RUH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
RUH etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2019 Salı

AKLIN YOLU.. BÖLÜM 2

AKLIN YOLU.. BÖLÜM 2




 Binlerce yıl felsefecilerin benimsediği Plato.nun idealizmindeki bilgi kuramı, 1963 yılında Edmund Gettier tarafından altüst edildi. Gettier şu soruyu sorar; “Gerekçelendirilmiş doğru inanç” bilgi midir? Gettier, “herhangi bir kimsenin inancı gerekçelendirilmiş ve doğru olabilir ama bilgi olması için yeterli değildir” der. Gettier.e göre, bilginin gerekçelendirilmesi, doğruluğu ve kabul edilmesi; bilginin mutlak tanımı için yeterli olmayabilir. 



Tablo 2: Bilimsel Paradigmanın Temel Bileşenleri 


 Eleştirel felsefe (Kritisizm) akımının kurucusu ve temsilcisi Immanuel Kant, empirizm ile rasyonalizm.i uzlaştırmaya çalışmıştır. 
Kant a göre akıl ve deney tek başına mutlak varlığı kavramada yetersizdir. İnsan bilgisi, duyu verileri ile aklın kategorilerinin birleşmesiyle oluşur. 
Kant a göre; bilgimiz deneyle başlar akılla son bulur. Çünkü bilginin oluşabilmesi için deney kadar zihne de ihtiyaç vardır. 
Bilginin hammaddesini duyular (deney) bize verir. Bu ham madde zihnin kategorileri (a priori) içine girer. 
Bu kategorilerde form (şekil) alarak akıl tarafından işlenir ve böylece bilgi      oluşur. 

 Pozitivizm.in (Olguculuk) kurucusu Auguste Comte.ye göre; doğru bilgi ancak bilimsel (pozitivist) bilgidir. Bilimsel bilgi olgulara dayanan, deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilgidir. 
Comte olgulara dayanmayan, deneyle ispatlanamayan, denetlenemeyen şeylerin felsefeden atılması gerektiğini söyler. Çünkü bunlar bilimsel değildir, anlamsızdır ve metafizikseldir. 

 Post-modernizm.de bilgi, özünde anlatıdır ve dolayısıyla geçicidir; belli bir temeli olduğu söylenemez. Post-modernlere göre; tek bir doğru yoktur, her bir kişinin anlamlandırmasına bağlıdır. Modernist bilginin amacı açıklamadır; post-modern yaklaşımların temel sorusu ise „ nasıldır 20. 

 Günümüz felsefesi, klasik ya da geleneksel felsefeden önemli ölçüde ayrışmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarısında sibernetiğin bir bilim olarak ortaya çıkışı, canlılığı ve zekâyı taklit etmeye girişmesi yeni ve tuhaf bir dönemin başlamasına neden oldu. Bu dönemde önemli bilimsel çalışmalardan bir kısmı sibernetik ve mantık alanında gerçekleştirildi. Sibernetik ve mantık alanındaki her bir eseri, büyük bir keşif ve devrim niteliğinde olanlardan biri de Lütfü Zade dir. 

 Artık, insanın en önemli niteliği olan düşünme yeteneği ve bu yeteneğin bir sonucu olan iş görme becerisi, sibernetik makineler tarafından taklit edilmeye başlandı. Zekânın davranış olarak makinelerde kullanılması, düşünmenin hesaplama olarak mantık şebekeli elektronik cihazlarda uygulanması, insan zekâsı hakkında daha ayrıntılı çalışmaları ateşlemiş, eldeki bilgilerin geometrik artışını sağlamıştır. 

Rasyonel Akıl ve Muğlak Mantık 

Önce bu bölümde anlatmak istediğimizi kısaca özetleyelim sonra detaylara girelim. 
Giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi Rasyonel akılda ikili (binary; 1,0)) sistem vardır; bir elaman ya A.ya ya da B.ye aittir. Yani rasyonel mantık için kesinlik vardır yani ya 0, ya da 1.dir. Muğlâk mantık ise çoklu (multi) sistem kullanır yani bir eleman hem A hem de B.nin üyesi olabilir. Bunun anlamı, doğru içinde görelilik olması, doğrunun 0 ile 1 arasında bir yerde olabileceğidir. 

 Klasik mantık anlayışı açısından bir eleman A kümesine ait değilse, onun olmadığı B kümesine ait olacaktır. Mesela bir elma kırmızı değilse (yani kırmızı elmalar kümesine ait değilse) B kümesinin bir elemanı olacaktır. Fakat puslu mantığa göre kırmızı olmayan bir elmayı, eğer tam olarak yeşil de değilse, belli bir yüzdeyle kırmızı olarak kabul edebiliriz. Bu durumda, tam kırmızı elmanın değeri 1 ise tam kırmızı olmayan (yeşil elmanın) değeri 0 olacaktır. Diğer bütün elmaları kızarıklık derecelerine göre, mesela „%40, %60, %90 vb. oranında kırmızıdır. gibi değerlerle nitelemek mümkün olacaktır. 

Bu durumda, klasik mantığın (bir „ a. nesnesi eğer A kümesine ait değilse B kümesinin bir elemanıdır veya) “bir şey hem A hem de B olamaz” şeklinde bilinen çelişmezlik ilkesinin dışına da çıkılmış olmaktadır; çünkü bir „ a. nesnesi mesela %40 oranında „ A özelliğini. ve aynı zamanda %60 oranında „ A olmama. özelliğini birlikte taşımak durumundadır. 

 Bu düşünüşün teknoloji alanındaki uygulamaları dışında diğer önemli yanı, dilin, düşünce ve fizik nesneler dünyasının farklı bir açıdan yorumunu mümkün kılmasıdır. Çünkü puslu mantık açısından klasik küme, fizik dünyayı ikiye yapay bir şekilde ayırmaktadır. 
Hâlbuki fizik dünyayı bu keskin sınırlar dışında, yani puslu kümeler aracılığıyla yorumlamak mümkündür; hatta bu tür bir yorum fizik nesneler için daha uygundur. Çünkü duyumlarımız, konuşma dili ve dolayısıyla düşüncemiz aslında „puslu. bir yapıdadır. Dolayısıyla, belirsizlik, bulanıklık ve puslu olma durumu fizik nesneler için de geçerli bir özellik olarak karşımıza çıkacaktır. 

 Aslen Azerbaycan Türkü olan Amerikalı sibernetikçi Lütfi Zade tarafından geliştirilen bulanık (fuzzy) mantık kuramı, iki değerli mantık kuramlarına bir alternatif oluşturmuştur. 
Lütfü Zade, felsefenin bazı problemlerini ele almış, „Makineler düşünebilir mi (?). sorusuna ve dolayısıyla yapay zekâ sorunlarına tatminkâr cevaplar vermiş; Aristoteles.ten beri süregelen ve halen sembolik mantık şeklinde varlığını sürdüren mantık ve dilbilimsel sorunlara yeni çözümler getirmiş; iki değerli mantığa, teknoloji üreten ve teknoloji ile desteklenen kuvvetli bir alternatif sunmuştur. 

 Lütfi Zade, bulanık mantık ve bulanık kümeler kuramı özetle şunu söyler; kesinlik diye bir şey yoktur. Mutlak kesin olan hiçbir şey yoktur. Her şey, matematiksel olarak ifade edersek, 0 ile 1 arasındaki sınırda değişmektedir.21 Nesnesine tam uygun bir uslamlamada "A, uzundur" diyemeyiz. "Uzunluk" kesin bir tanımlama olarak alt ve üst sınırlar arasında gidip gelmektedir. Alt sınır 0 ile, üst sınır 1 ile gösterilir. Felsefede çok iyi bilinir ki, düşünceler, temeldeki tanımlara dayanır; filozofların tanımları farklı olduğu ölçüde görüşleri de değişiklik gösterir. Bulanık mantık ve bulanık kümeler kuramı yalnızca „tanıma göre işleyen bir tür görelilik kuramıdır; göreliliği, kendi tanımladığı kümelere yükler. Bir bulanık kümenin bulanık kuralı, tanımı tam yapılmamış bir küme veya bulanık bir önermedir. 

   Lütfi Zade, nesnelerin ve süreçlerin sonlu değerli mantıkla açıklanamayacağını fikrindeydi. Buradan hareketle, 1961.de yayımladığı bir makalesinde olasılık dağılımıyla tanımlanamayan bulanık ya da belirsiz nicelikler için farklı bir matematiğe ihtiyaç olduğu tezini ortaya attı. Bu fikri, Amerika'da bilim çevreleri tarafından yadırgandı. Hatta kendisi, maddi kaynakları boşa tüketmekle itham edildi. Lütfi Zade.nin çalışmaları, “Bilimde Kesinlik” tanımından ve arayışından asla vazgeçemeyen bilim çevreleri tarafından önce kabul görmedi ve çok eleştirildi. 

   1970 lerde ise özellikle Japon bilim adamlarının bu konuda artan araştırmaları ve mühendislik uygulamaları sayesinde bulanık mantık ve bulanık kümeler kuramı artan hızla gelişti. Günümüzde ise birçok teknolojik cihazın temelinde, Lütfi Zade'nin kurduğu bu bulanık mantık yer almaktadır. Metrolar, yapay zekâ, son teknoloji bulaşık makineleri, kontrol sistemleri ve çeşitli alanlardaki algoritmalar hep Lütfi Zade'nin temellerini attığı bu fikir üzerine inşa edildi. 

  1980 li yıllardan itibaren, Lütfi Zade.nin Bulanık Mantık (Fuzzy Logic) ve Bulanık Kümeler (Fuzzy Sets) kuramından, Japonya.nın Mitsubishi, Toshiba, Sony, Canon, Sanyo, Nissan ve Honda gibi dünya devi şirketleri geniş şekilde faydalandılar. Amerikan bilim ve sanayi çevreleri bu kuramın değeri anlamaya başladılar ve kuram Amerikan sanayisinde de (başta General Motors, General Electric, Motorola, Dupont, Kodak olmak üzere) üretim süreçlerinde kullanılmaya başlandı. Hali hazırda, bu kuramdan, ekonomide, psikolojide, dil biliminde, siyaset bilimde, sosyolojide de yararlanılmaktadır. 

 Günümüzde bulanık mantık otomobillerin vites kutularından bulaşık makinelerine, elektronik devrelerin ve yapay zekânın karar verme algoritmalarına kadar oldukça kapsamlı teknik uygulamalara sahiptir. 

Bulanık mantık temelli sibernetik sistemler, yapay zekâ kuramlarını ve uygulamalarını hızlandırmıştır. İlerleyen yapay zekâ çalışmaları bilgisayar ların sanal hafıza, işlemci, bellek ve ekranlarıyla sanal dünyanın etkinlik alanını hızlı bir şekilde genişletmesini sağlamıştır. 

 Lütfü Zade, bulanık mantık kuramının sosyal bilimler, ekonomi, ruhbilim, dilbilim, siyaset, sosyoloji ve felsefe, hatta din bilim gibi birçok alanda kullanılabileceğini ileri sürmüştü 22. 

Kuram bugün, insan yeteneklerini taklit etmede, bilişsel ruhbilimde, düşünce-davranış modellerinde, risk almada, planlama optimizasyonu ve sigorta dizgeleri gibi birçok alanda kullanılmaktadır. 

Akıl Yürütme.. 

  Mantık, doğru akıl yürütme biçimlerini inceleyen formel bir bilimdir. 
  Mantıklı düşünüşün temel prensiplerine "aklın prensipleri" denir. 
  Bu prensiplerin varlığından bir an bile şüphe etmek, düşünme imkânından ve bütün ilimlerden şüphe etmek demektir. 

 Aklın Prensipleri şunlardır; 

(1) Aynılık prensibi: Bir şey ne ise odur. 
(2) Çelişkisizlik prensibi: Bir şey, aynı zamanda hem kendisi, hem başkası olamaz veya bir şey aynı zamanda hem var, hem yok olamaz. 
(3) Sebeplilik (determinizm): her şeyin bir sebebi vardır. 

 İlkel düşünüşü, mantıklı düşünüşten ayırmayı sağlayan prensipler bunlardır. 

 Akli hayatta biri diğerini tamamlayan üç çeşit faaliyet vardır; fikirler, hükümler ve akıl yürütme. Masa, kedi, taş gibi zihinde hayal meydana getiren canlı, cansız her şey fikirdir, terimdir. Fikirler, kavramlar arasındaki alâkaya ve bunun söz ile ifadesine hüküm (önerme) denir. Bilinen fikir ve hükümler yardımıyla bilinmeyenlere ulaşmaya da „ akıl yürütme. denir. 

 Akıl yürütme, iki ana dala ayrılır; tümdengelim (genelden özele) ve tümevarım (özelden genele). Tümdengelim mantığının kurucusu M.Ö. IV. yüzyılda yaşayan Aristoteles olarak bilinir. Mantık biliminin asıl konusu mantık doğrusunun taşıyıcısı olan tümdengelim.dir. Ancak, kesin sonuç vermeyen tümevarım ile analoji biçimindeki çıkarımlar da mantığın konusu olmuştur. 

 Metodoloji ve özel mantık ise zihnin düşündüğü şeyleri inceler. Zihnin dış varlıklardan, türlü olaylarda, gerçeğe arama yollarını gösterir. Mantığın en verimli koludur. 

 Klasik Newton mekaniği, her yönüyle klasik akıl yürütmeye dayanır. Klasik mekaniğinin matematiği klasik kümeler kuramına ve lineer geometriye, ortaya koyduğu mekanik dünya görüşü ise iki değerli mantığa temellenir. Ne var ki klasik akıl yürüme artık yeterince ilgi görmüyor. İlginin bu kaybedilişinin geçerli ve makul gerekçeleri var. Örnek olarak Newton kuramında, geçen zaman içinde birçok sapma yaşanmıştır. Maxwell.in elektromanyetik kuramıyla başlamış olan klasik paradigmadan sapmalar, Planck.ın kuantum kuramı ve Einstein.ın görelilik kuramı ile devam etmiştir. Von Berthalanffy ve Lütfü Zade nin Sistemler Kuramı ve Bulanık Mantık Kuramı, bu sapmayı bir yandan derinleştirirken diğer yandan pratiğe başarılı bir şekilde aktararak yeni ve ana bir yol haline getirmiştir. 

Bu kavramlar, Newtoncu dünya görüşüyle birlikte Aristoteles mantığının da altını oymuştur. 

 Aristoteles felsefesi ve bu çizgide gelişmiş olan felsefi anlayış için çıkış noktası ve öncelikli problem, fizik nesnelerin (ontolojik) varlıklarıdır. Basit bir anlatımla, “kar beyazdır” gibi bir önermede özne ve yüklem konumundaki nesnelerin varlıkları, varoluş biçimleri ve onların bizim tarafımızdan ne şekilde algılandıkları birer tartışma konusudur. Ayrıca bu tür nesnelerin hem varlık özellikleri ve mahiyetleri hem de fizik nesnelerin algılarımızla olan ilişkisi de sorgulanabilir. Dolayısıyla sonuçta, fizik nesnelere ve algılarla ilişkili olarak, en genel ifadesiyle bir “hakikat” problemi karşımıza çıkmaktadır. 

 Aristo mantığı mantık iki değerlidir. Bir önerme ya doğrudur, ya da yanlıştır. Lütfü Zade, bulanık mantık kavramını; “Matematik dünyasında her şey keskin sınırlara sahiptir, ya dairedir ya da değildir. Ya çizgiler birbirine paralel ya da değildir. Fakat gerçek dünyada „ Bu kişi dürüst müdür, ya da güzel midir?. diye sorduğumuzda sınırlar oldukça bulanıktır.” diyerek açıklamıştır. 

 Geleneksel felsefenin çok temel bir problemi olan “ Doğru nedir? ” sorusu, Bart Kosko ya göre; klasik düşüncenin çözemeyeceği bir problemdir.23 Çünkü puslu mantık için mutlak bir doğru değil, 1 ve 0 değerlerinin arasındaki bölgede ve bir süreklilik içinde düşünülmesi gereken, gri, kısmi, kesirli, bulanık bir „ doğru. söz konusudur; işte bu bakış, bize problemin çözümünü verebilir. 

 „Doğru. kavramının dil açısından nasıl ele alındığını ortaya koyabilmek için ise Alfred Tarski.yi bir çıkış noktası olarak kullanabiliriz. Tarski.ye göre „doğru., dilsel bir olguya işaret eder. Mesela “kar beyazdır” önermesinin hakkında bilgi verdiği olgu, fizik nesneler dünyasına aittir. Fakat “kar beyazdır” önermesinin doğruluğundan söz etmek istersek dilsel alana geçeriz. Çünkü doğru olmak, olgunun kendisine değil, o olguyu dile getiren önermeye aittir24. 

Diğer bir ifadeyle söz konusu türden bir önerme, olgusal bir duruma işaret eder ve eğer gözlemlerimiz bu olguyla uyuşuyorsa, önerme doğrudur. Bu durumda “doğru olan” şey önermedir; bir önermenin tasdik edilmesidir, yani dilsel bir özelliktir. 

 Özetle, hem algılarımız hem de kelimelerin anlamları klasik düşüncenin kabul ettiği gibi değildir; çünkü onlar puslu özelliktedir. Klasik düşüncenin “doğru” kavramı, zengin geçmişi ve birikimine rağmen gerek dil içinde gerek mantıktaki kullanımı açısından, “daha doğru”, “çok daha doğru” gibi parçalara ayrılmaya elverişli bir özellikte değildir; hatta böyle bir ayrıma gerek bile yoktur. Gerçi çok-değerli mantıkta üçüncü bir değer olarak mesela belirsizlik söz konusudur. Fakat neticede bir önerme, belirli, keskin sınırları olan “doğru” kavramı çerçevesinde anlamlandırılır. 

 19. yüzyıl ve modernizmle örtüşen “ya-ya da” içinde ideal bir hakikat ön kabulü taşır, “ya-ya da” ile verilen ikiliğin bir tarafı hakikati imlerken, diğer taraf mutlak yanlıştır.25 
Wassily Kandinsky.nin 19. yüzyıla damga vuran kelime olarak “ya-ya da”, 20. yüzyıl içinse “ve”yi öne çıkarır26. Ulrich Beck.e göre,27 19. yüzyıl, ayırma, uzmanlaşma, tek anlamlılık ve dünyanın hesaplanabilir olmasına çabalamadır; oysa 20. yüzyıl yan yanalık, çokluk, belli belirsizlik, çift değerlilik gibi temalara sahiptir. 

 Akıl ve Laiklik.. 

 Tarih boyunca insanlığın önündeki en büyük engellerden biri, üstesinden gelemeyeceği kadar büyük güçlerin varlığına ve kaderi alt etmenin imkânsızlığı na kanaat getirmesi olmuştur. Ancak, böyle engellerin zaman zaman etrafından dolaşmak mümkün olabilmektedir. Dinler böyle bir yolculuğa hizmet etmekteler. William P. Alston, bir dinin yedi unsurunu şu şekilde belirlemektedir:28 

(1) Doğaüstü bir güce inanmak, 
(2) Doğaüstü güç ile iletişim kabiliyeti, 
(3) Başka bir gerçek olduğuna inanmak, 
(4) Dini olmayan ve kutsal olan ayırımı, 
(5) Dünyada insanın rolüne ilişkin düşünceler, 
(6) Davranış şekli, 
(7) Yukarıdaki düşüncelere bağlı bir toplum. 

Psikolojik araştırmalara göre dinin yoğun yaşanması genellikle insanüstü yapılara olan ilgi ile bağlantılıdır. İnsanlar tek ve büyük bir karar vererek sorunlarını çözebileceklerine inanmak istemişlerdir ama bu onları her gün vermeleri gereken yığınla küçük karardan kurtaramamıştır. İtaat otobüsüyle çıktıkları yolculuk her zaman bol molalı olmuş, otobüs inip gitmenin ayartıcı çağrısı her zaman onlara eşlik etmiştir. 

Dinler ise ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra içinde kendi içinde anlaşmazlığa düşmüş, düşünce ayrılıklarına katlanamaz olmuş, zora başvurarak saygı kazanmaya çalışmış, birbirilerine eziyet etmiş, menfaat aracı olmuş ve bu yolda iktidar sahiplerinin müttefiki ve taklitçisi olmuşlardır. Dinler veya din simsarı iktidar sahipleri ne zaman güç hırslarına kendilerini kaptırıp, keyfi yönetim ve zorbalığa başvurdularsa, insanlar da eninde sonunda inançlarına sırt çevirip yeni avuntuların, yeni ideallerin peşine düşmüşlerdir. İnananların pek çoğu tek gözlü olmayı ve kendi hakikatleri dışında hiçbir şeyi görmemeyi tercih etmişlerdir. 

 Her dinin bin bir ayrıntı etrafında çekişmelere sahne olması şaşırtıcı değildir. Zaman zaman eften püften veya akademik gözükse de, ayrıntılar her dinde önemlidir. Bu yüzden dinler, pek çok kilise, mezhep ya da tarikata bölünmüştür, bunun tek nedeni inatlaşma değildir. 

Modalara ve görgü kurallarına hitap etmeyi, başkalarının onayını kazanmayı, herkes ne kadar yapıyorsa aynısını yapmayı vaaz eden bir dinin ne kadar müridi varsa, bir o kadar da bu cemaattenmiş gibi görünmeye çalışan mürit heveslisi vardır. Başkalarının neler yaptığını, eğilimlere ayak uydurma kisvesinin ardında hangi yalanların gizlendiğini tamı tamına anlamak ve neye ayak uydurulacağına karar vermek giderek güçleşmektedir. 

 Katolik felsefesinin kurucusu Thomas Aquinas a göre, insanın tabiî olarak bildiği veya bu bilgilerden çıkarım yaparak elde ettiği şeyler gibi, bazı aklî hakikatlerin bilgisi için, insan fıtratına yerleştirilen tabiî ışık yeterli olup ilave bir ışığa ihtiyaç yoktur. Bununla birlikte Thomas, tabiî aklın sınırları içinde kalan hakikatler için ilave bir ışık değilse de ilâhî etkinin gerekli olduğunu vurgular.29 İlâhî hakikatler kendi tabiatları açısından bakıldığında, özleri itibariyle en akıl edilebilir şeyler olup, her ne kadar insanın bilme şekliyle bilinemeseler de onlar, Tanrı tarafından kendi bilme şekline uygun olarak bilinirler. 

 Martin Luther.e göre; “akıl, şeytanın aşüftesi” idi. Bilime tapan Çinliler arasında bile bilginin mutluluğu öldürdüğünü söyleyen Taocular çıkmıştır. Çinliler hiçbir zaman tek felsefeye mahkûm olmadılar. 
Konfüçyüs çülük, Taoculuk ve Budacılık kişiliğin farklı cephelerine hitap ediyordu ve Çinliler bunları birbirine harmanlamayı biliyorlardı. 

 Siyaset felsefecisi Montesquieu.ya göre; aklın keşfedebileceği ve ardından ortak yarar için biçimlendirebileceği, altta yatan bir neden her zaman vardı. Dünyayı kader yönetmezdi. 
Her monarşide yükselişe, mevcudu korumaya ve düşüşe yol açan fiziksel olduğu kadar, entelektüel genel nedenler vardır. İnsanlar arasındaki ilişkiler, toplum düzeni ve hukuk kuralları ya inanç sistemlerine göre düzenlenecek, ya da akıl esasına göre, akıl temel alınarak düzenlenecektir. 

 İslam dininin dünya ve ahiretle ilgili işleri dört (bilgi) kaynaktan elde edilir. Bunlara şeri deliller denir. Bu dört kaynak sırasıyla şöyledir; 

(1) Kitap; Hz. Muhammed.e vahiy yolu ile indirilen Kur.an.ı Kerim. 
(2) Sünnet, Peygamberin sözleri, işleri ve hatta sükût etmeleridir. 
(3) İcma, Müslüman din âlimlerinin dini bir konuda fikir birliğine varmaları demektir. 
(4) Kıyas; dini manada, hakkında ayet ve hadis bulunmayan bir konuyu, benzerliklerinden hareket ederek, başka bir konu ile karşılaştırmaktır. 

Kuran akıl yürütmeye, düşünmeye, akletmeye, tefekkür etmeye, akıl erdirmeye ve ibret almaya çok sık atıflarda bulunur30. 

Hz. Muhammet, bir saat akletmeyi ve düşünmeyi bir sene nâfile ibâdetten hayırlı saymıştır. 

Ancak, İslam dünyası ilk zamanlarından beri İslam ile ilgisi bulunmayan çok ciddi bir cehalet ortamındadır ve İslâm hakkındaki yorumlar bazen birbirine tamamen zıt akımlara ayrılmıştır. Bunlar, referanslarını eski toplumların ihtiyaçlarına cevap veren, pek çok konuda artık yetersiz kalmış fıkıh ve tasavvuf kaynaklarıdır. Müslüman toplum irrasyoneldir ve birçok yönüyle hala Orta Çağların geleneksel Müslüman toplumudur ve asıl mesele de budur.31 

Sadece Türkiye.de değil tüm dünyada Müslüman Orta Çağ.da kalmıştır. 

 Burada din ve dogma ilişkisine de yer vermeliyiz. Dogmatizm; bir dogmaya, inanca soruşturmadan, araştırmadan inanan ve bu dogma veya inancı körü körüne savunan, sonrada başkalarına buyurmayı doğru bulan önyargılı insanın zihinsel tavrını ve ondan kaynaklanan belli bir dayatma ve buyurgan davranış formunu ifade etmektedir32. 

Aklın eleştirisi yaparak onu dogmatizmden kurtarmak isteyen Kanta göre dogmatik inanç, inanca bilgi kisvesi giydirip, onu salt aklın bir ürünü saymaktır 33. 

 Akılcılığın seküler versiyonunun doğuşu, modernite ile tarihlenir. Hümanizma temelinde, yeni toplumun ve bireyin tarih sahnesinde belirmesiyle, geleneksel kozmik referansları ortadan kalkar. Modernitede. seküler akıl dışındaki kılavuzlara ihtiyaç yoktur. 

Sekülerlik, toplum hayatında metafizik ve dini dogmatizmi bir kenara iterek aklı öne çıkaran Modernizmin bir sonucudur. 

 Din ve modernleşme arasında birbirinin etkisini azaltan bir ilişki olduğu görülmekte dir. Sekülerliğin işlevi toplumun dini olarak farklı kesimlerini bir arada huzur içinde tutmak kadar, devlet ve dünya işlerinde Tanrının kitabını değil, aklın esaslarını uygulamaktır. Liberal demokrasilerde sekülerizm, çok kültürlülük probleminin çözümü iken İslam ülkelerinde bu zayıflık olarak görülebilmektedir. 

 Sekülerlik, modern ve evrensel bakış gerektirir. Pek çok dinin yaptığı gibi geçmişin altın çağlarına ve kutsal yükümlülüklere değil, akıl ve mantık yolu ile bilimi sevdirmeye çalışır. Daha çok evrensel prensipleri ve değerleri savunduğundan kültürel kapsamdadır. 

 Akıl, normal zekâya sahip olan bütün insanlar için geçerli ortak bir iletişim ve uzlaşma aracıdır. Oysa inançlar, kişiden kişiye, toplumdan topluma değişirler. Aynı inanç sistemine ait kişilerin algılaması ve yorumlaması da kişiden kişiye değişebilir. Kendi inanç sisteminin mükemmel olduğuna inanan sistem, akla dayalı eleştirileri devre dışı bırakmakta, kendi inanç sisteminin kapsadığı her şeyi doğru, dışındakileri yanlış kabul etmektedir. 

Eleştirilemeyen ve değiştirilemeyen sistemler zamanla toplumun gelişmesini önler hale gelmiş, yozlaşmışlardır. 

Laiklik, toplum ve devletin temel referansının inanç değil, akıl olması anlamına gelmektedir. Devletin inanç yerine akıl temeline dayanması, Laikliktir. 
Devletin akıl temeline dayanması ve din temeline dayanmaması için, devletin din tarafından kontrol edilmemesi, dini kurallara bağlı olarak 
yönetilmemesi gerekir. 

Sonuç; Aklın Yolu Tıkalıdır.. 

Bilim, insanın geliştirdiği pek çok düşünme biçiminden biridir ama en iyisi olduğunu kimse iddia edemez. Bilim adamlarının en büyük sorunları kendi üzerlerine attıkları düğümlerdir. Başlangıçta hikmet bilgisinin peşine düşülmüş ve „gerçeğin ne olduğu. ve „gerçek bilgisine nasıl ulaşılabileceği. ile ilgili tartışmalar binlerce yıl sürmüştür. Ancak, Rönesans ile birlikte bir hedef kayması oldu; gerçeğin peşindeki ilimlerin tecrübeye verdikleri önem yanlışlıkla deneysel ilimlerin doğmasına sebebiyet verdi. Rasyonalist gelişmeler gittikçe hız kazandı. Hermes.in ruhta gerçekleştirmeyi düşündüğü devrim (dönüşüm), Rönesans aydınlarınca dışta yapılmaya çalışıldı. İlk dönemlerin kutsal ve bütüncül simya 
anlayışı, modern kimyaya; astroloji anlayışı, modern astronomiye; maji anlayışı, modern bilime dönüşecektir. Okült (gizli) bilimler, maji, astroloji, simya farklı doğrultuda çatışmaya başladı ve cadılar ya da büyücüler gibi şarlatanların ellerinde kaldı. 

Dünyanın en etkili bilim adamı olduğu açık ara kabul gören İsaac Newton (1642-1727), Tanrı.nın başlangıçta Nuh.a ilettiği, sonra Musa ve Pisagor.a geçen ve sonunda doğadaki ve İncil.deki gizli kodları okuyabilen peygamberlere ve kendisi gibi az sayıda seçilmiş kişiye sözlü olarak indirilmiş dinsel ve bilimsel konularla ilgili gizli ve bozulmamış bilgilerin var olduğuna inanıyordu. Gizli bilgiler ararken, 1670.lerin ortalarından 1680.lerin ortalarına kadar Newton zamanının ve çalışmalarının önemli bir bölümünü simya doldurmuştu. Pozitif düşünce ve bilimin giderek daha da ağırlık kazandığı bir dünyada okült ya da gizli bilimler, görünmez dünyaya hala bizden saklı başka bir gerçekliğe erişim sunabilir. 
Ancak, bilgi, yeni olgular halinde ayrıştırılarak incelenmek yerine genellikle, eski inançları doğrulamakta kullanılmıştır. Pek çok kurumun eninde sonunda yerini aldığı kurumdan farksız hale gelmiş olması bu yüzdendir. 

 Eskiden bilim dallarını birbirinden ayıran sınırlar, birbirlerini anlamayan uzmanlar üretiyordu. Bugün ise bilgi, büyük ölçüde bu sınırlarda delikler açma yoluyla ilerleme kaydetmektedir. Bilginin peşinde son derece zevkli bir yolculuk yapabilirsiniz ancak bindiğiniz trenin kısacık bir yan yola sapması, daha ileriye gitmeyi reddetmesi, hedefini unutması ihtimali de vardır. Bilgi yolculuğu sık sık zihni uyuşturan bir tekrarcılığa yuvarlanmıştır. Uzmanlığın ve esrarın halesiyle çevrili bu ezoterik miras, bugün, her mesleğin kendini korumak için icat ettiği jargonda varlığını sürdürmektedir. Bilgi hala kendi kuyruğunu yiyen bir yılandır. Bilgiyi kendi içinde bir amaç haline getirmek, onu ne için kullanacağınıza karar vermenin sıkıntısından kendinizi kurtarmanın bir başka yoludur. 

Tüm profesyonel bilgi tacirleri, bilginin tek başına yeterli olmadığını bilir. 
Özetle Aklın Yolu tıkalıdır. 

 Peki, ne yapmalıyız? 

- Öncelikle akıl edemediğimizi bulmak için yeni bilgi edinme (epistomoloji) yöntemleri geliştirmeliyiz. 
- Bilime bakışımızı gözden geçirmeli, metafiziği yeniden ele almalıyız. 
- Çağımızın bilgi edinme bolluğundan yararlanmalıyız. 

Ne demek istiyoruz? Son yıllarda bazı bilim insanları, insanların duyu ötesi algı (extra sensory perception) ile metafizik alana ulaşabileceklerini iddia etmeye başladılar. 
Beyninizdeki ayna nöronlarının potansiyeli iyi kullanıldığı takdirde metafizik yani normal bir insanın akledemeyeceği şeyleri düşünme olasılığınız ortaya çıkıyor. Ayna nöronları yeterince araştırılmamıştır ve metafizik olgulara dair yeni anlamalar sağlama potansiyeli değerlendirilmelidir. Uzay-mekan bükülebildiğine göre metafizik için çok uzaklara gitmeye gerek yoktur. 

 Bilime bakışımız değişmelidir. Sadece gizli bilimleri bir kenara itmedik, yaşadığımız pragmatik teknoloji çağında temel bilimler de büyük bir gerileme içindedir. Çünkü bilimin yerini ticari amaçlı teknoloji almaktadır. Ancak, bilim alanına bugün hala bildiklerimiz bilmediklerimiz yanında engin bir okyanustaki küçük adacıklar gibidir. Bilimin entelektüel geleceği için biyoloji, fizik, kozmoloji ya da henüz bilmediğimiz disiplinlerde bizi kökten yeni formülasyonlara yönlendirecek problem alanlarını keşfetmeliyiz. Tekrar edecek olursak, 
modern bilimler aslında gerçek bilimin kırıntılarıdır. Kendilerini bütünlemek ihtiyacı duyduklarında, bunun esaslarını okült ve ezoterik bilimlerde aramak zorunda kalacaklardır. 

Özetle, Newton un kaldığı yerden yeniden başlamalıyız. 

 Önümüze çıkan bugünün devasa bilgi hacmi karşısında ilk yapılması gereken onu tasnif etmekti. Sonra bağlantıları kurmak için “yapay zekâ” ihtiyacı ortaya çıktı. Olasılık teorileri de, şartlı olasılık yöntemleri ile hesaplayarak öngörülerde bulunmaya yardımcı olmaktadır. Bilgi - Hafıza - Arşivleme; network ile bilgiyi sevk ve idare (elektronik bilgi alt yapısı) büyük bilgi baş etmenin formülüdür. Ancak, bunlar yetmez; zekâ, sezgi ve algı önemlidir. Bunlar Feyenard ve Lacanc terminolojisinde yer alan „bilinen bilinmeyen. olgusu bilinçdışı ile „bilinmeyen bilinmeyen. ise travmalarla ilgilidir. Bu konu yapay zekâ çalışmaları ile birlikte ele alınmalı, insan beynine eklemlenmesi ile oluşacak sezgi kapasitesi 
geliştirilmelidir. 

 Sizlere dönecek olursak; ne yapmalısınız? Birçoğumuz yansıtamıyor, bağlantı kuramıyor çünkü beyin boş, bilgi olmayınca bağlantı kuramıyor, üstelik beyin yavaşlamış, gördüğünü de algılayamıyor. Bol bol okumalı, Uğur Mumcunun dediği gibi Önce bilgi sahibi., Sonra Fikir sahibi olmalıyız. Beynimizi yanlış ve boş bilgilerle doldurmamalıyız. Ortaçağda ana teması dindi; Aydınlanmanın ise Akıl.dı. 19. ve 20. yüzyıllarda ise, tarihi harekete geçirici bir güç olarak gören bakış açısıyla bir araya gelmiş milliyetçilikti. Bizim çağımızın egemen kavramları „bilim ve teknoloji. olsa da çağımız hala Akıl Çağı dır. İnsanoğlu öğrenerek doğayı ve doğa güçlerini anlayabilir, kâinata hatta insanın geleceğine ancak akıcılık ile yön verebilir. Ben, Newton.un bıraktığı yerden devam ediyorum. 

DİPNOTLAR;

1 Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, (İstanbul, 2005), 55. 
2 Viktor E. Krankl, İnsanın Anlam Arayışı, Okyanus Yayınları, (İstanbul, 2010), 9. 
3 Webster.s Third New International Dictionary, Merriam-Webster, Springfield MA, 1981. 
4 Ikujiro Nonaka and Hirotaka Takeuchi, The Knowledge Creating Company, Oxford, (New York, 1995), 37. 
5 Brian P. Copenhaver, Hermetica: The Greek Corpus Hermeticum and the Latin Asclepius in a New English  Translation, Cambridge University, (1995). A.N. Dock, A.J. Festugiere, Corpus Hermeticum, Paris, (1954).  Corpus Hermeticum.un Türkçe metni için bakınız; Mahmud Erol Kılıç, Hermeslerin Hermesi, Sufi Kitap,  (İstanbul, 2018), 70-98. 
6 Ruhun bu aslına doğru yükselişine Latinler Ortaçağ.da “Itinerarium mentis in Deum “Aklın Tanrı.ya doğru yolculuğu” derlerdi. 
7 Andre-Leroi-Gourhan, Gesture and Speech, MIT Press, (Cambridge, 1993), 19-36. 
8 Sedat Şenermen, Tarihsel Uygulamalarla Akıl Tutulması Kitlenme, Nergiz Yayınları, (İstanbul, 2017), 38. 
9 Şenermen, a.g.e., (2017), 38-40. 
10 New Scientist, Akıllı İnsanlar Niçin Aptalca Şeyler Yapar? Der.: R.Oksay, (19 Nisan 2013). 
    http://www.yeniyaklasimlar.org/m.aspx?id=4672 
11 Gerald Crabtree, Trends in Genetics, Our Fragile Intellect, Trends in Genetics, Jan 2013, Vol. 29, No.1, 1. 
12 Aristoteles, Metafizik, Çev. A.Arslan, İstanbul: Sosyal Yayınlar, (İstanbul, 1996), 21. 
13 Aristoteles, Fizik, Çev.S.Babür, YKY, (İstanbul, 2014), 1. 
14 Aristoteles, Nikomakhos’a Etik, Çev. S Babür, Hacettepe Üniversitesi Yayınları, (Ankara, 1998), 76. 
15 René Descartes, Metot üzerine Konuşma, Çev: A.Altınörs, Bilge Kültür-Sanat Yayınları, (İstanbul, 2017), 15. 
16 G.W. Friedrich Hegel, La raison dans l’Histoire, Plon10/18, (Paris, 1965), 47. 
17 Immanuel Kant, Crituque of Pure Reason, Cambridge University Press, (1998), 45. 
18 Cristopher Falzon, Foucault ve Sosyal Diyalog, Çev.: H.Arslan, Paradigma Yayınları, (İstanbul, 2001), 2. 
19 Paul Feyerabend, Akla Veda, Çev.: E. Başer, Ayrıntı Yayınları, (İstanbul, 1995), 43. 
20 Mark Neufeld, Reflexivity and International Relations Theory, Millienium: Journal of International Studies, C.22 No.1, (1993), 73. 
21 Lothi .A. Zadeh, “Calculus of Fuzzy Restrictions”, Fuzzy Sets and Their Applications to Cognive and Decision Processes, Eds. L.A.Zade, King-Sun Fu, K.Tanaka, M. Shimura, Academic Press, (1975). 
22 George J. Klir & Yuan, Bo, Fuzzy Sets and Fuzzy Logic. Theory and Applications, Prentice Hall, (1995). 
23 Bart Kosko, Fuzzy Thinking, Flamingo Kasko, (1994), 80. 
24 Alfred Tarski, Life and Logic, Cambridge University Press, (2008), 45. 
25 Necati Erbil Ertürk, Dijital ve Varoluş: Dijitalin Soykütüğüne Doğru, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Dijital Çağ, Yıl: 21, Sayı: 86, Eylül-Ekim 2018, 165. 
26 Wassily Kandinsky, Sanatta Ruhsallık Üzerine, Çev. G.Ekinci, Altıkırkbeş Yayınları, (İstanbul, 2005). 93. 
27 Ulrich Beck, Siyasallığın İcadı, İletişim Yayınları, (İstanbul, 1999), 9. 
28 William P. Alston, Perceiving God: The Epistemology of Religious Experience, Cornell University Press, (1993), 86. 
29 Aquinas, Faith, Reason and Theolog:, Questions I-IV of his Commentary on the De Trinitate of Boethius (Trin.),  Çev. Armand Maurer, Pontifical Instit-te of Medieval Studies, (Toronto 1987), 73. 
30 Bakınız; Âl-i İmrân Sûresi: 7; Ankebût Sûresi: 43; Mü.min Sûresi: 54; Ra.d Sûresi: 19; İbrâhim Sûresi: 52;  Enbiyâ Sûresi: 67; Zümer Sûresi: 9; Mâide Sûresi: 103; Kasas Sûresi: 60; Talak Sûresi: 10; Zuhruf Sûresi: 3; Ankebût Sûresi: 63; Sâd Sûresi: 29; En.am Sûresi: 32; A.râf Sûresi: 169; Enfâl Sûresi: 22; Yûsuf Sûresi: 109; Nûr Sûresi: 61; Yûsuf Sûresi: 111; Tâhâ Sûresi: 128; Haşr Sûresi: 2. 
31 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, 10. Baskı, (İstanbul, 2009), 169. 
32 Karl Heinz Hillmann, Wörterbuch der Soziologie. Kröner Verlag, (Stuttgart, 1994), 158. 
33 Theodor Reik, Dogma und Zwangsidee, Internationaler Psycho-analytischer Verlag, (Leipzig, 1927), 81. 


***

AKLIN YOLU.. BÖLÜM 1

AKLIN YOLU.. BÖLÜM 1




Prof.Dr.Sait Yılmaz 
24 Mayıs 2019 


“Yalnızca iki şey sonsuzdur; evren ve insanların aptallığı. Ancak ilki hakkında kuşkularım var.” 
Einstein 


Giriş 

 Bir insanın beyninin düzgün çalışıp çalışmadığını anlamak için istihbarat örgütleri iki aksiyomu çeşitli şekillerde test ederler. Birincisi “ayna (mirror)” aksiyomu olup, beynin görünen şeyin aynısını algılayıp-algılamadığına bakılır. Örneğin bir kümede (mesela bir çiftlikte) gördüğü tüm elemanları sağlıklı bir şekilde yansıtabiliyor mu? Beynin taşıyıcı ayna nöronları yetersiz olanların zihin kurgusu ve empati yeteneklerinde sorunlar vardır. Bu yetersizliğin ileri safhası ise otizme varmaktadır. İkincisi ise “geçiş (transitive) farkındalığı” aksiyomudur ve burada beynin bağlantı kurma işlevi kontrol edilir. Örneğin A, B.den büyükse; B.de C.den büyükse, A.nın C.den büyük olduğunu kurma bağlantısını algılaya bilmeli dir. 
Ya da farklı renkleri algılama yeteneği de bu aksiyom kapsamında dır. 

Beyni doğru çalışmayan bir insan ehil değildir, yani bırakın bir işte çalışmayı, mahkemede bile yargılanamaz; çünkü akli işlevleri yerinde değildir. Ama bu tür insanların çoğu kontrolsüz bir biçimde içimizde yaşar hatta devlet adamı ya da şirket yöneticisi olmuşlardır. Bu akılsız ve psikopat insanlar, belki de müdür ya da profesör olarak başınızdadır ve kendi algılama sorunları nedeni ile size hayatı yaşanmaz hale getirebilirler. Özetle bir insana akıllı diyebilmemiz için iki aksiyomu yerine getirebilmelidir; ayna ve geçiş farkındalığı. 

 Son yıllarda bazı bilim insanları akıl ve beyin işlevleri ile ilgili çalışmalardan yola çıkarak kişilik modelleri tanımladılar ve hatta bu modellerden suça eğilimli insanları analiz ettiler. Bilim dünyasında aklın kullanılması ile ilgili iki projeksiyon söz konusudur; 

- Batının kullandığı “ Rasyonel Akıl ”, 
- Doğunun kullandığı “ Muğlâk Mantık”. 

Rasyonel akılda ikili (binary) sistem vardır; bir elaman ya A.ya ya da B.ye aittir. Batı felsefesinin temeli olan rasyonel akıl, „kesinlik. üzerine dayalıdır. 

Muğlâk mantık ise çoklu (multi) sistem kullanır yani bir eleman hem A hem de B.nin üyesidir. Burada görelilik söz konusudur, tam kesinlik yoktur. Örneğin bir suyun sıcaklığı soğuk ve sıcak arasında bir yerdedir. 

Rasyonel aklın mantığı Sokrates ve Aristoteles.e kadar uzanırken, muğlâk mantığın tanımı ancak 1961 yılında ABD.de yaşayan bir Azerbaycanlı Türk tarafından yapıldı. Bu mantıktan yararlanarak yapay zekâ çalışmaları başlatıldı. Bizim hayatımız da, tercihlerimiz de genellikle muğlâk mantığa dayalıdır. Çünkü hayatımız da pek çok karar veya olgu varsayıma dayalıdır. “Allah vardır ve tek.tir” demek bir varsayımdır, bunu ispat ile uğraşmayız. 
Yönetmek işi de böyledir; varsayımlara göre idare etmek. Bu makalede, akıl üzerinden uzun bir yolculuğa çıkarak tarihten bugüne aklın, bilimin ve dinin, en önemlisi aklın yolunun nereden nereye vardığını ya da varamadığını sorgulayacağız. 

 Akıl, Zeka, Mantık ve Ruh.. 

 Felsefe Sözlüğü.ne göre; akıl, genel olarak, insanda var olan soyutlama yapma, kavrama, bağıntı kurma, düşünme, benzerliklerin ve farklılıkların bilincine varma kapasitesi, çıkarsama yapabilme yetisidir.1 Ünlü Alman filozof Gottfried Wilhelm Leibniz için akıl; aynılık, çelişmezlik, üçüncü hâlin imkânsızlığı ve yeter-sebep gibi evrensel ilkelerle işleyen bir melekedir. 

Basit bir tanımla; akıl, olaylar ve olgular arasında gerçekçi bir şekilde sebep-sonuç ilişkisi kurabilme becerisidir. Ancak, akıl somut olarak ölçülemez. Akıl herkese eşit olarak paylaştırılmış gibi görünse de herkes „akıllı. sıfatıyla anılmaz. Akıllı bir insan doğru ve yanlışı, yalan ve gerçeği ayırt edebilme yetisine sahiptir. Yaşımız ilerledikçe, olgunlaştıkça, aklımız da gelişir. 

 Zekâ; bir olayı önce anlama, ilişkileri kavrama, yargıda bulunma, daha sonra açıklayarak çözme yeteneğidir. 
Zekâ, bilgi değil, değişen durumlara göre hareket etmek için yaratılıştan gelen bir kapasitedir. 
Zekâ, beynin algılama hızıdır. 
Bilindiği üzere IQ testi ile ölçülebilir ve her insanda eşit bulunmaz. Zekâ sadece analitik değil, duygusal ya da sosyal de olabilir. 

 Zekâ, etik bir anlam taşımaz, nötrdür. Bu durumda zekânın daha teknik, akılın ise daha etik bir boyutu olduğunu söyleyebiliriz. Zeki bir insan çözüm üretebilir, akıllı olan ise ürettiğini olumlu yönde uygulama kabiliyetine sahiptir. Bir besteci müzik yapıtını aklı ile değil, zekâsıyla yaratır. Aynı besteci, en basit matematik denklemini çözemeyebilir. Burada devreye zekânın, algı ve hafıza yeteneğine göre farklılık göstermesi girer. 

 Peki "Akıllı kişi, doğru olanı seçen ve doğru olanı yapan kişidir" diyebilir miyiz? Burada da devreye „mantık. girer. Doğru düşünme, kendini akıl yürütmede gösterir. Akıl yürütme, verilen ilk yargılardan sonuç olarak yeni bir yargı çıkarma işlemidir. Gerçeğe uygun olan yargı (önerme) doğru, uygun olmayanı da yanlıştır. Doğru ile yanlış arasındaki yer “doğruluk değeri” olarak ifade edilir. Aklı yürütmede tümden gelim ve tümevarım metotlarına daha sonra döneceğiz. 

 İnsan dehası ve zekâsı söz konusu olduğunda, aklımıza çoğunlukla en zeki ve en yetenekliler gelir. Ancak, en zeki insanların bile aptalca kararlar aldıkları, zekâları ile bağdaşmayan davranışlarda bulunduğu gözleniyor. Aptallık, büyük ölçüde gereksiz detayları elimine ederek kısa yoldan çözüme ulaşmaya çalışan zihnin, mantığı tümüyle rayından çıkarmasına bağlanıyor. Beynin bu eğilimine “höristik strateji-zihinsel kısa yollar” adı veriliyor. 

 Mantıksız, saçma, budalaca fikirlerin peşinden gidenlerin hepsi düşük IQ lu değildir. 

IQ testlerinden yüksek bir puan almanız sizin aptallık yapmayacağınız anlamına gelmez. 

IQ derecesini belirleyen çeşitli faktörler vardır. Zekâ farklılığının % 30.u, içinde yetiştiğiniz koşullardan, örneğin beslenme ve eğitimden kaynaklanır. 

 Akıl ile ilişkili diğer başlıca kavramlar, “ruh”, “akıllı ruh” ve “anlama yetisi”dir. Ruh, din ve felsefede, insan varlığının maddi olmayan tarafı ya da özü olarak dinlerin ve ruhçu felsefelerin insanın vücudunda bulunduğunu kabul ettikleri, yaşamın özü saydıkları, canlılığı sağlayan, maddesel olmayan varlık, ölümsüz sayılan töz, ilkedir. İnsan ruh ve bedenden oluşan bir canlıdır. 

 İnsan ruhtan öte bir şeydir, bir nesne de değildir. İnsan nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır2. Aslında çoğunluk tarafından dini bir motifle ele alınan ruh, bu anlamda insanın öldükten sonra da yaşamını devam ettiren tarafı ve bedeni ayakta tutan enerji olarak bilinir. Bu anlayışa göre, ölümün tanımı ruhun bedeni terk etmesidir. Ruhun ölümsüzlüğü düşüncesi sonlu bedenimizin bir ömre sığdıramadığımız arzularının bir ürünüdür. 

 İnsan ruhunun düşünmek, akıl etmek, tasavvur etmek, bir hükme varmak gibi faal/aktif yansımaları ise „akıllı ruh. kavramında toplanır. İnsan ruhunun akli yanı kadar öyle olmayan yanları da vardır. Onun faal/etkin olmadığı edilgin/pasif hâllerini belirtmede “duygu etkisi (passion)” terimi işlevseldir. Duygular, ruhun maruz kaldığı, tesir altında kaldığı, etkilendiği korku, hiddet, elem, aşk, vb. hâllerdir. Aklımıza gelen her şeyi isteyebilir (düşünebilir) olup, aklımıza gelen her şeyi bilemememiz, istediklerimiz ve bilebildiklerimiz arasında belli türden bir uyumsuzluğa yol açmaktadır. 

 Anlama, bir şeyi tecrübe, ilgi veya temas kurmak yolu ile belirli bir ölçüde aşina olarak bilme durumudur.3 Bu aynı zamanda gerçeğe ulaşmak için insan beyninin dinamik gerekçelendirme sürecidir.4 Anlam (logos), mantıktan (logic) daha derindir. Orta Çağ.da bazı papazlar, her şeyi insanlar için yarattıklarını düşündüklerini Tanrı.nın sivrisineği neden yarattığını anlayamadıkları için dinden çıkmışlardı. 

 Anlama yetisi (sezgi) ile akıl arasındaki anlamsal nüansı meydana getiren şey, ilkinin aklı kullanmaya yönelik (discursive) işleyiş tarzıdır. Anlama yetisi bu itibarla aslında sadece aklın özel bir çalışma biçiminin adıdır. “A, A.dır”, “düşünüyorum”, “varım”, vb. dolaysız hakikatleri sezen aklın yanında anlama yetisi bazı ilk yargılardan hareketle çıkarılan sonuçlar olarak dolaylı hakikatler sunar. Yani denebilir ki anlama yetisi; sezgisel (içgörüsel, intuitive) hakikatlerin kendisinden kaynaklandığı meleke olarak aklın, sezgiye tabi hakikatlere varmak 
üzere işleyen hâlidir. 

 Özetle, sorunumuz doğru bilginin ne olduğu ve nasıl elde edileceğidir. Bu bilgi her ne ise gerçeğin farkındalığını yaratacaktır. Doğru bilgiye sahipsem, bir gerçeğin de farkındayım demektir. Bu bilgiyi elde etmek için uygun yöntem mantığı kullanmaktır. Yani mantığı kullanma kapasitem „akıl.dır. Gerçeği bulmak için aklı yürüttüğüm zaman yeni bilgiye ulaşırım. Mantık, gerçekle uyumlu düşünme yöntemidir. 

 Bilgi, şeylerin nasıl olduğuna bakarak akıl yürütme ile sağlanır. Kimlik aksiyomuna göre; „şeyler ne ise o.dur. Yani sandalye, sandalyedir, masa değildir. Şeyler, varlıkları ve özellikleri ile benzerdir. Bilgi gerçektir ve insanın aklı ve mantığı kullanma kapasitesi ile elde edilir. Ancak, görecelilik (relativity) teorisi ve kuantum mekaniği kimlik prensibinden sapmaktadır. Görecelilik teorisi bilginin gerçek olduğuna karşı çıkarken, kuantum mekaniği ise parçacıkların mutlak özellikleri olmadığını söyleyerek ters düşer. 

 Öte yandan farklı insanlar farklı duyu bilgilerine sahiptir. Örneğin bir anıta bakan insanlar durdukları yere göre farklı izlenimlere sahip olabilirler. Her biri anıt için farklı bir görüntüye sahiptir. Bu yüzden insanların aynı şey hakkında farklı açıklamaları olabilir ya da aynı sandalyeye bakıp, farklı akıl yürütmelerle farklı sonuçlara ulaşabilirler. Bazen de sonuçlara farklı yöntemlerle ulaşılabilir. 

Yaratılış ve Akıl.. 

 Peki, akıl neden insana verildi? Tanrı.nın verdiği aklın sınırları neler? Akıl ile ne yapmamız isteniyor? Bu konu ile ilgili analize din ve laiklik bölümünde de gireceğiz. Önce Hermetik bilgilerle başlayıp, sonra felsefe ve akıl konusuna odaklanacağız. 

Hermes.in hikâyesi Âdem.in yedinci kuşak torunu olarak Nuh Tufanı öncesinde başlar. Daha sonra Mısır.a uzanır ve antik Grek inancından İslam.ın söylemine (İdris Peygamber olarak) aktarılır. Hermes.i binlerce yıldır cazip kılan Tanrı bilgisine (hikmet) ulaşmak için öngördüğü akıl yolculuğu ve yaratılış kozmolojisi oldu. Şimdi Hermes.e atfedilen Corpus Hermeticum.dan (CH) seçtiğimiz cümlelere bakalım.5 

“Yüce Akıl (Tanrı), kendisine benzeyen bir yaratık olan (gayr-i cismani) insanı yaratır. Bu insandan her biri (CH I; 16-17); 

1. Toprak ve sudan mamul bir kesif beden, 
2. Ateş ve havadan mamul bir hayati ruh (pneuma), 
3. Cismani olmayan bir nefs ve akıldan mürekkeptir. 

Ruh (nefs) bedendedir, akıl ruhtadır, Tanrı akıldadır. Akıl, ruhun üzerinde faaldir. 
Ruh, havanın üzerinde faaldir. Hava da kesif maddeler üzerinde faaldir. ( CH XI; 13b, 14a). 

Kâinat, Ruhlarla (nefslerle) doludur. İnsan ruhu, külli ruhun (Tanrı) parçasıdır. Ruh, kısa bir zaman için yeryüzüne inecek, maddeyle birleşecek ama maddeye boyun eğmeyecektir. 
İmtihanı kazanamazsa o ruhta bulunan ilahi nur sönecek ve ruhu yalnız başına karanlık içerisinde bırakıp yukarıya doğru gidecektir. Ruh da ışıksız kalınca, karanlığın içinde eriyip tükenecektir 6. 

Bilginin her parçasında hakikat nüvesini taşıyan bu şarta bağlı olmayan ve değişmeyen unsur, saf Ruh ya da Akıl’dır. Varlıklar içerisinde yalnızca insan, İlahi Aklı tam manasıyla yansıtabilen dir. 

Böylece her şey Tanrı’ya bağımlıdır, akıl tarafından idare edilir ki, Tanrı ezeli ve ebedidir, düşüncelerle anlaşılmaz. Akledilebilir âlemi yalnızca akıl gözüyle görülebilir. (Hermetica, C.II, s.28). 

Her şey Tanrı’nın düşündüğü düşüncelerdedir (CH XI; 17b-20a). 

“.. Akıl, Tanrı’nın en temel cevheridir. Nasıl ışık, güneş tarafından saçılırsa, akıl da Tanrı tarafından saçılır. O, insana girer ve bazılarını ilah yapar. İnsan ruhu, cisimlenme ile birlikte hazların kötü etkileri nedeniyle (ahlakı) bozulur. Akıl, kaderden üstündür ve içinde bulunduğu ruhu kaderin ellerinin ulaşamayacağı yere yükselmeye muktedirdir (CH XI; 5-8). 

İnsanlık arasında her ne kadar dillerde farklılık varsa da her millette konuşma bir ve aynıdır. Konuşma, aklın bir suretidir. Akıl da Tanrı’nın bir suretidir (CH XI; 12, 13a).” 

 Görüldüğü gibi bütün semavi dinlerin kitaplarında adı geçen Hermes.in öğretisine göre; Tanrı, Akıl.da olduğu gibi insan ruhu da külli ruhun (Tanrı.nın) bir parçasıdır. Akıl, kaderden üstündür ve içinde bulunduğu ruhu kaderin ellerinin ulaşamayacağı yere yükselmeye muktedirdir. 

Bilim insanları ise insanın evrimi konusunda başka açıklamalar getirmişlerdir. Antropoloji, insanda beynin gelişmesini şu şekilde açıklar: Dört ayaklıdan iki ayaklıya geçiş ile birlikte dik duruş ve alet kullanma becerisinin belirleyici oldu, yürüme görevinden kurtulan elin manipüle ve kavrama yetisi kazanarak aynı zamanda bir önceki işlevinden boşa çıkan ağın da konuşmaya elverişli hale geldi7. Burada beyine atfedilen rol ikincildir. El ve alet kullanımı ile dik duruş, beynin gelişim sürecinde kortikal alanın açılması ile beyine kalan 
alanın ve böylece aklın gelişmesini de sağlamıştır. 

 Beynimiz; 

(1) Yaşamın ve türün sürdürülmesine, 
(2) Tehlikeyi yakalamaya, 
(3) Denge (bozulduğunda) sistemi tekrar dengeye döndürmeye ( Stres Tepkisi ) programlanmıştır.8 

 Beynimizin katmanları şu şekildedir:9 

(1) Beyin sapı ya da alt beyin. 
(2) Orta beyin ya da Limbik sistem (duygusal beyin). 
(3) Üst beyin ya da neokorteks (mantıklı düşünen beyin). 

 - Alt beyin; yaşamsal fonksiyonlardan ( Kalp atışı, Soluk alıp-verme, uyanıklık ve uyku hali gibi) ve tehlikelere tepki vermekten sorumlu bölgedir. 

 - Limbik sistem, vücut ısısı gibi dengeler yanında korku, öfke, haz ve üzüntü gibi en temel duygulardan sorumludur. 
Alt beyin ana karnında gelişirken, orta beyin özellikle ilk beş-altı yılımızda tutulan kayıtlarla kişiliğimizin temelini oluşturur. 

- Üst beyin güçlü olduğunda güç ve güvenlik düşkünü alt ve orta beyini yönetebilir, güçlü olmadığında ise kolaylıkla devre dışı kalabilir. 

Beyindeki sinir bağları, kullanım sıklığı arttıkça güçlenir yani bilgi hatırlanır. Sevgiye, saygıya ve şefkate dayalı bir yaşam sürmemiş olanlarda orta beyin sorunlu olduğundan alt ve üst beyin bağlantısı zayıf olabilir. Bağlantı sorunları algılama hatalarına yol açar, örneğin ihtiyaçlarımızı ve isteklerimizi karıştırırız. Üst beyini daha çok kullandıkça daha az savunmacı, daha az duygusal ve daha çok mantıklı olur, stresimiz de azalır. 

 İnsan beyninde bulunan her biri beş bin bağlantı kurma yeteneğine sahip milyarlarca hücre olmasına rağmen, pek çok bağlantı asla kurulamamakta, mesajlar, duygular, görüntüler ve düşünceler gereğince algılanamamakta, beyinlerimizin içinde sonuçsuz bir biçimde birbirleriyle çarpışıp durmaktadırlar. Tarihin fark edilmemiş fırsatlarla dolu olmasının nedeni budur. Bunca duygu ve düşünce döllenmeden kalmıştır. İnsanlar kendilerine söylenenlerin çoğunu hiç duymamaktadır, gözlerinin önünde apaçık duran şeyleri fark edememektedir. 

Diğer yandan, genler, iki insan arasındaki zekâ farkının % 40.ından sorumludur.10 

Bu farklılıklar beynimizdeki bağlantılarda kendini gösterir. Daha zeki beyinlerde nöronların arasında daha verimli bir ağ bağlantısı olduğu izlenir. Nöral bağlantılar, verimli zihinsel bağlantıların kurulmasında biyolojik bir temel oluşturur. Stanford Üniversitesi.nden Gerald Crabtree, zekâmızın sürekli olarak mutasyon geçiren 2000-5000 gene bağlı olduğunu ileri sürer.11 

 Felsefe ve Akıl.. 

 Akılcılık/rasyonalizm akımının kökleri Sokrates.e ve onun öğrencisi Platon.a uzanır. Sokratesin gerçeği soruşturma yöntemi; diyalog, aklı ve mantığı esas alır. Sokrates.in başlıca kılavuzu, müzakere edilen konu hakkındaki rakip varsayımları sınama ve geçersiz kılınanları da adım adım aşarak daha dayanıklı varsayımlara yol almakta kullandığı akıl.dır. Platon, doğru bilgi kaynağının duyusal tecrübe değil, akıl olduğunu söyler. 

   Batı felsefesi tarihine bakıldığında, insanın doğadaki ayırt edici vasfın akıl olduğu fikrinin temellerinin Aristoteles.e dayandığı görülür. Aristoteles meşhur tanımında insanın “akıllı hayvan” olduğunu söyler. Aristoteles e göre her varlığı o varlık yapan değişmez bir öz vardır. 
İnsanı insan yapan bu öz, onun düşünebilmesidir. 

  Aristoteles, Metafizik adlı eserine “bütün insanlar, doğal olarak bilmek isterler”12 önermesiyle başlar. Aristoteles.in metafizik bahsinde varlık ile varolanları bilmek, kavramak ve bunları anlamak için Fizik.te temellendirdiği ilkeler, her zaman bir şeyin oluşan olarak taşıyıcı olması gerektiğini öngörüyordu.13 Akıl (reason) ise bu imkânı kendi içerisinde kendi 
kendisinde taşımaya ehildir keza akıl, akıl yürütme (reasoning) esnasında kendinden başkasına ihtiyaç duymayacaktır. 

Aristoteles.e göre; insan aklının üç temel işlemi bulunmaktadır. Bunlar; 

(1) Bilmek (theorein), 
(2) Yapmak (prattein) ve 
(3) Yaratmak.tır (poiein). 

 Bütün bilimler aklın bu üç işleminden doğmaktadır. Bilmek işleminden; teorik bilimler (matematik, fizik), yapmak işleminden uygulamalı bilimler (ahlak, ekonomi, politika) ve yaratmak işleminden şiirsel (söz söyleme/belagat, mantık) bilimler doğarlar. 

 Aristoteles, ayrımına gittiği bu üç etkinliğe üç değer atfeder. Teorik bilimler.in değeri ve amacı “doğruluk” ve “hakikat”, Poiesis.inki “fayda”, Praxis.inki ise “iyi”dir. 

 Aristoteles.e göre eylemin kaynağı yalnızca arzu değildir çünkü arzu seçim veya tercih yapamaz. Yalnız başına akıl da olamaz çünkü akıl kendi başına hiçbir şeyi hareket ettirmez. 
Eylemin kaynağı arzu ile birlikte bir amaç peşinde koşan akıldır. (Akıllı arzu) 

 Aristoteles ruh, akıl ve arzu ayrımından yola çıkarak erdemleri de ikiye ayırır; ruhun akıllı kısmından kaynaklanan düşünce (entelektüel) erdemleri ve ruhun akıllı olmamakla beraber aklı dinleyen kısmına dayanan karakter (ahlaki) erdemleri14. 

 Duyuların yanıltıcı olduğu fikri ile yola çıkan modern felsefenin kurucusu Fransız filozof Rene Descartes, “Akıl” anlamında kullandığı ve “iyi hüküm verme ve doğruyu yanlıştan ayırt etme kudreti” olarak tanımladığı sağduyunun bütün insanlarda fıtraten eşit olduğunu savunur.15 Descartes duyuların yanıltıcılığını, değindiği birçok örnekle eleştirmesinin ardından, kendisinden kuşku duyulamayacak ilk akli hakikat olarak „cogito ergo sum’a ulaşır; “Düşünüyorum, o hâlde varım”. 

 Hollandalı filozof Baruch Spinoza.daki aklın ezelî-ebedî olanı da kavrayabileceği yönündeki “mutlak akılcılık” ile Alman G. W. F. Hegel.in metafiziksel bir olgu olarak büyük “Akıl” vurgusundaki akılcılık, yelpazenin iki ucudur. Spinoza, akla dair minimalist bir anlayış ile bir akıl yürütme zincirinin, bir ispatlamanın geçerli olabilmesi için asgari akli şartlarını ima eder. Hegel.in maksimalist akıl anlayışına göre ise “Akıl dünyaya hükmeder ve dolayısıyla, bizzat evrensel tarih de akli biçimde açılıp serilmiştir.”16 

Kant, aklın sormaktan kaçınamadığı bazı sorular yüzünden insanı yanılsamalara düşürdüğünü belirtir. 
Aklı bu kadar meşgul edip bir türlü bilgisine ulaşamadığımız nosyonlar aklın yanlış kullanımından türerler. 
Bahsi geçen yanılsamaların üç çeşit olduğunu belirtmektedir; ampirik, mantıksal ve transandantal. İlkinin yanlış duyumsamadan kaynaklı olduğu ve kısa bir odaklanma ile ortadan kalkacağını; ikincisinin mantığın formel kullanımındaki hatadan kaynaklı olduğunu ve buradaki doğru kullanımla üstesinden gelineceği ni ifade eder. Üçüncüsünde ise farkına varmanın zorluğunun yanı sıra üstesinden gelmenin imkânsızlığı söz konusudur; düşünürüz bilemeyeceğimizi bildiğimiz halde. 

 Kant ın “transandantal diyalektik”i doğal ve kaçınılmazdır; öznel olanı nesnelmiş gibi yutturur. 
 Tözler: ruh, evren ve tanrıdır. Bunlara yer açan; sonlu varlığımızın ardında sonsuz bir kaynak; sınırlı doğamızın ardında sınırsız bir evren; ve gerçeklerin ardındaki idealdir 17. 
 Kant; Descartes, Leibniz veya Spinoza gibi teknik felsefi manada tam bir rasyonalist olmadığı hâlde (daha çok rasyonalizm ile ampirizmin bir sentezini savunmuştur) seküler manada bir akılcıdır. 

 Seküler akılcılığın 19. yüzyıldaki büyük temsilcisi ise Auguste Comte tur. Meşhur üç hâl yasasıyla Comte, teolojik ve metafizik dönemlerin ardından gelen pozitif ve bilimsel bir dönemin öncüsüdür. Comte.un mirasının 20. yüzyılın ilk yarısında hüküm sürmüş versiyonu olarak neo-pozitivizm de metafizik eleştirisiyle seküler akılcılığı bünyesinde taşımıştır. 

 20. yüzyılın ikinci yarısı, Batı düşüncesinde büyük bir değişime, “öznenin ölümü” ya da “insanın ölümü” fikri olarak anılan bir değişime tanıklık etmiştir. Bu fikir öncelikle, düşünce ve eylem için nihai bir zemin sağlayan modern transandantal ben, zaman dışı ve evrensel insan doğası varsayımlarına dönük bir kuşkuculuğu ihtiva eder.18 Bu çağdaş kuşkuculuk, Falzon.a göre postmodern felsefi pozisyonun veya düşünme tarzının asgari müşterek özelliğidir. 

 Postmodern pozisyonun tipik bir örneği olarak Feyerabend.a göre “akıl-dışı” diye mahkûm edilen usullerin bizi başarıya götürdüğü ve buna mukabil akılcı usullerin muazzam sorunlara yol açtığı vakidir. Neticede ona göre akla elveda demenin zamanıdır.19 Feyerabend.a göre; özgür bir toplum ancak, akılcılığın yerine kültürel rölativizmin ikame edilmesiyle kurulabilir. 

  Bilim Felsefesi ve Akıl.. 

Bilim felsefesini anlamamız için neyin nasıl düşündüğü ile ilgili genel bir çerçeve çizelim (Şekil 1). 


Şekil 1: Bilim Felsefesinin Ana Dalları 


Felsefenin temel konularından biri olan „varlık. konusu hakkında konuşmak, „Ontoloji. yani varlık bilimi yapmak demektir. Ontoloji bilimi bizim düşünsel üretimimiz olmayan alanla ilgilenir. Bizim düşünsel üretimimizle ilgilenen bilime ise „Epistemoloji. denir. Yani ontoloji, varlık bilimi ise epistemoloji „ bilgi bilimi dir. Ancak, ontoloji ve epistemoloji birbirlerinden bağımsız değildirler. Birbirlerini etkilerler ve dönüştürürler. Yani, insan kendi dışında olanı sadece algılamakla kalmaz, aynı zamanda yorumlar. 

 İlk çağlarda Thales gibi filozoflar geniş konuları kapsayan metafizik (epistemoloji ve Ontoloji) ile ilgileniyorlardı. Evreni oluşturan temel, öz maddenin bulunması amaçtı. 
Felsefecilerin bu konuda farklı fikirleri (ateş, su, toprak, hava) akıl ve bilgiye yönelmelerine, elde edilen bilgilerinin sorgulanmasına sebep oldu ve epistemoloji (bilgi felsefesi) bugün bile felsefe dalı olarak güncellenip devam ediyor. 

Bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış akıl yürütmenin ayrımını yapmaya çalışan „mantık. disiplini ise önceleri geniş felsefe konularından biri olarak görülürken günümüz felsefesinde „kanıt teorisi. kapsamında incelenmeye başlanmıştır. Günümüz felsefesinde mantık artık tamamen kaos dahil modern matematiğe dönüşmüştür. 

Felsefenin epistemoloji ve ontoloji.yi inceleyen bir dalı olarak yüzyıllarca devam etmesine rağmen, metafizik; günümüz felsefesinde sürekli değişim sonucu ölüm, yaşam, tanrı vb. konulara hapsolmuş ve alanı daralmıştır. Metafiziğin içinde olan din felsefesi, dil felsefesi ve bilim felsefesi gibi konular kendi dallarına ayrılıp metafizik.ten kopmuşlardır. Önce, epistemoloji ve teoloji metafizik.ten ayrılmış ardından bilimin gelişmesi ve ontolojik bakış.a dönüşmesi ile ontoloji de metafizik dışına itilmiştir. 

Varlık bilimi olan ontoloji; din, dil, bilim ve felsefenin diğer uğraşı alanlarında benzer kavramların “gerçek mi sahte mi?” sorusu ile ilgilenir ve yüzyıllar boyu metafiziğin bir dalı olarak süregelmesine karşı günümüz felsefesinde tamamen bilime dönüşmüştür. 


Tablo 1: Varlık Felsefesi (Ontoloji) 

Bilgi bilimi olan epistomoloji ise günümüz felsefesinde metafizikten ayrıdır ve bilginin doğruluğu ya da yanlışlığı dört ana grup çerçevesinde irdelenir; 

- Rasyonalist (us, akıl), 
- Ampirist (deneyci), 
- Sensüalist (duyular) ve 
- Sezgiciler. 

   Rasyonalizmde bilginin kaynağı akıldır, Empirizmde ise deneyidir. Pragmatizmde faydalı olan bilgi doğrudur. Entüisyonizmde ise bilginin kaynağı sezgidir. 

   Rasyonalizmin (Akılcılık), en önemli temsilcileri arasında Sokrates (Diyalektik Konuşma), Platon (İdealar kuramı), Aristoteles (madde-form ilişkisi), Descartes (Metodik şüphe), Hegel (Diyalektik idealizm: tez-antitez-sentez), Farabi ve Leibniz sayılabilir. 

   Empirizmin (Deneycilik), önde gelen isimleri ise Epiküros, Gassendi, John Locke, David Hume, George Berkeley, Condillac ve Herbert Spencer.dir. Empirizm akımı, bilgilerimizin kaynağının duyu ve algılar olduğunu, doğuştan aklımızda hiçbir bilginin bulunmadığını ileri sürer. Ayrıca doğru bilginin ve dolayısıyla genel-geçer bilginin mümkün olduğunu savunur. John Locke.a göre; göre insan zihninde doğuştan hiçbir bilgi yoktur. Ona göre zihin başlangıçta üzeri yazılmayı bekleyen boş bir levhadır (Tabula Rasa). Her şey sonradan bu levhaya duyum ve deneyler aracılığıyla yazılır. 
Tüm bilgiler deney sonrasıdır (a posteriori). 

 Sensualizmde (Duyumculuk) ise Fransız aydınlamacı Étienne Bonnot de Condillac, empirizmi tümüyle duyumculuğa indirger. Condillac.a göre, tüm bilgilerin kaynağı duyulardır. Duyu verilerinin dışında hiçbir sonuç bilgi değildir. Düşünceyi duyuma ek bir bilgi kaynağı olarak görmez. 

 Entüisyonizm de (Sezgicilik); sezgi aklın doğrudan doğruya, yani araçsız olarak bir şeyin algısını elde etmesi manasına gelir. Yani aklın bir hamlede, birden biri yani aniden algılaması bir sezgidir. Sezgicilik, akıl ve duyumu gerçeği bulma ve bilme aracı olarak kabul etmez. Çünkü bunlar, bulmak ve bilmek için araçlara muhtaçtırlar. Oysa gerçek ve öz biliş, hiçbir araç olmaksızın, doğrudan doğruya sezgi gücüyle bilmekle mümkündür. En önemli temsilcileri Gazali ve Henri Bergson.dur. 

 Pragmatizm e (Faydacılık) göre bir şey yararlı olduğu sürece değerli, önemli ve doğrudur. Gerçeklik ve doğruluk insanın eylemlerinin sonuçları, başarıları ve yararlarıyla değerlendirilmektedir. 

Güzellik bilimi olan „ Estetik ise „ Değer teorisi ya da aksiyoloji adı verilen felsefenin bir dalıdır. Duygu ve beğeninin yargılanması olarak da tanımlanan “ Duyusal- Duygusal ” değerleri inceler. Sanat felsefesi ile yakından ilişkilidir. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

9 Mart 2019 Cumartesi

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 5

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 5





Müslümanlar, özellikle Şam ve Mısır’ın fetihlerinden sonra Hermetik felsefeyle yüz yüze geldiler. Hâkim İslami Meşşai ekolünün yanında –ki İbn Sina ile zirvesine ulaşır- böylesi başka ekoller de bulunmaktaydı. 8. yüzyıldan itibaren Yeni-Pythagorasçı ve Hermetik felsefe bazı çevrelerde yayılmaya başladı. “Büyük ve küçük âlem (mikrokozmos ile makrokozmos) arasındaki karşılıklı uyum doktrini”, bir çok tasavvuf kitapta, özellikle de İbn Arabi’nin Füsusu’l-Hikem ve Fütuhatu’l-Mekkiyye’sinde rastlanılan bir husustur. Ancak bu doktrinin aslı evrenseldir; Kur’an’da, hadislerde ve Hz.Ali’nin sözlerinde de açık bir şekilde 
geçmektedir63. Ayrıca, Hermetizmin beraberinde bulunan astroloji ve ilm-i simya, tasavvufun –özellikle bazı ekollerinde- en yüksek düzeyde bütünleşmişti. Tasavvufun herkese açık olmayan, sadece ehline açık olan iç bilgileriyle Hermetizmin gizliciliği bazı açılardan benzeşmektedir64. Müslüman filozoflar Hermes’i ya da İdris’i, hikmetin (Sophia) kaynağı, filozofların ve bilgelerin ilki olarak görüyorlar ve ona “Ebu’l-Hukema (Bilgelerin Atası)” unvanını veriyorlardı 65. 


Şekil: Hermes’in İdris’e Dönüşümü ve Okullar 




Arapların Aristoteles’e bağlılığı ve Grek felsefesi hakkındaki bilgisi Nasturici 
Suriyelilerden gelmektedir. Bununla birlikte Arapların Aristoteles’i Yeni Platoncu bir görüntü içindeydi. Tek dikkate değer Arap Filozofu olan Al Kindi’nin (Ölümü 873) Aristoteles ilgili çevirisi Arapların Aristoteles ile ilgili düşüncelerine yüzyıllar süren karışıklık getirdi. 

Bu dönemde Sünni dogmaların mistik ve alegorik yorumunda çok ileri gidilmişti ve az çok Yeni-Platoncu idi66. Biri İran’dan iki İslam filozofu özellikle dikkat gerektirir. Biri daha çok İslamlar arasında ün kazanan İbni Sina, diğeri Hıristiyanlar arasında daha çok tanınan İbni Rüşt idi. Tahran’da yaşayan ve tıp alanında ileri gitmesine rağmen felsefe alanında daha çok ün kazanan İbni Sina (980-1037), Yeni Platonculuğun en önemli temsilcilerinden biridir. İbni 
Sina’nın ilaçlar konusundaki çalışmaları Hermetik simya kaynaklarına dayanır. İslam dünyasının öbür ucunda, Cordoba’da yaşayan İbni Rüşt (1126-1198) ise pek çok kez felsefe yolu ile imanı sarsmakla suçlandı. İbni Rüşt, Arapların Aristoteles’in Yeni Platoncu eğilimini düzeltmeye çalıştı. Onun görüşleri Hıristiyan filozoflarına kaynak teşkil etti ve Batı felsefesi için daha önemli hale geldi. 

Farabi (872-950), uzlaştırmacı bir düşünürdü. Aristoteles ile Platon’un düşüncelerinin uyuşabileceğini düşündü. Aynı zamanda ilahi din ile felsefenin de uyuştuğu kanaatindeydi. Farabi’nin akıllar teorisi, ilk varlıktan ilk aklın sudürü ve zuhurundan sonra aşamalı bir sıra dizisi içerisinde meydana gelen, her akılda tekrarlanan ve her defasında yeni bir akıl üçlüsünün doğuşuna, yeni bir ruh ve âlem meydana gelmesine yol açan üçlü çile doldurma ve kendinden geçmeyle, onuncu akla varan bir süreçtir. İlk ilahi özler, Aristoteles’te feleki tanrılar iken Farabi’de soyut akıllardır. Onuncu akıl, “akl-ı faal”dir. İbni Sina, Farabi’nin 
akıllar görüşünü izler. Onuncu akıl, artık başka bir müstakil akıl ve nefs meydana getirme gücüne sahip değildir. Farabi ve İbni Sina, bu akıldan çoğaltılmış bir varlık meydana getirirler67. İbni Rüşt’e göre, Tanrı’nın varlığını akıl vahiyden bağımsız olarak bulabilirdi. 

Ancak katı Sünni El Gazali, ‘Filozofların Yıkımı’ adlı kitabında bu görüşlere karşı gelerek bütün zorunlu doğrulukların Kur’an’da bulunduğunu, vahiyden bağımsız düşüncenin gerekli olmadığını savunuyordu. Bununla beraber, filozoflara göre Kur’an’ın her metni 70 ya da 700 türlü yoruma açıktı ve sözel (lafzi) anlamı yalnızca cahil halk içindi. 

 Tarikatlar ve Hermetizm etkisi.. 

Hz. Muhammed 632 yılında öldüğünde henüz İslam inancı şekillenmemişti. İslam, insanları dinsel ortaklık temelinde belli derecede kaynaştırdı ise de kabilesel ve sınıfsal çelişkiler kaybolmadı, yavaş yavaş gittikçe şiddetlendi. Bu İslam dinindeki çeşitli akımlarda bölünmelerde ve mezheplerde yansımasını buldu. Ebubekir’in taraftarlarına göre; Hz. Muhammed’in Tanrı ile ilişkisi eşsiz ve nihaiydi; halifenin başlıca görevi, Hz. Muhammed’in vahiylerini ve inşa ettiklerini muhafaza etmekti. Bunlar “gelenek ve konsensüs halkı” anlamında ‘Sünni’ oldular. Ali’nin taraftarlarına (Şii veya Alevi) göre; İslam toplumunun 
yönetimi, aynı zamanda ezoterik bir unsur içeren ruhani bir görevdi. Müslümanlar Hz. Muhammed’in vahiyleriyle doğru ilişkiye ancak, dinin gizli “içsel” anlamlarının mutemetleri olan Peygamber’in ve Ali’nin soyundan gelen ruhani eğilimli bireylerin kılavuzluğunda girebilirlerdi. 

 Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır’da Müslümanların ilk işi İskenderiye 
okulunu dağıtmak ve bu okulca asırlar boyunca toplanmış olan İskenderiye kitaplığını yakmak oldu. Sünnetin yasallığını kabul eden Sünnilik tek bir akım olarak kalmadı. 8. ve 9. yüzyıllarda Mutezile akımı ortaya çıktı. Mutezileler, Müslüman dini öğretiyi rasyonel ruhta yorumlamaya, Tanrının adilliğini ve insanda özgür iradenin varlığını kanıtlamaya çalıştılar. 

Kur’an’ı Allah’ın yarattığı değil insanlarca yazılan bir kitap olarak kabul ettiler68. Bu mezhebin ortaya çıktığı dönemde, kendi zayıflayan iktidarları için dayanak arayan bazı halifeler (9. yüzyıl) Mutezileleri destekliyorlardı. 

Tarikat hareketi tarihsel olarak Sufizm ile bağlantılıdır. Bu anlayış başlangıçta tanrı ile konuşmak için hayatın sofu yolu anlamında idi. 7. ve 8. yüzyıllarda İslam’da mistik özellikler taşıyan Sufizm akımı ortaya çıktı. Sufizm, Şia’nın bağrından çıkmakla birlikte Sünniler arasına da sızdı. Sufiler, dış ibadete çok önem vermiyorlar gerçek Tanrı kavrayışını, Tanrı ile mistik kaynaşmayı arıyorlardı. Sufilerin bazıları Panteist (Tanrı tüm dünyadadır, tüm dünya 
tanrının bir tezahürü ya da duygusudur) dünya görüşüne sahiptiler. Zamanla Sufist öğretinin taraftarları başlarındaki şeyh ya da insanlar ile memleket memleket dolaşan derviş (keşiş) tarikatlarını oluşturmaya başladılar. Bu tarikatlar Sünnilerde de Şiilerde de yasal kabul ediliyordu. 

 Bâtınilik ve İsmailiye Tarikatı 

İslam kültürel çerçevesinde Hermetik gelenekler, birbirinden farklı iktisadi-siyasal konumlarına bağlı olarak, farklı anlam ve yorumlar yüklendikleri üç kesim içinde boy göstermektedir69; 

(1) Grek-Helenistik felsefenin etki alanına girdiği ölçüde saray ve çevresi. 
(2) Muhalif Bâtıni entelektüel çevreler. 
(3) Popüler İslam alanı. 


 Bâtınîlik; İslam’da Kur'an Ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancı, ayetleri buna göre yorumlayan akımdır. Bâtıniler, temelde aynı noktadan hareket etmekle beraber çok değişik sistemler kurmuşlardır. Tarihte en iyi bilinen örnekleri İsmaililer, Bektaşiler ve daha yakın zamanda ortaya çıkan Bahailer’dir. 12. yüzyıldan sonra İran, Horasan, Hindistan ve Türkistan yörelerine dağılan Bâtıniler çeşitli kollar oluşturdular. Etkinlikleri bazı tasavvuf akımları içinde devam etti, özellikle 
Kalenderilik, Hayderilik, Melamilik, Hurufilik, Safevilik ve Bektaşilik gibi tarikatları etkiledi. Batınilik daha sonraki yüzyıllarda Dürzilik, Nusayrilik, Babilik, Bahailik ve Kadıyanilik akımlarının içinde de etkili oldu. Bâtınîlik üzerine yapılmış, yeterli ölçüde ciddi araştırmalardan yoksunuz. Konuyla ilgili kaynakların büyük bir kısmı ise zaten bu düşüncenin karşısında olanlar tarafından ortaya konulmuştur. Bâtınilik esasında içine kapalı bir yapı sergilediğinden, söz konusu kaynaklardaki bilgiler de tutarlılıktan ve objektiflikten uzaktır. 

Bâtıni anlayışa göre Kur’an’ın açık anlamı dışında yedi gizli anlamı vardır. Onlara 
göre Kur’an Tanrı sözü değildir; Tanrı’nın peygambere verdiği üstün akıldan doğmuştur, insanlığı kurtaracak olan bu üstün akıldır. Halk, ancak üstün bir akıl aracılığı ile aydınlanır. Bu akıl, imamdır. İmam, üstün aklı ile teviller yapar (gizliği çözer) ve gerçeğe ulaşır. Büyük kurtarıcı, yani ‘büyük akıl’, bir gün gelecek olan Mehdi’dir. Kur’an’ın dış yüzü (zahiri) olduğu gibi iç yüzü de (Batıni) vardır. Kur’an’ın ve buyruklarla yapılmaması emredilen şeylerin batınını bilen, bu anlayış seviyesine ulaşan kişiden zahirine riayet lüzumu kalkar; artık ona, ibadetin lüzumu yoktur kanaatini gütmek ve buna inanmak, Batıniliktir70. Batınilik, umumi bir tabirdir; bu inancı benimseyen kişilere, hangi mezhepten olurlarsa olsunlar Batıni, yollarına Batınilik (Batıniyye) denir. 

8. yüzyıldan itibaren Bâtıniliği İsmailiyye temsil etmeye başladı; bir yandan da Mehdi inancı yeni yeni Bâtıni fırkaların ortaya çıkmasına neden oldu. İsmaililik, Emevi ve Abbasi döneminde ayaklanma hareketlerinin genel ideolojik çerçevesini oluşturdu71. İsmaililer, Batın’da gizli olan hakikatin Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ın ortak ve hakiki mesajını içerdiğini düşünmektedirler. Her bir dinin dışsal yani zahiri yasaları ise değişen zamanın gereklerine uyarlanma arasından başka bir şey değildir. Gnostik bir düşünce sistemidir ve devri vahiy tarihi kavrayışı ve Gnostik kozmoloji doktriniyle ayırt edilmektedir. Bâtıni inançları pek çok tarikata da girmiş, tasavvufa tesir etmiştir. Bâtınîler bütün görüşleri itibarı ile olmasa da zaman zaman çeşitli kolları ile tarikatları da etkileyerek tasavvufa sirayet 
etmiştir. Özellikle şiir yoluyla davalarını gündeme getirmeleri, edebiyattaki yansımaları açısından önemlidir. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

63 Seyyed Hossein Nasr, İslamic Life and Thought, States University of New York Press, (Albany, 1981), 109. 
64 “Hak, halka açıklanmaz. Açıklanırsa, ya yollarını sapıtırlar ya da o Hakk’ı söyleyeni suçlarlar. Hak ve halk birbirlerine yavaş yavaş alıştırılabilirler. Ama tabii ki halk Hakk’a alıştırılacaktır.” Cemil Yener, Şeyh Bedrettin Simavnavi, Varidat, Milenyum Yayınları, (İstanbul, 2009), 15. 
65 Şihabüddin Sühreverdi, Hikmetu’l-İşrak, İz Yayıncılık, (2010), 10, 157-158. 
66 Betrand Russell, Batı Felsefesi, Orta Çağ, 7.Baskı, Say Yayınları, (İstanbul, 2000), 145. 
67 Kılıç, a.g.e., (2017), 197. 
68 Sergei Aleksandrovich Tokarev, Dünya Halkalarının Dinler Tarihi, Ozan Yayıncılık, Çev.Rauf Aksungur, (İstanbul, 2006), 586. 
69 Özbudun, a.g.e., (2015), 277. 
70 Abdülbaki Gölpınarlı, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İnkılâp Kitabevi, 3. Baskı, (İstanbul, 1997), 116. 
71 Farhad Daftary, A Short History of İsmailis. Traditions of a Muslim Community, Edinburg University Press, (Edinburg, 1998), 51-57. 


6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 4

ÜÇ KERE BÜYÜK HERMES İDRİS PEYGAMBER, BÖLÜM 4





İSLAM VE HERMETİZM 

 İslam ve Hermetik gelenek.. 

Hermetik anlayışlar İdris peygamber üzerinde canlanmış ve İslam içinde kabul 
görmüştür44. Müslüman düşünürlerin İdris, hakkında vermiş oldukları bilgilerin ekserisi İbrani kaynaklardaki bilgilerle örtüşmektedir. 

İdris peygamber Kuran’da iki kez anılır. “Kitapta İdris’i de an, o sadık bir 
peygamberdi, biz onu ali (Yüce) bir mevkiye yükselttik” (Meryem suresi, 56-57. ayet). 

“İsmail, İdris, Zül-kifl, bunların her biri sabredenlerdi, onları rahmetimiz içine aldık, onlar Salihlerdendi.” (El Enbiya suresi, 85-86. ayet). 

Bunun yanında İslam anlatımlarında İdris’in Şit’ten sonra peygamber olan, otuz 
sayfalık kitap sahibi olduğu kabul edilen, ilk defa kalem kullanan, ilk dikişi diken, kendisine göklerin sırrı verilen ve ilk göğe çekilen peygamber olduğu belirtilir. 

İslam tarih ve takabat kitaplarında Hz.İdris ile ilgili bir hayli bilgi vardır. Bunlardan bazıları aşağıdaki gibidir45. 

“Adem’in dünyaya inişinin 1022 yılında Yerd’in Dermesil kızı Berketa ile evliliğinden Hanuh adlı bir çocuk dünyaya geldi. O, İdris peygamberdir.” 

“Şit’den sonra İdris’e kadar hiç peygamber gelmedi.” 

“İlk ateşe tapan kimse Kabil idi. Kardeşi Habil’i öldürdükten sonra Habil’İn kurbanını yaktığı için ateşe taptı. Hz. İdris zamanına kadar yaşadı. O kadar çok çocuğu vardı ki sayısını kimse bilmezdi. Şam dağlarında oğulları ile beraber yaşarlardı. Ateşe tapar, içki içer, zina eder ve eğlence içerisinde yaşarlardı. Allahu Teâla Hz. İdris’i onlara gönderip dine davet etti. Pek az kimse Hz.İdris’i tasdik etti. Ekserisi gene fıskları üzerine kaldılar.” 

“İdris’e ilahi bilgileri içeren otuz sahife indirilmişti. Âdem’in ve Şit’in sahifelerini de kalbinin üstünde taşırdı.” 

“İlk yazıyı yazan ve ilk terzilik eden odur. Yedi esnaf grubundan terzilerin piri Hz.İdris’tir. Yine bu zat, hesap (aritmetik), kâinat (kozmoloji) ve yıldızlar (astroloji) ilmini bilen ilk şahsiyetti. Allah yolunda ilk kıtal eden odur. Kabil’in çocuklarından esir aldığı kimseleri köle olarak kullananların ilki o olmuştur.” 

“Peygamber Efendimiz bir hadisinde, ‘Ey Ebu Zer! Bilir misin Allah’ın gönderdiği elçilerden dördü Süryanilerden idi. Bunlar da Adem, Şit, Hanuh (İdris) ve Nuh’tur. Kalemi ilk kullanan ve yazı yazan İdris idi. Yüce Allah ona otuz semavi sahife indirmişti’ buyurmuşlardı. “ 

“İdris Tufan’dan öncedir. Bazıları ‘Peygamberlik mansıbı verilenlerin ilki odur’ dahi demişlerdir. Tam seceresi; Âdem’in oğlu Şit’in oğlu Kaytan’ın oğlu Enoş’un oğlu Mehlail’in oğlu Yerd’in oğlu Unnuh’tur. Yedincidir.” 

 Araplar, Birinci Hermes’e Hermes el-Heramisa, Hermes’lerin Hermes’i ya da Hermes ül-Ekber, Büyük Hermes derler. Caberi, Remn mecnan başlıklı kitabında ona aynı zamanda Kral, Bilge ya da Filozof ve Peygamber olma özelliklerinden dolayı El-Müselles ya da Trismegistus da dendiğini söylemektedir. 

Grekçe ve Latince ‘Corpus Hermeticum’ ile Arapça Hermetik yazıların tamamıyla 
aynı oldukları ileri sürülür46. Hatta Batılı kaynaklardan incelediğimiz Hermetik Külliyat’ın doğrudan Mısır’dan (İskenderiye’den) değil de İslam kaynaklarından Batıya aktarılmıştır. 

M.S. 9. yüzyılda Müslümanlar pek çok Hermetik kitapla tanışmışlardı. İbn Nedim el-Fihrist’inde Hermes’e atfedilen yirmi iki Arapça risaleden bahseder47. Bunların on üçü simyaya, beşi astrolojiye, dördü de majiye dairdir. Bunlardan bugüne kalanlardan birkaç tanesi Topkapı Sarayı arşivlerindedir. 9. ve 12. yüzyıl arasında çeşitli şekillerde toplanan ve tercüme edilen kitaplar üzerine pek çok şerh düşülmüş, makale yazılmıştır. 

İslam ortaçağının kentli halk katmanlarının Hermetik söylemle tanışıklıkları, olasılıkla zaman zaman birbiriyle iç içe geçen üç kanaldan gelmiş olabilir48; 

(1) Saray ve çevresinin Helen/Sasani geleneklerini özümseme girişimlerinden halk katmanlarına yansıyanlar. Bu bağlamda çevrilen kitapların kimi nüshalarının ve bunlara dayalı söylentilerin kentli orta sınıflar, meslek loncaları vb. aracılığıyla kent ortamında dolaşıma girmiş olma olasılığı yüksektir. 

(2) İsmaili da’ilerin kentsel ortamdaki propaganda faaliyetlerinde Hermetik malzemeyi de kendi dünya görüşleri çerçevesinde yeniden yorumlayarak sunmaları. 

(3) İslam kentlerinde yaşayan gayrimüslimlerin ve tarihleriyle bağlantıyı 
kopartamayacak kadar yeni olan muhtedilerin aktardıkları (kültürleşme). Süryani, Nasturi, Yakubi, Yahudi vb. gayrimüslim unsurların yanı sıra Dürzî, Nusayri, Kopt gibi Müslüman gruplar da Hermetik gelenekleri özümsemiş gözükmektedir. Nusayrilerde Hermes, ikinci kubbenin ilahi mazharıdır. Dürzilerde ise Oknokh ikinci zuhur olarak, evrenin ruhu ile özdeştir 49. 

Öte yandan, ‘büyü ve sihir pratikleri’, dua ve ibadetin, sofistike inanç sistemlerinin yetmediği yerlerde gündelik sorunları (kısırlık, hastalık, aşk, kıskançlık, zengin olma vb.) büyüye/sihire baş vurarak çözme yatkınlığı, popüler kültürde bilinen bir eğilimdir ve Hermetik simgelerin özümlenmesinde elverişli bir zemin oluşturmuştur. 

Hermetik anlayış İslam Bâtıni geleneği içinde Rafizilik ve İsmaililik, İslam kelamı 
içinde de kendini Mutezile olarak açıkça göstermiştir. İdris aslında farklı kültürlerin, özellikle Anadolu ve Mezopotamya kültürlerinin İslam’a girmesine vesile olmuştur. Göksel bilgilerin bir kaynağı olarak sunulan İdris, Bâtıni hareketlerin İslam içinde gelişmesine olanak sağlarken, aslında İslam’ı da Bedevi Arap kültürü ile birleşmiş olan yapısından kurtarmıştır. 

Hermetik öğretinin İslam dünyasında yayılması.. 

Hıristiyanlığa aykırı sayılan Platon Akademisi, 529 yılında Doğu Roma (Bizans) 
İmparatoru Justinian tarafından kapatıldıktan sonra, İslam ülkelerinde, İspanya’da, Mısır’da, Irak’ta, Semerkand’da matematik, doğa bilimleri ve felsefe ile uğralan Akademi’nin benzeri okullar ortaya çıkmıştı. Bunların en ünlüsü Basra’da kurulan İhvan al-Safa idi. İslam dil okulları içerisinde Basra, Arisotelesçiydi. Buna mukabil Küfe, Hermetik ve (Pergamon) Bergama Stoacıların izindeydi. Tanrı bilgisine akılla mı, yoksa hads (intuition) ile mi erişilir sorusu tartışılıyordu. Birinci fikri kelam Uleması, ikinci tezi Sufiler ileri sürmekteydiler. Tarihi gelişiminde İslamiyet, Kur’an’ı akli prensiplere göre yorumlayan Mu’tezile gibi akılcı felsefi bir akım ya da İbn Arabi, Mevlana Celaleddin ve Hacı Bektaş’ın mistik İslamı gibi çeşitli şekiller ve yorumlar sergilemektedir50. Osmanlı tarihinde bu iki anlayış birlikte egemen 
olmuştur. Bin yıllık deneyiminde Türkler, özellikle Anadolu Türkleri iki çeşit İslamiyet’i birlikte benimsediler. Bir yanda Türkmen-Yörük grupların Sufi-Alevi ağırlıklı inanç sistemi, öbür yanda devletin Hanefi-Sünni İslam şekliydi51. 

İslam öncesi dönemde, Yukarı Mezopotamya bölgesinde üç önemli okul, bölgedeki entelektüel Hıristiyan yaşamının, ama aynı zamanda Grekçe yapıtların Süryanice’ye aktarılmasının merkezleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlar; Antioch (Antakya), Nisibis (Nusaybin) ve Edessa (Urfa) okullarıdır52. 4. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, özellikle Edessa Okulu’nun çevresinde Grekçe’den Süryanice’ye yoğun bir çeviri hareketi başlamıştı. 

Özetle, Grek ve Helenistik felsefe, Yakındoğu’ya önce Bizans Kilisesi’nin Rafızî saydığı Nasturiler aracılığıyla girmiştir. Yakındoğu’nun Araplar tarafından fethi ile (635-644) bölgeye egemen olan Müslümanlar, birkaç Yahudi ve az sayıda pagan ve Zerdüşti cemaatin dışında, Hıristiyanlaşmış bir nüfus ile karşı karşıya kaldılar. Araplar, Süryan dedikleri bu gruplara karşı genelde hoşgörülü bir tutum sergilemişti. Gayrimüslimler, Emevi ama özellikle de Abbasi saraylarında hekim, filozof ve çevirmenler aracılığıyla Grek düşüncesinin İslam’a aktarılmasında önemli bir rol oynayacaklardır. 

Abbasi Halifesi Me’mun 827’de akla dayalı bilimciliği savunan Mutezile görüşünü 
benimsemesi dört-beş yüz yıl sürecek ilerici bilimsel çalışmaları başlatan olay oldu. Halife Me’mun çok sayıda yabancı, özellikle Yunanca eserleri Arapçaya çevirterek işe başladı. Me’mun, Bağdat’ta hem bir kitaplık ve çeviri merkezi, hem de bir gözlem evi olan “Dar-ül Hikme (Bilim Evi)” kurdu. Mutezilecilik, inançla akılı bağdaştırmayı amaçlıyordu. 8. yüzyılın sonundan önce Bağdat’ta çok sayıda âlim ve 50 kadar çevirmen bulunmaktadır. Erken Arapça çevirilerde üç pratik ilim; astroloji, simya ve tıbbın önemli yer tuttuğu görülmektedir. 9. ve 
11. yüzyıllar arasında Grek felsefi ve bilimsel literatürünün büyük bölümünün Arapçaya çevrilmesi tamamlanmıştır. Emevi-Abbasi saraylarında görev yapan hekimler de Grek bilim ve felsefesinin İslam dünyasına aktarılmasında önemli rol üstlenmişlerdir. Mutezile çizgisi 1200’lü yıllara dek İslam yönetimlerinde egemenliğini sürdürmüş, Mutezile karşıtı gericiler 1100 yıllarına dek yönetimden dışlanmışlardır. 

Harran Sabiileri, bölgede yaşayan ve Roma-Bizans egemenliği boyunca 
Hıristiyanlaştırılmaya karşı direnen, Babil/Kalde-Grek ve Roma-İran geleneklerinin harmanlanmasından oluşmuş bir paganizmin sürdürücüsü ve Helenistik mirasın İslam’a aktarılmasında önemli bir rol oynamışlardır53. Harran, Eski Ahit geleneğinde de İbrahim ve Yakub peygamberlerin kaldığı yer olarak ünlenmişti. Bunlara bir de, Pagan/Neo-Platoncu Atina Akademisinin kapatılmasından sonra Hıristiyanlığı kabul etmeyen Atinalı filozofların 
Sasani kralı olan Hüsrev’in yanına sığınmaları eklenince, Neo-Platoncu düşüncelerin bölgede yayılması hızlandı54. Öte yandan, Doğu Yahudi-Hıristiyan geleneği ve Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlaşma süreci 4. ve ağırlıkla 5. yüzyılla birlikte özellikle komşu Edessa (Urfa) kanalıyla Harran üzerindeki etkisini hissettirir. Harranlıların Hıristiyanlara karşı duydukları derin nefret nedeniyle İslam fethini hoşnutlukla karşıladıkları ve kendi fethe gelen 
Arap komutan İyad b. Ghanam’a direnişsiz teslim oldukları pek çok yerde kaydedilmektedir55. Grek felsefesi, Bağdat’a Harran Okulu aracılığıyla ulaşmış ve Müslüman Endülüs üzerinden, Arapçaya çevrilmiş olarak yeniden Batı’ya dönmüştür56. 

Kitaplı peygamberlerden biri kabul edilen İdris Peygamber, İslam kültür alanına 
karmaşık bir senkrenizasyon süreci sonucunda dâhil oldu. İdris Peygamberin İslam kültür alanında üç farklı rolünden bahsedilebilir57; 

(1) Onu Âdem’le Nuh peygamberler arasına yerleştiren ve kutsal kitaplar (suhuf) biçiminde vahiylerin alıcısı kılan Sünni söylencesi. 

(2) Özellikle gökyüzüne çekilişine ilişkin söylenceler üzerine kurgulanan ve bunu 
gaybet kuramıyla ilintilendiren, İlyas’a ilişkin inançları içeren Kutsal Kitap (özellikle Eski Ahit) söylenceleri üzerine dayalı Şii söylencesi. 

(3) Bu ikisini reddetmemekle birlikte, onu ilimlerle, özgül bir meslek dalı ya da pratik zanaatlarla ilintilendirilen, “kültür kahramanı” rolü. 

Batını-Şii inancına göre; Âdem’e indirilen 21, Şit’e indirilen 29 ve İdris’e indirilen 30 sayfa kitap birlikte yitik olan “Bâtıni Kur’an” parçası oluşmaktadır58. 

Öte yandan, Müslüman egemenlik alanının, Roma-Bizans’ın erişemediği, Hindistan etkilerine açık İran’ı da kapsaması, Mısır Helenistik senkretizminin daha da karmaşıklaşmasına yol açar. Müslümanların Harranilerden Eski Ahit’teki Hanok ile özdeşleştirilmiş olarak devraldığı ve Kur’an’daki İdris figürüyle özdeştirdikleri, Neo-Platoncu fikirlere belenmiş Nebo/Hermes (Trismegistus) figürü, İran etkisiyle Tahmouras ve hatta Buddha’dan da tonlar kazanarak İslam Hermetizminin kurucusu, ‘gizli ilimlerin koruyucusu’ ama aynı zamanda zanaatkârların (özellikle terzilerin ve ilişkin zanaatların) piri İdris-Hermes’e dönüşecektir. 

Gerçekte, İslam sisteminde iki “İdris” kurgusundan söz etmek mümkündür. Kur’an’da adı geçen ve terzilerin/zanaatkârların piri kabul edilen İdris, daha çok Sünni temelli inanca mal olacak ve Kısas-ı enbiya’larda bu kimliğiyle yerini alacaktır. Bu İdris’in, aynı referanslarla anılsa da, Bâtıni-muhalif çevrelerde benimsenen ve Hermes Trismegistus’la özdeşleştirip Hermetik ilimlerle ilintilendirilen Hermetik İdris ile ilişkisi yoktur59. 

Hermetik Felsefe ve Bilimlerin Müslüman Düşünürler Üzerindeki Tesirleri.. 

Greklerin biliminde Müslümanlar, neticede iki farklı ilim anlayışının ortaya çıktığı iki gruba ayrılmışlardır. İlki, yaklaşımında temelde metafiziki olan ve tabiat görüşleri (fen) fenomenlerin ve matematiğin sembolik yorumuna dayanan, Hermetik Pythagorasçı Ekolü; ikincisi ise dünya görüşleri metafiziki olmaktan ziyade felsefi olan, bu yüzden de bilim anlayışları nesneleri –onların tezahürlerinden kalkarak semavi özlerine bakmak yerine- rasyonel bir sistem içerisinde konumlandırmayı amaçlayan kıyaslamacı-rasyonalist Aristotelesçi Ekolü oluşturmaktadır. Müslümanlar birinci ekolü, eski peygamberlerin 
hikmetinin –özellikle İdris ve Süleyman- Grek medeniyeti içerisindeki bir devamı olarak görmüşler ve bu yüzden de bu ilimlerin beşeriden ziyade ilahi bir kaynağa dayandıklarını varsaymışlardır. İkinci ekol ise, insan zihninin çalışmakla, kesbi (çalıştıkça kazanılan) olarak Hakikat’e varabileceği en büyük çabalar olarak telakki etmişlerdir. 

Birinci ekol, Müslümanların bir parçası olmuş, bazı kozmolojik görüşleri tasavvufun kolları içerisine entegre olmuştur. İslam felsefesi ekolleri üzerinde Aristotelesçi gelenekten ziyade Pythagorasçı-Platoncu gelenek daha etkili olmuştur. İkinci ekol de ilk dönemlerde birçok dalda etkili olmuş, özellikle dil felsefesini şekillendirmede hayli büyük etkiler bırakmış60, ancak 13. yüzyıldan sonra zemin kaybetmeye başlamıştır61. Bütün Müslüman düşünürler, kendi İslami akideleri ile ister safi Yunan, ister Yunani-Farsi, Yunani-Mısri ve 
Yunani-İbrani olsun, genel olarak “Yunan Felsefesi” adı altında gelen akli faaliyetleri uzlaştırmaya çalışmışlar ama Hermetik metinler adı altında gelen din ve felsefe bütünlüğü, o düşünürlerin kalbine diğer hiçbirinin yapamadığı bir kolaylıkla girmiştir. Çünkü bu sistemin kendi sistemlerinden pek farkı olmadığına kaniydiler62. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

44 Işık, a.g.e., (2007), 55-56. 
45 İbn’ül-Esir, İslam Tarihi, I-XVI, Çev.A.Ağırakça, C.I, Bahar Yayınları, (İstanbul, 1985), 54-56. 
46 Seyyed Hossein Nasr, İslam ve İlim, Çev.İ.Kutluer, İnsan Yayınları, (İstanbul, 1989), 198. 
47 Arapça eserlerin listesi için bakınız; Mahmud Erol Kılıç, Hermeslerin Hermesi İslam Kaynakları Işığında 
Hermes ve Hermetik Düşünce, Sufi Kitap, (2017), 108-122. 
48 Kılıç, a.g.e., (2017), 321. 
49 Henry Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, Çev.H.Hatemi, İletişim Yayınları, (İstanbul, 1986), 133. 
50 Halil İnalcık, Bilimler Akademisi. Tarihte ve Türkiye’de, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. 
Baskı, (Ankara, 2005), 16-17. 
51 İnalcık, a.g.e., (2005), 17. 
52 Lacy de O’Leary, How Greek Science Passed to the Arabs, Routledge and Kegan Paul, (London, 1949), 44-50. 
53 Bayard Dodge, The Sabians of Harran, American University of Beirut Festival Book, Centennial Publications, 
F.Sarruf and S.Tamim (Eds.), (Beirut, 1967), 62-63. 
54 H.İ. Marrou, Synesius of Cyrene and Alexandrian Neo-Platonism, A. Momigliano (Ed.), The Conflict Between 
Paganism and Christianity in the Fourth Century, Oxford University Press, (London, 1962), 136. 
55 T.M. Green, The City of the Moon God. Religious Traditions of Harran, Leiden, (New York, 1992), 94. 
56 Pierre Chuvin, A Chronicle of the Last Pagans, Harvard University, (London, 1990), 141. 
57 G. Vajda, İdris, Encyclopedia of Islam, III., E.J.Brill, Leiden, (1971), 1030. 
58 E. Blochet, Etudes sur le Gnosticisme Musulman, Rivista delgi Studi Orientali, III, (1911), 48. 
59 Sibel Özbudun, Hermes’ten İdris’e Bir Dinsel Geleneğin Dönüşüm Dinamikleri, Ütopya Yayınları, (Ankara, 2015), 231. 
60 İslam dil okulları içerisinde Basra, Aristotelesçiydi. Buna mukabil Kufe, Hermetik ve (Pergamon) Bergama 
Stoacıların izindeydi. 
61 Seyyed Hossein Nasr, Science and Civilisation in Islam, New American Library, (1970), 120. 
62 A.E. Afifi, The Influence of Hermetic Literature on Moslem Thought, Bull SOAS No.3, (London, 1951), 84. 
Müslüman düşünürler Hermetik espriye Kur’an’da geçen, “ed-dinü’l-kayyım (gerçekliğini ve etkinliğini daima 
koruyan dosdoğru din anlamında bir tabir” olarak yaklaşıyorlardı). 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***