Serdar Ant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Serdar Ant etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Şubat 2016 Çarşamba

İlker Başbuğ a Mektup




İlker Başbuğ a Mektup 

SERDAR ANT 

Sevgili Sevil Hanım,

Yazıda da belirtildiği gibi Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, gerçekten de “ Birikimli ” bir askerdir! Bu birikiminde parlak NATO kariyerinin rolü ve etkisi inkâr edilemez.

İlker Başbuğ 1977 yılında Kara Harp Akademisi'nden mezun olmuş, ardından kurmay subay olarak Belçika’da (Brüksel) NATO Uluslararası Askeri Karargâhında Cari İstihbarat Plan Subaylığı yapmıştır. Başbuğ İngiltere Kraliyet Harp Akademisi ve NATO Savunma Kolejini de bitirmiş ve 1988 yılında tuğgeneralliğe terfi ederek bu rütbede Belçika’da (Mons) Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhında (SHAPE) Lojistik ve Enformasyon Daire Başkanlığı görevinde bulunmuştur. 1995 yılında tümgeneralliğe terfi etmiş ve bu rütbe ile yine Belçika’da (Mons) Milli Askeri Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı görevini yürütmüştür.

Bugün Genelkurmay İkinci Başkanı olan Org. Hasan Iğsız da en az Org. Başbuğ kadar parlak bir kariyere ve “ Birikime ” sahiptir. O da 1976 yılında Kara Harp Akademisinden mezun olmuş, ardından kurmay subay olarak o da Belçika’da (Brüksel) Uluslararası Askeri Karargâhı (IMS) Plan Prensipler Dairesinde Plan Subaylığı yapmıştır. 1997 yılında tümgeneralliğe terfi eden Iğsız, tümgeneral rütbesi ile yine Belçika’da (Mons) Milli Askeri Temsil Heyeti (NMR) Başkanlığı görevlerini yürütmüştür.

Bugün Genelkurmay karargâhının (1) ve (2) numaralı komutanlarının geçmişi böyledir. Ama yaşanmakta olan olaylar bugünün sorunu değildir. Diğer bir ifadeyle sürecin faturasını Org. İlker Başbuğ’a ya da onun yaklaşımına çıkarmak adil olmaz. Örneğin Org. Başbuğ’dan önceki Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın da en az halefi kadar parlak bir kariyeri vardır!

2006 ile 2008 arasında iki yıl görev yapan 25. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt da 1972 yılında Kara Harp Akademisini kurmay subay olarak bitirdikten sonra Belçika’da (Mons) Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığı Yüksek Karargâhında (SHAPE) İstihbarat Daire Temel İstihbarat Şubesi Kuvvet ve Sistem Kısım Amirliği görevinde bulunmuştur. 1988 yılında tuğgeneralliğe terfi eden Büyükanıt, tuğgeneral rütbesi ile İtalya/Napoli'de NATO Güney Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanlığında (AFSOUTH) İstihbarat Daire Başkanlığı yapmıştır.

Org. İlker Başbuğ, Genelkurmay İkinci Başkanı iken Genelkurmay Başkanı olan Org. Hilmi Özkök de diğer iki halefi kadar parlak bir kariyer sahibi asker olarak dikkat çekmektedir. 28 Ağustos 2002 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’na atanan ve 28 Ağustos 2006 tarihine kadar bu görevde kalan Org. Hilmi Özkök, AKP iktidarı döneminin ilk Genelkurmay Başkanıdır aynı zamanda…

1975 yılında NATO Savunma Koleji’nden mezun olan Özkök, kurmay subay olarak; NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı Özel Silahlar Şube Müdürlüğünde Karargâh Subaylığı yaptıktan sonra, Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargâhı (SHAPE) Plan ve Prensipler Dairesinde Karargâh Subaylığı’nda da bulunmuştur. Ayrıca 1992 yılında Korgeneralliğe terfi edip, korgeneral rütbesiyle NATO Türk Askeri Temsil Heyet Başkanlığı yapmış, 1996 yılında da orgeneralliğe terfi edip bu rütbesi ile NATO Güneydoğu Avrupa Müttefik Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda bulunmuştur.

Sanırım Türk ordusunun yaklaşık son on yıldır yönetiminde bulunanların geçmiş askeri kariyerleri hakkındaki bu bilgiler, bugün neden bu durumda bulunulduğunu açıklamaya yardımcı olacaktır.

Öncelikle şu gerçeğin altı çizilmelidir. Sorun bugünkü Genelkurmay Başkanı’nın ya da Genelkurmay karargâhının süreci çözümlemekteki yetersizliğinden kaynaklanmamaktadır. Bu görüşü savunanlar, ne ilginçtir ki, Org. Özkök için aynı yetersizlik iddiasında bulunmuyorlar. Onlara göre Org. Özkök tarafı belli olan bir komutandır. Oysa Org. Özkök de Org. Büyükanıt ve Org. Başbuğ ile aynı ekibin elemanıdır. TSK içindeki saflaşmada tasfiye edilenler bugün “Ergenekon komplosu”nun sanığıdır ve yukarıda adı geçen üç Genelkurmay Başkanı bu kişileri tasfiye eden kanadın üyeleridir. 

Sonuçta, 

Org. Başbuğ’u süreci hatalı analiz etmekle suçlamak, bir anlamda aklamak olmaktadır.

Deniliyor ki, “Ergenekon süreci de ne yazık ki Genelkurmay karargâhında doğru dürüst irdelenmedi.” Oysa askeri kariyerleri ortada olan bu karargâh elemanlarının Ergenekon sürecini nasıl irdelemesi bekleniyordu? Ya da daha somut soralım: Org. İlker Başbuğ, “Ergenekon komplosu” ile Cumhuriyet tarihinin en büyük hukuksuzluklarından birinin hedefi olanların bu duruma düşmüş olmasından gerçekten rahatsız mıdır? Mesela İşçi Partisi yönetiminin özgürlüklerinden yoksun bırakılması Org. Başbuğ ve ekibini rahatsız etmekte midir gerçekten?

Ya da başka bir soru… CIA kaynaklı düşünce kuruluşları ve malum odaklar “Kemalizm’in devri bitti”  iddiasını dillendirirken, Türkiye’de bu plana kimlerin göğüs gerdiği ortadadır. Org. Özkök’ün, Org. Büyükanıt’ın, Org. Başbuğ’un Kemalizm anlayışları bu emperyalist imalatı tezlere karşı çıkan ulusalcılarla gerçekten aynı mıdır? Bu bahsettiğimiz NATO paşaları, “Kemalizm” bile demezler, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” derler… Bu paşaların bir kere Mustafa Kemal’in “ya istiklal ya ölüm” sözüne ya da “özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir” saptamasına gönderme yaptığını, antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı bir kararlılığı en azından söylem düzeyinde sergilediğini gördünüz mü? Aksine küreselleşmeye, Büyük Ortadoğu Projesi’ne övgüler, ABD ile stratejik müttefik olmaya iman egemendir bu paşaların zihniyetine ve siyasal pratiğine…

Ama emperyalizm Türkiye’nin üzerine öyle bir çullanmıştır ki, Org. Başbuğ gibilerinin çizgisi bile artık ABD emperyalistleri için katlanılmaz bir yük olmuştur. “Kâğıt parçası” operasyonunun ve Başbuğ’un karşı tepkisinin anlamı bu çerçevede değerlendirilmelidir. Yoksa şu son operasyona karşı gösterilen tepki ne Başbuğ’u tam bağımsızlıkçı, halkçı ve devrimci yapar ne de zaten Başbuğ’un böyle olmaya niyeti vardır, daha doğrusu siyasal çizgisi ve ufku buna müsaittir.

Ben TSK’nin psikolojik harbi bilmediği görüşüne katılmıyorum. En azından Genelkurmay bu konuda oldukça mahirdir,  bugün ona karşı bu harbi ustalıkla uygulayanların rahle-i tedrisinden geçmiştir. Bugünkü Genelkurmay’ın bilmediği, daha doğrusu beklemediği şey,  şu emperyalizm yanlısı ve işbirlikçisi tutumuna rağmen sistemin efendileri tarafından hedef tahtasına konulabileceği ve köklü bir geri adıma zorlanabileceği ihtimalidir.

Bu durumda bugünkü Genelkurmay dişe diş savaşabilir mi? Onların oyunlarını ortaya çıkarabilir mi? Bu, bir anlamda bindiği dalı kesmek ya da kendi geçmişini inkâr etmek olmaz mı? İşte kariyerler ortada, bu makamlara gelene kadar kat edilen yollar, görev yapılan yerler meydanda… Bütün bunlar bir yana, bugün bile Afganistan’dan Lübnan’a, Somali’ye kadar, kiminle el ele, kola koladır Genelkurmay?

Madem, onların oyunlarını ortaya çıkaracaktır İlker Paşamız ya da öncülü Yaşar Paşamız, o zaman 2007 sonbaharında Dolmabahçe’de Erdoğan ile neler konuşulduğunu açıklamaktan başlasak nasıl olur?

Sonuçta işin özünde kişisellik yok. Mesele Özkök, Büyükanıt, Başbuğ meselesi değil. Ya da sorun Fetullah ya da Tayyip’ten kaynaklanmıyor! Sorunun özünde Türkiye’nin bağımsızlığını yitirmiş olması, emperyalizmin gizli işgali altında bulunması yatıyor. Fetullahlar, Tayyipler, Güller bu gizli işgalin Damat Feritleri, Vahdettinleri, Sait Molları’dır. Safları bellidir.

İlker Başbuğ, bu koşulların Ahmet İzzet Paşası ya da Ahmet Rıza Paşası olacaksa, bu tercihten Türkiye için hiçbir olumlu sonuç çıkmaz.

Günümüzün Mustafa Kemal’i olmak için ise öncelikle Belçika’ya, Washington’a değil, Anadolu’ya bakmak ve güvenmek gerekir.

ABD’ye ve AB’ye hayır demek gerekir.
NATO ve IMF’ye karşı çıkmak gerekir.

Emperyalizm ile işbirliği değil, Mustafa Kemal gibi Türkiye’nin çıkarlarını öne alıp güç odakları arasında denge politikasını ustalıkla uygulamak gerekir.

Sermayeden değil, emekten, yani Türkiye’nin tüm çalışanlarından yana olmak gerekir.

Anamalcı yalan ve talan düzeninden değil, halkçı ve kamucu bir paylaşım ekonomisinden taraf olmak gerekir.

Kısacası “ Yar Yanağından Gayri her şeyin Ortak ” olduğu bir dünya ideali için “ Ya istiklal ya Ölüm ” diyebilmek gerekir.

Bu ise, salt psikolojik savaş vermenin ötesinde bir mücadele azmini ve kararlığını gerektirir.

NATO Paşaları bu kararlılığı gösterebilir mi, Ne dersiniz?

Sevgiler…
Serdar Ant,


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/6Fe6lOEIWXY

19 Şubat 2016 Cuma

TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİN' LER !




“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİN' LER”!



Serdar Ant
8.5.2013

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:
“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”
Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye” nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:
"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."
Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.
Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır. 1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.
Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:
“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”
15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.
Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.
Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)
İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)
Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)
Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.
Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.
Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)
Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)
Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.
Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.
Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!
Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasadışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.
Aynı oyun, şimdi bir kere daha mı sahneye konulmaya çalışılıyor?
8.5.2013
SERDAR ANT'IN YAZISI ÜZERİNE KISA NOT;

İzmirli dostlarımız başta olmak üzere, bütün dostlarımızı, aziz Vatanımız için fedakarlığı ve kahramanlığı asla küçümsemeden, soğukkanlı bir biçimde, Hasan Tahsin konusunu incelemeye davet ediyorum.
Sayın Serdar Ant'ın yazısında belirttiklerinin dışında, Kuvayımilliyecilerin böyle bir görev vermediğini ve olabilecek Yunan misillemesine karşı, kız kardeşini özellikle tembihlediğini de biliyoruz. Genel olarak fevri hareket edebilen ve maceracı eğilimler taşıyan bir vatansever olduğunu söyleyebiliriz.
Bu eylem, daha önce onun Romanya'daki suikast girişiminden de mahiyet olarak çok farklıdır. Yunanlar, Hasan Tahsin'in giriştiği saldırının akabinde, bu saldırıyı bahane ederek sivil halktan çok sayıda insanımızı orda katlettiler. Çok özel bazı şartlar dışında, bu eylemin yüceltilmesi, çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Tabii, "masonik" çevrelerin ona sahip çıkmasını ciddiye almamalıyız; yanlış yaklaşım ve tutumları da olsa Hasan Tahsin, Türk ve İslam kültürüyle yetişmiş samimi bir bir vatanseverdir.
Serdar Ant arkadaşımızın bu yazısı, yerinde bir uyarı niteliği taşıyor. Değerli dostlarımızı, bu konu üstünde bir kere daha düşünmeye davet ediyorum.
Saygılarımla,
F. Murat Sakarya 

"Yüreklerin Kulakları Sağır..."



"Yüreklerin Kulakları Sağır..." 


 
Serdar Ant      
20 Ocak 2009 Salı 
                                 
 67 yaşında bir aile büyüğünüz, diyelim ki babanız son altı ay içinde 22 kilo vermiş olsa endişelenir misiniz? Sanırım hiçbir evlat, bu soruya " Hayır " diye yanıt veremez.

Peki, bu kişi babanız olmasa da toplumun tanıdığı biri olsa, en azından "neden acaba?" diye düşünmez misiniz?
Ama bu kişi yıllarca Türk Silahlı Kuvvetleri üyesi olarak bu vatana hizmet etmiş, kendini "vatansever" olarak tanımlayan birçok kişinin gitmekten kaçındığı bölgelerimize bile gidip görev yapmış ve en sonunda da Ordu Komutanlığı'ndan emekli olmuş biriyse; bu kişi emekli Org. Hurşit Tolon ise, hiç endişelenmez, zerre kadar üzülmez, "acaba bir hastalığı mı var, 67 yaşındaki biri durduk yerde neden 22 kilo versin ki?" diye düşünmezsiniz !
Çünkü Hurşit Tolon bir " Suçlu "!
Suçu ne peki?
Evrakta sahtecilik mi?
İhaleye fesat karıştırmak mı?
Zimmete para geçirmek mi?
Hiçbiri!
Eğer Hurşit Tolon'un "suçu" bunlardan biri olsaydı, şimdi zaten hapishanede değil, Meclis'te milletvekili olurdu!
İyi de Hurşit Paşa neden hapiste o zaman?
Bilen varsa beri gelsin! 

" İstanbul Barosu Başkanlığı, Silivri Cezaevi'nde tutuklu bulunan emekli general Hurşit Tolon'un yaşamsal tehlikesi bulunan bir rahatsızlığı olduğuna ve 22 kilo birden zayıfladığına dikkat çekerek "İvedi olarak Gülhane Askeri Tıp Akademisi Hastanesi"ne (GATA) sevkinin yapılmasını istedi" (Cumhuriyet, 20.12.2009)
Demokrasiyi de hukuku da koydum bir yana… Eğer bu ülkede bir parça insanlık kalmış olsaydı, işte size gazetelerin birinci sayfasında manşet olacak bir haber… Ama bırakın sermaye borazanı boyalı basını, bu haber Cumhuriyet gazetesinde bile ancak 17. sayfada yer bulabilmiş kendine… Çünkü Cumhuriyet'in birinci sayfasında çok daha "önemli" bir haber var! Gazetenin birinci sayfasına, neredeyse sayfanın yarısını kaplayacak şekilde, üzerinde "ji bo Hrant, ji bo dade" (Hrant için, Adalet İçin) yazılı bir fotoğraf koyulmuş ve gazete manşeti atmış:
"Binlerce arkadaşı Hrant'ı andı. "
Peki, bütün bir ömrünü bu vatan için vermiş Hurşit Paşa'nın binlerce arkadaşı nerede şimdi?
2007 bahar Mitinglerinde Meydanları doldurup " Türkiye laiktir, laik kalacaktır ", " Ne ABD, ne AB… Tam bağımsız Türkiye! " diye slogan atan milyonlar nerede şimdi?
Hurşit Paşa da Kemal Gürüz gibi " Ben Amerikancıyım, Türkiye'nin ABD ile müttefiklik ilişkisini savundum" demiş olsaydı, şimdi belki o da elini kolunu sallayarak dolaşıyor olacaktı!
Her fırsatta Türkiye'yi " hukuk reformu " diye sıkıştıran AB'nin komiserleri nerede şimdi?
Hani hukuk herkes içindi?
Hani insan hakları her türlü siyasi düşüncenin üstündeydi?
Hani, dili, dini, ırkı, cinsi, milliyeti ne olursa olsun her insanın, bu sıfatından ötürü dokunulamayacak hakları vardı?
Adil yargılanma hakkı, bu haklardan biri değil mi?
Binlerce Türk vatandaşının katili olan bir bölücü örgütün liderinin bile adil yargılanma ve yaşam hakkına saygı gösteriliyorken, ne ile suçlandığı söylenmeden bir insanın altı ayı aşkın bir süredir tutuklu olmasını, o yere göğe sığdıramadığınız AB hukukunun neresine sokacaksınız şimdi, ey sözde "demokrasi" âşığı mandacı soytarılar!
Abdullah Öcalan isimli eli kanlı katil için, "zehirlenerek yavaş yavaş öldürülüyor" yalanıyla yaygara koparmak bu ülkede demokratik özgürlükler çerçevesindedir! Ama "yaşamsal tehlikesi bulunan bir rahatsızlık nedeniyle 22 kilo birden zayıflayan" bir emekli generalin "yavaş yavaş öldürülmesi" karşısında susmak insanlık gereği midir?
Bu ülkede "Kayıp Trilyon Davası"ndan hüküm giyen Necmettin Erbakan'ın, "sağlık durumunun mahkûmiyetinin devam etmesine izin vermediği" gerekçesiyle, bu davanın bir başka sanığı olan şimdiki Cumhurbaşkanı tarafından affedilip kalan cezasını yazlığında geçirmesi hukukun gereğidir! Ama hakkında, bırakın herhangi bir kesinleşmiş mahkeme kararını, düzenlenmiş bir iddianame bile olmayan bir askerin, aylardır, hem de hasta olmasına ve sürekli kilo kaybetmesine rağmen, hâlâ hapiste tutulması neyi gereğidir peki?
İkiyüzlülük ve omurgasızlık gün gibi ortada olduğu için, örnekleri çoğaltmanın bir anlamı yok.
"Yüreklerin kulakları sağır" çünkü…
 
 
Serdar Ant


...

16 Şubat 2016 Salı

ZENGİNLERİN HAZLARI…




ZENGİNLERİN HAZLARI…


Serdar Ant
 26.02.2010


Forbes dergisi “ EN ZENGİN 100 TÜRK ” listesini yayınladı. Listeye göre HÜSNÜ ÖZYEĞİN, 3 milyar dolarlık servetiyle “en zengin Türk” unvanını korurken, listede ikinci sırada MEHMET EMİN KARAMEHMET 2,9 milyar dolarlık, üçüncü sırada ŞARIK TARA 2,6 milyar dolarlık servetiyle yer aldı.

“ En Zengin 100 Türk ”ün TOPLAM SERVETİ BU YIL 87 MİLYAR DOLAR oldu. Bu rakam, geçen bir yılda servetlere 31 milyar dolar eklendiğini ve TOPLAM SERVETİN ÖNCEKİ YILA GÖRE YÜZDE 55 ARTTIĞINI gösteriyor.

Geçen yıl 13 olan dolar milyarderlerinin sayısı, bu yıl 28 oldu. Diğer bir ifadeyle TÜRKİYE’NİN 28 DOLAR MİLYARDERİ var bugün… MİLYARDERLERİN SAYISINDAKİ ARTIŞ YÜZDE 100’DEN FAZLA demek ki…

Türkiye'nin EN ZENGİN 25 AİLESİNİN HEMEN HEPSİNİN SERVETİ BU YIL NEREDEYSE 2 KAT ARTARKEN, toplam serveti 1 milyar doları geçen 17 aile var. Türkiye'nin en zengin ailesi, 10 milyar dolarlık servetleriyle Sabancı ailesi oldu.

LİSTENİN İLK 10'UNUN TOPLAM SERVETİ 22 MİLYAR DOLARLA, BİR ÖNCEKİ YILA GÖRE 6,5 MİLYAR DOLAR ARTIŞ GÖSTERDİ. İlk 50 kişi 60 milyar dolarlık servete sahip bulunuyor. Geçen yıl bu rakam 40,7 milyar dolardı.

Çankaya’da “ Devlet Zirvesi ” yapanlar…
Meclis’te sözde “ muhalefet ” edenler…
Medyada mangalda kül bırakmayan sözde “ yazarlar ”…
“ Profesör ”, “ Doçent ” vb. unvanlarla sözde “bilim adamlığı” taslayanlar…

Evet, bütün bunlar arasında bu tabloya itirazı olan var mı?

“ Zenginlerin hazları, fakirlerin gözyaşları Pahasınadır ” demiş TOLSTOY…

Yalan mı?

26.02.2010

https://groups.google.com/forum/#!search/SERDAR$20ANT%7Csort:relevance/erzincan-kemaliye-egin-grubu/LxvLoxr0WZs/8CpTvTajZ-YJ

DİĞER YAZILARI  İÇİN;

https://groups.google.com/forum/#!search/SERDAR$20ANT%7Csort:relevance



6 Ocak 2016 Çarşamba

CMOK'lar CHP'nin " Arka Bahçesi " mi…?





CMOK'lar CHP'nin "  Arka Bahçesi" mi… ?




SERDAR ANT..,
20.10.2007 



CMOK' lar, Cumhuriyet gazetesinde bu gün (20.10.2007) yayınlattıkları Referandum Bildirisi'nde şöyle diyorlar:

"Halkı kandırmaya yönelik 21 Ekim Referandumu hukuk dışıdır. Sandığa gitmek bunu kabul etmek, ortak olmak demektir. Halk'a, Hukuk'a ve Anayasa'ya karşı yapılan aldatmacanın ortağı olmamak için sandığa gitmeyeceğiz."

Cumhuriyet Okurları adına konuşanlar, yapılacak olan bu halkoylaması ile Anayasa'nın 96. maddesinin de değiştirileceğini ve artık bundan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin, yapacağı seçimler dâhil bütün işlerinde üye tamsayısının en az üçte biri ile toplanacağını; AKP'nin, yeni Anayasa yapım süreci olmak üzere tüm yasama faaliyetlerinde 340 milletvekilli ile istediği her değişikliği yapabileceğini görmezden geliyorlar.

Bu koşullar altında " bu halk oylaması bir hukuksuzluk örneğidir " diyerek boykot etmek, CMOK'ların hukuk anlayışının zavallılığını gösteriyor. Çünkü; şimdi halkoylamasını boykot ederek meydanı AKP'ye bırakanlar, hukuksuzluğa karşı durmuyorlar, daha büyük hukuksuzlukların uygulanması yolunda aslında AKP'ye hizmet ediyorlar.   CHP'nin "oy avcılığı için" geliştirdiği BOYKOT politikasının arkasına takılıyorlar…

CHP, boykot çağrısı ile aslında (A. Gül'ün Cumhurbaşkanlığında doğacak gerilimlerle) ülkemizde "türban-anti türban" saflaşması yaratarak seçim kazanmak amacını açıklamış olmaktadır.
Bu nedenle CHP, TBMM'de çoğunluğa sahip olan iktidar partisinin kendisi ile uzlaşmasını sağlayacak bir hükmün Anayasa'dan kaldırılması için yapılan halkoylamasına katılmama çağrısı yaparak, iktidar partisinin amaçlarını kolaylaştıracak şekilde hareket ediyor!

CMOK'lar da " Hukuksuzluğa karşı çıkıyorum, ortak olmuyorum " gibi bahanelerle bu girişime destek oluyor!

21 Ekim halk oylamasına katılmayarak, AKP'nin amaçlarını gerçekleştirmesi yolunda önemli bir engelden kurtulmasına seyirci kalan CHP;   yarın çıkıp, utanmadan AKP'nin TBMM'den geçirmeye çalışacağı yeni Anayasa'ya muhalefet edecekler, laiklik ve cumhuriyet savunuculuğu nutukları atacaklar!

Yapılması gereken, halk oylamasına katılıp " HAYIR " oyu vermektir. AKP'nin 367 engelinden kurtulmasına mani olmaktır.


SERDAR ANT..,
20.10.2007 






Mandacı Teslimiyetin Şerefi ( BUGÜNE UYARLAYIN )




Mandacı Teslimiyetin Şerefi




Serdar ANT..,

09 10 2002


"Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi" adı altında sunulan bu belge,
öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve bağımsızlığını ortadan 
kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar sağlaması ile dikkati
çekmektedir.

AKP'nin Siparişi üzerine 5 kişiden oluşan bir " Bilim kurulu " tarafından
hazırlanan Anayasa Taslağı açıklandı. (Taslağın gerekçeli tam metni için bkz 
13.9.2007 tarihli günlük basın) " Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Önerisi " adı
altında sunulan bu belge, öncelikle Türkiye Cumhuriyeti'nin egemenlik ve
bağımsızlığını ortadan kaldırmaya kapı açacak temel yasal olanaklar 
sağlaması ile dikkati çekmektedir. Bu yöndeki en belirgin değişiklik Anayasa
Taslağı'nın Genel Esaslar bölümünde yer alan 5. maddesindedir. 5.madde,
taslak metinde şöyle kaleme alınmıştır:


"Madde 5 – 


(1) Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir.

(2) Türk milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yasama,
yürütme ve yargı organları eliyle kullanır.

(3) Egemenliğin kullanılması hiçbir surette, Hiçbir Kişiye, zümreye veya 
sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan almayan
bir Devlet yetkisini kullanamaz.

(4) '' Milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır." 

Bu çerçevede artık egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu söylemek
olası değildir. Taslak bu şekilde yasalaşırsa, Türkiye Cumhuriyeti'nin bu
temel ilkesi, kâğıt üzerinde geçerli olsa bile,
fiiliyatta artık tarihe karışacaktır. 

Gerçi Taslağının 5. Maddesinin birinci fıkrasında hâlâ " Egemenlik kayıtsız
şartsız Milletindir " denilmektedir. Ne var ki, aynı maddenin son fıkrası
Milletler arası ve Milletler üstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan 
sınırlamalar saklıdır " diyerek egemenliğin " Kayıtsız" ve " Şartsız " olma
halini ortadan kaldırmaktadır.

Daha açık ifade etmek gerekirse, kâğıt üzerinde "egemenlik kayıtsız şartsız 
milletin" olacaktır. Ama milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara
üyelikten kaynaklanan yükümlülükler karşısında milletin olan egemenlik
sınırlanabilecektir. Hem de kayıtsız ve koşulsuz bir sınırlama!

Milletler arası kuruluşları biliyoruz. BM, Avrupa Konseyi vb… Peki,
Milletler-Üstü kuruluşlar Hangileridir?


İlk akla gelen AB'dir. Zaten Anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
bu açıkça ifade edilmektedir: 
"Türkiye'nin Avrupa Birliğine üyelik statüsü elde etmesi halinde, Türkiye
Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin Birliğin yetkili organ ve
makamlarına devri kaçınılmaz olacaktır. Nitekim Birlik üyesi olan ülkeler, 
anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle egemenlik yetkilerini kısmen
Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."

Anayasa taslağı açıklanmadan günler önce basına sızan haberlerden birinde
(Vatan, 22.8.2007) "Türkiye'nin AB'ye üye olması halinde "egemenliğin"
kullanımı konusunda yaşanabilecek tartışmaların önünü kesecek düzenleme de
taslak metinde var. Yeni Anayasa'da egemenlik bölümünde "Türkiye'nin taraf 
olduğu uluslararası sözleşmeler istisnadır" ibaresi eklenecek" denilerek
kamuoyu oyalanmaya çalışılmıştı.

Oysa şimdi görüyoruz ki, "Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler
istisnadır" ibaresi yerine "milletler arası ve milletler üstü kuruluşlara 
üyelikten kaynaklanan sınırlamalar saklıdır" fıkrası ile egemenliğin
kısıtlanması neredeyse sınırsız hale getirilmiştir.

Öncelikle vurgulanmalıdır ki, ne şekilde olursa olsun egemenliği sınırlamak,
kavramın özü ile çelişen bir eylemdir. Çünkü egemenlik, tanım gereği 
bölünemez, devredilemez, sınırlanamaz en üst iktidardır. Bu niteliği ile
herhangi bir " İstisna î " durumla sınırlandırılamaz. İşin doğasına aykırıdır
bu.

Ayrıca AB ile imzalanacak tek bir sözleşme de yoktur ortada. Siyasetten 
ekonomiye, ticaretten kültüre, turizmden spora, ulaştırmadan tarıma,
eğitimden dış politikaya, kısacası devletin siyasi-hukuki-ekonomik
yapısından vatandaşın kokoreç yemesine kadar yaşamın her alanının AB
yapısına uyumlu hale getirilmesi "uluslararası sözleşme" ifadesi kapsamında 
değerlendirilemez.

Uluslararası sözleşmelerde taraflar vardır, her tarafın hak ve
yükümlülükleri, talepleri ve beklentileri olur. Türkiye'nin AB'ye üyelik
sürecinin bu kapsamda değerlendirilemeyeceğini görmek için, her şey bir yana 
Müzakere Çerçeve Belgesi'ne bakmak bile yeterlidir.

Örneğin Türkiye ile AB arasındaki müzakerelere esas teşkil eden Çerçeve
Belgesi'nin 11. Maddesinde "Türkiye'nin bir üye devlet olmasının getireceği 
tüm hak ve yükümlülükler, Türkiye ve topluluk arasındaki mevcut tüm ikili
anlaşmaların ve Türkiye tarafından akdedilmiş üyelik yükümlülükleriyle
bağdaşmayan diğer tüm uluslararası anlaşmaların sona erdirilmesini 
gerektirir" denilmektedir ki, bu bağlamda Lozan Anlaşması'ndan Montrö
Boğazlar Sözleşmesine kadar Türkiye'nin taraf olduğu birçok temel anlaşmanın
sona ermesinin söz konusu olabileceği açıktır. Yine aynı Belge, tam üyeliği 
önceden garanti edilmeyen ucu açık bir süreç" olarak tanımlarken, "Türkiye
nin üyelik yükümlülüklerini tam olarak üstlenecek durumda olmaması halinde
Avrupa yapılarına mümkün olan en güçlü bağlarla kenetlenmesi"nin (madde 2) 
sağlanmasını şart koşmaktadır.

Türkiye ile AB arasındaki birlik ilişkilerinin bu şekilde tanımlandığı
koşullarda söz konusu olan, anayasa taslağının 5. maddesinin gerekçesinde
vurgulandığı gibi "Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu bazı yetkilerin 
Birliğin yetkili organ ve makamlarına" devrinin kaçınılmazlığı değildir!
Çünkü bu koşullarda bir üyelik, ortada ne Türkiye ne de bir Cumhuriyet
bırakmaktadır!

Öte yandan maddenin gerekçesinde yer alan 
"Birlik üyesi olan ülkeler, anayasalarında değişiklik yapmak suretiyle
egemenlik yetkilerini kısmen Birliğin yetkili organlarına devretmişlerdir."
gibi bir yaklaşım da bu egemenlik devrini meşru ve kabul edilebilir kılmaz. 
Zira egemenliğin, tanımı gereği devredilemez bir üst iktidar olmasının yanı
sıra diğer Birlik üyesi ülkeler üyelik sürecinde Türkiye'ye dayatılan
Müzakere Çerçeve Belgesi gibi bir metinle karşı karşıya bırakılmamış, bu 
koşullar altında Birliğe üye olmamışlardır.

Kısacası söz konusu olan hukuki-siyasal anlamda egemen ve bağımsız olan
Türkiye Cumhuriyeti' nin bir ulus-üstü oluşum, milletler-üstü bir kuruluş
olan AB potasında eritilmesi dir. Bu nedenle de açıklanan taslakta 
milletlerarası ve milletlerüstü kuruluşlara üyelikten kaynaklanan
sınırlamalar saklıdır" ifadesi ile egemenliğin AB kurumlarına
devredilmesinin anayasal dayanağı yaratılmaktadır. Dolayısıyla taslağın 5.
maddesinin birinci fıkrasında yer alan "egemenlik kayıtsız şartsız
milletindir" ifadesi bu koşullar altında artık bir süstür, eğer taslak bu
şekliyle kabul edilirse süs olmaktan öte hiçbir anlamı da olmayacaktır. 

Böylece yeni Anayasa taslağı birkaç yıl önce "ulus devletin egemenliğine de
bakmak lazım. Artık ulus egemenliği paylaşılacaktır. XXI. yüzyılda egemenlik
paylaşımına hazır olmalıyız…"
(Cumhuriyet, 19.2.2004) diyen Kemal Derviş'in temsil ettiği zihniyetin ve bu
zihniyetin ardında olan yerli ve yabancı güçlerin isteklerini yerine
getirecek içerikte bir yapılanmayı amaçlamaktadır.

Yine bu Anayasa ile yaklaşık iki buçuk yıl önce Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in 
TBMM'de, İstanbul bağımsız milletvekili Emin Şirin tarafından kendisine
yöneltilen bir soru önergesini yanıtlarken vurguladıklarının gereği yerine
getirilmektedir. Adalet Bakanı Çiçek, soru önergesini yanıtlarken "özellikle 
yetki devri açısından Türkiye'nin AB'ye katılıma hazır hale gelebilmesi için
Anayasa'nın, başta "egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu"
güvence altına alan 6'ıncı ve "yasama, yürütme ve yargının yetkilerini" 
düzenleyen 7, 8 ve 9'uncu maddeleri olmak üzere, 10 maddesinin
değiştirilmesi gerektiğini belirtmişti. (Cumhuriyet, 16.2.2005)

O gün istenenler, AKP'nin Sipariş Anayasası ile bugün geçerlilik
kazanacaktır. Bu taslağı tartışıp yasalaştıracak olan da henüz bir ay önce 
…milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma namusun ve şerefim
üzerine ant içerim" şeklinde yemin ederek göreve başlayan
milletvekillerinden oluşan bugünkü Meclis olacaktır!

Bu " Namus " ve " Şeref " sahiplerini, önümüzdeki yıllarda, 23 Nisan'larda, 29 
Ekim'lerde yine " Egemenlik, Bağımsızlık, Cumhuriyet…" diye nutuk atarken
görürseniz Şaşmayın!

Mandacı Teslimiyetçiliğin " Namusu " ve " Şerefi " budur çünkü!


http://www.heddam.com/index.asp?H=6670


..

BALYOZ!







BALYOZ!






Serdar ANT..,


26 01  2010

Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ soruyor:

«Darbe iddialarının gündemde kalmasından kim menfaat sağlıyor?»


İlginç değil mi, koskoca Türk ordusunun komutanı yanıtı belli olan bir soruyu neden sorar ki?

Son 7 yıldır iktidarda olan kim?
«AKP…»
Son 7 yıldır ülkenin geldiği durumun sorumlusu kim?
«AKP…»
Ülkenin içine saplandığı batağı gözlerden saklamak zorunda olan kim?
«AKP…»
O zaman gündemi meşgul eden, Türkiye’nin gerçek sorunlarının tartışılmasını engelleyen, kısacası AKP’nin günahlarını gözlerden saklayan darbe tartışmalarından yarar sağlayan da belli değil mi? Sormaya gerek var mı?
Peki, neden AKP?


Nedeni açık…

2009′a 10,4 milyar lira açık verme hedefiyle başlayan AKP hükümeti, yılı 52,2 milyar liralık bütçe açığı ile kapattı. Açık, hedefi beşe katladı.
Bugün Türkiye’nin 3,3 milyon işsizi var. İşsizlik, resmi açıklamalarda bile % 13′ün altına düşmüyor. 2009′da 569 bin kişi işsizler ordusuna eklendi. Genç nüfusta işsizlik oranı 2009′da % 2,2 artarak % 24 oldu. Her dört gençten biri işsiz…
Hazine, önümüzdeki yıl 200,3 milyar TL borç ödeyecek. Bunun 56,7 milyar TL’lik kısmı faiz… Bu çerçevede Türkiye, önümüzdeki yıl dakikada yaklaşık 107 971 TL, saniyede ise yaklaşık 1799 TL faiz ödemesinde bulunacak. Daha somut konuşmak gerekirse, fert başına yaklaşık 793 TL borç faizi ödemesi düşerken; bu rakam 4 kişilik bir aile için 3174 TL olacaktır. Bu para, Türk halkının cebinden çıkan net kaynaktır! AKP iktidarı döneminde iç ve dış borçlar, 82 yılda Cumhuriyet hükümetlerinin toplam borçlarının 2 kat üstüne çıkmıştır.
Türk İş’in yaptırdığı bir araştırmaya göre Aralık ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 795 TL, yoksulluk sınırı da 2 588 TL… Ama 2010 yılında asgari ücret sadece 577 TL…


AKP iktidara geldiğinde Türkiye «kalkınma hızı bakımından 149 gelişmekte olan ülke arasında 29′uncu, G-20 ülkeleri arasında 3′üncüyken, 2010′da G-20 ülkeleri arasında 17′inci sıraya, gelişmekte olan ülkeler arasında da 136. sıraya düşmüştür.» AKP iktidarının ortalama kalkınma hızı, Türkiye’nin 80 yıldır, 2002′ye kadar gerçekleştirdiği ortalama kalkınma hızının altındadır.
Türkiye ekonomisi, 2009′da yaklaşık yüzde 6 oranında küçülmüştür.
Sonuçta asıl balyoz Türk ekonomisi üzerine indiriliyor! Millet darbeler altında inliyor.


Genelkurmay Başkanı, ilk olağan görüşmede yukarıdaki tabloyu Başbakan’ın önüne koyabilecek mi? Kim bilir, Org. Başbuğ’un sorusunu belki de Başbakan Erdoğan yanıtlar!

Serdar ANT

denizk...@gmail.com


https://groups.google.com/forum/#!topicsearchin/liberal-izmirliler/SERDAR$20ANT/liberal-izmirliler/4cKunEu_yuE

..

3 Aralık 2015 Perşembe

FİGÜRANLIK MI ? YURTSEVERLİK Mİ.?




FİGÜRANLIK MI ?  YURTSEVERLİK Mİ.?



Daha  Büyük  Bedeller  Ödememek  için  Haydi  Sandığa…”

“Haydi  vatan  için  sandığa…”

Halkı sandığa götürüp oy verdirtmek için bir yandan bunlar söylenirken, diğer yandan da AKP’nin dürüst bir seçim ile tekrar iktidara gelmesinin olanaksız olduğu vurgulanıyor ve 52 milyon seçmen varken, 69 milyon oy pusulası basılmasının kuşkulu olduğuna dikkat çekiliyor.
İyi de ortada çelişik bir durum yok mu ?
Gerçekten de 52 milyon seçmenin olduğu bir ülkede 69 milyon oy pusulası basılması düşündürücüdür !
Hatta düşündürücü olmanın ötesinde mide bulandırıcıdır, ama eğer bu iddialar doğruysa, daha şimdiden üstüne şaibe gölgesi düşmüş böyle bir seçim için “haydi sandığa” çağrısı yapmak da düşündürücü değil midir peki ?
52 milyon  seçmenin  bulunduğu  bir  ülkede,  69 milyon  oy  pusulası  basılıyorsa  eğer,  yurtsever  aydının  görevi  hiç  durmadan  bu  gerçeği  anlatmak  ve  halkın  “seçim”  adı  verilen  bu  ortaoyunu  ile  aldatılmasını  engellemeye  çalışmak  mı  olmalıdır,  yoksa  “haydi  sandığa”  diyerek  seçime  katılım  çağrısı  yapmak  mı ?


Ama   şimdilik   bunları   unutalım   ve   12 Haziran’da   sandığa   gidelim !

İyi  de   kime   vereceğiz  oyumuzu ?

AKP’ye   mi ?

akp,  2002 kasım’ından  beri  yönetiyor  türkiye’yi..!!!

yaklaşık  dokuz yılık  bu sürede  ülkenin  ne hale  geldiği 

ortadadır.

türkiye’nin  daha  da  beter  olmasını  isteyenler  tabii 

ki  akp’yi  bir  dönem  daha  iktidarda  tutmak  için 

oylarını  ona  verebilirler..!!!

“AKP ile olmaz artık” diyorsak, o zaman CHP’ye mi vereceğiz oyumuzu ?
Tarikatlara saygılı”, AB özerklik şartına “evet” diyen ve bu metin parlamentodan geçerken benimsenen kimi çekinceleri kaldıracağını ilan eden CHP’yi mi destekleyeceğiz ?
Fetullah’a övgüler düzenleri, PKK’lılara avukatlık yapanları, Derviş’in, Soros’un adamlarını, tekkelerin kapatılmasından yakınanları, işadamlarını, mesleğini “işçi” olarak yazmaktan bile utananları bağrına basan CHP’ye mi vereceğiz oyumuzu ?
Yeni CHP’nin ne olduğunu anlatmaktan gına geldi artık, ama bazı “sandık kafalılar” hâlâ anlamadı gitti !
Bir de “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi var !
31 bağımsız adayla giriyor seçime…
Meclis’e girecek, AKP’yi yıkacak, Cumhuriyet’i kurtaracak!
Ama 31 bağımsız adayın ekonomi, dış politika, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, kültür vb. alanlarda ortak bir programı yok!
Hatta bir programı bile yok!
Halkın sorunları için önerdikleri somut çözümler de yok!
Bol bol slogan temelli kuru muhalefet var sadece!
31 aday, 550 kişilik Meclis’te iktidarı yıkacak!
Keloğlan masalı gibi…
Masal seven kimileri de onlara verecek oyunu…
Gerekçeleri de çarpıcı üstelik: “kutsal görevimiz”! Güçbirliği adayları Meclis’e girip halkın sesi olarak var güçleriyle haykıracakmış!
Cumhuriyet için Güçbirliği’nin bağımsız milletvekili adayları gerçekten de iddialı hedefler koydular önlerine…
Kamuoyuna yaptıkları “Atatürk’te Birleştik” başlıklı açıklamada Meclis’e girmeyi ve bir milli hükümetin kurulmasını sağlayarak AKP iktidarını yıkmayı amaçladıkların ilan ettiler.
Bu açıklamaya göre birleşme nedenlerini şöyle sıraladılar :
Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak… Ulusumuzu birleştirmek… Vatanımızı bütünleştirmek… Halkımızı özgürleştirmek…
Amaç gerçekten “ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak” ise ve amaç gerçekten “bir milli hükümet kurarak AKP iktidarını yıkmak” ise, o zaman haykırmanın, slogan atmanın, muhalefet etmenin ötesinde siyaseten güç sahibi olmak da gerekiyor. Çünkü ne TBMM, İnönü stadyumudur ne de Meclis’te belli bir amaç doğrultusunda siyaset yapacak olanlar, bütün gücü çenesinde toplanan bir avuç fanatik taraftar topluluğu!
Bilindiği gibi TBMM’de, 550 milletvekili var. Cumhuriyet için Güçbirliği girişiminin bütün adayları (31 kişi) seçilip Meclis’e girse bile, Meclis’teki sandalyelerin sadece yüzde 5,6’sına sahip olacaklar! Oysa Cumhuriyet’in varlığı ve devam etmesi, ulusal devletin bütünlüğü gibi kaygıları olmayan, aksine bunları ortadan kaldırmayı amaçlayan BDP destekli “Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku” bile seçimlere 61 bağımsız adayla giriyor! Ortada bir gariplik yok mu?
Bu durumda Meclis’te istediğiniz kadar haykırın, ister var gücünüzle ister tek tek, ister koro halinde feryat figan edin, ne halkın sesi olabilirsiniz ne de kamuoyuna yaptığınız o “Atatürk’te birleştik” çağrısında açıkladığınız hedeflere ulaşabilirsiniz!
Peki, sonuç ne olacaktır ?
“Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin karşılaşabileceği iki olasılık var:
Birincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olamaz ve Meclis’e giremezse, bu ülkede artık Cumhuriyet ve Atatürk için güçbirliği yapacak bir kitlenin bile kalmadığı düşüncesine hizmet etmiş olacaktır. Çünkü Türkiye’nin bütün ulusalcı ve Cumhuriyetçi güçlerini sanki bir araya getirmiş gibi propaganda yapan, ama sadece 31 adayla, belli isimlerin siyasal anlayışlarına malzeme yapılan bu Güçbirliği girişiminin, bugünkü haliyle Kemalist, ulusalcı, yurtsever tabandan beklenen desteği alamayarak, sonuçta güçbirliği düşüncesinin yıpranmasına hizmet etmesi büyük olasılıktır!
İkincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olup -çok uzak bir olasılık olmasına rağmen- 31 adayın 31’i de Meclis’e girse bile, bu sayıyla milli hükümet kurmanın ve AKP’yi yıkmanın mümkün olmayacağı açıktır. Çünkü siyasette sonuç, haykırarak değilgüç ile alınır!
Bu durumda da seçilen birkaç bağımsız aday, milletvekili olmanın avantajlarından yararlanacak, belki Meclis oturumlarında 5-10 dakika konuşma imkânı elde edecektir. Ama hepsinden önemlisi, varlıklarıyla AKP-Yeni CHP egemenliğinde şekillenecek, ne yapacağı daha şimdiden belli olan bir Meclis’e ve onun icraatlarına meşruiyetkazandırmış olacaklardır. Yeni dönemde, Yeni CHP’nin de desteğiyle yapılacak yeni bir anayasa ile Cumhuriyet’in temel nitelikleri ortadan kaldırılır, “Türk milleti” ifadesi bile anayasadan silinirken, bu girişimlere karşı yapılan muhalefet muhtemelen şöyle yanıtlanacaktır:
“Bu değişiklikleri yapan, milletin yasal seçimlerde seçilmiş temsilcilerinden meydana gelen TBMM’dir. Milletin iradesi tecelli etmiştir. İşte en muhalif kesimler bile Meclis çatısı altındadır, istediklerini söylemekte, özgürce muhalefet yapmaktadırlar. Ama demokrasilerde en nihayetinde çoğunluğun tercihi yönünde karar verilir. Meclis de tercihini çoğunluğun iradesi yönünde kullanmış ve kararını vermiştir. Yapılanlar yasal ve meşrudur!”

“Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarının seçimlerde başarılı olup Meclis’e girmeleri durumunda işlevleri işte bu olacaktır: Yeni anayasaya ve bir dönem daha sürecek AKP iktidarına ve onun icraatlarına meşruiyet kazandırmak! İstemeseler de, amaçları bu olmasa da, bilerek ya da bilmeyerek hizmet edecekleri bu olacaktır!
O zaman istediğiniz kadar var gücünüzle haykırın, bakalım Meclis’te yapılacak olanları engelleyebilecek misiniz?
Bu durumda yurtsever aydına düşen öncelikli görev olan biteni doğru bir şekilde saptamak olmalıdır. Bugün ortada bir Güçbirliği falan yok aslında! İşçi Partisi, Yeni Parti ve Balyoz davasında yargılanmakta olan birkaç askerin “ortak” bir girişimi var, o kadar… Adı geçen her iki parti de siyaseten etkisiz, “tabela partisi”gücündedir. Beğenelim ya da beğenmeyelim, gerçek budur. Halkın yüzde 1 oranında desteğine bile sahip değiller!
Anlaşılan bu partiler, şimdi bu açmazlarını aşmak için “güçbirliği” idealini kullanarak seçimlerde boy gösterecekler, Silivri’de tutuklu olup aday olanlar da yargılamalarda inisiyatif kazanmaya çalışacaklardır. Amaç, “Cumhuriyet için Güçbirliği” midir, yoksa Meclis kürsüsünden Ergenekon savunması yapmak mı?
Ergenekon adı verilen yargılamalardaki hukuksuzlukların Meclis kürsüsünden dile getirilmesine bir itirazım yok. Ama seçim 70 milyonu ilgilendiriyor. Türkiye’nin tek derdi, hatta öncelikli derdi Ergenekon ve Balyoz davaları değildir. En azından halkın ezici bir çoğunluğu bu görüştedir. Bu nedenle Ergenekon ve Balyoz davalarını eksen alan bir siyasi girişim ya da birlik çabası, hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur.
Güçbirliğinin kimi adayları “halkın somut ve öncelikli görevi” olarak seçimlerde kendilerinin desteklenmesi gerektiğinden bahsediyor! Oysa esas olan “halkın somut ve öncelikli sorunu” nedir, buna yanıt verebilmektir. Belki büyük bir kesim Ergenekon kapsamındaki tutuklamalara ve yaşanan kimi hukuksuzluklara, en azından tutukluluk halinin bu kadar uzamasına tepki duyuyor, ne var ki yine o büyük çoğunluk için somut ve öncelikli sorun, bu dava ve yargılamalar değil. Millet işsizlikten kırılıyor, sefalet denizinde kulaç atıyor. Dolar milyarderlerinin sayısı artarken, milyonlarca insan 630 TL’lik asgari ücrete talim ediyor. İşsiz, artık iş aramaktan bile umut kesmiş durumda… İşi olan ise, onu kaybetmemek için sefalet ücretine dünden razı… Çiftçi tarlasını yeniden ekecek tohumluk parasını bile bulamıyor! Esnaflık, kepenk açıp kapatmaktan ibaret hale geldi… Sonuçta milletin somut ve öncelikli sorunları bunlar işte! Şimdi herkes bu dertlerini bir yana bırakacak, Silivri’den ilan edilen “somut ve öncelikli görevleri” mi yerine getirecek? Önce halkın sorunlarına kulak verin. O sorunları çözen halkı da kazanır.
İşte bu nedenle Türkiye’nin kurtuluşu gerçekten bir güçbirliğini, ama GERÇEK BİR GÜÇBİRLİĞİ’ni yaşama sokabilmektedir. Ergenekon ve Balyoz davalarında alet olarak kullanılan bir güçbirliği değil, EMEK EKSENLİ, SOSYOEKONOMİK SORUNLARI TEMEL ALAN, ANTİEMPERYALİST VE ANTİKAPİTALİST AMAÇLI, GEÇMİŞİ SİYASETEN KİRLİ İNSANLARI İÇERMEYEN, GENİŞ TABANLI gerçek bir Güçbirliği…
Bugün bir “kutsal görev” varsa eğer, işte böyle bir güçbirliğini inşa edebilmektir. İşçi Partisi’nin yaptığı gibi kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklardan sonra, yangından mal kaçırır gibi davranıp, destek vermeyen kişileri sanki Güçbirliği’ni destekliyormuş gibi göstererek davranmak değildir Güçbirliği’ni inşa etmek!
Ama “Cumhuriyet için Güçbirliği” hareketi, bu girişimi Ergenekon davasının aleti haline getirdiği için, 13 Haziran sabahı boyunun ölçüsünü alacak ve sonunda olan da GÜÇBİRLİĞİ fikrine olacak! Millette, bu ülkede Cumhuriyet için güçbirliği yapılmasına bile artık itibar edilmediği şeklinde bir düşünce yerleşmiş olacak ne yazık ki…
Ve 13 Haziran sabahı bu tablo ortaya çıktıktan sonra da bugün destek mesajı yayınlayan aydınlarımızın dilleri çözülecek, yeniden geniş tabanlı bir birlik için çağrı üstüne çağrı yapacaklardır. Güzel ülkemde testi kırıldıktan sonra akıl veren çok olur çünkü…
Oysa 12 Haziran’da sergilenecek bu oyun, halkın çıkarına değil. Halk bir figüran bu oyunda, o kadar!
Oy verilecek adayları halk mı belirledi?
Hayır!
O adayların ve partilerin uygulamayı vaat ettiği politika ve programlar halkın çıkarına mı?
Hayır!
Bu adaylar seçildikten sonra, önümüzdeki dört yıl içinde halkın onları somut denetleme imkânları ve yolları var mı elinde?
Hayır!
O zaman neden bu oyunun parçası olunsun ki?
Diyorlar ki:
“Daha Büyük Bedeller Ödememek için…”

“Vatan için…”

İşte bu da oltanın ucuna takılan yem!
Eğer “demokratlık”, sahnelenen bu şamatada figüranlık yapmaksa, o zaman gerekirse “daha büyük bedeller ödemeyi” de göze alarak bu oyuna alet olmamak ve gerçekten vatan için milletin sinesinde mücadele etmek…
İşte  gerçek  YURTSEVERLİK  de  budur !

Serdar ANT