktidarı bırakmak zorunda kalmıştır. Maalesef bu süreç Yemen'e istikrar getirmemiş ve özellikle 2014 Temmuzunda artış gösteren Husi ayaklanması 
sonucu ülke kaosa sürüklenmiştir. Bunların dışında birer hanedanlık rejimleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve Umman’ın yer aldığı Basra Körfezi bölgesinde ise demokrasi oldukça yavaş ilerlemektedir. Yine de Suudi Arabistan’da 2005 Şubat-Nisan aylarında ilk yerel seçimlerin yapılması, Kuveyt’te ise kadınlara oy hakkının gündeme taşınması olumlu gelişmelerdir. Ayrıca söz konusu ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçiş daha hızlı gerçekleşmektedir ve bu konuda epey bir mesafe alınmıştır. Bölgede özel mülkiyet sınırlanmadığı ve özel girişimcilik engellenmediği gibi yabancı sermayeyi ülkeye çekmek için ek tedbirlere başvurulmaktadır. 

Bunlardan özellikle BAE ve Katar dünyanın en önemli ticaret, bankacılık ve finans merkezleri arasında yer almaktadır. 

Basra Körfezi ülkelerindeki hızlı nüfus artışına rağmen, kişi başına düşen milli gelir, Irak ve İran dışında oldukça yüksektir. 
Söz konusu ülkeler açısından, milli gelirin nerdeyse tamamına yakını petrolden kaynaklanmaktadır. Irak’ta uzun süren Baas döneminde söz konusu olan tek 
parti diktatörlüğünun 2003’teki Amerikan işgaliyle yıkılmasıyla yeni yapı 
kurulmuş ve İran’da da 1979’a kadar söz konusu olan Pehlevi hanedanlığı dönemindeki monarşinin yıkılmasıyla beraber İslami bir rejim kurulduysa da her iki ülkede de özgür ve insan haklarına saygılı bir yapının olduğu söylenemez. Emirlik ve sultanlıkla yönetilen diğer Körfez ülkelerinde ise özellikle yerli halk için ekonomik refahın yüksek ve siyasal hakların dışında her türlü özgürlükten (basın özgürlüğü, seyahat özgürlüğü, medeni haklar ve özgürlükler ile eğitim ve yaşam özgürlüğü) yararlanma imkanının söz konusu olması şimdilik monarşiyle yönetilmeyi bir sorun haline getirmemektedir. Bunlar arasında kişi başına düşen milli gelirin en yüksek olduğu ülke Katar’dır. Yaklaşık 100,000 dolar olarak görünen kişi başına düşen milli gelirle dünyanın refah düzeyi en yüksek ikinci ülkesi konumundadır. Bunu yaklaşık 50,000 dolar kişi başına gelirle BAE ve 
Kuveyt; 25,000 dolar ile Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman izlemektedir. İlgili ülkelerin tümünde yabancılar nüfusun yaklaşık yüzde 75’ini oluşturduğundan yerli halk için bu rakamlar en az iki katı olarak görülmelidir. 

Söz konusu ülkelerde siyasal özgürlüklerin genişletilmesi konusunda yavaş da olsa bazı adımlar atılmaktadır. 

Tekrar İran’a dönmek gerekirse bu ülkede 1979 devriminden sonra 
rejimin adı İslam Cumhuriyeti olarak değişmiş olsa da, ülkenin otoriter 
karakterinde henüz ciddi bir değişiklik söz konusu olmamıştır. Milli gelirin 400 milyar dolayında olduğu İran'da zenginlik daha ziyade dini elitin elinde toplanmaktadır. Ekonomi, esas olarak rejimin devrilmesi sonrasında ülkeye hakim olan ve devlete yakın olan belli bir kesimin kontrolüne girmiş ve çeşitlendirilememiştir. Ülkede tüm gelirler askeri sanayiye ve özellikle de nükleer faaliyetlere ve yeni silah programlarına harcanmaktadır. Irak’ta da 2003 Martına kadar Saddam ve Baas tarafından kontrol edilen otoriter bir yönetim yapısı bulunmaktaydı. 

Askeri anlamda söz konusu ülkelerden İran ve Irak ile bir ölçüde Suudi Arabistan dışındaki ülkeler arasında çok ciddi bir güç farkı söz konusu değildir. Ancak yine de bunlardan da Kuveyt ve BAE’ni toprak ve nüfus bakımından ayrı ele almak gerekir. Umman da bu kategoride yer alsa da yeterli ekonomik imkânlara sahip olmaması göreli olarak onu daha zayıf hale getirmektedir. Nüfus olarak yaklaşık 2 milyon nüfusa sahip olan Katar, 1.3 milyon nüfusa sahip olan Bahreyn’den toprak, nüfus ve özellikle ekonomik zenginlik bakımından çok üstündür. 

Genel olarak Irak ve İran dışındaki bu ülkeler zengin kaynaklara sahip olmalarına karşılık yeterli askeri güce sahip olmamaları sürekli bir güvenlik sorunu yaşamalarını beraberinde getirmektedir. 

Körfez bölgesi alt sisteminde yer alan bölge ülkeleri arasında ekonomik, siyasal, güvenlik veya diğer alanlarda bölgesel işbirliğini öngören bazı örgütlenmeler bulunmaktadır. Bu tür örgütlenmeler söz konusu ülkeler arasındaki ilişkileri ve etkileşimi sürekli kılmaktadır. Bu anlamda OPEC ve OAPEC özellikle bu bölgedeki petrol üreticisi ülkelerin öncülüğünde kurulmuş örgütlenmelerdir. Ayrıca 1981 Mayısında, İran ve Irak dışındaki altı ülkeyi bir araya getiren ve ekonomik ve güvenlik konularında işbirliğini öngören Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) her ne kadar bölgesel konularda fazla işlevsel olamasa da, karşılıklı ilişkilerin sürekliliğini sağlaması bakımından bir ortak mekanizma olarak değerlendirilebilir. 

Ayrıca, tüm bölge ülkeleri İslam Konferansı toplantılarında ve İran dışındaki diğer bölge ülkeleri Arap Birliği örgütü çerçevesindeki toplantılarda bir araya gelmektedir. Bununla beraber etnik, mezhep ve ideolojik farklılıklar ile halen devam eden sınır ve toprak sorunları bölge ülkeleri arasındaki kuşku ve güvensizliğin yerini tam bir işbirliğinin almasını engellemektedir. Her bir devlet kendi güvenliğini bir dış desteğe dayanarak sağlamaya çalışmaktadır. Özellikle küçük devletlerin İran karşısında zayıf askerî yapılara sahip olmaları, ABD ile güvenlik temelinde askerî ilişkiler içinde olmalarına yol açmaktadır. 

Birinci Bölüm 



ORTA DOĞU’NUN SOSYO - KÜLTÜREL YAPISI VE OSMANLI SONRASINDA ORTADOĞU’DA SİYASET 


I. ORTA DOĞU’DA TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL YAPI 

Genel anlamda Orta Doğu, bilindiği gibi, kuzeyde Türkiye ve İran’dan başlayıp doğuda Umman’a güneyde Yemen’e batıda ise Mısır’a kadar uzanan ve etnik anlamda Araplar, Farslar ve Türkler’in dinsel anlamda ise Müslümanların egemenliğinde olmuş bir bölgedir. Bunların dışında I. Dünya Savaşı sonrası dönemde Yahudiler son dönemde ise Kürtler bölge siyasetinde önemli birer aktör haline gelmişlerdir. 

1. ORTA DOĞU’DA YAHUDİ TOPLUMU 

1948’de İsrail adıyla bölgede siyasî bir varlık olarak ortaya çıkan Yahudiler de Müslümanlar gibi, kendilerinin Hz. İbrahim’in soyundan geldiğine inanmaktadır lar. Kitabı Mukaddes’in a “Eski Ahit” bölümünün Tekvin kısmında anlatıldığı kadarıyla1 -ki bu kısımda daha ziyade İsrail tarihinin başlangıcı ve Kenan’a yerleştikleri ana kadar olan kısmı anlatılır- M.Ö. yaklaşık 1750’lerde ya da 18. yüzyılın ikinci yarısında Kaldelilerin (Keldaniler ya da Babiller) Ur kentinden (Irak’ta) Harran bölgesine göç eden İbrahim’e b Allah, bir gece rüyasında buradan Kenan2 olarak da bilinen El-Halil’e (Hebron) göç etmesini bildirir.3 Bunun üzerine Hara Daha ziyade Hıristiyanların kutsal kitabı olarak bilinen İncil, “Eski Ahit” (Tevrat ve Zebur) ve “Yeni Ahit” (İncil)’den oluşmaktadır. 

Yahudiler sadece Eski Ahit’e (eski antlaşma) inanırken, Hıristiyanlar her ikisini de kutsal kabul edip Kitabı Mukaddes adı altında birleştirmişlerdir. 

Eski Ahit’in Hz. Musa’nın olduğu kabul edilen ilk beş kitabına Tekvin denir; Zebur ise Hz. Davud’un kitabı olarak bilinen ve Eski Ahit içine alınmış olan kısımdan oluşmaktadır. 

b Tevrat’ta Allah’ın, doksan yaşına ulaşan Abram’a görünüp ona “İşte ahdim seninledir ve birçok milletin babası olacaksın ve artık adın bundan sonra İbrahim (İng. Abraham) olacak” dediği ve İbrahim sözcüğünün cumhurun babası anlamına geldiği ifade edilmektedir. 

İşte İbrani sözü, Abram, Abraham, İbrahim adlarından gelmektedir. İran’dan ayrılan Hz. İbrahim c, karısı Sara (ya da Sâre) ve yeğeni Lut’la birlikte Kenan’a gelerek yerleşir. Kısa bir süre sonra Kenan bölgesinde kıtlık baş göstermesi üzerine karısı Sara ve yeğeni Lut ile birlikte Mısır’a geçen Hz. İbrahim burada Firavun tarafından kötü muamele görür ve tekrar Kenan’a geri döner (yeğeni Lut ise daha doğuya Lut Gölü civarına yerleşir). Ancak ilerlemiş yaşına rağmen bir türlü çocuklarının olmaması Sara’nın, hizmetçileri Hacer’le Hz. İbrahim’in evlenmesine izin vermesine yol açar ve Hacer’den İbrahim’in İsmail adında bir erkek çocuğu olur. Hz. İbrahim’in tahminen 100, Sara’nın ise 90 yaşında olduğu bir sırada, çok yaşlanmış olmalarına rağmen Sara’nın da İshak adında bir oğlu olur. Aslında her ikisi de Sami ırkından olan Arapların ve Yahudilerin ayrılıkları işte burada başlar ve Araplar İsmail’in, Yahudiler ise İshak’ın soyundan devam eder. Her ne kadar Yahudiler Hz. İbrahim’in sadece kendi ataları olduğunu iddia etseler de Müslümanların Kâbesi (Mekke’de) olan kutsal mabedin de Hz. İbrahim tarafından yapılmış olduğu bilinmektedir. Ayrıca Hz. İshak ve ondan sonra gelen Hz. Yakub da dahil olmak üzere İsrail oğullarının atası olarak kabul edilen tüm peygamberlerin kutsallığına Müslümanlar da inanmaktadır. 

c Tevrat'a göre Allah, söz konusu rüyada Hz. İbrahim'e Nil'den Fırat'a kadar bölgeyi kendisine ve nesline (milletine) verdiğini ifade etmiştir. 

Buradan yola çıkarak Yahudiler Nil ile Fırat arasındaki bölgeyi Yahudi toprağı (vadedilmiş topraklar) olarak görürler. 

Tekvin’de Hz. İshak’ın oğlu olan Yakub’un isminin Yahova (Allah) tarafından İsrail olarak değiştirildiğine yer verilir. Nitekim Yakub’un 12 oğlu arasından en çok sevdiği Yusuf’un onu çok kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyuya bırakılması ve onun Mısırlı tüccarlar tarafından götürülerek Firavun’un vezirine satılması, vezirin karısı Züleyha’nın iftirası üzerine zindana atılması, Firavun tarafından cezalandırılmak üzere zindana atılan ve orada Yusuf’la tanışan bir Saray görevlisinin Yusuf’un iyi bir rüya yorumcusu olduğunu ve Firavun’un gördüğü ve ülkede hiç bir kimsenin tatmin edici bir yorum getiremediği rüyasını yorumlayabileceğini söylemesi üzerine zindandan çıkarılması ve yaptığı yorumun Firavun tarafından isabetli bulunarak Mısır hazinesinin başına getirilmesi olayları gerek Tevrat’ta gerekse Kuran’da yaklaşık olarak benzer şekillerde ifade edilen konulardandır. 

Hz. Yusuf, Firavun’un rüyasını Mısır’da 7 yıl bolluk olacağı ancak bunun arkasından  7 yıl kurak bir dönemin başlayacağı şeklinde yorumladığı için bolluk 
döneminde gerekli tedbirleri de almıştı. Kuraklık başladığında Mısır’ın dışından Mısır’a gelen kafileler arasında yer alan Yusuf’un kardeşlerinin Yusuf tarafından tanınması üzerine, Yusuf hem kardeşlerinin hem de babasının Mısır’a yerleşmesi ni sağlar. Böylece İsrail oğulları Mısır’a yerleşmiş olur. 

Ancak zaman içinde İsrail oğullarının Mısır’da sayıca artmasından rahatsız olan Firavun, İbranî kadınlardan doğan tüm erkek çocukların öldürülmesini emreder. 
Bunun üzerine Hz. Yakub’un oğullarından Levi’nin sülalesinden bir kadın, dünyaya getirdiği erkek çocuğunu bir sepete koyarak Nil’e bırakır. 
Firavun’un eşi tarafından bulunan bu çocuk Hz. Musa olup, Firavun (II. Ramses) ve karısı tarafından büyütülür. Ancak Musa’nın peygamberlik iddiası o sırada 
tahtta bulunan Firavun (III. Ramses) ile Musa’nın karşı karşıya gelmesine yol açar ve Allah, Hz. Musa’dan Mısır’ı terk etmesini ister. 
Bunun üzerine Hz. Musa kavmini de alarak Mısır’ı terk eder. Musa’nın kavmini alarak Mısır’ı terk etmesine veya bazılarına göre Yahudilerin Mısır’dan 
çıkarılması olayına d “Exodus” denmektedir ve Exodus’un M.Ö. yaklaşık 1176’da gerçekleştiği tahmin edilmektedir.
d İslam inanışına göre peygamberler Allah’tan emir gelmedikçe bulundukları mekanı terk etmezler. 

Yaklaşık 40 yıl Sina çölünde süren bir yolculuktan sonra M.Ö. 1136 yılında önce Kenan’a (Filistin’e) gelerek memleketin iç bölgelerine yerleşen Hz. Musa’nın 
kavminin başına onun ölümü üzerine komutanlarından Yuşa, (bu kişi Yuşa peygamber olup, İstanbul’da bu adla bir mekân ve bir mezarın bulunduğu bilinmektedir) geçmiştir. İşte sonunda İsrail halkını oluşturacak olan bu göçebe topluluk Kenan ülkesine girdiğinde burada kendileri gibi Samî asıllı, ama yerleşik bir hayat yaşayan ve tarımla uğraşan bir halkla karşılaşırlar. Kitabı Mukaddes’in Yuşa (Yeşu) kısmında anlatıldığı kadarıyla, yerli halkların kökünün kazınması İbranîlerin açık politikası olarak gösterilmektedir. İbranîlerin başına Yuşa’nın ölümünden sonra Hz. Davut geçmiştir. Hz. Davut zamanında, yaklaşık M.Ö. 1030 yılında ilk Yahudie devleti kuruldu.
e Yahudi sözcüğü Yahuda adından gelmektedir ve Yakub’un oğlu ya da oğulları anlamında kullanılmaktadır. 

Hz. Davut’un ölümünden sonra kavmin başına geçen Hz. Süleyman zamanında bugünkü Mescid-i Aksa'nın ve ağlama duvarının bulunduğu yerde bir mabet yaptırılmıştır. 

Hz. Davut zamanında kurulmuş olan Yahudi devleti, Hz. Süleyman’ın ölümüyle 70 yıl yaşadıktan sonra iç çekişmeler yüzünden güneyde başkenti Kudüs olan Yahuda krallığının dışında kuzeyli kabilelerin ayrılmasıyla M.Ö. 930’da (veya 922’de) kuzeyde başkenti Samiriye (ya da Nablus) olan İsrail krallığı adıyla ikinci bir devlet kurulmuştur. Bu bölünmenin getirdiği zayıflıktan yararlanan Asur Kralı III. Tiglat-Pileser başkenti Nablus olan İsrail’i (Samiriye) M.Ö. 722’de ortadan kaldırmıştır. 

Bu işgal sırasında Asur İmparatorluğu içinde değişik yerlere dağıtılan ve asimile olan on dolayındaki İsrail kabilesi tarih içinde kaybolup gitmiştir. Nablus’ta kalan 200 kadar Yahudi ailesi (Samiriler veya Samariten) ise kendilerini hâlâ İsrail oğullarının gerçek torunları olarak görmektedirler.5 

Güneydeki iki kabileden oluşan Yahuda devleti ise M.Ö. 589’da (bazı kaynaklarda 586’da) İkinci Babil Devletinin Kralı Nabukadnezar (Buhtunnasır) tarafından yıkılmıştır. 
Kudüs’te bulunan Yahudi halkın bir kısmı burada bırakılarak büyük bir kısmı Babil ülkesine (Irak’a) getirilmiştir. Geride kalanlarla kukla bir yönetim oluşturarak barış yapmayı düşünen Babil hükümdarı için ise bunu gerçekleştirmek pek mümkün olmazken, Babil’e getirilen Yahudiler için tarih içinde yeni bir sürgün hayatına alışmaktan başka seçenek kalmamıştır. M.Ö. 538’de Babil ordusunun Persler tarafından yenilmesi üzerine Babillerin varlığına son veren Pers Kralı Büyük Cirus (Keyhüsrev) Yahudilerin kendi topraklarına dönmesine izin vermişse de bir kısmı geri dönmeyi tercih ederken, çoğu Babil ülkesindeki yeni hayatlarına alışmış olduklarından geri dönmek yerine burada kalmayı yeğlemişlerdir. Yahudiler refah içinde bir dönem geçirdikleri Perslerin egemenliğinin ardından, M.Ö. 331’de Pers Kralı III. Darius’u mağlup eden Makedonya Kralı Büyük İskender’in egemenliğine girmişlerdir.6 

3.CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 1

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ORTADOĞU BÖLÜM 1





Prof. Dr. Tayyar ARI 
(Orta Doğu Cilt-1) 
Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 
PROF. DR. TAYYAR ARI 
6. Baskı - 2014
Bursa, Kasım 2014 
aritayyar@hotmail.com 
www.tayyarari.com 
0532-3313618 
6. Baskı Kasım 2014 
Basım-Yayın Dağıtım Ltd. Şti 
Tel : +90 (224) 221 38 39 
 +90 (224) 225 37 46 
Fax : +90 (224) 220 36 73 
Altıparmak Mah. Bozkurt Cad. 
Avdan Apt. 10/1 Osmangazi / BURSA 
dorayayinevi@gmail.com 
info@dorayayincilik.com.tr 
www.dorakitap.com 
www.dorayayincilik.com.tr 
Dizgi : Nurhan BULMUŞ 
Kapak Tasarım : Önder AYDOĞMUŞ 
Basım ve Cilt : Ezgi Matbaa 
Sertifika No : 12142 
ISBN: 978-605-9929-17-2 


Prof. Dr. Tayyar ARI, 

1983’te ODTÜ İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirerek 1984 yılında Uludağ Üniversitesi İ.İ.B.F. Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Araştırma Görevlisi olarak 
akademik yaşamına başlamıştır. Prof. ARI, 1991’de İstanbul Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamasının ardından Yardımcı Doçent Doktor olarak öğretim 
üyeliğine atanmıştır. 

1996’da Doçentliğe, 2002’de ise Profesörlüğe yükseltilen ARI, Başta Orta Doğu ülkelerinde olmak üzere ABD, Rusya, Kafkasya, Orta Asya, Balkan ve 
Avrupa ülkelerinde araştırmalarda bulunmuştur. “Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika”, “Amerika’da Siyasal Yapı, Lobiler ve Dış Politika”, “2000’li Yıllarda 
Basra Körfezi’nde Güç Dengesi”, “Global Politika ve Güney Asya”, “Uluslararası İlişkiler Teorileri”, “Uluslararası İlişkilerde Postmodern Analizler-1”, “Irak, İran, 
ABD ve Petrol”, “Orta Asya ve Kafkasya” ve elinizde bulunan “Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi” adlı kitaplarının yanında 
çeşitli bilimsel dergilerde yayınlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır. Tayyar ARI, Lisans ve Lisansüstü programlarında “Orta Doğu”, “Uluslararası Politika, Uluslararası İlişkiler Teorileri” ve “Amerikan Dış Politikası” derslerini vermektedir. 

Her hakkı saklıdır. Bu kitabın tamamı veya bir kısmı 5846 sayılı yasanın hükümlerine göre DORA Basım-Yayın Dağıtım Ltd. Şti.’nin önceden iznini almaksızın elektronik, mekanik, fotokopi veya herhangi bir sistemle basılamaz, çoğaltılamaz ve bilgisayar ortamında tutulamaz. 

Kızlarım Aslı ve Esra’ya

ÖNSÖZ 


Sadece coğrafya olarak değil, siyasi olarak da genişliği olan, pek çok bilinemezlerin, karmaşık ilişkilerin, sorunların ve çatışmaların, ihanetlerin ve dostlukların, birleşme adına yapılan ayrışmaların, homojen zannedilen heterojenliğin, tam olarak kavranamadığı için bazılarınca kaynayan kazan, bazılarınca bataklık olarak tanımlanan, bazılarına göre istikrarsızlığın ve geri kalmışlığın bazılarına göre petrolün ve zenginliğin merkezi olan Orta Doğu, üzerine çok şey söylenen ama çok az bilinen bir coğrafyadır. İnsanlık tarihi 
burada başlayıp burada devam etmiştir. Tarihsel olaylara yön veren gelişmeler burada yaşanmış, geleneksel ve modern imparatorluklar için üzerinde mücadele edilmeye değer bulunmuş, her şeye rağmen vaz geçilememiştir. Böylesine tarihsel, kültürel ve toplumsal birikimi zengin ve böylesine ekonomik, stratejik ve siyasal açıdan önemli bir bölge hakkın-da söz söylemek kolay gibi gözükse de üzerine yazı yazmak gerçekten oldukça zor. Aslında zor olduğu detaylara inildikçe anlaşılıyor. Yaklaşık 20 yıllık dersin birikiminin kitap haline getirilmesi isteğinin bir yansıması olmaktan öteye, özellikle Basra Körfezi itibariyle 
bir doktora ve daha sonra üzerine iki kitap yazdığım bu bölgenin bir çırpıda anlaşılacak ve kolayca üstesinden gelinecek bir konu olmadığını aslında biliyordum. Özellikle son on yılın yoğun çalışmasının ürünü olan bu kitabın hazırlanması elbette masa başında oturarak yapılamazdı. Diğer bir ifadeyle Beyrut sokaklarında, Cüniye’de, Zahle’de, Şuf dağlarında, Sur’da ve Sayda’da bulunmadan, Lübnan’ı ve Lübnanlıyı Lübnan’da görmeden anlamak ne kadar imkânsızsa Filistinli çocuğun ve gencin heyecanını vatan sevgisini, korkusunu ama aynı zamanda cesaretini gözlerine yakından bakmadan, El-Halil’i görme-
den, Kudüs’ü, El-Aksa’yı, İsrail tanklarını, Cenin’i, Ramallah’ı görmeden de anlamak zor. 

Gerçekten anlaşılamaz. Bu denli politika farklılıkları, neden belli sorunlarda bir araya gelemediklerini, Araplar arası birleşmelerin hep yeni bir ayrışmaya yol açtığını Kahire’de, Amman’da Riyad’ta Cidde’de Şam’da bulunmadan, onların geriden çok benzediği zannedilen farklılıklarını, endişelerini, kaygılarını, nefretlerini ve dostluklarını yerinde görmeden onlarla dostluklar kurmadan imkânsız. İşte bu çalışma böyle özgün ve uzun bir çalışma ve çok sayıda olay, yer ve kişinin tanıklığıyla toplanan birikimin sonunda oluşmuş oldukça yorucu, ama sonuçta ortaya çıkan çalışmayla yorgunluğu unutturan bir sürecin 
ürünü. Bütün bunlara rağmen ilk baskısının üzerinden yaklaşık on yıl geçmiş olan bu çalışma yine benzer süreçlerin defalarca tekrarlanması, Fas’tan Umman’a, İran’dan Yemen’e uzanan geniş coğrafya defalarca tekrarlanan seyahetlerle ve farklı kesimlerle yapılan görüşmelerle olgunlaşmış ve değişimin kendisi ve nedenleri yerinde gözlemlenmiştir. 

Zira bölgedeki gelişmelerin doğru anlaşılması dinsel, tarihsel, siyasal ve ekonomik ögelerin ve gelişmelerin analiziyle mümkündür. Bu çalışmanın amacı, işte bu analizi gerçekleştirmek ve okuyucuya bölgeyi anlamak için gerekli ufku kazandırmaktır. Sadece olayların kronolojik anlatımıyla Orta Doğu’nun günümüze ışık tutan bu tarihsel ve kültürel birikiminin anlaşılması gerçekten mümkün değildir. Bu çalışma fazla iddialı olmamakla beraber bugüne kadar Türkçe literatür itibariyle söz konusu olan bu eksikliği uzun bir süre tek başına doldurmayı başarmış ve bir süre daha bu iddiasını sürdüreceğe benzemektedir. İki cilt haline getirilen çalışmanın her bir cildi tek başına güncelliğe sahip 
olup, birinin özetleyerek geçtiği bölümler diğerinde daha ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. 
Bu anlamda çalışmanın elinizdeki birinci cildi bu güne kadar beş baskı yapmış olan kitabın güncel ve gözden geçirilmiş versiyonudur. İkinci cildi ise daha önce dört baskı yapan “Basra Körfezi’nde Güç Dengesi” kitabının ve iki baskı yapan “Irak, İran, ABD ve Petrol” kitabının yeniden güncellenmesiyle ve yeni bölümlerin ilavesiyle oluşmuştur. İkinci cildin içeriği kitabın sonunda yer almaktadır. 

Yazar, Türk bilim dünyasında bu alanda yapılmış pek çok değerli çalışmanın yanı sıra bu çalışmanın da önemli bir katkı olacağını düşünmektedir. Çalışma uluslar arası ilişkiler öğrencilerinin yanı sıra Türk entelektüelinin bu konudaki gereksinimini karşılamayı da amaçlamaktadır. 

Yukarıda ifade edildiği gibi bu kadar geniş bir coğrafya ve geniş bir tarihsel kesit, kültürel, tarihsel, toplumsal ve dinsel ögeler bilinmeden anlaşılamazdı. 

Çünkü Orta Doğu, dini ve tarihi literatür bilinmediği takdirde ki bu alandaki pek çok Türkçe ve İngilizce literatürde sıkça rastlanıldığı gibi çok ciddi hataların yapılabileceği bir coğrafyadır. Konusunda uzman akademisyen arkadaşlarla yaptığımız uzun tartışmalar ve görüş alışverişleri, onların değerli eleştirileri ve ilgili bölümleri okuyarak yaptıkları katkıları çalışmanın en az hatayla çıkması yönündeki dileğimizi umarım yerine getirmiştir. Burada bunların tümünün adına yer vermek imkânsız. Çalışma ortamımı iyileştirmesinden öteye, bana katlanan eşime ve çocuklarıma çok şey borçluyum. Özellikle çalışmanın yayına hazırlan-
masında gösterdikleri özverili çabadan ötürü DORA Basım-Yayım şirketine teşekkür etmem gerektiğini biliyorum. Çalışmanın hataları ise şüphesiz bana aittir. 

Not: Her bir baskısı 3000 adet basılan çalışmanın kısa bir sürede altıncı baskısını yapması dolayısıyla okuyucularıma da teşekkür ederim. 
Prof. Dr. Tayyar ARI 
Kasım 2014 

İÇİNDEKİLER 

ÖNSÖZ ..................................... 9 

İÇİNDEKİLER ............................ 11 

KISALTMALAR ........................... 15 

GİRİŞ ....................................... 19 

Birinci Bölüm 

ORTA DOĞU’NUN SOSYO-KÜLTÜREL YAPISI VE OSMANLI SONRASINDA ORTADOĞU’DA SİYASET 

I. ORTA DOĞU’DA TOPLUMSAL VE KÜLTÜREL YAPI ................................. 29 

 1. ORTA DOĞU’DA YAHUDİ TOPLUMU .................................................. 29 

 2. ORTA DOĞU’DA İSLAM TOPLUMU ..................................................... 34 

 3. EMEVİLER VE ABBASİLER ................................................................ 46 

II. OSMANLI ORTA DOĞUSU VE SON DÖNEMDE MEYDAN OKUMALAR .......... 57 

 1. OSMANLI İMPARATORLUĞU VE ORTA DOĞU ....................................... 57 

 2. BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE DOĞU SORUNU ÇERÇEVESİNDE İNGİLİZ POLİTİKASI .... 70 

İkinci Bölüm 

ONDOKUZUNCU YÜZYILDAN YİRMİBİRİNCİ YÜZYILA MERKEZİ ORTA DOĞU 


I. LÜBNAN: OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE İSTİKRAR ARAYAN ÜLKE ...... 91 

 1. OSMANLI DÖNEMİ: GÖRELİ İSTİKRAR .................................... 91 

 2. BAĞIMSIZLIK BEKLENTİSİ MANDAYA DÖNÜŞÜYOR ................... 94 

 3. BAĞIMSIZLIK SONRASI İSTİKRAR ARAYIŞI ............................. 99 

 4. LÜBNAN İÇ SAVAŞI VE İSRAİL’İN İŞGALİ: ARİEL ŞARONLA İLK RANDEVU .... 102 

 5. 2000 SONRASI LÜBNAN POLİTİKASI ................................ 119 

II. SURİYE: RADİKALLEŞEN ORTA DOĞU ............................... 126 

 1. OSMANLI’DAN BAAS’A UZANAN SURİYE’DE ZORLU SÜREÇ .. 126 

 2. BAAS: OTORİTERLEŞEN ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ VE ORTA DOĞU’NUN KÖTÜ TALİHİ ...... 134 

 3. ESAD AİLESİ: HAFIZ ESAD VE BEŞAR ESAD ...................... 137 

 4. ARAP BAHARI VE SURİYE ................................................ 148 

III. ÜRDÜN: DEĞİŞEN KOŞULLARDA VARLIĞINI SÜRDÜRMEYE ÇALIŞAN ORTA DOĞU’NUN İSTİKRARLI MONARŞİSİ .... 156 

 1. ÜRDÜN: İNGİLİZ SÖMÜRGESİNDEN BAĞIMSIZ DEVLETE ................ 156 

 2. İÇSEL VE DIŞSAL ETKİLER: KRAL HÜSEYİN’İN ÜRDÜN MONARŞİSİ TEHDİT ALTINDA .............. 162 

 3. KRAL ABDULLAH DÖNEMİ VE DEĞİŞMEYEN ÜRDÜN ..................... 166 

IV. MONARŞİDEN CUMHURİYETE: DEĞİŞEN MISIR ................................. 169 

 1. OSMANLI DÖNEMİ ........................................................................................ 169 

 2. MISIR’DA İNGİLİZ YÖNETİMİ ..................................................................... 176 

 3. NASIRLI MISIR: ORTA DOĞU’DA BİR “LİDER” DOĞMUŞTU .............. 181 

 4. MISIR’DA SEDAT VE MÜBAREK DÖNEMİ: ANTİ-AMERİKANCI POLİTİKADAN ANTİ-SOVYET POLİTİKAYA DOĞRU ... 192 

 5. ARAP BAHARI VE MISIR’DA YENİ DÖNEM ............................ 205 

V. İKİ FARKLI YEMEN’DEN BİRLEŞİK YEMEN’E .......................... 210 

 1. İÇSEL KRİZLER VE DIŞ MÜDAHALE ETKİSİNE İYİ BİR ÖRNEK: YEMEN İÇ SAVAŞINDANASIR VE SUUD FAKTÖRÜ ....... 210 

 2. ARAP YARIMADASINDA BİR MARKSİST REJİM: GÜNEY YEMEN .......... 214 

 3. BİRLEŞİK YEMEN: DEMOKRASİ BEKLENTİSİ DİKTATÖRLÜĞE DÖNÜŞÜYOR .... 217 

 4. ARAP BAHARI VE ALİ ABDULLLAH SALİH DÖNEMİNİN SONU ..... 221 

Üçüncü Bölüm 

FİLİSTİN SORUNU: SİYONİZM VE ARAP-İSRAİL SAVAŞLARI 

I. FİLİSTİN VE SİYONİZMİN GELİŞMESİ ................................. 241 

II. İNGİLİZ MANDA YÖNETİMİNDEN İSRAİL DEVLETİ’NİN KURULUŞUNA ... 253 

1. BALFOUR DEKLERÂSYONU (1917) VE MANDA YÖNETİMİ: POLİTİK İKİLEM ............. 253 

2. AMERİKAN PATRONAJINDA GELİŞEN SİYONİZMDEN MANDAYA MEYDAN OKUMA ...... 266 

 3. TAKSİM PLANI (1947) VE İSRAİL DEVLETİNE GİDEN SÜREÇ ............ 270 

III. İSRAİL’İN KURULUŞU VE BİRİNCİ (1948) ARAP-İSRAİL SAVAŞI ..... 278 

IV. 1967 SAVAŞI: SIFIR TOPLAMLI BİR OYUN SÜRÜYOR .......................... 287 

 1. 1967 SAVAŞI ÖNCESİ ORTA DOĞU’DA SİYASAL KONJONKTÜR ...... 287 

 2. İSRAİL’İN SÜRPRİZ SALDIRISI VE ALTI GÜN SAVAŞI .......................... 294 

 3. SAVAŞIN SONUÇLARI VE SİYASİ GELİŞMELER ....................... 296 

 4. SAVAŞ SIRASINDA VE SONRASINDA ALINAN BM KARARLARI ..... 303 

 5. 1960’LARIN YENİ OLGUSU: ARAFAT VE FKÖ ......................... 307 

V. 1973 EKİM SAVAŞI: KOZLAR YENİDEN PAYLAŞILIYOR ...................... 317 

VI. CAMP DAVID VE MISIR-İSRAİL BARIŞI İHANET Mİ, PRAGMATİZM Mİ? ................. 327 

VII. OSLO ÖNCESİ VE SONRASI SÜREÇ: ORTA DOĞU’DA BARIŞ UMUTLARI..339 

 1. CAMP DAVID SONRASI GELİŞMELER .............................. 339 

 2. OSLO VE SONRASINDA ORTA DOĞU BARIŞ SÜRECİ .......................... 345 

Dördüncü Bölüm 

BASRA KÖRFEZİ: PETROL ORTA DOĞUSU 

I. BÖLGENİN GENEL GÖRÜNÜMÜ VE ETKİLİ FAKTÖRLER ..................... 371 

 1. SOSYO-EKONOMİK YAPI VE PETROL FAKTÖRÜ .................................. 371 

 2. BÜYÜK GÜÇLERİN MÜCADELESİ: SİYASAL VE STRATEJİK UNSURLAR VE AMERİKAN POLİTİKASI .......... 389 

 3. KİK: BÖLGE ÜLKELERİ ARASINDA İŞBİRLİĞİ ALANI .......................... 406 

II. İRAN .......................................................... 409 

 1. SAFEVİ VE KAÇAR HANEDANLIKLARI .............. 409 

 2. İRAN’DA RIZA ŞAH’LA BAŞLAYAN PEHLEVİ HANEDANLIĞI: BİR DÖNÜŞÜMÜN ÖYKÜSÜ ...... 417 

 3. İRAN İSLAM DEVRİMİ VE PEHLEVİ HANEDANLIĞININ SONU ....... 436 

 4. İRAN-IRAK SAVAŞI (1980-1988) ............................................ 439 

 5. HÜMEYNİ SONRASI İRAN VE İRAN’IN NÜKLEER POLİTİKASI ........ 442 

III. IRAK .................................................................................. 450 

 1. OSMANLI SONRASI İNGİLİZ DENETİMİ ..................................... 450 

 2. 1958 DARBESİ VE BAASIN YÜKSELİŞİ ....................................... 456 

 3. SADDAM HÜSEYİN VE IRAK .......................................... 459 

 4. KUVEYT’İN İŞGALİ VE KÖRFEZ SAVAŞI .......................... 466 

 5. IRAK’TA AMERİKAN İŞGALİ VE SONRASI ........................ 472 

 6. 2003 SONRASI IRAK ................................................... 476 

IV. SUUDİ ARABİSTAN ..................................................... 487 

V. KUVEYT ..................................................................... 501 

VI. DİĞER KÖRFEZ ÜLKELERİ ........................................... 509 

 1. BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ ...................................... 510 

 2. UMMAN .................................................................... 514 

 3. BAHREYN ................................................................ 517 

 3. KATAR .................................................................... 522 

ORTA DOĞU KRONOLOJİSİ............................................. 535 

EKLER ........................................................................ 549 

 EK-1: UN Security Council Resolution 242 ...................... 549 

 EK-2: UN Security Council Resolution 338 ..................... 550 

 EK-3: Dünya Ham Petrol Rezervi (2014) ....................... 551 
.
KAYNAKÇA ................................................................ 553 

ORTA DOĞU İÇİNDEKİLER (CİLT-2) .............................. 570 

KISALTMALAR 

AB Avrupa Birliği 
ABM Anti-Ballistic Missile – Füze Savar Füze 
AGİK/T Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı/Teşkilatı 
AİK Arap İşbirliği Konseyi 
AIOC Anglo Iranian Oil Company-  İngiliz İran Petrol Şirketi 
ARAMCO Arab-American Petroleum Company –  Arap-Amerikan Petrol Şirketi 
ASP (Egyptian) Arab Socialist Party-  (Mısır) Arap Sosyalist Partisi 
ASU Arab Socialist Union – Arap Sosyalist Birliği 
AT Avrupa Topluluğu 
AWACS Airborne Warning and Control System 
Aircraft – Erken Uyarı Sistemli Uçak 
BM Birleşmiş Milletler 
BAC Birleşik Arap Cumhuriyeti 
BAE Birleşik Arap Emirlikleri 
CPA Coalition Provisional Authority- Geçici Koalisyon Otoritesi (kısaca Otorite) 
DFLP Democratic Front for the Liberation of Palestine- Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi: FDKC 
DKK Devrim Komuta Konseyi 
EFTA European Free Trade Area– Avrupa Serbest Ticaret Bölgesi 
FAO Food and Agriculture Organisation – Gıda ve Tarım Örgütü 
FKÖ Filistin Kurtuluş Örgütü 
GPC General People’s Congress - Genel Halk Kongresi 
HAMAS Harakat al-Muqawamah al-Islamiyya – İslâmi Direniş Hareketi 
IAEA International Atomic Energy Agency – Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı 
IGC Interim Iraqi Governing Council- Geçici Irak Yönetim Konseyi 
IIG Iraqi Interim Government- Geçici Irak Hükümeti 
IİDYK Irak İslâm Devrimi Yüksek Konseyi 
IKİH Irak Kürdistan İslâm Hareketi 
IDF Israil Defence Forces - İsrail Savunma Kuvvetleri 
IMI Israel Military Industry - İsrail Askeri Endüstrisi (Şirketi) 
INOC Iraq National Oil Company - Irak Ulusal Petrol Şirketi 
IRBM Intermediate Range Ballistic Missile - Orta Menzilli Balistik Füze 
KBH Kürdistan Bölgesel Hükümeti 
KDP Kürdistan Demokratik Partisi 
KYB Kürdistan Yurtseverler Birliği 
KİK Körfez İşbirliği Konseyi 
KDHP Kürdistan Demokrat Halk Partisi 
KNPC Kuwait National Petroleum Company- 
Kuveyt Ulusal Petrol Şirket 
KSDP Kürdistan Sosyalist Demokratik Partisi 
LKP Lübnan Ketâib Partisi (Falanjist Parti) 
NATO North Atlantic Treaty Organisation - 
Kuzey Atlantik Antlaşma Örgütü 
NLF National Liberation Front - 
(Yemen) Ulusal Kurtuluş Cephesi 
NDP National Democratic Party - 
(Mısır) Ulusal Demokratik Parti 
NPUP National Progressive Unionist Party- Ulusal İlerici Birlik Partisi 
NIOC National Iranian Oil Company - İran Ulusal Petrol Şirketi 
NPF National Progressive Front: Ulusal İlerici Cephe 
NRP National Religios Party- Ulusal Dinci Parti 
OAPEC Organisation of Arab Petroleum Exporting Countries - Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü 
OECD Organisation of Economic Cooperation and Development - Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü 
OEEC Organisation of European Economic 
Cooperation - Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü 
OIP The Office of the Iraq Programme- Irak (Yaptırırmları) Program Bürosu 
OPEC Organisation of Petroleum Exporting Countries- Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü 
ORHA Office of Reconstruction and Humanitarian Assistance-Yeniden İmar ve İnsani Yardım Bürosu 
PFLP Popular Front for the Liberation of Palestine – Filistin Halk Kurtuluş Cephesi: FHKC 
PFLP-GC Popular Front for the Liberation of Palestine- General Command - Filistin Halk Kurtuluş Cephesi -Genel Komutanlığı 
PIJ Palestine Islamic Jihad- (Filistin) İslami Cihad Örgütü 
PLF Palestine Liberation Front - Filistin Kurtuluş Cephesi 
PSF Popular Struggle Front - (Filistin) Halkçı Mücadele Cephesi 
SALT Strategic Arms Limitation Treaty/Talks - Stratejik Silahların Azaltılması Antlaşması/Görüşmeleri 
SCIRI Supreme Council for Islamic Revolution in Iraq- Irak İslam Devrimi Yüksek Konseyi-IİDYK 
SLA South Lebanon Army-Güney Lübnan 
SLP Socialist Liberal Party- (Mısır) Sosyalist Liberal Parti 
SOCAL Standart Oil of California 
TAL Transitional Administrative Law-  (Irak) Geçiş Dönemi İdari Yasası 
TPAO Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı 
UNAMI UN Assistance Mission for Iraq-  BM Irak’a Yardım Misyonu 
UNDOF UN Disengagement Observer Force- BM Ayırma Gözlem Gücü 
UNDP UN Development Programme - BM Kalkınma Programı 
UNEF UN Emergency Force - BM Acil Durum Gücü 
UNESCO UN Educational, Scientific and Cultural 
Organisation - BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü 
UNICEF UN Children’s Fund - BM Çocuk Fonu 
UNIFIL United Nations Interim Force in Lebanon- BM Lübnan Geçici Gücü 
UNMOVIC UN Monitoring, Verification, and Inspection Commission - BM Gözetim, Doğrulama  ve Denetim Komisyonu 
UNOHCI United Nations Office of The Humanitarian Coordinator for Iraq - Irak İnsani (Yardım) Koordinasyon Bürosu 
UNRWA United Nations Relief and Work Agency  for Palestine Refugees in the Near East-  BM Mültecilere Yardım Teşkilatı 
UNSCOM United Nations Special Commission -  BM Özel Komisyonu 
UNSCOP United Nations Special Committee on Palestine -  BM Filistin Özel Komitesi 
UTJ United Turah Judaism 
WFP World Food Programme -  Dünya Gıda Programı 
WHO World Health Organisation -  Dünya Sağlık Örgütü 
YSP Yemen Socialist Party-  Yemen Sosyalist Partisi 

2.Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***