SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SURİYE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2019 Pazar

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 9

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 9



Türkiye ve Suudi Arabistan 

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, el-Suud’un Vahhabi kuvvetleri, ki Osmanlı’nın çok 
kültürlü İslam ifadelerine hasmane bir tutum takınıyorlardı, Hicaz’daki kutsal mekanların kontrolünü ele geçirdi. Sonuçta modern Türkiye’de hem Hicaz’daki Haşimi isyanının, hem de el-Suud’un Osmanlı devletine karşı giriştiği isyanın hatıraları hâlâ yaşamaktadır. 
El-Suud’a karşı olan gizli husumet, 2002 yılı gibi daha yakın bir tarihte yeniden su yüzüne çıkmış; Mekke’de bir konut projesine yer açmak amacıyla tarihi bir Osmanlı-Türk Kalesi yıkılınca Türkler Suudilere ateş püskürmüşlerdir. Türk Kültür Bakanlığı “Kalenin yıkılması olayı Suudi Arabistan’da Türk mirasına yapılan en son saldırıdır, ki bu ülke geçmişte de Osmanlı evlerini, mezarlarını ve tarihi bir demiryolunu tahrip etmişti. Bu, insanlığa karşı bir suç...ve kültürel soykırımdır” demiştir. Suudiler ise buna verdikleri cevapta Türkiye’yi İslami bir devlet olarak kendi mirasını ve kimliğini lağvetmekle suçlamışlardır. 
Kemalist düzen Suudi Arabistan’ın uluslararası İslami politikalarına daima kuşkuyla bakmıştır. Bireyler olarak Suudiler muhtemelen Türkiye’ye karşı kendi hükümetlerinden daha sıcak duygular beslemektedirler, ancak bu duygu pek karşılıklı sayılmaz. Türk sokak basını sık sık krallıkla ilgili dehşetli hikayelerden bahseder, el-Suud Hanedanı da Türklerden pek dinî saygı görmez. 
Yine de Suudiler İstanbul’u Müslüman turizm güzergahlarından biri olarak 
değerlendirirler. 

Altını çizmek gerekir ki yaklaşık son kırk yıldır ilk defa Suudi Kralı Abdullah, 2006 yılında Türkiye’ye bir kraliyet ziyareti gerçekleştirmiştir; neredeyse kesinlik derecesinde denebilir ki bunun sebebi, Türkiye’nin Irak dâhil Orta Doğu meseleleriyle daha fazla ilgilenmesi ve duyarlılık göstermesinin takdir edilmesi idi. 

Türkiye ve Afganistan 

Afganistan, Türklerin Doğu dünyasına yönelik geniş jeopolitik vizyonunun çok 
candan bir parçasıdır ve Arap dünyasına kıyasla birçok bakımdan Türk ruhuna daha yakındır. 
Afganistan bugün bünyesinde kalabalık ve önemli Türki Özbek ve Türkmen azınlıkları ve genelde İngiliz emperyalizmine başkaldırırken çoğu kez yardım için Osmanlı Türkiyesi’ne bakmış olan Güney Asya bölgesindeki Müslüman yöneticileri barındırmaktadır. 
Afganistan (Sovyetler Birliği’nin ardından) yeni Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ni 
tanıyan ikinci ülke olmuş, hâttâ Atatürk’ün Avrupalı emperyalistlere karşı yürüttüğü Ulusal Kurtuluş Savaşı’na yardım etmek için askeri destek göndermiştir. Gerçekten de Afgan Kralı Emanullah Han’ın (1919-29) Atatürk’le yakın bir kişisel dostluğu vardı; 
Emanullah Han, Atatürk’ün modernleştirici reformlarının büyük bir hayranı idi ve bunları Afganistan’da da aynen gerçekleştirmek istemişti. 

Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, Türkiye’nin jeopolitik manzarası aniden geniş bir şekilde Doğu’ya açılmış; Afganistan ve Pakistan, bir gecede Orta Asya’ya ve Keşmir’e açılan kapılar haline gelmiş, Türk halklarının zihninde o eski bağlar yeniden canlanmıştır. 

Genişleyen bu Doğu alanı Türk siyaset tasavvuruna yeni fırsatlar ve yeni bir kafa yapısının kazınmasına yaramıştır. Türk kamuoyu, Taliban’a hiçbir sempati beslenmemesine karşın, ABD’nin Afganistan’ı işgaline karşı büyük bir tepki göstermiştir: Halkın yaklaşık üçte ikisi bölgedeki ABD askeri operasyonlarına ve ABD kuvvetlerinin Türk askeri tesislerini kullanması da dâhil olmak üzere ABD operasyonuna destek verilmesine karşı çıkmıştır. 
Türk kamuoyunun aksi görüşüne rağmen Türk hükümeti, Afgan operasyonunda 
Birleşik Devletler’e yardım etmeyi kabul ederek Kuzey İttifakı askerlerinin güneye, Kabil’e doğru hareketine destek ve eğitim sağlamıştır. 
Ayrıca Afganistan’a giden barış gücü askerlerine katkıda bulunmuş, Orta Asya’ya yönelik ABD ve NATO destek uçuşlarına hava üssünü kullanma imkanı vermiştir. Dahası Türkiye, ilk başlardaki Uluslararası Güvenlik Destek Gücü’nün barışı koruma operasyonuna bin dört yüz askerle katkı sağlamıştır.

Bu ABD dışında operasyona en büyük, Müslüman ülkelerdense tek katkıyı teşkil 
etmiştir. Ancak Türkiye 2006’da NATO’nun Kabil dışındaki operasyonlar için asker gönderme çağrısını reddetmiştir. 

Daha da etkileyici olansa, Türk özel sektörünün Afganistan’daki yatırımlarıdır. Başka herhangi bir ülkeden gelenden daha büyük olan yatırım miktarı 2006 başları itibariyle yaklaşık 1 milyar dolara ulaşmıştır. 

Türkiye, uzun vadeli bir bakışla kendisini Afganistan’a mutlaka yardım etmek zorunda hisseden ve bu ülkenin refahında kalıcı menfaati olan az sayıdaki bölge ülkesinden biridir. 
Her ne kadar Peştun nüfus arasında bulunan Taliban yanlısı unsurlar, Türkiye’ nin, ABD çıkarlarını kollayan bir paravan olmasından kuşkulansalar da, her iki tarafta da duygusal bağlar gücünü korumaktadır. 

Türkiye ve Avrasya 

Sovyetler Birliği artık ölmüştür ve daha önemlisi, Türkiye artık Rusya ile ortak bir sınır bile paylaşmamaktadır. Bugün Türkiye’ye karşı Rus askeri saldırganlığı neredeyse akla gelmez durumdadır. Azerbaycan ve Orta Asya gibi, SSCB’nin Türki Müslümanlarının büyük çoğunluğu 1991’de bağımsızlıklarına kavuşmuşlar dır. Türkiye jeopolitik seçeneklerini yeniden şekillendirmekte ve bu bağlamda Rusya Türkiye’ye iktisadi, siyasî ve askeri alanlarda bir ortak olarak önemli fırsatlar sunmaktadır. 
Yine de realite şudur ki, Türkiye’nin eski Rus ve Sovyet imparatorluklarının 
Müslüman (büyük ölçüde Türki) halklarıyla olan tarihsel ve etnik ilişkileri hiçbir zaman Moskova için potansiyel bir kaygı olmaktan tamamen çıkmayacaktır. O kadar ki Moskova ile Ankara, bu halklar üzerinde etki bakımından âdeta zıt kutupları temsil etmektedirler. Bugün, hâlâ Rusya Federasyonu içinde kalmış olan Müslümanlar-Volga ve Kırım Türki Tatarları, Çeçenler ve Kuzey Kafkasya’ daki öteki halklar-daha fazla özerklik veya Moskova’dan bağımsızlık istemektedirler ve asırlardır kendilerine yardım etmesi için yüzlerini Türkiye’ye 
çevirmişlerdir. Fakat Sovyetler Birliği’nin çökmesi ve Türk dünyasının kapılarının yeniden açılmasıyla başlayan kısa bir aşırı coşku döneminin ardından, Türkiye’nin bu Müslüman halklarla ilişkisi, Ankara için biraz hayal kırıklığına uğratıcı olmuştur. Aynı zamanda, Türkiye’nin Rusya ile yakın ilişkilerden elde ettiği çıkarlar katlanarak artmıştır. 
Bu istikamet değişimi en çarpıcı şekilde, iki yüz yılı aşkın bir süredir Kafkaslar’da bağımsızlık için mücadele eden Çeçenlerin durumunda kendini göstermektedir. Çeçenler İslami kimliklerine derinden bağlıdırlar. Türki olmasalar da, Türkiye’de, asırlar süren Rus baskısından kaçanların oluşturduğu, hatırı sayılır bir Çeçen diyasporası vardır. Çeçenler, davalarının sesini duyurmak için 1990’larda Türk topraklarında birkaç uçak kaçırma olayına karıştılar. Geçmişte Ankara zaman zaman Çeçenler’e destek verdiğinde, Moskova da açık 
şekilde Türkiye’nin Kürtleri’ne aynı şeyi yapardı. 
Bugün Türk-Rus ilişkilerinde güçlü bir ekonomik tamamlayıcılık da ortaya çıkmış 
bulunmaktadır. Moskova dünyada Almanya’dan sonra Türk mallarının en büyük ikinci ithalatçısıdır, Türkiye de Rusya’da inşaat alanında 6 ila 12 milyar dolarlık yatırım yapmıştır. 
Ayrıca Türkiye’ye giden Rus turistlerin sayısı, Almanya’dan gelen turistlerin sayısı ile yarışmaktadır; 2004 yılında Türkiye’yi ziyaret eden Rus sayısı 1.7 milyonu bulmuştur, İstanbul sokakları ve sahil kasabalarının plajları dâhil her yerde Ruslara rastlamak mümkündür. 

Önemle vurgulanmalıdır ki, Karadeniz’in altından geçen Mavi Akım yoluyla 
Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı büyük çaplı doğal gaz ithalatı-ki bu, Türkiye’nin doğal gaz ithalatının en azından yüzde 70’ini teşkil etmektedir-iki ülke arasında uzun süreli bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi yaratmaktadır. Esasen Rusya, mevcut Mavi Akım boru hattını Türkiye’den güneyde İsrail’e kadar uzatmak istemektedir.

Önümüzdeki on yılda Türkiye’nin gerek Rusya ve gerekse Orta Doğu ile olan bağları muhakkak ki daha da yoğunlaşacak, bu da Türk bakış açısının çekim merkezini daha çok Doğu’ya kaydıracaktır. 

1990’ların ortalarında Türkiye, Rusya’dan silâh, mühimmat ve helikopter satın alan ilk NATO ülkesi olmuştur; çünkü Batılı ülkeler, Kürt isyancılara karşı kullanabileceği gerekçesiyle Türkiye’ye silâh satmayı reddetmişlerdir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin askeri modernizasyon projesi ihalesine katılmayı da planlamaktadır. 
Bir Türk diplomat, Ankara’nın Moskova ile sürdürdüğü düzenli siyasî diyalogu 
Dışişleri Bakanlığı’nın herhangi bir ülke ile sürdürdüğü “en düzenli ve kapsamlı” diyalog olarak nitelendirmektedir. Moskova ve Ankara, Güney Kafkaslar’daki ABD politikalarının istikrarı bozucu olduğu görüşünü paylaşmaktadırlar ve bölgede statükonun korunmasından yanadırlar. Ankara ABD’nin Gürcistan’ı NATO’ya çekme planlarını Rusya’ya karşı gereksiz yere kışkırtıcı bir eylem olarak görme eğilimindedir; aynı zamanda Abhazya ve Acaristan’dan gelmiş kendi Gürcü azınlıklar diyasporası bu grupların Gürcistan’dan ayrılmasına sempatik 
bakmaktadır. 

Moskova bu arada, şüphesiz kısmen Türkiye’nin tarihi ABD yanlısı yöneliminden 
sapmasından duyduğu memnuniyetin ifadesi olarak, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişini desteklediğini açıkça ilan etmiş; Kıbrıs sorununda da Türkiye’nin pozisyonunu desteklemeye uğraşmıştır. Buna karşılık Türkiye de Rusya’nın Dünya Ticaret Örgütü’ne girmesine yardımcı olmayı kabul etmiştir, ki bu da Rus-Türk ticaretini daha da artırabilecek bir olgudur. 
Rus kamuoyunun Türkiye’ye bakışı oldukça olumludur. 2005 yılında Rusya’da 
yapılan bir kamuoyu yoklamasında, Rusların yüzde 71’i Türkiye’ye karşı pozitif bir tavır takınmıştır. Yüzde 51’i Türkiye’yi güvenilir bir ticari ve ekonomik ortak, yüzde 16’sı bir kardeş ülke olarak görürken, sâdece yüzde 3’ü düşman bir ülke ve muhtemel bir rakip olarak görmüştür. 

Türk Düşüncesinde Kafkaslar ve Orta Asya’nın Yükselişi ve Düşüşü 

Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra Türkiye’de başlamış bir erken aşırı heyecan dalgası Türkleri yeni bir “Türk yüzyılı”nın hakimleri olabileceklerine inandırmıştı. O dönemde, zamanın Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel Türkiye’nin Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan yeni bir Türk dünyasının başını çekebileceğini ilan etmişti. 
Fakat bağra basılan Pan-Türki vizyon bir dizi nedenden dolayı asla ciddi olarak 
başarılamadı. Birincisi, Türkiye, çoğunluğu Türk olan yeni cumhuriyetlerin gelişmesinde ve finanse edilmesinde ciddi rol oynayabilecek ekonomik ağırlık ve altyapıdan yoksundu. 
İkincisi, taktiksel ve psikolojik olarak, Türkiye başlangıçta biraz küçümser biçimde bu cumhuriyetlere karşı yeni bir “büyük birader” gibi davrandı, aslında bu cumhuriyetler bâzı açılardan Türkiye’den daha gelişmişti. Son olarak üçüncüsü, bu yeni devletlerin otokratik liderlerinin olağanüstü huysuz, paranoyak ve güvenilmez olduğu ortaya çıktı. Meselâ Özbekistan’ın İslam Kerimov’u, en küçük bir iç muhalefet belirtisine kafasını özellikle takmış 
durumdadır; hâttâ Türkiye’yi kendisini devirmek için hem lâik, hem de İslamcı güçleri desteklemekle suçlamış, bu durum iki ülkenin eğitim alanında sâhip olduğu yakın ilişkileri koparmış ve Türkiye’deki bütün Özbek öğrencilerin geri çağrılmasıyla sonuçlanmıştır. 
Washington da başlangıçta, özellikle de 11 Eylül’den sonra Terörizmle Küresel Savaş için kumanda ettiği geniş işbirliği çağrısı sırasında, Rusya’nın kaybı pahasına Orta Asya’da ciddi stratejik kazanımlar elde etmiştir; o koşullar altında Moskova, Washington’un bölgede edindiği yeni stratejik tutunma noktasına isteksizce boyun eğmiştir. Fakat Washington’un Rusya’yı eski Sovyetler Briliği’nin güney bölgelerinden kalıcı olarak çıkarma kararlılığı, Moskova’nın sert tepkisini çekti. 

Orta Asya liderlerinin otokratik tabiatı da, özellikle söz konusu liderler 
Washington’un, öteki şeyler yanında, Moskova’nın etkisini zayıflatabilmek için tasarlanan demokratikleşme kampanyalarıyla kendi ülkelerini de istikrarsızlaştırabileceğinden korktukları için, giderek daha fazla biçimde Orta Asya ülkelerini Rus yörüngesinde tutma çabasındaki Moskova’nın işini kolaylaştırdı. 

Orta Asyalı Türki cumhuriyetlerle ilişkilerinin soğumasıyla Türkiye de farkına vardı ki Rusya ile kuracağı ekonomik ve stratejik ilişkilerden edineceği kazanç, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) üyesi, küçük, bağımsızlığına yeni kavuşmuş cumhuriyetlerle kuracağı, çabucak elden kaçabilecek herhangi bir ilişkiden elde edeceği kazancı kat kat aşıyordu. 
Sorunun özü Orta Asya cumhuriyetlerinin yönelim ve karakterlerinin netleşmemiş doğasında yatmaktadır. Fakat demokratikleşme ile birlikte Pan-Türki kimlikler büyüyebilir. Şayet günün birinde bu eski Sovyet cumhuriyetlerine daha demokratik bir yönetişim hâkim olursa, Ankara ile ilişkileri de muhtemelen iyileşecektir. Her ne kadar Moskova, Washington’a ve hâttâ Avrupa Birliği’ne hiçbir zaman tam bir alternatif olamasa da, Türkiye’nin yeni ve giderek karmaşıklaşan dış politika yapısında hızla güçlü bir doğuya dönük sütun sağlamaktadır. 

10. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 8

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 8


Ekonomik Faktörler 

İran, Türkiye ile ticaret hacminde, Rusya ve Ukrayna’dan sonra Türkiye’nin komşuları arasında üçüncü sırada yer almıştır. 2006 itibariyle, karşılıklı ticaret hacmi 6.2 milyar dolara ulaşmıştır. Ancak bu seviye hâlâ görece ılımlı bir seviyedir ve Türkiye İran’ın en önde gelen altı ihracat ve ithalât ortağı arasında henüz yer almamıştır. 
Türkiye’nin Orta Doğu’dan yaptığı en büyük ithalât, elbette ki, İran doğal gazıdır. 
Nisan 2007’de Türkiye ve İran, enerji alanında ortak girişime dayalı stratejik bir ittifak planladıklarını ilan etmişlerdir. Söz konusu proje, yeni petrol ve gaz kuyuları açılmasını ve Türkiye’den geçen mevcut boru hatlarını kullanarak Yunanistan üzerinden Avrupa’ya enerji aktarılmasını kapsamaktadır.

Avrupa Birliği, Rus enerji kaynaklarına aşırı bağımlılıktan kurtulmak için, İran 
enerjisini ithal etme projesini hararetle desteklemekte, ancak Washington bu projeye şiddetle karşı çıkmaktadır-bu da Ankara ile Washington arasında devam eden bir sürtüşme kaynağıdır. 
Bu arada Washington Türkmen petrolünün İran yoluyla Türkiye’ye getirilmesine dair her plana karşıdır. 

Türkiye artık İran gazının ve petrolünün tüketiminde ve Batı’ya aktarılmasında önemli bir kavşak noktası konumundadır. ABD’nin sıkı muhalefetine rağmen Avrupa, tamamen Rus ihracatına bağımlılığa karşı söz konusu İran alternatifini memnuniyetle karşılayacaktır-bu da Washington’un hoşuna gitmeyen bir şeydir. 
İran’a karşı ABD askeri saldırısı Ankara’nın menfaatlerini olumsuz etkileyecek iken, Tahran’a karşı geniş kapsamlı ekonomik yaptırımlar getirme girişimleri bile Türk dış ticaretine ciddi şekilde tesir edecektir: Örneğin her yıl yaklaşık yetmiş beş bin Türk kamyonu, Orta Asya ve ötesine gitmek üzere İran’dan transit geçiş yapmaktadır. 

Nükleer Sorunlar 

Her ne kadar Türkiye’de İran’ın nükleer silahlarla ilgili planlarına olumlu bakılmasa da, Kürt sorunu ile kıyaslanınca, bu konu Türkiye’de çok öncelikli bir sorun değildir, hâttâ Türk ordusu için bile. Konvansiyonel silahlarda Türkiye İran’dan çok daha güçlüdür. Ayrıca aralarındaki çeşitli gerginlik kaynaklarına rağmen, iki ülke arasında yakın tarihte ciddi bir askeri kapışma mevcut değildir. Türkiye’nin temel kaygısı, İran’ın nükleer silahlarının bölgedeki güç dengesi denklemlerini nasıl etkileyeceğidir. 
Olası bir ABD-İran çatışması ile ilgili olarak 2003 Haziran ayında yapılan bir 
kamuoyu yoklamasında, Türklerin yüzde 55’i bu konuda tarafsız kalmayı yeğlerken, yaklaşık yüzde 24’ü İran’ın safında yer almayı tercih etmektedir; Birleşik Devletler safında yer almak isteyenlerin oranı yüzde 17’inin altındadır. 

Sonuç 

Tarihsel olarak, Türklerin Batı’ya yakınlığının İran’ı kaygılandırdığı ya da rahatsız 
ettiği anlaşılmaktadır; son Şah bile zaman zaman Türkiye’yi Batı’nın dikkatini cezbetme konusunda bir rakip olarak algılamıştır. Bundan dolayı, görünür gelecek için, İran’ın Türkiye’ye karşı tutumu, büyük ölçüde Ankara’nın İran’a karşı Batılı stratejik politikaları ne ölçüde benimseyeceği tarafından belirlenecek tir. 

Türkiye ve İsrail 

Yahudilerin Osmanlı İmparatorluğu içinde uzun bir tarihi vardır. 1492’de, 
Müslümanlarla birlikte Katolik İspanya’dan sürüldükleri zaman Osmanlı’ya sığınmışlardır. 
Esasen, Soner Çağaptay’ın dediği gibi, “Onyedinci yüzyılda Osmanlı İmparatorluğun da yaşayan Yahudilerin sayısı, dünyanın başka yerlerinde bulunan toplam Yahudi sayısından daha fazlaydı. 
Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu da birçok meslek dalında Yahudi bilgi ve 
becerisinden faydalanmış, onlarla gelen Batılı know-how’ı imparatorluğun gelişmesi ve dönüşümünde kullanmıştır. 
Yahudiler, modern Türkiye’de de baskıdan uzak bir hayat sürmüşlerdir ve İsrail’de de hayli Türk yanlısı önemli bir Türk-Yahudi topluluğu mevcuttur. 
Türk düşüncesinde Arap-İsrail meselesi ile Kudüs meselesi arasında önemli bir fark vardır. Kudüs, İbrahimi dinlerin her üçü için de kutsaldır. 
Müslümanların çoğu gibi, Türkler de Kudüs’te bulunan geleneksel İslami dinî  mekanların tamamen İsrail kontrolü altında bulunmasından son derece rahatsızdırlar. 2000 yılında yapılan bir kamuoyu yoklamasında Türklerin yüzde 63’ü, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın kendileri için önemli olduğunu belirtmiş, yüzde 60’ı da Filistin halkının korunmasında Türkiye’nin daha aktif bir rol oynaması gerektiğini ifâde etmiştir. 

Müslüman dünya hâlâ Kudüs’teki Müslüman çıkarları adına yüksek sesle konuşması için Türkiye’ye bakmaktadır.

Türk-İsrail İlişkilerinde Askeri Faktör 

Türkiye’de İsrail ile yakın ilişkiler kurulmasının önde gelen savunucusu Türk Silahlı Kuvvetleridir. Radikal biçimde lâik olan ordu için İsrail, “anti-İslami” bir sembol olarak, değerli bir yüksek askeri teknoloji transferi kaynağı, ABD Kongresi’ne erişimi kolaylaştıran bir unsur ve nihayet, radikal komşulara karşı stratejik bir yıldırma kaynağı olarak önemlidir. 

Çoğu Türk, İsrail devleti ile Türkiye’nin az sayıdaki Yahudi nüfusu (120.000) arasında hemen bir ayrım yapmakta, Türkiye’deki Yahudilere yüksek derecede bir tolerans ve saygı beslerken, İsrail devletine karşı yaygın bir muhabbet duymamaktadır. 
Askeri işbirliği Türkiye’nin İsrail ile büyüyen ilişkilerinin en dramatik ve tartışmalı unsurunu teşkil etmektedir. 

Türkiye İran, Irak ve Suriye’ye karşı Türkiye topraklarında İsrail ile ortak gizli dinleme üslerinin kurulmasını kabul etmiştir. 

Türk ordusunun yirmi-beş yıllık bir zaman diliminde gerçekleşecek ve yaklaşık 150 milyar dolar tutacak büyük bir askeri modernizasyon projesine giriştiği bir zamanda gelen bu İsrail bağlantısı, Türkiye için özellikle değerliydi. İki ülkenin savunma sanayilerini bir araya getiren bu girişimde, İsrail’in gerek teknolojisi ve gerekse Türkiye’deki ciddi finansal yatırımı hayati bir rol oynamıştır. 

Türkiye bir ara, olası bir Suriye-İsrail barış anlaşmasının Ankara’nın elini Şam’a karşı zayıflatacağından ve potansiyel olarak Şam’ın İsrail sınırındaki kuvvetlerini kuzeydeki Türk sınırına kaydırmasına imkân vereceğinden kaygı duyar hale gelmiştir. Türkiye ile İsrail’in Şam’a karşı ortak kıskaç gücünün, Suriye’nin 1998 yılında PKK’yı desteklemekten vazgeçme ve Ankara’ya karşı izlediği düşmanca politikaları revizyondan geçirme kararına önemli ölçüde katkıda bulunduğu konusunda hiç kuşku yoktur. 

Sivil İşbirliği 

İki ülke arasındaki yoğun askeri işbirliğine birçok alanda sivil ilişkiler de eşlik 
etmiştir. Örneğin, yılda 1.85 milyar dolara ulaşan İsrail’in Türkiye turizmi, Türkiye’nin toplam turizm gelirlerinin önemli bir kısmını teşkil etmektedir. Buna ek olarak, tarım alanında özel bir uzmanlığa sâhip olan İsrail, Türk tarım sektörünün gelişimine yatırım yapmıştır. 

Bugün İsrail’in ticaret ortakları listesinde Türkiye on üçüncü sırada yer alırken, 
Türkiye’nin ticaret ortakları listesinde İsrail dokuzuncu sırayı almaktadır. 2007 yılında Türkiye ile İsrail, Karadeniz’i Kızıl Deniz’e bağlayacak bir boru hattı inşası üzerinde geçici olarak anlaşmaya varmışlardır. Suyun altından gidecek bu boru hattı, Suriye ve Lübnan’ı bypass edecek, Rusya ve Azerbaycan’dan getireceği gaz ve petrolü Türkiye üzerinden İsrail’e iletecektir. 

İsrail SSCB’nin çökmesinden sonra bu bölgeye girmek için Türkiye’yi değerli bir 
köprü olarak görmüş, ardından Türkiye de İsrail’in bölgeye girişini kolaylaştırmıştır. 
İsrail, Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’dan İsrail’in kullanabileceği enerjiyi 
getirme potansiyeli ile ilgilenmeye devam etmektedir. Bakü-Ceyhan petrol boru hattının tamamlanması bu yönde atılacak bir ilk adım niteliğindedir. 
Robins, İsrail ile ilişkilerin gerilemesinin başlangıcını, bizzat ordu içinde birçok 
kişinin Türkiye’nin İsrail ile bağlarının Washington nezdinde beklenen meyveleri vermediğini düşündüğü 1996 yılı ile tarihler. 

AKP’nin iktidara gelmesi ve “düşmanlık yok” ilkesine dayalı bir bölgesel politikaya sarılması, İsrail’in artık Türkiye’nin dış politikasında merkezi bir konumda olmadığı bir ilişki kaymasına yol açmıştır. 
Türk-İsrail ilişkilerinin ekonomik ve teknik yönleri hâlâ güçlü olmaya devam etse de söz konusu ilişkinin stratejik yönü önemli ölçüde zayıflamıştır. 

Suriye’nin refahından Türkiye’nin alacağı yeni pay, Türkiye’nin İsrail ile bağlarını 
daha da karmaşık hale getirmektedir. Benzer şekilde, savaş sonrası Irak’ta, özellikle deİsrail’in peşmerge güçlerinin eğitimine destek verdiği ve bölgeyi İran’a karşı istihbarat operasyonları için bir üs olarak kullandığı-Kürdistan’da İsrail’in yürüttüğü faaliyetler de Ankara’yı kaygılandırmaktadır. 

Gerek Kudüs ve gerekse Washington, Türkiye’nin İsrail’in politikasına yönelttiği açık eleştirilerin çoğundan rahatsızlık duysa da, söz konusu başkentlerin ikisi de Türkiye’nin bölgeyle ilgili yeni planlarını tamamen tıkamamıştır. Türkiye bölgede her iki ülkenin de müttefiki olup aynı zamanda Arap ülkelerinin çoğu ve İran nezdinde itibarı olan neredeyse yegane ülkedir. Ancak İsrail zayıf veya düşman ca ilişkiler içinde olduğu Müslüman devletleri güçsüz düşürmek ve bölmek peşinde koştuğu ölçüde, İsrail’in çıkarları Türkiye’nin çıkarlarıyla otomatik olarak aynı safta yer almamaktadır artık. 

Sonuç 

Türk-İsrail ilişkileri Orta Doğu’nun geniş diplomatik ve stratejik ilişkiler yelpazesi içinde önemli bir unsurdur. Aradaki bağlar biraz soğumuş olsa da İsrail hâlâ-bir Müslüman ülke ile geliştirmiş olduğu yegane kapsamlı ve yakın çalışma ilişkisi durumunda olan-Türkiye ile ilişkisine kayda değer bir önem vermektedir. 
Ankara, Saddam’ın devrilmesinden beri Amerika Birleşik Devletleri’nin de İsrail’in de Ankara’nın terörizmle ilgili baş kaygısı olan PKK ile pek ilgilenmedik lerinin farkındadır. 
Gerçekten de İsrail dünyadaki Kürtlerin kötü durumuna her zaman biraz gizli bir sempati göstermiş, PKK’ya karşı Ankara ile işbirliğinden kaçınmış, duruma esas itibariyle Türkiye’nin bir iç meselesi olarak bakmıştır. Ekonomik ve maddi alanda Türkiye-İsrail ilişkisi her iki taraf için de bir hayli avantajlıdır ve devam etmesi muhtemeldir. Askeri modernizasyon programı nedeniyle Ankara, İsrail ile oldukça güçlü bir askeri ilişkiyi çok büyük olasılıkla devam ettirecektir, iki 
ülke arasında stratejik işbirliği olmasa bile. 

Şayet Ankara, İsrail ile askeri ilişkisini öteki bölgesel çıkarlarına fazlasıyla zarar verici bulmaya başlarsa, Türkiye’nin İsrail ile kurduğu askeri ilişkinin belirli yönlerini potansiyel olarak başka devletler-Çin, Rusya ve Avrupa Birliği gibi-devralabilir. Ancak büyük bir Orta Doğu devletinin Türk güvenliğine meydan okuması halinde, Ankara’nın stratejik düşüncesinde İsrail ile ilişkisinin önemi yeniden ağırlıklı hale gelebilir. 


Türkiye ile Mısır, Suudi Arabistan, Körfez Ülkeleri ve Afganistan Arasındaki İlişkiler 

Mısır 

Türklerle Mısırlılar arasında asırlardır süren yakın irtibata rağmen, modern 
Türkiye’nin Mısır ile ilişkisi hiçbir zaman samimi olmamış, düşmanlık ile soğukluk arasında gidip gelmiştir. Bu soğukluk, belirli tarihsel hoşnutsuzluklara dayalı olmaktan ziyade günümüz jeopolitik çekişmeleri gerçekliğine dayanmaktadır. 
Mısır kendisini geniş boyutlu Arap davasının önde gelen hamisi ve her ne kadar böyle bir rolde giderek daha az ikna edici hale gelse de, Arap dünyasının doğal lideri olarak görmektedir.

* Her ikisi de Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefikidir (Mısır Camp David’den sonra). 
* Her ikisi de İsrail ile diplomatik ilişki kuran az sayıdaki Müslüman ülke arasındadır. 
* Her ikisi de bölgesel radikalizmi bastırmaya çalışmaktadır. 
* Her ikisinin de İran Devrimi’nden beri İran’la ilişkileri gergindir. 

Türkiye ile İsrail arasında bir güvenlik ittifakı yapılabilme potansiyeli ve AKP’nin son zamanlardaki Orta Doğu’daki bütün ülkelerle dostane ilişkiler geliştirme politikaları Türkiye- Mısır ilişkilerinin daha iyiye gitmesinin yolunu da açmıştır. Ancak bu ilişki şu anda esas itibariyle durağan vaziyettedir; bunun başlıca sebebi de, Mısır ekonomisinin yavaş karakteri ile bu ülkedeki katı, kabız edici ve kıskanç siyasî düzendir.

9. CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 7

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 7


Kürt Meselesi., 

Suriye, ülkenin kuzeydoğu köşesinde bulunan Cezire bölgesinde yerleşmiş yaklaşık 1 milyonluk bir Kürt nüfusa sahiptir. Suriye Kürtlerinin çoğunluğu, 
Türk baskısı nedeniyle 1920’lerde sınırın öte yakasına kaçarak Türkiye’den bu bölgeye gelmiş sığınmacıların torunlarıdır. 

PKK liderleri 1980’de, Ankara’daki bir askeri darbeden sonra Türkiye’den Suriye’ye kaçmış, burada kendilerine devlet desteği verilmiştir. 
Suriye, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’nde PKK’ya eğitim kampları sağlamış ve Öcalan’a Şam’da sığınma hakkı tanımıştır. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle birlikte, Suriye’nin pozisyonu ciddi şekilde zayıflamış; Türk ve İsrail askeri güçleri arasında izole edilmiş ve sıkışmıştır. 

1998’de Ankara Şam’a açık bir ültimatom vererek, PKK’ya desteğini kesmez ve Öcalan’ı sınırdışı etmezse, Türk Askeri işgaline hazır olmasını belirtti. Bu tehdit Suriye sınırına onbin askerin kaydırılmasıyla da desteklendi. Hafız Esat, elinde fazla seçenek olmadığını hissederek, kendisinden pek beklenmeyen bir tavırla diz çöküp Türkiye’ye karşı uyguladığı çatışmacı politikaları tamamen gözden geçirmeye yöneldi. Bu gelişme, bölge için ciddi içerimleri olan yeni ve önemli bir ikili ilişki sürecini tetikledi.

“Ankara’nın Suriye’ye karşı tutumunun değişmiş olduğunun en iyi kanıtı, iki ülke 
arasındaki yaklaşık 450 mil uzunluğunda ve 1,500 fit genişliğindeki (Soğuk Savaş’ın heyheyli günlerinde, 1952’de yerleştirilmiş olan) mayınlı alanı Türkiye’nin temizlemekte oluşudur.” 

Sonuç 

2005 yılında iki ülke arasında bir serbest ticaret bölgesi kurulması konusunda 
anlaşmaya varılmış ve Şam’ın Suriye’de Türk yatırımlarını teşvik etmesiyle, iki ülke petrol arama amaçlı ortak bir şirket kurmuşlardır. Aynı zamanda sınır bölgelerinde ortak bir elektrik şebekesi geliştirmektedirler. Nihayet, dikkate değer bir nokta da, Suriye’ye giden Türk turistlerin sayısının büyük oranda artarak 2000’den 2005’e on dokuz katına çıkmış olmasıdır. 

Türkiye ve Irak 

1958’deki Irak devriminden beri Türkiye-Irak ilişkileri sınırlı ve limoni 
etkileşimlerden, Saddam sonrasında Türkiye’nin Irak’ın işlerine müdahil olmasına uzanan bir seyir izlemiştir. Bugün iki ülkenin ilişkileri hızla genişlemekte, ancak Irak’taki iç karışıklıktan kaynaklanan ihtilaflar bu ilişkilere damgasını vurmaktadır. Son yıllarda, Ankara’nın Bağdat’la ilişkileri şu unsurlarca belirlenmiştir: 

*Irak Kürtlerinin siyasî özerklik arzuları, Kerkük kentinin statüsü, petrolü ve orada yaşayan Türkmen nüfusun kaderi; 
*Sınır sorunları ve eski Osmanlı vilayeti Musul’un statüsü; 
*Terörizm, iç savaş ve İslami radikalizm gibi, Saddam sonrası Irak’ın istikrarı ve 
bütünlüğüne ilişkin sorunlar; 
*Irak içinde yeni yeni fakat hızla artan İran etkisi Dünyadaki çoğu ülke, devrimci İran’dan çekinmeleri nedeniyle Irak’ı desteklemiştir. 
Türkiye ise her iki ülkeye karşı da pozitif bir tarafsızlık tavrı benimsemiş ve ticaret yoluyla bu ülkelerin acil ekonomik ihtiyaçlarını karşılama yoluna gitmiş az sayıdaki ülkeden biri olmuştur. Bunun sonucunda Türkiye, savaştan ciddi gelir sağlamıştır. 
Türkiye aynı zamanda petrol boru hattından dolayı Irak’tan yaklaşık 250 milyon dolar kira geliri elde etmiş, Türkiye ile Irak daha geniş bir bölgesel plân kapsamında elektrik şebekelerini entegre etme konusunda anlaşmışlardır. Ayrıca 1974 ile 1990 yılları arasında Irak’ta Türk inşaat projelerinin toplam değeri 2.5 milyar doları bulmuştur. 

1991 Körfez Savaşı Felaketi

İran-Irak Savaşı’nın aksine 1991 Körfez Savaşı ve sonrası, Türkiye için hemen her açıdan tam bir felaket olmuştur: 

Irak’ın Kürt bölgesi üzerinde Saddam’ın kontrolü kesin olarak kırılmıştır. 
Saddam’ın Kürt bölgesi üzerinde yeniden mutlak kontrol tesis etme girişimlerinin sonucu olarak yarım milyon Kürt kuzeye, Türk sınırına doğru harekete geçmiş, bu da Ankara için kitlesel bir sığınmacı sorunu doğurmuştur. 

Irak’ın Kürt bölgesi, ABD’nin sponsorluğunu yaptığı Çekiç Güç kapsamında 
uluslararası BM koruması ve gözetimi altına alınmıştır. Dahası, Kürt insanî krizi yüzünden, ABD’nin Kürt özerkliğini tolere etmeme sözü tartışmalı hale gelmiştir. 
Kürt partileri, ABD’nin baskısıyla, Irak’ta ilk defa kendi aralarında siyasî olarak 
“ulusal” düzeyde kurumsal işbirliği yapmaya zorlanmışlar, bu durum Ankara’nın bunları birbirine karşı kullanma seçeneklerini peşinen ortadan kaldırmıştır. Bu olgu, Irak Kürt siyasî tarihinin evriminde çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. 
Irak’ın Kürt bölgesi, neredeyse bağımsız de facto bir devletin altyapısını hızla 
geliştirmiştir. 

Bu durum Türkiye ile bir “Kürt varlığı” arasında gayriresmi bir diplomatik ilişkinin başlangıcını teşkil etmiştir. (2004 sonunda bu süreç, hiç akla gelmeyeni başaracaktı: Türkiye kıdemli Kürt lider Celal Talabani’yi Irak Cumhurbaşkanı olarak Ankara’da ağırlamak durumunda kaldı.)

Saddam’ın Irakı üzerine uygulanan uluslararası yaptırımlar Türkiye’yi Irak’la olan karşılıklı ticaretinin büyük bir kısmından vazgeçmeye zorladı ki bunlar arasında iki petrol boru hattı da vardı. Ambargo dönemi, Türkiye’ye en azından 8 milyar dolara mal olmuştur. 
1991 Savaşı’nın Türkiye’ye tek faydası, Washington’la olan stratejik ilişkisinin 
pekişmesiydi, zira Türkiye güvenilir müttefik imajını sağlamlaştırmıştı. 

2003 Körfez Savaşı-İstenmeyen Savaş 

Saddam rejiminin devrilmesi, Ankara’nın istediği en son şeydi; Türkiye için bu, 
Irak’ta Pandora’nın kutusunun açılması demekti. Saddam’ın Ankara açısından tek önemli problemi; Irak’ı sürekli çatışma içine çeken, tahmin edilmesi zor, agresif ve dengesiz karakteriydi. Oysa bunun dışında Saddam, kendi Kürt nüfusunu kontrol altında tutmak için muazzam çaba harcamıştı. 

Türkiye’nin 2003 yılından beri Irak’la ilgili olarak dile getirdiği en önemli dış politika amaçlarından biri, hassas petrol bölgesi Kerkük ve çevresindeki Türkmen nüfusun refahını korumaktır. Her ne kadar bu grubun nüfusu muhtemelen 1 milyondan az ise de-Türkmenler sayılarının 3 milyon olduğunda ısrar etmektedir ler-Türkmenler Kerkük şehrinde yaşayan nüfusun önemli bir parçasını teşkil etmektedirler. Esasen Sünni Türkmenler, Kürtlerin alt sınıfı temsil ettiği Osmanlı yönetimi altında Kerkük’ün yönetici elit sınıfını oluşturmaktaydılar. Ancak o zamandan beri Türkmenler kesin bir konum ve etki kaybına uğramışlardır, özellikle de Kerkük ve çevresini kontrol etmek için yapılan üçlü rekabet sırasın da. Ankara hâlâ, Kürtlerin Kerkük’ten elde edecekleri geliri kendi özerkliklerini tahkim etmek ve hâttâ gelecekte bağımsızlık kazanmak amacıyla kullanmalarını önlemek için, Irak petrolünün tamamının Bağdat’ın merkezi kontrolü altında olmasını istemektedir. Ancak petrol gelirinin bir dereceye kadar bölgesel kontrolü yolunda yapılan müzakereler halihazırda bir hayli yol almış durumdadır. 

Birleşik Devletler eninde sonunda Irak’ı terk edecektir, fakat Avrupa Birliği 
Türkiye’nin oradaki siyasî statükoyu değiştirmeye yönelik bir askeri müdahalesini hoşgörüyle karşılamayacaktır; özellikle de sağlam meşrulaştırıcı gerekçeler olmadıkça, ki bugün yoktur. 

Ayrıca öteki Arap ülkeleri ile İran, Kuzey Irak’ta olabilecek herhangi bir Türk askeri müdahalesine karşı sert tepki göstereceklerdir, hele hele Türkiye orada bir şekilde sürekli kalmaya heveslenirse. Bu takdirde Türkiye, bir anda kendisini kazanılması imkansız bir gerilla savaşının ortasında bulabilir. 

Peki acaba bugün Şiilik Türkiye için ne anlama gelmektedir? Bir hayli heterodoks Şii nüfuslarıyla Alevilerin, Şiiliğin herhangi bir Ortodoks biçimini temsil etmemeleri dolayısıyla İran’a doğru yönelmeleri için pek bir nedenleri yoktur. Esasen, geçmişteki hâkim Sünni baskısı nedeniyle Aleviler genel olarak sıkı laiktirler.

Her ne kadar bugün Orta Doğu’da hemen her şey mezhepsel siyaset üzerine kurulu olsa bile, Ankara’nın Irak’taki mezhep çatışmasında taraf olması hemen hiç ihtimâl dahilinde değildir. Mezhepsel dürtüler üzerine politika bina etmek, modern Türkiye’nin işi değildir, öteki Sünni devletler tarafından böyle yapmaya teşvik edilse bile. 
PKK gerillalarının eylemleri birkaç yıldır sahneye geri dönmüş durumdadır. 
Washington’un kuşku uyandırır şekilde hakkında pek bir şey yapmadığı PKK’nın Kuzey Irak’ta hâlâ müstahkem bir mevkii vardır. Pek çok Türk, ABD’nin PKK üslerini hava saldırılarıyla bölgeden dışarı atmamasının, Türkiye’nin topraklarını ABD askerlerine kapatmasına karşı ödenen bedelin bir parçası olduğuna inanmaktadır. 
Ancak Türkiye tarafından Kuzey Irak’ın tam olarak işgali ve Irak toprağının ele 
geçirilmesi hiç muhtemel değildir; böyle bir şey Kuzey Irak’ta Türkiye’nin kazanamayacağı, tahripkar bir gerilla savaşıyla sonuçlanır.

Türk özel sektörü, Irak Kürdistanı’na büyük paralar yatırmıştır ve Kürtlerin Irak petrol satışlarından elde ettikleri petrol gelirleri dışında, o bölgedeki en hâkim ekonomik güç konumundadır. Irak Kürdistanı’na yönelik Türk ihracatının, özellikle de gıda ve inşaat malzemeleri ihracatının, 2007 yılında 5 milyar dolara ulaşması beklenmektedir. 

Sonuç 

Bağımsız bir Kürt devleti ihtimali bugün her zamankinden fazladır. Dahası, dünyada kimlik politikalarının tanınması ve genel anlamda yapılan demokrasi ve insan hakları çağrıları, kaçınılmaz şekilde Kürtlerin kendi kaderini tayin ihtimalini güçlendirmektedir. Buna ilaveten, Irak devleti içindeki artan bölünmeler, çökmekte olan bir Irak devletinin bir parçası olarak kalmak yönünde Kürtlere fazla bir ümit vermemektedir. Sonuç olarak, bütün sınırları aşan uluslararası Kürt davasının sonunda nereye doğru evrileceğini hiç kimse bilemez. 

Bir gün acaba bâzı Kürtler için bağımsızlık söz konusu olacak, bazıları için olmayacak mı, Pan- Kürt bir devlet mi olacak, yoksa hepsi için özerklik mi söz konusu olacak? Ya da gevşek bir konfederasyon altında çeşitli Kürt grupları arasında kalıcı siyasî bölünmeler, statükonun devamı, ABD himayesinde bir Kürt devleti, veya Arap Irak’ında pek hoş karşılanmayacak ve ABD askeri üslerine ev sahipliği yapacak özerk bir Kürdistan mı? Çok sayıda olası senaryo mevcuttur, ancak bölgesel devlet rekabeti bağlamında bunların hemen hepsinin son derece 
değişken olması muhtemeldir. 

Her ne kadar Irak Kürtleri genel olarak PKK’nın silahlı eylemlerinin ve terörizminin aleyhinde olsalar da, PKK’nın başarmaya çalıştığı şeye karşı bir sempati ve anlayış beslemektedirler. 

Türkiye ve İran İhtiyatlı Bir Bir arada Var olma 

Türklerin başka hiç kimse ile Farslarla olduğundan daha eski veya daha karmaşık kültürel etkileşimi yoktur. İki bin yıldan daha uzun zamandır İran, Anadolu’ya kim hükmetmiş İse onun jeopolitik rakibi olmuştur, ki bunlar arasında Bizans da vardır. 
İran’ın Osmanlı devletinin baş teolojik ve ideolojik rakibi haline gelmesi, ancak 
İran’ın 1500 yılında dinî bir çark edişle Şiiliği devlet dinî olarak kabul etmesiyle olmuştur. 
On altıncı yüzyıldan itibaren, Şii İran ile Sünni Osmanlı İmparatorluğu arasındaki bu ilişki, ideolojik açıdan birbirini kötüleme ve Anadolu ile Mezopotamya üzerinde uzun bir mücadele içeren dinî bir soğuk savaş teşkil etmiştir.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti İran’ın yeni Pehlevi hanedanıyla bir tür iş ilişkisi gibi yürüyen ilişkiler kurmayı arzu ediyordu. Gelişen ilişkiler, 1932 yılında iki ülke arasında yeni bir sınır anlaşmasıyla sonuçlandı. Her ne kadar Şah Rıza’nın reformları çok daha az zekice, daha az beceri, anlayış veya kalıcı etkiyle icra edilmiş olsa bile, uyguladığı Batılılaştırmacı reform programı konusunda Şah’ın örnek aldığı model, bizzat Atatürk idi. 

Modern Türk-İran ilişkileri genel anlamda şu faktörlerce belirlenmektedir: 

*Türk-İran ilişkilerini olduğu kadar Irak, İran ve Türkiye Kürtleri arasındaki üçlü ilişkileri de etkileyen Kürt meselesi; 
*Her ne kadar çoğu zaman sürtüşmenin nedeni değil de aracı olsa bile, devlette dinin rolü konusundaki ideolojik gerginlikler; 
*Saddam sonrası Irak, Suriye, İran Körfezi, Kafkaslar ve Orta Asya üzerinde etkili olmaya yönelik jeopolitik rekabet; 
*İran’ın potansiyel nükleer silahlara sâhip olma arayışı. Sünni-Şii bölünmesine rağmen, her iki devlet de dinî farklılıklarını görmezden gelmeyi büyük ölçüde 
başarmıştır, özellikle de daha yakın yüzyıllarda. 

Meselâ Sultan II. Abdülhamit, Osmanlı döneminin son yıllarında, Avrupa’nın 
emperyal meydan okuyuşları karşısında bütün Müslümanları birleştirmeyi amaçlayan Pan İslamcı politikalarına İran’ın desteğini kolayca isteyebilmişti. 
1920’lerde, her iki devlet de-Türkiye Atatürk, İran ise Rıza Şah yönetimi altında-geniş kapsamlı bir reform ve Batılılaştırma programının parçası olarak sıkı laikleştirici gündemler benimsediler. 

Ancak 1979’da Şah’ın sekülarizmini ve Batıcılığını yıkıp ülkede teokratik düzen 
kuran İran Devrimi’nden sonra, iki ülke arasındaki dinî gerginlikler yeniden canlandı. Ankara’ya gelen İranlı resmî ziyaretçiler diplomatik zorunluluk olarak Atatürk’ün mezarına yapılması gereken ziyareti sürekli reddettiler-bu, Türkiye’nin resmî ideolojisine karşı büyük bir hakarettir. 

Bugün İslami eğilimli AKP, Tahran’la ilişkileri geliştirmek için ciddi gayret 
göstermekteyse de Türk Silahlı Kuvvetleri, İran konusunda Türkiye’nin sivil yetkililerine göre çok daha şahince bir tutum benimsemektedir. 

İran ile Osmanlılar arasında cereyan etmiş önemli sınır ihtilaflarının çoğu, Osmanlı Irakı ile İran arasındaki sınırlarla ilgiliydi. Her ne kadar bu özel gerginlik kaynağı modern Türk devletinin yeni sınırlarıyla ortadan kalkmışsa da, İran’ın Saddam sonrası Irak’ta yükselen etkisi, gelecekte bir İran-Türk gerginliği olması ihtimalini ortaya çıkarmıştır. 

İran’daki, Türkçe konuşan azınlıklar, çağdaş Türk-İran ilişkilerinde önemli bir sorun teşkil etmemekle birlikte, Türkiye’nin İran üzerinde tek yönlü baskı kurabileceği potansiyel bir araç durumundadır. İran nüfusunun yaklaşık yüzde 26’sı Türkçe konuşmaktadır, ki bunların ezici bir çoğunluğu Azeridir ve kültürel ve dilsel açıdan Azerbaycan Azerileriyle çok yakın irtibatlıdır. 

Tüm dünyada Türkçe konuşan halklar arasında, “Türklükleri”nin en az farkında olma eğilimindeki İran Azerileri, kültürel ve ekonomik açıdan İran’a gayet iyi entegre olmuş durumdadırlar. 

Pan-Türki meselelerin gelecekte Türk-İran ilişkilerinde ciddi bir rol oynaması pek muhtemel değilse de bunlar, ikili ilişkilerin kötüleşmesi ihtimaline karşı, Türkiye tarafından kuluçka halinde ve istismara açık durumda tutulmaktadır. 
Bölgesel koşulların gerçekten ciddi biçimde kötüleşmesi halinde İran, İran Azerileri, Azerbaycan Azerileri, Ermenistan, Irak ve Türkiye arasında altı-yönlü bir kriz çıkması tamamen ihtimâl dışı değildir. 

Genel olarak Türk ordusu, bilhassa İran hükümetinin İslami karakteri nedeniyle, İran’a karşı sivil dış politika mahfillerinden çok daha sert bir tutum takınmıştır. Nitekim eski Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin İran’la ilişkilerini iyileştirme çabalarına karşı ordunun eleştirel tutumu, bizzat dış politika ile ilgili olmaktan ziyade İslam konusuna yönelik iç politikalarla ilgiliydi. 

Ne de olsa PKK, kendine özgü Pan-Kürt ideolojisiyle sonuçta İran’ı da tehdit 
etmektedir. Türkiye ve İran, 2006 ve 2007’de PKK’ya ve İran’daki ikizi PJAK’a (Özgür Yaşam Partisi) karşı ortak askeri operasyon konusunda yakın işbirliği yapmışlardır. 

8. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 6

YENİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ -Yükselen Bölgesel Aktör., BÖLÜM 6


Ordu 

İsrail dışarıda tutulursa Türkiye, Orta Doğu’daki en önemli askeri güçtür. 515,000 civarındaki asker sayısıyla Türk ordusu, NATO içinde Amerika Birleşik Devletleri’nden sonra ikinci en kalabalık askeri gücü oluşturmaktadır. 
Türkiye 2004 yılında askeri harcamalar bakımından dünyada on dördüncü sırada yer almıştır; 10.1 milyar dolarlık bir savunma bütçesiyle, Orta Doğu’da İsrail’in ardından ikinci sıradadır. 

Bilim adamı Elliot Hen-Tov’un da not ettiği gibi, “Bölgesel açıdan orantısız olan 
Türkiye’nin askeri modernizasyonu, Türkiye ile komşuları arasındaki uçurumu daha da büyütecektir, zira Sovyetler Birliği’nin sona ermesi Türkiye’nin komşularında, ekonomik durgunlukla birlikte silâh temini konusunda bir gerilemeye sebep olmuşken, Türkiye hem ekonomik hem de askeri açıdan gelişmesini sürdürmüştür. Esasen, dünyanın en güçlü askeri ittifakının bir üyesi olarak Türkiye, sâdece modern silahlara kolay erişim imkanına sâhip olmakla kalmamakta, aynı zamanda çağdaş stratejik düşünme ve planlamanın yanı sıra birçok stratejik meselede Batı’nın diplomatik desteğine sâhip bulunmakta dır.” 
Sovyetler Birliği’nin çökmesinden bu yana, Türkiye’nin dünyadaki jeopolitik konumu daha merkezi bir hal almış, bu durum bölgedeki bir dizi başka önemli jeopolitik değişiklik tarafından da teşvik edilmiştir. Daha ayrıntıya inilecek olursa, Türkiye’nin bir zamanlar yüz yüze olduğu hemen hemen bütün potansiyel bölgesel tehditler ya zayıflamış, ya da ortadan kalkmıştır: Rusya’nın bölgedeki jeopolitik rolü büyük oranda azalmıştır, Ankara bugün Moskova ile alışık olunmadık yakın ilişkilerin tadını çıkarmaktadır; İran ve Irak birbirleriyle 
yaptıkları sekiz yıllık savaş yüzünden perişan duruma düşmüşler; Irak ve Suriye önemli askeri ve siyasî Sovyet desteğini kaybetmişlerdir; ve de Saddam ve onun Baas rejimi artık yoktur. Her ne kadar Irak’taki kaos, bölgesel istikrarsızlık bağlamında daha da acil yeni sorunlar ortaya çıkarmışsa da, Türk-Yunan ilişkileri çarpıcı şekilde iyileşmiştir. Dolayısıyla, Türkiye artık hiçbir ciddi bölgesel askeri gücün tehdidi ile karşı karşıya değildir-yirmi yıl öncesine kıyasla gerçekten de çarpıcı bir değişimdir bu. 

Bütün bu faktörlerin bir araya gelmesi, Türkiye’yi karşı konulamaz biçimde Orta Doğu’da İsrail’den sonraki en önemli askeri güç konumuna taşımıştır. 

Ekonomik ve Finansal Faktörler 

Sektörlere göre dağılıma bakıldığında, Türkiye ekonomisinin yüzde 11.7’sini tarım, yüzde 29.8’ini sanayi, yüzde 58.5’ini hizmetler oluşturmaktadır. 
Sağlam tarımsal altyapı bol su kaynağı ile desteklenmekte, tarım sektörü ülke iş gücünün yüzde 35’ini istihdam etmektedir.3 

Almanya gerek ihracat gerekse ithalatta Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı iken, Amerika Birleşik Devletleri Türkiye ihracatında dördüncü, ithalatında ise 
altıncı sırada yer almaktadır. 

Avrupa Birliği’ne girme olasılığı, öteki Orta Doğu ülkelerinde, Türkiye’nin “medeniyet bariyeri”ni aşmayı başaracak ilk Müslüman ülke olacağına dair umutları arttırmaktadır. 

İşgücü İhracatı 

Türkiye, misafir işçilere göçmenlik kapıları kapanmaya başladıktan ve artan enerji maliyetlerinin sağlam döviz gelirlerine yönelik talebi artırmasından sonra, 
1970’lerde Orta Doğu’ya işgücü ihraç etmeye başladı. Türk Çalışma Bakanlığı’na göre, 2004 yılında Türkiye’nin yurtdışında hâlâ toplam 1.2 milyon işçisi vardır 
ve bunların yüz binden fazlası Orta Doğu ülkelerinde bulunmaktadır. Bu işçilerin ezici bir çoğunluğu (95.000) Suudi Arabistan’da, geri kalanı ise çoğunlukla Libya 
(10.000) ve Kuveyt’tedir. 
3 Türkiye son yıllarda hızlı bir dönüşüm sürecine girmiş, bu çerçevede tarımsal istihdamın payı da kayda değer oranda düşmeye başlamıştır.

Türkiye’nin Orta Doğu’ya yaptığı ihracat, 1990 ve 2004 yılları arasında neredeyse beşe katlanarak, 1.5 milyar dolardan 7.2 milyar dolara yükselmiş olup Türkiye’nin toplam ihracatı içinde yüzde 11.5’lik paya sahiptir. 

Türk hükümetinin dış ticaret istatistiklerine göre, Türkiye’ye ihracatta Avrupa Birliği ilk sırada yer alırken, bunu Rusya ve Bağımsız Devletler Topluluğu izlemektedir, ki bu sonuncusunun Türkiye’ye ihraç ettiği başlıca ürün ham petrol ve doğal gazdır. 
Türkiye hem bir tüketici olarak, hem de bölgesel enerji akışında Doğu-Batı transit kavşağı olması nedeniyle enerji alanında kilit bir oyuncudur. 
Petrol hâlâ Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 40’ından fazlasını karşılamaktadır. 
Bunun yüzde 90’ı Orta Doğu’dan (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye) ve Rusya’dan gelmektedir. Ancak Türkiye’de tercih edilen enerji kaynağı, jeopolitik nedenler de dâhil olmak üzere birçok nedenle, giderek petrol yerine doğal gaz almaktadır. 
Türkiye en başta Hazar Denizi ve Orta Asya’dan gelen enerjinin dağıtımında kilit bir transit geçiş noktası haline gelmiştir. Mayıs 2005’te Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının açılmasıyla Türkiye, Akdeniz’e çıkış noktasından günde 1 milyon varil Azerbaycan petrolü arz etmeye başlamıştır. Her ne kadar mevcut ABD politikaları Türkiye’nin İran ile enerji anlaşmalarını sınırlandırsa da, İran’ın dünyada ikinci en büyük gaz rezervlerine sâhip ülke olması, Türkiye’nin gelecekteki tüketim ihtiyacını karşılamada İran’ın önemli bir rol 
oynamasını kaçınılmaz kılmaktadır; dahası bu durum, Türkiye’nin İran gazının Avrupa’ya aktarılmasında bir transit geçiş güzergahı olmasını da kaçınılmaz kılmaktadır. 
Saddam’ın 1991’de Kuveyt’i işgali üzerine kapatılmış olan, Irak’tan Türkiye’ye 
uzanan Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattı, nihayet Saddam’ın düşmesinden sonra, 2004 yılında yeniden açıldı. 

Su Siyaseti 

Suyun jeopolitiği ve ona bağlı rekabet ve gerilimler, uzun yıllar Türk dış politikasında önemli bir rol oynamıştır. Hem Dicle hem de Fırat nehirleri Türkiye’den doğup güneye doğru akmaktadır: Dicle doğrudan Irak’a girerken, Fırat Irak’a girmeden önce kuzeybatı Suriye’de bir kavis çizmektedir. Gerek tarım gerekse hidroelektrik gücü açısından, bu nehirlerle ilgili istekler bir hayli fazladır. 

Su çatışması, 1960’larda Türkiye, Irak ve Suriye’nin tarımsal üretimi artırmak için barajlar yapmaya ve su kullanımını artırmaya başlamasıyla ortaya çıktı. 
Bir keresinde, Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) bir parçası olarak inşa edilen, büyük hacimli ve yeni barajı Atatürk Barajı’nın doldurulması sırasında, 1990 yılında, Türkiye geçici olarak gerçekten de Suriye’ye su akışını azalttı. Bu eylem Şam’a açık bir mesaj göndermişti: Suriye PKK’ya desteğini sürdürürse, Türkiye de bu ülkenin su sorunu konusundaki savunmasızlığından yararlanabilirdi. Fırat ve Dicle dışında Ceyhan ve Seyhan gibi büyük nehirler de Türkiye’ye değerli su kaynakları sağlamaktadır. 

Ulus ötesi Etnik Sorunlar Kürt Sorunu 

Osmanlı İmparatorluğu’nun çok etnik unsurlu yapısında “Kürt sorunu” diye bir sorun yoktu. Ne var ki, yeni milliyetçi Türkiye Cumhuriyeti’nin “Türk” adında tek bir etnik kategori yaratma kararlılığıyla, bir Kürt problemi ortaya çıkmıştır. 
Kendi kimliklerini ileri sürmedikleri müddetçe Türkiye içinde Kürtler aleyhine formel bir ayrımcılık söz konusu değildir: Orada herkes “Türk”tür. Bu, vatandaşlık açısından kuşkusuz doğrudur, ancak etnisite veya kültür açısından doğru değildir. Kürtlüğünü basitçe görmezden gelen Kürtler, Türkiye’de en yüksek makamlara bile tırmanabilirler, nitekim sık sık tırmanmaktadırlar da.

Yirminci yüzyılın büyük bölümünde Kürt politikası ordunun sıkı kontrolü altındaydı. Ordu sorunu kesinlikle bir güvenlik meselesi olarak görüyordu; temel amaç sosyal ve ekonomik şikayetleri gidermekten ziyade, terörizmi sona erdirmekti. Ne var ki sorunun gerek Türkiye içindeki gerekse uluslararası düzeydeki ciddiyeti, 1990’ların sonunda meseleyi sivil alana da kaydırmaya başladı. Talepler, sorunun bütün boyutlarını tanımak gerektiği; yâni sorunun sâdece terörizmden ibaret olmayıp aynı zamanda bir etnisite ve kimlik sorunu 
olduğunun kabul edilmesi gerektiği yönünde büyüdü. Bu gerçeklik, sonunda Kürtlerin Türkiye’de yaşayan, kendilerine ait kültürel ve kimliksel talepleri olan farklı bir halk olduğunun resmen tanınmasını gerekli kıldı. 
Ordu verilecek kültürel tavizlerin, Kürtleri eninde sonunda Türkiye’den ayrılma ve bağımsızlık taleplerine götürecek kaygan zeminin bir parçası olmasından hâlâ 
endişelenmektedir. Her ne kadar Türkiye’deki Kürt arzularının uzun dönemli geleceği bilinemez ise de, açık olan şey şudur ki Kürt realitesine geçmişte yapılan inkar ve acımasız muamele, Kürt toplumunun her seviyesinde genel anlamda Kürtlerin kendilerini bilinçlendirme sürecinin yaygınlaşmasını hızlandırmıştır. Temmuz 2007 seçimleriyle birlikte cesaret verici iki gelişme ortaya çıkmıştır: Kürt nüfus iktidarda bulunan AKP’ye, kendi etnik partileri olan Demokratik Toplum Partisi’nden (DTP) daha fazla oy vermiştir. 

Türkiye’nin Kürtlerle ilgili zorluklarının bir kısmı, sorunun ulusötesi boyutuyla 
ilgilidir: Dünyada kendilerine ait bir devleti olmayan en kalabalık etnik grup olan Kürtler, Türkiye’nin doğusu, Irak’ın kuzeyi, İran’ın kuzeybatısı, Suriye’nin kuzeydoğusu ve Azerbaycan’ın belirli bölgelerine doğru dağılmış durumdadır. Bu devletler arasında en kalabalık Kürt nüfusa sâhip olan Türkiye’de Kürtlerin sayısı en az 12 milyondur ve toplam nüfusun en az yüzde 20’sini teşkil etmektedir. Kürtlerin yarısı ülkenin doğu ve güneydoğusunda yaşamaktadır, geri kalanı da Türkiye’nin batı bölgelerine dağılmış durumdadır: İstanbul dünyadaki Kürt nüfusu en kalabalık şehirdir. 

Türk Kürdistanı’nın gayriresmi başkenti olan “mutsuz” bir Diyarbakır’ın Türkiye’nin en büyük Aşil topuğunu teşkil ettiği ileri sürülebilir, zira var olan iç çekişmenin devamını garanti eder, potansiyel ayrılıkçılığı teşvik eder ve yabancı istismarına kapı aralar. Bunun aksine “mutlu” bir Diyarbakır, Kürt azınlığın ülkeye daha iyi entegre olması anlamına gelir. PKK Türkiye’ye dikkate değer şekilde meydan okumaktadır: Bütün Kürtlerin tek bir devlet çatısı altında birleşmesini öngören Pan-Kürdist bir ideale sâhip ilk ve tek Kürt hareketidir. 

Teorik yönden parlak olmakla birlikte Öcalan, hareket üzerinde katı bir Stalinist 
kontrol tarzı uygulamış, dolayısıyla PKK asla demokratik olmamıştır. 

Pan-Türkizm 

Türkçe konuşan dünya Anadolu, Kafkaslar, İran, Orta Asya ve Batı Çin arasında 
uzanmaktadır. Bu muazzam büyüklükteki dil grubu, kendi içinde oldukça farklı yapılara sâhip olmakla birlikte, ortak bir kültürü paylaştığının bilincindedir. Pan-Türkizm geçmişte çeşitli yerlerde, farklı siyasî amaçlarla zaman zaman peşine düşülmüş bir ideolojidir ve gayet rahatlıkla yeniden kendisine müracaat edilebilir potansiyel olarak bu, bölgede Türkiye’nin nüfuzunu güçlendiren bir olgudur. Ancak Ankara, özellikle Rusya olmak üzere bölgedeki devletlerle arasındaki geniş menfaatleri dikkate alarak Pan-Türkist kartı oynama konusunda pek hevesli olmayacak, ama bu kart asla tamamen ortadan kalkmayacaktır. 

Sonuç 

Geride bıraktığımız yirmi yıllık dönemde askeri, ekonomik ve diplomatik alanlarda Türkiye’nin Orta Doğu’nun açık şekilde hâkim gücü olma yolunda ilerleme süreci kayda değer ölçüde hızlanmıştır. Demokratik karakteri ve meşru hükümeti Türkiye’ye muazzam bir güç ve dayanıklılık sağlamaktadır.

Türkiye yaklaşan muazzam fırtınaları devrimsiz atlatabilecek politik düzene sâhip bölgedeki az sayıdaki ülkeden biridir, ancak henüz tam çözüme kavuşturulamamış Kürt sorunu Ankara için bir kırılganlık noktası oluşturmaktadır. 

Türkiye ve Suriye Dönüşen Bir İlişki 

Daha Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni kurulduğu günlerden beri, Türkiye’nin Suriye ile ilişkileri genelde zayıf kalmış ve hâttâ gergin olmuştur. İki ülke birçok olay vesilesiyle savaşın eşiğine gelmişlerdir. Ancak Türkiye’nin Şam ile ilişkileri 1998’de dramatik bir değişim sürecine girmiş, iki ülke arasında tarihi bir yeni dönemin başlamasına ve aralarındaki en önemli sorunların çözümüne yönelik yeni, pozitif bir atmosferin doğmasına kapı aralanmıştır. 

Her ne kadar bugün Türkiye-Suriye ilişkilerindeki temel belirsizlik, ABD’nin 
Suriye’ye karşı devam eden hasmane tutumundan kaynaklansa da Türkiye ile Suriye arasındaki ilişki tarihsel olarak kimlik, sınır, ideoloji ve Soğuk Savaş saflaşması, Kürtler, su ve İsrail ile ilgili gerilimler tarafından belirlenmiştir. 
Kimlik meselesi hemen her ikili ilişkinin değerlendirilmesinde çoğu zaman 
“yumuşak” bir mesele olarak görülür; oysa bu, ilişkinin doğasını kavramak bakımından belki de en önemli unsurdur.

I. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası yıllarda Arap milliyetçiliğinin merkezi olarak Şam için de, yeni bir milliyetçi Arap kimliğinin yaratılması, eski Türk-Osmanlı düzeninde Suriye’nin oynadığı ikincil rolün reddedilmesini gerektirmiştir. Bunun sonucunda, Türkiye ve Suriye’nin yeni resmî milliyetçi kimlikleri kendi özel güvenlik değerlerini ve kendilerine özgü yeni subjektif tehdit algılamalarını yaratmıştır. 
Uzun süredir devam eden Hatay/Aleksandriya ihtilafı, Başbakan Erdoğan’ın Aralık 2004’te Şam’a yaptığı tarihi ziyaret sırasında her iki tarafın da, aralarında artık bir sınır sorunu olmadığını kabul etmeleriyle birlikte, de facto bir çözüme doğru yönelmiştir. Soğuk Savaş sırasında Türkiye’nin Batı ittifakına güçlü desteği, Suriye’nin ise SSCB’ye yönelmiş olması, komünizmin çöküşüne kadar bu ülkeler arasındaki ideolojik gerginliğin önemli bir sebebiydi.

Her iki taraf da su, Kürtler ve İsrail gibi, karşı tarafa baskı yapmaya yarayacak araçlara sarıldılar. 

7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***