Stratejik Araştırmalar Merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stratejik Araştırmalar Merkezi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Kasım 2018 Cumartesi

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 2


Irak’ta Sünni Arapların yanı sıra Şii din adamları ve siyasi aktörler de 
Maliki’nin mezhebe dayalı ve dışlayıcı politikalarına tepki göstermiştir. Ancak 
Şii siyasiler, Maliki’nin politikalarından rahatsız olsalar da İran’dan ve Şii 
din adamlarından bağımsız hareket edememekte, Şii birliğine zarar verecek 
herhangi bir adım at(a)mamaktadır. Anbar krizi sürecinde Kürt Yönetimi Başkanı Mesut Barzani ise bağımsızlığı daha sık gündeme getirmeye başlamış, 
Iraklı Kürtlerin kendi kaderini tayin etme zamanının geldiğini beyan etmiştir. 
IŞİD’in Musul’u ele geçirmesinin ardından Peşmerge güçleri, başta Kerkük 
olmak üzere Irak anayasasının 140. maddesinde yer alan tüm ihtilaflı bölgelere 
hâkim olmayı amaçlamıştır. Kürt yetkililer bu dönemde Irak’ın fiilen üçe 
bölündüğünü ve geri dönüşü olmayan bir sürece girdiğini ifade etmiş, Mesut 
Barzani, bağımsız Kürt devletinin kurulması için girişimlere başlamıştır. Barzani, 
Kürtlerin referanduma gideceğini belirterek 3 Temmuz 2014 tarihinde 
Kürt parlamentosuna yardım çağrısı yapmıştır. 24 Temmuz’da Kürt parlamentosu seçim komisyonu ve referandum yasasını kabul etmiş, 31 Ağustos’ta yasanın Kürt Yönetimi Başkanı Barzani tarafından onaylandığı açıklanmıştır. 

Seçim komisyonu ve referandum yasası doğrultusunda 90 gün içinde referandum ve 9 kişiden oluşacak seçim komisyonunun kurulması öngörülmüştür. 

Barzani’nin bağımsızlık söyleminin ardından 23 Haziran 2014 tarihinde ABD 
Dışişleri Bakanı John Kerry, Bağdat ve Erbil’i ziyaret etmiş, çoğulcu bir ulusal 
hükümet kurma teklifini Iraklı taraflara ilettiğini açıklamıştır. Kerry’nin 
Irak ziyareti sırasında en kritik görüşmesi ise bağımsızlık ilan etme çalışmaları 
başlatan Barzani ile yaptığı görüşmedir. Kerry’nin ziyaretinden sonra 

  IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin 
hakkıyla ilgili açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. 


ABD’nin mevcut konjonktürde Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına karşı 
olduğu anlaşılmış, görüşmeden sonra Barzani’nin bağımsızlığa ilişkin demeçlerinin belirgin biçimde azaldığı müşahede edilmiştir. Nitekim Barzani’nin 
Kürt parlamentosuna danışması, Irak parlamentosuna Kürt milletvekillerini 
göndermesi, cumhurbaşkanının Kürt olması ve Haydar Abadi hükümetine 
destek vermesi bağımsızlık referandumunu zamana yaydığının bir göstergesidir. 
IŞİD kriziyle birlikte Barzani’nin Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili 
açıklamalarının mevcut şartlarda bağımsız bir devlet kurmaktan ziyade Kürtleri 
motive etmeye yönelik olduğu ifade edilebilir. Bağımsızlık söyleminin 
ayrıca Barzani’nin hem Irak’taki hem de bölgedeki diğer Kürtler üzerindeki 
liderlik konumuna katkı sağladığı değerlendirilmektedir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık ilan etmesi kısa vadede başarılı olsa da, bağımsızlık girişiminin orta 
ve uzun vadede başarısız olma olasılığı yüksektir. Iraklı Kürtlerin bağımsızlık 
ilan etmeleri için ülke içerisinde Arapları, bölgedeyse Türkiye ve İran’ı ikna 
etmesi gerekmektedir. 

1.3. Abadi Hükümetinin Kurulması 

IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve Irak’ın diğer bölgelerine yayılması 30 Nisan 
2014’teki genel seçimlerden sonra hükümet kurma sürecinde siyasi taraflar 
arasında yaşanan krizin uzlaşıyla sonuçlandırılmasını hızlandırmıştır. 
Irak’ta 15 Temmuz’da Parlamento Başkanı olarak Sünni Arap kökenli Selim 
el-Cuburi seçilmiş ve ardından da Kürtler tarafından aday gösterilen KYB yetkilisi Muhammed Fuat Masum Cumhurbaşkanı olmuştur. Şiilerin en kapsamlı 
koalisyonu olan Şii Ulusal İttifakı ise tekrar başbakan olmak için ısrar eden 
Nuri el-Maliki yerine Dava Partisi üyesi Haydar el-Abadi’yi aday gösterdiğini 
açıklayarak ülkedeki hükümet kurma sürecini tamamlamıştır. Şii Ulusal İttifakı 
tarafından aday gösterilen el-Abadi, siyasi gruplarla uzlaşı sağlayarak 8 
Eylül 2014’te parlamentonun onayını almıştır. 

Şii ittifakı, Abadi hükümetiyle merkezi yönetimde siyasi güç kaybına uğramamış, Şiiler güçlü konumlarını muhafaza etmiştir. Şii siyasi aktör olarak 
Haydar el-Abadi Başbakan olurken, eski başbakan İbrahim el-Caferi Dışişleri 
Bakanlığı konumuna getirilmiştir. Şii siyasiler arasında konumunu muhafaza 
edemeyen Maliki ise Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı gibi nispeten 
pasif bir göreve getirilmiştir. Abadi hükümetinde Sünni Araplara Savunma 
Bakanlığı’nın verilmesi önemli bir adımdır. Ancak bu gelişme Sünni Araplarla 
Bağdat hükümeti arasında 2003 yılından bugüne devam eden sorunların 
çözüleceği anlamına gelmemektedir. Abadi hükümeti Sünni Arap siyasilerle 
yaşanan sorunları gidermeye yönelik irade gösterse de, Sünni aşiretlerle Bağdat 
arasındaki anlaşmazlıkların çözülmesi zor görünmektedir. 

  Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki 
anlaşmazlıkların çözümü doğrultusunda önemli adımların 
atıldığı bir dönem başlamıştır. 


Irak’ta Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı’nı elinde bulunduran 
Kürtler, Abadi hükümetiyle birlikte merkezi yönetimde Şii Arapların ardından 
en etkili ikinci unsur olmaya devam etmiştir. Abadi hükümetinde Maliye Bakanlığı Kürtlere verilmiş, Irak Yüksek İslam Konseyi’nin önemli üyelerinden 
ve Kürtlere yakınlığıyla bilinen Adil Abdülmehdi Petrol Bakanı seçilmiştir. 
Abadi kabinesinde Türkmenlere ise bir bakanlık verilmiş, Bedir Tugayı yetkilisi 
Muhammed Mehdi el-Beyat İnsan Hakları Bakanı olmuştur. Maliki hükümeti 
döneminde üç bakanlıkla (Tarım, Gençlik ve Spor ve İllerden Sorumlu 
Devlet Bakanlığı) temsil edilen Türkmenlere yeni kabinede sadece bir bakanlık 
verilmesi güç kaybı olarak değerlendirilebilir. 

Abadi hükümetiyle birlikte Bağdat ile Kürt Yönetimi arasındaki anlaşmazlıkların 
çözümü doğrultusunda önemli adımların atıldığı bir dönem başlamıştır. 
Kürt Yönetimi yeni kabinede Maliye Bakanlığı’nı elde ederek bütçe 
sorununun çözümünde merkezi yönetimi etkileme imkânı elde etmiş, Adil 
Abdülmehdi’nin Petrol Bakanı seçilmesiyle de Maliki dönemine nazaran 
Bağdat’la daha iyi ilişkiler sürdürebileceği bir konjonktür yakalamıştır. Nitekim 
ABD’nin çekilmesi sonrasında Kürt Yönetimi, kuzey Irak’taki yataklardan 
çıkardığı petrolü uluslararası enerji piyasalarına ihraç etmeye başlamış, 
bu girişim Bağdat merkezi yönetimiyle krizlere yol açmıştı. 
Nuri el-Maliki, Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin yabancı enerji şirketleriyle 
yaptığı petrol arama ve çıkarma anlaşmaları üzerine Şubat 2014’ten itibaren 
enerji gelirlerinden bölgeye verilen %17’lik bütçeyi kesmiş, Maliki’nin bu 
adımı Bağdat-Erbil arasında gerilime neden olmuştur. IŞİD’in Musul’u ele 
geçirmesinin ardından Kürtlerin Temmuz 2014’te Kerkük’ü fiilen kontrol etmeye 
başlaması, kentteki en büyük petrol yatakları olan ve günlük 120 bin 
varil petrol çıkarılan Kerkük ve Bayhasan kuyularını ele geçirmesi taraflar 
arasındaki petrol krizini tırmandırmıştır. Kuzey Irak’a tahsis edilen enerji gelirlerinin kesilmesi ve Kerkük’ün el değiştirmesi Kürtlerin bu süreçte bağımsızlık söylemini sık sık dile getirmesine neden olmuştur. Başbakan Neçirvan Barzani, 12 Kasım 2014 tarihinde Kürt Parlamentosu’nu petrol ihraç ve satışlarıyla ilgili bilgilendirmek üzere yaptığı konuşmada, Kürt Yönetimi’nin ihraç 
ettiği petrolün denetimini hiçbir şekilde Irak Milli Petrol Pazarlama Şirketi’ne 
(SOMO) vermeyeceğini, sadece petrolün taşınmasındaki ve satışındaki bütün 
aşamaları şeffaf bir şekilde SOMO ile paylaşmaya açık olduğunu ifade etmiştir. 
Bu dönemde ayrıca Kuzey Irak’ta ayrı bir petrol arama ve üretme şirketi 
kurmak için düzenlenen yasa tasarısı Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiş ve 
parlamentoya gönderilmiştir. 

Irak Petrol Bakanı Adil Abdülmehdi krizin aşılması amacıyla 13 Kasım 2014 
tarihinde Erbil’i ziyaret etmiş, Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani, 


Başbakan Yardımcısı Kubat Talabani ve Doğal Kaynaklar Bakanı Aşti Hevrami 
ile görüşmüş, görüşmeler sonucunda taraflar petrol konusunda anlaşmaya 
varıldığını açıklamıştır. Anlaşma kapsamında Kürt yönetiminin günlük ihraç 
ettiği petrolün 150 bin varilini SOMO üzerinden ihraç etmesi, Bağdat merkezi 
hükümetinin ise 150 bin varile karşılık Erbil’e 500 milyon dolar ödemesi 
kararlaştırılmıştır. Görüşmelerin ardından Neçirvan Barzani başkanlığındaki 
Kürt heyeti Bağdat’a iade-i ziyarette bulunmuş, ziyaret sırasında merkezi 
hükümetle üç önemli konuda anlaşma sağlanmış, anlaşmanın Ocak 2015’ten 
itibaren yürürlüğe girmesi kararlaştırılmıştır. Anlaşma doğrultusunda taraflar, 
Kerkük’ten günlük 300 bin ve Kürt bölgelerindense 250 bin varil petrolün 
Türkiye üzerinden ihraç edilmesi konusunda mutabakata varmıştır. Bağdat 
merkezi hükümeti, petrol gelirlerinden Kürt Yönetimi’ne yüzde 17’lik pay 
vermeye devam etmeyi kabul etmiştir. Taraflar ayrıca Peşmerge güçlerine 
ulusal savunma bütçesinden kaynak tahsis edilmesini kararlaştırmış, Bağdat 
böylece Peşmerge’nin maaşını, silah ve teçhizat giderlerini üstlenmiştir. 
ABD sonrası dönemde, Kerkük başta olmak üzere tartışmalı bölgelerden kaynaklanan sorunlar Bağdat-Erbil ilişkilerini etkilemeye devam etmiştir. Kürt 
Yönetimi, ABD’nin desteğiyle işgal döneminde Kerkük’ün nüfusunu Kürtler 
lehine değiştirmiş, tarım arazileri ve petrol bakımından zengin olan bu 
kenti uzun vadede ele geçirmeye yönelik bir strateji takip etmiştir. 2005’te 
kabul edilen Irak anayasasının 140. maddesine göre ise Kerkük’te 31 Aralık 
2007’tarihine kadar normalleşme sağlanması öngörülmüş, nüfus sayımı ve 
referandum yapılarak kentin merkezi yönetime veya Kuzey Irak’a bağlanması 
planlanmıştır. Ancak Kerkük’ün statüsü hususunda gerek Irak’taki siyasi 
gruplar arasında gerekse bölgesel ve uluslararası arenada referanduma ilişkin 
bir uzlaşı sağlanamamıştır. Kerkük’ün statüsüyle ilgili sorunun çözüme 
kavuşturulması amacıyla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında özel statü 
ve ortak idari paylaşım gibi öneriler tartışılmaktadır. Tarihi olarak çoğunluğu 
Türkmen olan Kerkük’ün yönetimiyle ilgili taraflar kentin idari paylaşımının 
%32’lik oranlarla Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında yapılmasını, geri 
kalan %4’lük dilimde Keldaniler ve Asurîler gibi diğer etnik ve dini unsurlara 
yer verilmesini öngörmüşlerse de bugün bu paylaşım uygulanmamaktadır. 
Tarihi gerçekler, sosyolojik yapı ve işgal döneminde kentin nüfusundaki suni 
değişiklikler dikkate alınarak Kerkük’ün Irak içinde özel bir statüye kavuşturulmasının hakkaniyete uygun olduğu değerlendirilmektedir. 

ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER GENEL TESPİTLER 

• Irak’ta işgalin ardından “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurlar tasfiye edilmiş, ordu ve kolluk kuvvetleri büyük ölçüde Şii Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
• Sünni Arapların güvenlik kurumlarından dışlanması, Irak’taki güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol açmış, ordu ve polis teşkilatı içinde İran çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler ortaya çıkmıştır. 
• İşgal döneminde terör örgütleri Irak’taki faaliyetlerini artırmış, PKK Kandil bölgesindeki varlığını güçlendirerek devletleşme hedefiyle KCK yapılanmasını kurmuş, el-Kaide bağlantılı gruplar belirli bölgelerde örgütlenmeye başlamış, Şii din adamlarına ve kutsal mekânlarına saldırılar düzenleyerek 2006-2007 iç 
savaşını tetiklemiştir. 
• İran, işgalin ardından Irak güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları üzerindeki etkisini sürdürmüş, Şii direnişçi Mehdi Ordusu’na büyük ölçüde hâkim olmuş, Irak’ta kendi güdümünde hareket edecek Şii silahlı gruplar teşkil etmiştir. 
• Nuri el-Maliki’nin güvenlik bürokrasisini tekeline almaya çalışması, Sahva Gücü’nü dağıtırken bağımsız Şii milis güçlerine müdahale etmemesi ve iç güvenlik tehditlerinde orduyu kullanmaya devam etmesi güvenlik güçlerini siyasallaştırmıştır. 
• Maliki’nin giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasiler üzerinde baskı kurması ülkedeki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, Anbar krizine yol açmış, Irak el-Kaidesi’nin IŞİD adı altında tekrar güçlenmesine ve faaliyet alanını genişletmesine neden olmuştur. 
• IŞİD tehdidi Irak’ta seçimlerin ardından bir uzlaşı hükümetinin kurulmasını zorunlu kılmış, IŞİD militanlarının başta Musul olmak üzere belirli bölgeleri direnişle karşılaşmadan işgal etmesi, Irak güvenlik güçlerinde ciddi bir kurumsallaşma problemi olduğunu göstermiştir. 
• IŞİD krizi sırasında Peşmerge kuvvetleri başta Kerkük olmak üzere ihtilaflı bölgelerin bir kısmını ele geçirmiş ve Haydar el-Abadi liderliğinde kurulan uzlaşı hükümetiyle birlikte Bağdat-Erbil arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ilerleme sağlanmıştır. 


2. SURİYE İÇ SAVAŞINDA DEĞİŞEN DENGELER 

Esed rejimine karşı ilk protestoların üzerinden yaklaşık dört yıl geçmesine 
rağmen Suriye krizinde henüz çözüm sağlanamamış, rejim ve muhalefet güçleri 
birbirine karşı kesin bir başarı elde edememiştir. Krizin başlangıcından 
itibaren Esed rejimi, protesto gösterilerine silahlı kuvvetle müdahale etmiş, 
sivilleri hedef almış, muhalefetin de silahlanmasıyla çatışmalar kısa süre içinde 
iç savaş halini almış ve 200 binden fazla insanın hayatını kaybetmesine yol 
açmıştır. İç savaş, Esed rejimine sağlanan kararlı desteğe rağmen muhalefetin 
parçalı yapısı, yeterli askeri destekten mahrum olması ve savaşa farklı silahlı 
grupların müdahil olmasından dolayı sonuçlanamamıştır. El-Kaide bağlantılı 
grupların ortaya çıkması muhalefetin dünya kamuoyundaki imajını zedelemiş, 
Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) sahadaki etki alanını sınırlandırmıştır. Esed 
rejimi el-Kaide bağlantılı gruplara ve PKK/KCK’ya hareket alanı açmış, bu 
terör örgütlerini dolaylı biçimde muhalefeti zayıflatmak için kullanmıştır. 
Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, 
atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi 
içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. Destek sağlayan ülkelerin farklı 
grupları öne çıkarma girişimlerinin de etkisiyle Suriyeli muhaliflerin belirginleşen 
siyasi ve askeri bölünmüşlüğü, muhalefetin Esed rejimi karşısında etkili 
bir aktöre dönüşmesini engellemiştir. İran, Rusya ve Çin, Esed rejimine verdikleri desteği istikrarlı biçimde sürdürmüş, İran Devrim Muhafızları bizzat 
Kudüs Gücü’yle iç savaşa katılmış, ÖSO’ya karşı Hizbullah’ı ve Irak’taki Şii 
milisleri seferber etmiştir.18 Batılı ülkeler ÖSO’ya gerekli desteği vermemiş, 
başlangıçtaki siyasi desteğe rağmen sahada rejime karşı netice alınmasını sağlayacak silah ve teçhizatın tedariki söz konusu olduğunda çekimser kalmıştır. Türkiye ise muhalefete sağladığı desteği devam ettirmiş, Ağustos 2011’den beri Beşşar Esed’in iktidardan ayrılması yönündeki politikasını ısrarlı biçimde sürdürmüş, iç savaştan kaçan sığınmacılara sınır kapılarını açık tutmuştur. Ekim 2011’de İstanbul’da teşkil edilen Suriye Ulusal Konseyi (SUK), etnik, mezhepsel ve ideolojik olarak bir bütünlük sağlayamamasından dolayı tek çatı altında hareket edememiş, uluslararası toplum tarafından ilk etapta yeterince desteklenmemiştir. Bu nedenle Suriye muhalefeti siyasi yapısını genişleterek Kasım 2012’de Katar’ın başkenti Doha’da Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu (SMDK) adı altında daha kapsamlı bir yapı kurmuştur. SMDK’nın ilk Başkanı olarak Muaz el-Hatip seçilmiştir.19 Hatib, Mart 2013’te özgürce çalışmak istediğini ve bunun da mevcut teşkilatla mümkün olmadığını açıklayarak istifa etmiştir. 

  Uluslararası toplum, Suriye’deki krizi çözmek için somut adımlar at(a)mamış, atılmak istenen somut adımlar Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle BM sistemi içinde uygulamaya dönüştürülememiştir. 

SMDK üyeleri başkanlıktan istifa eden Hatib’in yerine Temmuz 2013’te Ahmed el-Carba’yı başkan olarak seçmiştir. SMDK Temmuz 2014’te görevden ayrılan el-Carba’nın yerine Suudi Arabistan’a yakınlığıyla bilinen Hadi el-Bahra’yı seçmiştir. SMDK’nın 5 Ocak 2015 tarihinde gerçekleştirilen 18. Kurul Toplantısı’nda eski başkan Hadi el-Bahra’nın yeniden aday olmaması üzerine yapılan oylamada ise Halid Hoca SMDK’nın yeni başkanı seçilmiştir.20 Suriyeli muhalif gruplar Mart 2013’te dışarıda Esed rejimine karşı SMDK ile birlikte hareket edecek Suriye Geçici Hükümeti’ni kurmuştur. İstanbul’da tesis edilen Suriye Geçici Hükümeti’nin Başbakanı olarak Gassan Hito seçilmiş, 21-27 Mart tarihlerinde Doha’da düzenlenen Arap Birliği Zirvesi’nde Suriye’nin koltuğu muhaliflere verilmiştir. Bu gelişmelerin ardından Suriye Geçici Hükümeti, 27 Mart 2013’de Doha’da ilk elçiliğini açmıştır. Aynı yılın Temmuz ayında SMDK Geçici Hükümeti Başbakanı Gassan Hito görevinden istifa etmiş, Hito’nun yerine Ahmet Toma Geçici Suriye Hükümeti’nin Başbakanı seçilmiştir.21 

Muhalefet içindeki gelişmelere bakıldığında Suriyeli muhalifler arasında yer 
alan grupların yalnızca Esed rejimine karşı mücadele etmediği, kendi aralarındaki ayrışmalarla da uğraşmak zorunda kaldığı görülmektedir. Nitekim 
2013 yılı Suriye muhalefeti açısında bir kırılma ve dönüm noktası olmuştur. 
2013’de SMDK içinde belirginleşen bölünmüşlük ve güç mücadelesi muhalefetin 
askeri yapısına da yansımış, ÖSO’da etnik, mezhepsel ve ideolojik ayrışmalar 
meydana gelmiştir. Muhalefet içerisindeki ayrışma ve güç mücadelesi 
ise muhaliflere verilen bölgesel ve küresel desteğin azalmasına yol açmıştır. 

2.1. Özgür Suriye Ordusu’nun Rejim Karşısında Zayıflaması 

Özgür Suriye Ordusu, Suriye Hava Kuvvetleri’nden albay rütbesinde istifa 
eden Riyad el-Esad ve ordudan ayrılan bir grup asker tarafından, Esed rejimini 
devirmek ve muhalif silahlı unsurları tek çatı altında birleştirmek amacıyla 

   ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin 
sahadaki askeri etkinliğini zayıflatmıştır. 

Temmuz 2011’de kurulmuştur. ÖSO, Eylül 2012’de karargâhını Suriye’deki 
kurtarılmış bölgelere taşıdığını açıklamış, emir-komuta yapısını geliştirmiş ve 
Aralık 2012’de Tuğgeneral Selim İdris’i Genelkurmay Başkanı olarak atamıştır. 
ÖSO, bu yeniden yapılanma ile muhalefetin askeri kanadını merkezi bir 
komutada toplamayı, yapılan silah yardımlarının tek elden koordine edilmesini 
ve Esed sonrasında düzenli orduya geçişi hedeflemiştir. Ancak ÖSO’nun 
sahada rejime bağlı güçler karşısındaki etkinliği, başta ABD olmak üzere Batılı 
ülkelerden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan ve Katar’dan) aldığı 
desteğin azalması neticesinde zamanla zayıflamıştır. Bu nedenle 16 Şubat 
2014 tarihinde Geçici Suriye Hükümeti’nin Savunma Bakanı Esad Mustafa 
tarafından görevden alınan Selim İdris’in yerine rejimden ayrılan bir diğer 
komutan olan Abdullah el-Beşir getirilmiştir.

ÖSO çatısı altındaki silahlı grupların çeşitlilik arz etmesi ve iç savaşın uzamasıyla bölgede yeni silahlı unsurların ortaya çıkması, muhalefetin sahadaki 
askeri etkinliğini zayıflatmıştır. İç savaşın başlangıcından beri Suriye’de 
ÖSO’nun yanı sıra başta el-Faruk Tugayı, el-Sahabe Tugayları, Ahrar elŞam, 
Fecrul el-İslam, el-Fetih Tugayı ve Sukur el-Kurd Tugayı olmak üzere 
100’den fazla silahlı grup ortaya çıkmıştır. Bu bölünmüşlük, Esed rejimi karşısında muhalefetin elini zayıflatmış, özellikle el-Nusra Cephesi gibi el-Kaide 
bağlantılı bazı grupların ise rejime karşı savaşmaktan ziyade ÖSO’yu hedef 
alması rejime bağlı kuvvetlerin belirli bölgelerde üstünlük sağlamasına imkân 
tanımıştır.22 PYD’nin silahlı kanadı YPG (Halkçı Koruma Birlikleri), Esed 
rejiminin desteğiyle ülkenin kuzeyinde belirli bölgeleri ele geçirmiş, IŞİD ise 
Rakka bölgesini kontrol etmeye başlamıştır. ÖSO’nun kontrol ettiği bölgelerde 
YPG ve IŞİD’le çatışmak zorunda kalması, rejime bağlı güçlerin bazı bölgeleri 
tekrar ele geçirmesine yol açmıştır. Muhalefet hareketinin uluslararası 
toplum nezdindeki konumu, muhalif gruplar arasındaki radikal unsurlardan 
dolayı süreç içinde zayıflamıştır.23 

Esed rejimi, muhalefetin sahadaki silahlı varlığına karşı Rusya, İran ve 
Hizbullah’ın desteğiyle üç aşamadan oluşan bir strateji takip etmiştir. Rejim 
birinci aşamada radikal unsurların ÖSO içindeki silahlı gruplara dâhil edilmesini, 
böylece muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermeyi amaçlamış tır. Esed rejimi bu amaç doğrultusunda hapishanelerdeki el-Kaide 

   İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. 

Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri bağlantılı aşırılık yanlısı tutukluları serbest bırakmış, Rusya ve İran ise bu dönemde Suriye’de çatışmalara katılan radikal unsurlarla ilgili uluslararası medyada 
çok sayıda yayın yapılmasını sağlamıştır. İkinci aşamada, Esed rejimi 
kuzey bölgeleri PYD’ye; Rakka, Halep kırsalı ve İdlip bölgelerini de IŞİD’e 
bırakmak suretiyle iç savaşta ÖSO dışında silahlı grupların ortaya çıkmasını 
sağlayarak kendisine karşı savaşan kuvvetleri birbiriyle mücadele eden aktörlere dönüştürmeye çalışmıştır.24 

Üçüncü aşamada ise Esed rejimi, IŞİD ve el-Nusra Cephesi’nin sahada öne 
çıkmasını ve güçlenmesini sağlamış, başta bu iki silahlı grup olmak üzere radikal grupların ÖSO’ya karşı savaşmasına zemin hazırlamıştır. Nitekim 2013’de IŞİD, el-Nusra Cephesi ve aynı çizgideki diğer radikal grupların Esed rejimine bağlı kuvvetlerden ziyade ÖSO’ya karşı savaştığı görülmüş, bu grupların 


Harita 2: IŞİD’in Suriye İç Savaşında Etkili Olduğu Bölgeler

faaliyetlerinin rejimin konumuna dolaylı biçimde destek olduğu anlaşılmıştır. 
Gelinen aşamada Esed rejiminin Suriyeli muhalif gruplara yönelik izlediği 
stratejide büyük ölçüde başarılı olduğu gözlemlenmiştir. Suriye’deki radikal 
unsurlardan oluşan silahlı gruplar güçlendikçe ÖSO bünyesindeki kuvvetlerin 
etkinliği azalmış, dünya kamuoyunda rejime karşı savaşan muhalefetin büyük 
ölçüde radikal gruplardan oluştuğu yönünde bir izlenim oluşmuştur. Bu izlenim 
Batılı ülkelerin Esed sonrası Suriye ile ilgili kaygılarının artmasına yol 
açmış, muhaliflere askeri ve mali destek vermesini engellemiştir. 
İç savaş uzadıkça muhalif unsurlar arasındaki bölünmüşlüğün ve güç rekabetinin derinleştiği gözlemlenmektedir. Suriye muhalefetinin zamanla toparlanması beklenirken gerek bölünmeler gerekse muhalefeti destekleyen ülkelerin (Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar) farklı gruplara öncelik vermesi muhalif güçlerinin zayıflamasına neden olmuştur. Bazı silahlı grupların ÖSO’dan ayrılması ve İslam Ordusu adı altında yeni bir yapılanmaya gitmesi muhalefetin 
silahlı kanadını iyice zayıflatmıştır. Diğer taraftan İran, Rusya ve Çin, 
Esed rejimine istikrarlı bir şekilde yardım sağlarken, Suriye muhalefetinin 
örgütlenmesi ve güçlenmesi için çaba harcayan ülkelerin sağladıkları destek 
ise muhalefetin farklı yapılara bölünmesine yol açmaktadır. Örneğin Suudi 
Arabistan’ın Kasım 2013’te 7 Selefi gruptan oluşan İslami Cephe’yi kurmasının 
muhaliflerin bölünmesine hizmet ettiği gözlenmiştir. İslami Cephe, IŞİD 
ve el-Nusra Cephesi’ne karşı ÖSO ile birlikte hareket edecek şekilde teşkil 
edilmişse de, cephenin tam olarak kontrol altında olduğunu ifade etmek mümkün değildir. 

2.2. Doğu Guta, Cenevre Konferansları ve Rejimin Dış Desteği 

Esed rejiminin 21 Ağustos 2013 tarihinde Şam’ın Doğu Guta banliyösünde 
kimyasal silah kullanması ve uluslararası toplumun bu girişim karşısında sessiz 
kalması Suriye krizi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Doğu Guta’da 
düzenlenen kimyasal saldırıda 450’ye yakını çocuk olmak üzere 1500’den 
fazla kişi hayatını kaybetmiştir. Bu saldırıyla birlikte ABD, Fransa ve İngiltere 
tarafından Esed rejimine yönelik sınırlı bir hava operasyonu yapılabileceği 
gündeme gelmiş, BM denetleme ekibi kimyasal silahın kim tarafından kullanıldığının anlaşılabilmesi için Suriye’ye giderek incelemelerde bulunmuştur. 
Bütün bu tartışmalar yaşanırken Suriye krizinde 2011 yılından beri farklı politikalar izleyen Washington ve Moskova beraber hareket etmeye başlamış, 
Esed rejiminin kimyasal silah kullanmasına gösterilen tepkilerin dozu azalmış 
ve başta ABD olmak üzere Batılı ülkelerin Suriye iç savaşındaki tutumunun 
giderek belirsizleştiği gözlemlenmiştir.

ABD, Suriye’ye operasyon kararında kitle imha silahlarının kullanılmasını 
kırmızı çizgi olarak belirlemesine rağmen, Esed rejiminin devrilmesine yönelik 
herhangi bir müdahalede bulunmamış, ABD-Rusya arasında Suriye’deki 
kimyasal silahların imha edilmesi konusunda mutabakat sağlanmıştır. Birleşmiş 
Milletler (BM) Güvenlik Konseyi 27 Eylül 2013 tarihinde Suriye’nin 
kimyasal silahlarının imha edilmesini öngören karar tasarısını oy birliğiyle 
kabul etmiştir. 2118 sayılı bu karar kriz boyunca BM Güvenlik Konseyi’nin 
Suriye’ye yaptırım öngören ilk kararıdır.25 Ancak 2118 sayılı karar aynı zamanda ABD ve Batılı ülkelerin Esed rejimine yönelik askeri müdahalede bulunmayacağının bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu kararla beraber Kasım 2013’te Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü, Halep yakınlarındaki 
kimyasal silah üretme tesisinde imha işlemine başlamış, ABD ve Rusya’nın 
anlaşması sonucunda Esed rejimi olası bir müdahaleden kurtulmuştur. 
Haziran 2012’deki Eylem Grubu adı verilen I. Cenevre Konferansı’ndan sonra 
Ocak 2014’te İsviçre’nin Montrö kentinde yaklaşık 40 ülkenin dışişleri bakanı 
ve temsilcisinin katılımıyla II. Cenevre Konferansı düzenlenmiştir. İkinci 
konferansta kimyasal silahlarının imha edilmesini kabul eden Esed rejimi ile 
Suriye muhalefeti arasında görüşmelerin 24 Ocak’ta yapılması ve bu görüşmeler 
neticesinde bir geçiş hükümeti oluşturulması planlanmıştır. Esed rejimi 
ile muhalefet arasında görüşmeler konferansın üçüncü gününde başlamış, 
ancak taraflar arasında -Esed’e bağlı kuvvetlerin kuşatması altındaki Humus 
kentinden güvenli çıkış dışında- uzlaşma sağlanamamış ve herhangi bir sonuç 
elde edilememiştir. Konferans öncesinde, Suriye krizindeki mevcut dengelerden 
dolayı Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin kurulması amacıyla 
gerçekleşen görüşmelerin başarılı olamayacağı öngörülmüştü. Konferanstan 
sonra Humus’tan güvenli çıkış da uygulamaya dönüşmemiş, Esed rejimi kentten 
çıkış serbestliğini birkaç saatle sınırlı tutmuş ve Cenevre’deki anlaşmaya 
riayet etmemiştir. 

II. Cenevre Konferansı, Esed rejimi için üç açıdan bir dönüm noktası niteliğindedir. 

Birincisi, 2011 yılından bu yana uluslararası ölçekte meşruiyetini 
kaybeden Esed rejimi Cenevre’de yeniden muhatap kabul edilmiş, muhalefet 
karşısındaki eski konumunu muhafaza etmiştir. Esed rejiminin Suriye iç savaşında gerçekleştirdiği katliamlara karşın II. Cenevre Konferansı’nda muhalefetle aynı ortamı/masayı paylaşması, rejimin sahadaki askeri üstünlüğünün bir göstergesi anlamına geldiği düşünülebilir. Rejimin ayrıca konferansta ülkedeki iç savaşı terörle mücadele olarak yansıtması ve Esed’siz bir geçiş hükümetinin mümkün olmayacağını ifade etmesi, krizin sürüncemede kalmaya devam edeceğini göstermiştir. 

İkincisi, konferansın amacının Esed’li veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin 
tesisi olarak belirlenmesi, gerek muhalefetin gerekse uluslararası toplumun 
ülkeyi yaklaşık 40 yıldır yöneten Baas rejimiyle bir probleminin olmadığı 
yönünde bir izlenime yol açmış, Suriye krizinin bir rejim sorunu olduğu gerçeğinden uzak bir tutum sergilenmiştir. Üçüncüsü, Esed rejimi II. Cenevre 
Konferansı’nda görüşmelerin içeriğini muhalefeti zayıflatmak için kullanmış, 
Suriye iç savaşını uluslararası bir platformda terörizmle mücadele olarak takdim 
etme imkânı elde etmiştir. II. Cenevre Konferansı’nda ayrıca ABD ve 
Rusya bir araya gelmiş, iki ülke arasında Suriye kriziyle ilgili bir işbirliği 
ortamı oluşmuş, rejim ve muhaliflerin anlaşması amaçlanmıştır. Ancak konferans, sonucu itibariyle Suriye krizine bir çözüm getirmekten ziyade tavsiye 
niteliğinde göstermelik demeçlerin verildiği bir faaliyetten ibaret kalmıştır. 
II. Cenevre Konferansı’nda rejim ve muhalefet heyeti Suriye’de geçiş hükümeti 
gibi siyasi konuları görüşmüş olmasına rağmen 3 Haziran 2014 tarihinde 
Esed rejimi kontrolündeki bölgelerde cumhurbaşkanlığı seçimi yapılmıştır. 
Seçimde katılım oranı yüzde 73,4 olarak belirtilmiş, Beşşar Esed toplam 
oyların yüzde 88,7’sini alarak seçimi kazandığını duyurmuştur.26 Esed’in II. 
Cenevre Konferansı’ndan sonra seçimle meşruiyet arayışına girdiğini ifade 
etmek mümkündür. Ancak Suriye’nin 23 milyonluk nüfusunun 10,5 milyonunun 
yurtiçinde veya dışında mülteci olarak yaşaması, dolayısıyla seçimlerin 
ülke nüfusunun yaklaşık yüzde 45’inin olmadığı bir ortamda yapılmış olması 
sonuçların meşruiyetine gölge düşürmüştür.27 

II. Cenevre Konferansı’nın başarısızlıkla sonuçlanması ve Esed’in cumhurbaşkanlığı seçimi yapmasının ardından BM ve Arap Birliği Suriye temsilcisi Cezayir asıllı el-Ahdar el-İbrahimi 30 Mayıs 2014’te görevinden ayrılmıştır. 

El-İbrahimi’nin görevi bırakmasının ardından Temmuz 2014’te BM Suriye 
Özel Temsilciliği’ne Staffan de Mistura sadece BM temsilcisi olarak atanmıştır. 
Temmuz’da göreve başlayan de Mistura 30 Ekim’de BM Güvenlik 
Konseyi’ne ilk sunumunu yapmış ve eylem planını açıklamıştır. De Mistura, 
planında çatışmalı bölgelerdeki çatışmaların dondurulmasını önermiş ve 
bu planın ilk önce Halep’te uygulanmasını talep etmiştir.28 

  İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. 

De Mistura ayrıca söz konusu planını 9 Kasım’da Şam’ı ziyaret ederek Esed rejimine sunmuş ve Esed rejimi de çatışmalı bölgelerde çatışmaların dondurulması planını olumlu karşıladıklarını açıklamıştır. Fakat Suriyeli muhalefet koalisyonu de Mistura’nın sunduğu plana karşı çıkmış, çatışmaların sadece dondurulduğu bölgeler öngören bu planın Esed rejiminin ömrünü uzatacağını beyan etmiştir. 

Neticede Esed rejimi envanterindeki kimyasal gazların imhası dışında bir 
yaptırıma maruz kalmamış, başta Doğu Guta saldırısı olmak üzere işlediği 
ağır insan hakkı ihlallerine rağmen II. Cenevre Konferansı’yla birlikte yeniden 
muhatap kabul edilmiştir. Batılı ülkeler krizin ilk dönemlerinde Esed iktidarının 
sona ermesi yönünde demeçlere vermişse de ÖSO’ya yeterli desteği 
sağlamamış, Suriye muhalefeti sahada rejime karşı sürdürülebilir bir askeri 
üstünlük elde edememiştir. 

Batılı ülkelerin ÖSO’nun güçlendirilmesi konusundaki tereddüdü ve rejimle ilgili tutum değişikliğine rağmen, İran ve Rusya Federasyonu Esed rejimine sağladığı desteği krizin başlangıcından itibaren istikrarlı biçimde artırarak sürdürmüştür. 

İran, 2011 yılında Suriye’de başlayan ilk protesto gösterilerinden bugüne Esed 
rejiminin ayakta kalması için yoğun çaba harcamış, rejime siyasi, ekonomik 
ve askeri açıdan güçlü bir destek sağlamıştır. İran, Rusya ve Esed rejimiyle 
birlikte Suriye muhalefetini terörizmle ilişkilendirmeye yönelik kapsamlı bir 
propaganda yürütmüş, Batılı ülke kamuoylarında ÖSO’nun radikal unsurlarla 
birlikte anılmasını sağlamaya çalışmıştır. Suriye ekonomisi İran’ın sağladığı 
kredilerle ve mali yardımlarla ayakta kalmış, Esed rejimi Tahran’ın fon desteğiyle Rusya’dan silah alımını sürdürebilmiştir. Nitekim Suriye’de gelinen 
aşamada ekonomi büyük zarar görmüş, gayrisafi yurtiçi hâsıla yarı yarıya düşmüş, petrol üretimi neredeyse durma noktasına gelmiş ve enflasyon yüzde 50 düzeyine çıkmış durumdadır.29 İran kaynaklarının yaptığı açıklamalara göre 
Tahran, Esed rejimini ayakta tutmak için dört sene içinde yaklaşık 50 milyar 
dolar harcamıştır. İran, Orta Doğu’daki nüfuzunun sürekliliği bakımından stratejik ve jeopolitik öneme sahip Suriye’ye her türlü askeri desteği vermektedir. Tahran yönetiminin Suriye’ye yaptığı askeri yardımlar İran Devrim Muhafızları’nın dış operasyonlardan sorumlu birimi Kudüs Gücü tarafından organize edilmektedir. General Kasım Süleymani’nin komuta ettiği Kudüs Gücü’ne bağlı 2 bin civarında İranlı asker Suriye’de rejime bağlı ordunun yanında muhaliflere karşı savaşmaktadır. İran, Lübnan’daki Hizbullah’ı ve Irak’ta desteklediği Şii milis güçlerini (Ebu’l Fazıl Abbas Tugayı) Suriye’ye sevk etmiş, özellikle Iraklı milislerin harekete geçirilmesinde Suriye’deki Şii kutsal mekânların korunması argümanını kullanmıştır. Tahran yönetimi ayrıca Afganistan’daki Şii unsurlardan Esed rejimi saflarında savaşmak üzere Fatimiyyun Tugayları ve Afgan Hizbullahı adı altında silahlı gruplar teşkil etmiş, bu grupları Kudüs Gücü komutasında iç savaşa dâhil etmiştir.30 

Küresel ölçekte ise Rusya Federasyonu, Suriye krizi sürecinde Esed rejimini 
destekleyen en önemli aktör olmuştur. Rusya, gerek BM Güvenlik 
Konseyi’nde Esed rejimine karşı alınabilecek yaptırım kararlarının engellenmesinde gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde büyük rol oynamaktadır. 

Ancak Rusya, İran’dan farklı olarak Esed rejiminin bekasından ziyade ABD 
veya Batı ile Orta Doğu’daki güç mücadelesini göz önünde bulundurarak hareket etmekte, Suriye’deki Tartus deniz üssünü muhafaza etmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla Moskova, mutlak surette Esed ailesinin iktidarda kalmasını değil Suriye’de Rusya’nın çıkarlarını koruyan bir siyasi iradenin sürekliliğini hedeflemektedir. Nitekim Moskova’nın 2014 yılından itibaren Suriye dışındaki muhalefet güçleri içinden Rusya çizgisinde bir muhalefet oluşturma girişimleri bu yaklaşıma işaret etmektedir. 

Rusya’nın Suriye krizini çözmek için hazırladığı plan doğrultusunda Esed’li 
veya Esed’siz bir geçiş hükümetinin tartışılması öngörülmemektedir. 
Rusya’nın tasarladığı yol haritasında, Esed rejimi ile SMDK eski Başkanı 
Muaz el-Hatib’in oluşturduğu muhalefet gücünün siyasi geçiş süreciyle ilgili 
bir anlaşma sağlaması amaçlanmaktadır. Moskova’nın Esed rejimiyle ve Muaz 
el-Hatib liderliğindeki muhalefetle iki aşamalı bir siyasi geçiş süreci üzerinde 
mutabık kaldığı belirtilmektedir. Birinci aşamada Nisan 2015’te Suriye’de 
parlamento seçimlerinin yapılması, ikinci aşamada Suriye’de yeni hükümetin 
kurulması öngörülmüştür. Kurulması kararlaştırılan yeni hükümette ise Muaz 
el-Hatip başbakan olacak, dışişleri bakanlığı ve savunma bakanlığı Esed rejimine verilecek, İçişleri Bakanlığı da muhalefete geçecektir. 

Rusya, Kasım 2014 içerisinde iki önemli ziyarete ev sahipliği yapmıştır. Birincisi 
SMDK eski Başkanı Muaz El-Hatib beraberindeki heyetle Moskova’yı 
ziyaret etmiştir. Esed rejiminin temsilcilerinden oluşan bir heyet de 26 
Kasım’da Soçi’de Devlet Başkanı Putin ile görüşmüştür. Her iki tarafın Rusya 
ziyareti doğrultusunda Moskova’nın girişimiyle III. Cenevre Konferansı 
yerine I. Moskova Konferansı hazırlığı içerisine girilmiştir. 26 Ocak 2015’te 
Rusya, Esed rejimi ve muhalefet temsilcilerini Moskova’da ağırlamıştır. Üç 
gün süren görüşmelerde belirli bir anlaşmaya varılamamış, bu nedenle ortak 
bir belge veya bildiri hazırlanmamıştır.31 Moskova’daki toplantı sonrasında 
Suriyeli muhalifler ile rejim temsilcileri, bir ay sonra görüşmelerin tekrar başlaması konusunda anlaşmaya varmıştır. 

  Esed rejimine karşı  alınabilecek yaptırım  kararlarının engellenmesin de gerekse rejimin muhalefet karşısında mukavemetini 
sürdürebilmesi  için ihtiyaç duyduğu silah ve teçhizatın tedarikinde 
büyük rol  oynamaktadır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;

17 [Maliki Ramadi’yi Ziyaret Etti ve Anbar’daki Aşiretlerle Görüştü], Alarabiya, 15 Şubat 2014, Erişim tarihi:15 Şubat 2015, http://www.alarabiya.net/ar/arab-and-world/2014/02/15/. 
18 Phillip Smyth, “The Shiite Jihad in Syria and Its Regional Effects,” The Washington Institute for Near Eastern Policy, Şubat 2015, Erişim tarihi: 10 Mart 2015, http://www.washingtoninstitute.org/uploads/Documents/pubs/PolicyFocus138-v3.pdf. 
19 , [Doha’da Kurulan Suriye Muhalif ve Devrimci Ulusal Koalisyonu’nun Anlaşma Metni], All4syria, 11 
Kasım 2012, Erişim Tarihi: 12 Aralık 2014, http://all4syria.info/Archive/58917. 
20 “Halid Hoca SMDK’nın Yeni Başkanı Seçildi,” Anadolu Ajansı, 5 Ocak 2015, Erişim tarihi: 5 Ocak 2015, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/445075--halid-hoca-smdknin-baskanisecildi. 
21 [Ahmed Toma Suriye Geçici Hükümeti Başkanı Oldu], Al-İttihat, 15 Aralık 2013, Erişim tarihi: 25 Aralık 2014, http://www.alittihad.ae/details.php?id=86578&y=2013. 
22 [Suriye Krizi: Suriye’deki Silahlı Grupların 
Kronolojisi], BBC, 21 Ocak 2014, Erişim tarihi: 21 Aralık 2014, http://www.bbc.co.uk/arabic/ 
middleeast/2014/01/131213_syria_rebels_background. 
23 Ali Semin, “Suriye Krizi, PYD ve 2. Cenevre Konferansı,” BİLGESAM, 5 Şubat 2014, Erişim tarihi: 21 Ocak 2015, http://www.bilgesam.org/incele/96/-suriye-krizi--pyd-ve-2--cenevre-konferansi/#.VSRb1ZPl_HI. 
24 Semin, “Suriye Krizi, PYD..” 
25 , [Kimyasal Silahlar Hakkında Birleşmiş Milletler’in 2118 
Sayılı Kararı’nın Tam Metni], State, 27 Kasım 2013, Erişim tarihi:11Ocak 2015, http://photos. state.gov/libraries/syria/982645/wp-pdfs/SC2118Ar.pdf.
26 “Suriye‘de Seçim Sonuçları Belli Oldu,” Akşam Gazetesi, 4 Haziran 2014, Erişim tarihi: 2 Aralık 2014, http://www.aksam.com.tr/dunya/suriyede-secim-sonuclari-belli-oldu/haber-313530. 
27 Semin, “Suriye Krizi, PYD..” 
28 [de Mistura Bütün Tarafların Önerisine Destek Vereceğini Ümit Ediyor], Al-Watan, 11 Şubat 2015, Erişim tarihi:14 Şubat 2015, http://www.alwatan.sy/view.aspx?id=27702. 
29 Gamze Türkoğlu Oğuz, “Suriye’yi İran ve Rusya Ayakta Tutuyor,” Anadolu Ajansı, 30 Aralık 2014, Erişim tarihi: 15 Mart 2015, http://www.aa.com.tr/tr/haberler/442974--suriyeyiiran-ve-rusya-ayakta-tutuyor. 
30 Phillip Smyth, “Iran’s Afghan Shiite Fighters in Syria,” The Washington Institute for Near East Policy, 3 Haziran 2014, Erişim tarihi: 14 Mart 2015, http://www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/irans-afghan-shiite-fighters-in-syria.  Rusya, gerek BM Güvenlik Konseyi’nde 
31 Hacer Başer, “Moskova’da Suriye İçin Toplandılar,” Anadolu Ajansı, 29 Ocak 2015, Erişim tarihi: 29 Ocak 2015, http://www.aa.com.tr/tr/haberler/457617--moskovada-suriyeicin-toplandilar. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1

IRAK VE SURİYE'DEKİ GELİŞMELERİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ BÖLÜM 1







BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 65  NİSAN 2015 

BİLGESAM YAYINLARI 
RAPOR NO: 65 
Kütüphane Katalog Bilgileri: 
Yayın Adı: Irak ve Suriye'deki Gelişmelerin Türkiye'ye Etkileri 
Yazarlar: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Bekir ÜNAL 
ISBN: 978-605-9963-11-4 
Sayfa Sayısı: 80 
Yayına Hazırlayan: Erdem KAYA 
Kapak Tasarım ve Dizgi: Sertaç DURMAZ 
Baskı & Cilt: Gülmat Matbaacılık 
Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 1NE 4 Zeytinburnu / İstanbul 
Tel: 0212 577 79 77 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Wise Men Center For Strategic Studies 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi No: 10 
Celil Ağa İş Merkezi Kat: 9 Daire: 36 
Mecidiyeköy / İstanbul / Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 





YAYINLARI 

Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM NİSAN 2015 
Bu yayının tüm hakları saklıdır. 

Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

SUNUŞ 

Irak’ta işgalin ardından Şii Araplar ve Kürtler esas alınarak tasarlanan güvenlik sisteminde kurumsallaşma sağlanamamış, Maliki’nin özellikle ikinci döneminde giderek otoriterleşmesi, güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması bu ülkedeki Sünni Arap nüfusun ötekileşmesine yol açmış ve Anbar 
krizi sürecini başlatmıştır. Suriye iç savaşında 2013 yılından itibaren dengeler Esed rejimi lehine değişmiş, Rusya ve İran rejime sağladığı desteği kararlı biçimde sürdürürken Batılı ülkeler Özgür Suriye Ordusu’na gerekli askeri desteği vermemiştir. İç savaşın uzaması ve sahada muhalefetin yeterince desteklenmemesi el-Kaide bağlantılı örgütlerin faaliyet gösterebileceği şartları doğurmuş, IŞİD Irak’ta zemin kazandıktan sonra faaliyet alanını Suriye’ye doğru genişletmiş, Irak-Suriye hattında Sünni Arapların çoğunlukta olduğu 
belirli bölgelere fiilen hâkim olmuş ve bu bölgelerde devletleşmeye teşebbüs etmiştir. Irak’ta IŞİD tehdidi, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerdeki nüfus yapısının değişmesine yol açarken, Kürtlerin Kerkük’teki nüfuzunu artırmış ve İran’ın bu ülkede daha rahat hareket etmesine imkân sağlamıştır. Suriye iç savaşında ise 
IŞİD ve el-Kaide irtibatlı diğer radikal grupların etkinliğinin artması Batılı devletlerin muhalefete bakışını değiştirmiş ve II. Cenevre Konferansı’yla birlikte rejimin yeniden muhatap alındığı bir süreç başlamıştır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Irak ve Suriye’deki gelişmelere ve bu gelişmelerin Türkiye’ye etkilerine yönelik öngörülerde bulunarak Türk karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri” raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Orta Doğu Araştırmaları Uzmanı Ali Semin ve Araştırma Asistanı Bekir Ünal ile birlikte hazırladığımız rapor, 27 Şubat 2015 tarihinde düzenlenen 22. Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiş, Kurul üyelerinin görüş ve önerileri doğrultusunda gözden geçirilerek yayına hazırlanmıştır. Raporda, Irak’ta ABD’nin çekilmesini takip eden gelişmeler ve Suriye iç savaşında Esed rejimi lehine değişen dengelere ilişkin genel bir durum tespiti yapılmakta, 
başta IŞİD tehdidi olmak üzere bölgede ortaya çıkan dinamiklerin Türkiye’ye muhtemel etkileri değerlendirilmektedir. 

Raporun Türk karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Ali Semin’e ve Bekir Ünal’a, raporu yayına hazırlayan Araştırma Koordinatörü Erdem Kaya’ya, rapora değerli görüş ve önerileriyle katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli vakitlerini sarf eden başta (E) Oramiral Salim Dervişoğlu olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu üyelerine ve emeği geçen diğer BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

 Doç. Dr. Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 

Irak ve Suriye’deki Gelişmelerin Türkiye’ye Etkileri 

GİRİŞ 

ABD, 2003’te Irak’ı işgalinin ardından bütün kamu kurumlarını dağıtmış, Geçici 
Koalisyon Yönetimi, Şii Araplar ve Kürtlere ayrıcalık tanıyan bir devlet 
inşa süreci başlatmıştır. Ülke nüfusundaki etnik ve mezhepsel dağılım esas 
alınarak inşa edilen kurumlar, kapsayıcı bir idari yapının tesisine hizmet etmemiş, Sünni Araplar ve Türkmenlerin dışlandığı bir Irak devleti ortaya çıkmıştır. 
Sünni nüfusun devlet kademelerinde temsiline ve siyasi sürece katılımına 
yönelik girişimler, gerek ABD’nin bu yöndeki desteğini sürdürmemesi 
gerekse İran’ın ülkede artan etkisi ve Başbakan Nuri el-Maliki’nin Şii eksenli 
politikalarından dolayı büyük ölçüde başarısız olmuştur. Irak’ın siyasallaşan 
güvenlik güçleri ülkede işgal sonrası dönemde kronik bir probleme dönüşen 
terörizmle mücadelede muvaffak olamamış, ABD sonrası güç boşluğunu 
dolduramamıştır. Maliki iktidarının özellikle ikinci döneminde (2010-2014) 
giderek otoriterleşmesi ve Sünni siyasi aktörleri sindirmeye yönelik attığı 
adımlar ise Irak’taki mezhepsel ayrışmayı derinleştirmiş, işgalin ardından bu 
ülkeye yerleşen el-Kaide bağlantılı radikal unsurların tekrar zemin kazanmasına 
yol açmıştır. 

Suriye’de Esed rejiminin göstericilere ateş açmasıyla başlayan çatışmalar kısa 
süre içinde rejimle muhalefet arasında iç savaşa dönüşmüş, 2011’den bugüne 
tarafların birbirine karşı kesin bir netice alamadığı krizde çözüm sağlanamamıştır. 

Başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler, krizin ilk iki yılında Beşşar 
Esed’in iktidardan ayrılması gerektiğini beyan etmiş, muhalefeti Suriye’nin 
meşru temsilcisi olarak kabul etmiş, ancak Özgür Suriye Ordusu’na gerekli 
desteği vermemiş ve 2013’ten itibaren tutum değiştirmeye başlamıştır. Esed 
iktidarına bağlı kuvvetler tarafından Ağustos 2013’te Doğu Guta’da sivillere 
karşı kimyasal silah kullanıldığı tespit edilmişse de, aynı yıl içinde iç savaştaki 
dengeler ironik biçimde rejim lehine değişmiştir. Baas rejimi Rusya ve 
Çin’in diplomatik desteği ve ABD’nin tutum değişikliği sayesinde kimyasal 
gazların imhası dışında bir yaptırıma maruz kalmamış, aksine 2. Cenevre 
Konferansı’yla birlikte yeniden muhatap olarak kabul edilmiştir. Esed rejiminin 
dolaylı desteğiyle el-Nusra Cephesi ve IŞİD gibi krize sonradan müdahil 
olan radikal unsurlar ise muhalefetin dünya kamuoyundaki itibarına zarar vermiştir. 
Türkiye, takip ettiği dış politika dolayısıyla Irak ve Suriye’deki krizlerle başlayan 
süreçte Orta Doğu’daki kazanımlarını yitirmeye başlamış, Ankara’nın 
bölgedeki manevra alanının daraldığı gözlenmiştir. Ankara’nın Irak’la etkileşimi 
Kürt yönetimiyle sınırlı hale gelmiş, Türkmenler büyük ölçüde ihmal 
edilmiş, Suriye krizinde Türkiye Esed rejiminin devrilmesi doğrultusundaki 
politikasını sürdürürken ABD başta olmak üzere Batılı devletler bölgede ortaya 
çıkan radikal unsurlarla mücadeleyi öncelik olarak belirlemiştir. Suriye 
krizinde Batılı müttefikleri tarafından yalnız bırakılan Türkiye sığınmacılar 
meselesi ve IŞİD tehdidiyle karşı karşıya kalırken, İran bölgesel güç olarak 
öne çıkmış, Irak-Suriye-Lübnan hattında etkili bir aktör haline gelmiştir. 
Türkiye’nin bu dönemde PKK/KCK1 terörünü sona erdirmek gayesiyle başlattığı 
çözüm süreci ise beklendiği gibi örgütün silah bırakmasını sağlayacak 
gelişmelere değil, gerek yurtiçinde gerekse Suriye’nin kuzeyinde PYD2 adı 
altında güçlenmesine yol açmıştır. 
Orta Doğu’daki mevcut gelişmelerde Irak ve Suriye’de çöken devlet yapıları, 
Arap ayaklanmalarının devam eden etkileri, başta ABD, Rusya, İngiltere olmak 
üzere büyük güçlerin menfaat çatışmaları ve el-Kaide bağlantılı terör örgütlerinin faaliyetlerinin belirleyici olduğu aşikârdır. Bu konular çerçevesinde 
bölgedeki çatışma ve istikrarsızlığa müessir faktörler doğrultusunda yapılabilecek münferit analizler ayrı çalışmalar şeklinde hazırlanabilecek genişliktedir. 

Bu rapor, bu konuların ayrıntılarına girmeksizin Irak ve Suriye’deki gelişmelere 
ilişkin genel bir durum tespiti yapmak ve bu gelişmelerin Türkiye’ye 
muhtemel etkilerini değerlendirmekle sınırlı bir çerçeve sunmaktadır. 





1. ABD SONRASI IRAK’TAKİ GELİŞMELER 

1.1. Güvenlik Sisteminde Kurumsallaşma Problemi 

Irak’ta işgalin ardından Geçici Koalisyon Yönetimi orduyu, kolluk kuvvetlerini 
ve istihbarat teşkilatlarını lağvetmiş, “Baassızlaştırma” hedefi kapsamında 
güvenlik güçleri içindeki bütün Sünni unsurları rütbe ayrımı gözetmeksizin 
tasfiye etmiştir. Irak güvenlik güçlerinin gerekli tedbirler alınmadan ve ayrım 
gözetmeksizin dağıtılması ülkede telafisi zor bir güç boşluğu doğurmuş; 
direniş amacıyla silahlanan milisler, İran ve Suudi Arabistan ekseninde hareket 
eden unsurlar ve el-Kaide’yle irtibatlı gruplar ortaya çıkmıştır. 2003’ten 
itibaren Irak’ta işgale karşı Sünni ve Şii direniş grupları teşkilatlanmış, Sünni 
direnişçiler 1920 Devrimi Tugayları, Irak İslam Ordusu ve Mücahitler Ordusu 
unvanlarıyla silahlı birlikler teşkil ederken, Arap milliyetçisi Mukteda 
el-Sadr liderliğindeki Şii direnişçiler Mehdi Ordusu’nu kurmuş, işgal kuvvetlerine 
ve Irak güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. İşgalle birlikte İran Devrim 
Muhafızları’nın sınır ötesi operasyonlarından sorumlu Kudüs Gücü’nün 
Irak’taki faaliyetlerinde belirgin bir artış gözlenmiş, Tahran’ın desteğiyle 
2003’te Irak Hizbullahı (Muhtar Ordusu) kurulmuştur. Bedir Tugayları mensubu 
Vasık el-Battat liderliğinde kurulan Irak Hizbullahı, İran’ın Velayet-i Fakih 
inancını benimsemiş ve Ali Hamaney’e bağlı olduğunu beyan etmiştir.3 
İşgal aynı zamanda Saddam döneminden beri ülkenin belirli bölgelerinde bulunan çeşitli silahlı örgütlerin varlığını sürdürebileceği bir ortam sağlamıştır. 
İşgal döneminde İranlı muhalif grup Halkın Mücahitleri Örgütü Bağdat 
ve Diyale’de faaliyet göstermeye devam etmiştir. PKK bu dönemde Kandil 
bölgesindeki varlığını güçlendirmiş, Irak’taki uzantısı PÇDK4 ülkedeki seçimlere 
katılmaya başlamış, 2003’te Suriye’deki uzantısı PYD’yi, 2004’te 
İran’daki uzantısı PJAK’ı5 teşkil etmiş ve Türkiye’ye karşı terör eylemlerine 
tekrar başlamıştır. Türkiye’nin 2007’ye kadar Irak’taki sınır ötesi harekât 
imkânı kısıtlanırken, terör örgütü bu dönemde KCK sistemiyle devletleşmeye 
tevessül edebilecek kadar müsait bir ortam elde etmiştir. İşgal döneminde ayrıca bölgedeki el-Kaide’yle irtibatlı gruplar Irak’taki faaliyetlerini artırmış ve 
yeni gruplar İran üzerinden Irak’a girmiştir. İran-Irak sınırında 2001’den beri 
varlık gösteren Ensar el-İslam 2003’ten itibaren Ensar el-Sünne adı altında 
ABD kuvvetlerine, Şii din adamlarına ve Talabani liderliğindeki Kürdistan 

Yurtseverler Birliği’ne (KYB) bağlı Peşmerge güçlerine karşı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır.6 Ebu Musab el-Zerkavi liderliğindeki “Tevhid ve 
Cihad” adlı örgüt ise Irak’ta işgalin ardından faaliyet göstermeye başlamış, 
2004’te el-Kaide’ye bağlılığını beyan etmiş ve Anbar-Ninova-Selahaddin bölgesindeki Sünni direnişçilere dâhil olmaya çalışmıştır. 

İşgalin ardından ABD liderliğindeki koalisyon güçleri ilk etapta, Irak Savunma 
Bakanlığı’na bağlı olacak yeni orduyu, akabinde de İçişleri Bakanlığı’na 
bağlı hareket edecek polis teşkilatını ihdas etmiş, Peşmerge kuvvetlerinin 
ise merkezi idareden bağımsız bir silahlı kuvvet olarak kalmaya devam etmesini 
sağlamıştır. Ancak konuşlandırılan koalisyon güçlerinin yetersizliği, 
2003-2009 döneminde güvenlik güçlerinin kuruluş aşamasında oluşu ve farklı 
bölgelerde bağımsız hareket eden silahlı unsurların varlığından dolayı ülkedeki 
güvenlik zafiyeti giderilememiş, silahlı çatışmalar ve bombalı saldırılar 
Irak’ta gündelik hayatın parçası haline gelmiştir. Irak’ta yeni ordunun ve polis 
teşkilatının tesisinde Şii Araplara ve Kürtlere tanınan ayrıcalıklar, güvenlik 
güçlerinin işlevselliğinin ve kapsayıcı niteliğinin oldukça sınırlı kalmasına, 
Sünni Arapların ve Türkmenlerin dışarıda bırakılmasına yol açmıştır. Kuruluş 
aşamasında güvenlik güçlerine katılım daha çok istihdam kaygısıyla gerçekleşmiş, orduda subaylar siyasi partilerin desteğiyle yükselme imkânı elde etmiş, rütbeler gerekli eğitim ve tecrübe edinilmeden dağıtılmıştır. 
Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri 
büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. 
Saddam rejimini devirmek hedefiyle 1982’de Tahran’ın desteğiyle Irak 
Yüksek İslam Konseyi’nin silahlı kanadı olarak kurulan Bedir Tugayları’nın 
büyük kısmı, 2003’te Irak ordusuna ve kolluk kuvvetlerine dâhil edilmiştir. 
Bedir Tugayları, silahlı unsurlarının büyük çoğunluğu güvenlik güçlerine katıldıktan sonra Hadi el-Amiri liderliğinde Irak Yüksek İslam Konseyi’nden 
ayrılarak Bedir Örgütü unvanını almış ve varlığını siyasi parti olarak sürdürmeye 
başlamıştır. Peşmerge kuvvetlerinden ise yaklaşık 10.000 asker Irak ordusuna 
katılmış, Genelkurmay Başkanlığına da Peşmerge komutanlarından 
General Babekir Zebari getirilmiştir.7 Kürt yönetimi ayrıca anayasal bir dayanak 
olmamasına rağmen Irak ordusunun Erbil-Süleymaniye-Dohuk bölgesinde 
varlık göstermesini engellemiş, Peşmerge birliklerinin kuzey Irak’ta fiilen 
yegâne güvenlik gücü olmasını sağlamıştır. 

< Şii ve Kürt unsurlar ağırlıklı olacak şekilde tasarlanan Irak güvenlik güçleri büyük ölçüde Bedir Tugayları ve Peşmerge kuvvetlerinden oluşturulmuştur. >

Geçici Koalisyon Yönetimi’nin Şii Araplar ve Kürtlerin menfaatlerine öncelik 
tanıyan yaklaşımı Irak güvenlik sisteminin parçalı bir yapı arz etmesine yol 
açmış, birkaç istisna dışında bağımsız milislerin silah bırakması sağlanamamıştır.

Sünni Arapların dışlandığı bu parçalı yapı, Irak’ın milli güvenliğini 
sağlamaya çalışan kurumlar yerine etnik ve mezhepsel kaygılar temelinde 
faaliyet gösteren birimler doğurmuştur. Şii unsurların ağırlıklı olduğu ordu 
Sünni Arapların çoğunluğu oluşturduğu bölgelerdeki iç çatışmalara belirli 
dönemlerde kayıtsız kalmış, Şii askerler bu çatışmalara müdahil olmaktan 
kaçınmıştır. Parçalı güvenlik yapısı ayrıca ordu ve polis teşkilatı içinde İran 
çizgisinde ve Kürt yönetiminin çıkarları istikametinde hareket eden hizipler 
ortaya çıkarmıştır. Saddam döneminde karargâhı İran’da bulunan ve bu ülkede 
askeri eğitim alan Bedir Tugayları mensupları Irak güvenlik güçlerine dâhil 
edilmesine rağmen Tahran’ın güdümünde faaliyet göstermeye devam etmiş, 
Kuzey Irak’la Bağdat arasındaki ihtilaflı bölgeler söz konusu olduğunda ise 
Irak ordusu içindeki Kürt askerlerin Peşmerge’ye olan bağlılığı öne çıkmıştır.8 
Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini 
mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal 
grupların taraftar toplamasına hizmet etmiş, bu grupların Şii din adamlarına 
ve kutsal mekânlarına düzenlediği saldırılar da 2006-2007 döneminde mezhep 
eksenli bir iç savaşa yol açmıştır. Amerikan kuvvetleri, bu dönemde Irak 
el-Kaidesi ile mücadele etmek için Sünni aşiretlerin kurduğu Sahva Gücü’nü 
desteklemiş, Sahva Gücü el-Kaide’nin büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesini 
sağlamıştır. Bu dönemde Amerikan kuvvetleri ayrıca ABD karşıtı Şii direnişçi 
Mehdi Ordusu’nu silah bırakmaya zorlamış, Mukteda el-Sadr liderliğindeki 
Mehdi Ordusu 2008’de silah bırakma kararı almıştır. 2006-2007 yıllarındaki 
iç savaşın ardından İran’ın Irak’taki hareket serbestîsi artmış, Tahran gerek 
güvenlik güçleri içindeki Şii unsurları gerekse bağımsız Şii milisleri daha rahat 
yönlendirme imkânı elde etmiş, Arap milliyetçiliği çizgisinde bağımsız 
hareket eden Mehdi Ordusu’na hâkim olmaya çalışmıştır.9 

İran, Mehdi Ordusu içinde Mukteda el-Sadr’ın rakibi niteliğindeki Kays el-Hazali’yi desteklemiş, 2007’de el-Hazali liderliğinde Asaib Ehl-i Hak örgütünü kurdurmuştur. İran Devrim Muhafızları bünyesindeki Kudüs Gücü’nün desteğiyle öne çıkarılan Kays el-Hazali, el-Sadr’a bağlı Şii milislerin bir bölümünün Asaib Ehl-i Hak’a katılmasını sağlamış10 ve Mehdi Ordusu’nu zayıflatmıştır. Aynı yıl içinde İran, daha eğitimli Şii militanların yer alacağı ve doğrudan Kudüs Gücü’nün talimatıyla hareket edecek Hizbullah Tugayları (Kataib Hizbullah) adlı örgütü kurmuştur. Kudüs Gücü komutanı Kasım Süleymani’nin danışmanlarından Ebu Mehdi el-Mühendis liderliğinde teşkil edilen Hizbullah Tugayları’nın yaklaşık 400 militandan oluştuğu bilinmekte ve bu örgütün daha profesyonel eylemler için kullanıldığı tahmin edilmektedir.11 

Böylece İran, Muhtar Ordusu adlı Şii milis gücü ve güvenlik güçlerine dâhil edilen Bedir Tugayları’nın yanı sıra 2007’de kurdurduğu Asaib Ehl-i Hak ve Hizbullah Tugayları vasıtasıyla da Irak’taki etkinliğini artırmış, bu ülkede kendi güdümünde faaliyet gösterecek silahlı gruplara sahip olmuştur.12 

2006-2007 döneminde Sahva Gücü’nün desteğiyle Irak el-Kaidesi’ni büyük ölçüde etkisiz hale getiren ABD kuvvetleri Irak’ın iç ve dış güvenliğinin yeni orduya ve kolluk kuvvetlerine devredileceği üç aşamalı bir geçiş süreci planlamıştır. 

Irak’ta devam eden çatışma ortamında Şii siyasi partilerin güvenlik güçlerini mezhepsel hedefler doğrultusunda kullanması el-Kaide bağlantılı radikal grupların taraftar toplamasına hizmet etmiştir. >

İlk aşamada iç güvenliğin ABD’den Irak ordusuna devredilmesi planlanmış, 2010’da bu aşama tamamlanmıştır. İkinci aşamada iç güvenliğin Irak ordusundan polis teşkilatına devredilmesi, üçüncü aşamada ise iç güvenliği bütünüyle kolluk kuvvetlerine devreden ordunun tamamen dış güvenliğe odaklanması tasarlanmıştır. İlk aşamanın aksine ikinci ve üçüncü aşamalar tamamlanamamış, gerek polis teşkilatının yetersizliği gerekse Maliki iktidarının iç güvenlik tehditleriyle mücadelede Irak ordusunu kullanmayı tercih etmesi ordudan kolluk kuvvetlerine yetki devrini engellemiştir. Dolayısıyla işgal döneminde Irak, güvenlik alanında gerekli kurumsallaşmayı sağlayamamış, 
güvenlik güçleri arasındaki yetki paylaşımı gerçekleşmemiş, iç güvenlik ordunun temel önceliği olarak kalmıştır.13 

Bu süreçte ABD’de iktidara gelen Obama yönetimi, Başbakan Maliki’nin işgal kuvvetlerinin en kısa zamanda çekilmesi yönündeki tutumunun da etkisiyle Irak’tan çekilme takviminde değişikliğe gitmiş, Bağdat yönetimiyle Kasım 2008’de Stratejik Güvenlik Anlaşması’nı (Status of Forces Agreement- SOFA) imzalamıştır. ABD, Stratejik Güvenlik Anlaşması’yla Bağdat Büyükelçiliğinde geniş bir askeri güç bulundurma hakkı ve Amerikan askerlerine dokunulmazlık imtiyazı elde etmiş, anlaşma doğrultusunda 31 Aralık 2011’e kadar Irak’tan tamamen çekilmiştir. Ancak üç aşamalı geçiş süreci planlandığında Amerikan askerlerinin 31 Aralık 2011 tarihinde çekilmiş olması öngörülmediğinden, ABD’nin çekilmesiyle ikinci ve üçüncü aşamanın tamamlanması tamamen Maliki iktidarının uhdesinde kalmıştır. 

 <  ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimigüçlendirme söylemiyle giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede bırakmıştır. >

Nitekim Genelkurmay Başkanı Babekir Zebari Amerikan askerlerinin 2020-2022 yıllarına kadar kalması gerektiğini, Irak ordusunun ülke güvenliğini sağlayabilecek yeterliliğe kavuşması için bu süreye ihtiyacı olduğunu ifade etmiştir.14 

ABD’nin çekilmesiyle Irak güvenlik güçlerinin planlanan kurumsallaşma 
süreci yarım kalmış, Maliki iktidarının merkezi yönetimi güçlendirme söylemiyle 
giderek otoriterleşmesi iç güvenliğin kolluk kuvvetlerine devrini sürüncemede 
bırakmıştır. Başbakan Maliki iç güvenlik tehditleriyle mücadelede 
yereldeki kolluk kuvvetleri yerine orduyu kullanmayı tercih etmiş, Silahlı 
Kuvvetler Başkomutanı sıfatıyla Irak’ın güvenlik bürokrasisini adım adım 
tekeline almıştır. Maliki, askeri danışmanlık adı altında kurduğu Başkomutanlık 
Bürosu üzerinden silahlı kuvvetler içinde kendisine sadık subayların 
yükselmesini sağlamış ve gayrı resmi bir emir-komuta zinciri geliştirmiştir. 
Maliki, Başkomutanlık Bürosu üzerinden Bağdat Harekât Komutanlığı’nı, 
terörle mücadeleden sorumlu güvenlik birimlerini ve özel kuvvetleri yönetmiş, 
Savunma Bakanlığı’nı ve komuta kademesini devre dışı bırakarak bazı 
operasyonları bizzat kendisi yürütmüştür. 2009’da Askeri İstihbarat Başkanı 
Cemal Süleyman’ı görevden alarak bu görevi kendisi yürütmeye başlayan 
Maliki, 2010-2014 döneminde hükümet içindeki anlaşmazlıklardan dolayı 
vekâleten yürütülen İçişleri ve Savunma Bakanlıklarını fiilen kontrol etmiştir. 
Başbakan Maliki otoriterleştikçe güvenlik güçlerinin mezhepsel eğilimlerinin 
belirginleştiği gözlemlenmiştir. Tecrübeli Sünni bürokratların bulunduğu Irak 
Muhaberatı’na karşı ilk etapta farklı istihbarat kurumları teşkil edilmiş, daha 
sonra Sünni bürokratlar peyderpey görevden uzaklaştırılmış, yerlerine Dava 
Partisi mensubu ve yeterli deneyime sahip olmayan isimler getirilmiştir. Maliki 
bu süreçte Bağdat’taki terör eylemlerinde İran’ın rolüne işaret eden Muhaberat 
Başkanı Muhammed el-Şahvani’nin Ağustos 2009’da istifa etmesini 
sağlamıştır. Mehdi Ordusu dışındaki bağımsız Şii milis güçlerine müdahale 
edilmemiş, müdahale etmeye çalışan emniyet müdürleri görevden alınmıştır. 
Sünni aşiretlerin teşkil ettiği ve 2006-2007 döneminde el-Kaide’yle mücadelede 
oldukça başarılı olan Sahva Gücü ise gelecekte tehdit olabileceği endişesiyle 
lağvedilmiştir. Dolayısıyla Maliki iktidarı, işgalin ardından tesis edilen 
kurumlarla iç güvenlik sorunlarına çözüm üretmekten ziyade giderek otoriterleşmiş, mezhepsel menfaatler doğrultusunda hareket etmiş, böylece el-Kaide bağlantılı grupların yeniden güçlenmesini tetikleyerek ABD sonrası dönemde Irak’ı fiilen bölünmenin eşiğine getirmiştir. 

1.2. Sünni Arapların Irak Siyasetinden Dışlanması ve Anbar Krizi 

Nuri el-Maliki, başbakanlığının birinci döneminde adım adım güvenlik bürokrasisini tekeline alırken aynı zamanda kendisine rakip gördüğü Şii siyasileri devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. Bu kapsamda Maliki ilk etapta Irak’ta iktidara gelebilecek veya mevcut iktidarını zayıflatabilecek Şii aktörleri Bağdat merkezi yönetiminden uzaklaştırmaya dönük bir siyaset izlemiştir. 
Nuri el-Maliki, 2006’da iktidara geldikten sonra Irak eski Başbakanı ve Dava 
Partisi üyesi İbrahim el-Caferi ve Sadr Hareketi lideri Şii din adamı Mukteda 
el-Sadr’ı merkezi yönetimden dışlamaya çalışmıştır. Maliki önce Dava Partisi 
içinde kendisine rakip olarak gördüğü İbrahim el-Caferi’ye karşı tavır almaya 
başlamış, bu tavrın neticesinde el-Caferi 2008’de partiden ayrılarak Milli 
Reform Hareketi’ni (Tayyar el-Islah el-Vatani) kurmuştur. İran’dan bağımsız 
hareket eden Şii din adamı Mukteda el-Sadr’ı da iktidarına tehdit olarak gören 
Maliki, el-Sadr’ın lideri olduğu Mehdi Ordusu’nu dağıtmaya çalışmıştır. Mehdi 
Ordusu baskılar neticesinde 2007’de önce ateşkes ilan etmiş, ardından da 
2008’de silah bırakmak zorunda kalmıştır. Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı 
Adil Abdülmehdi ise Mayıs 2011’de cumhurbaşkanına ait üç yardımcının fazla 
olduğunu gerekçe göstererek istifa etmiştir. Irak Yüksek İslam Konseyi’nin 
önemli isimlerinden Abdülmehdi’nin istifa kararında ülkedeki siyasi istikrarsızlığın ve Maliki’nin otoriterleşmesinin etkili olduğu değerlendirilmiştir. 
Başbakan Nuri el-Maliki, iktidarının ilk döneminde güvenlik bürokrasisini 
büyük ölçüde tekeline almış, Şii rakiplerini devre dışı bırakmıştır. Maliki’nin 
ikinci döneminde ise Sünni siyasilerin Bağdat merkezi yönetimindeki etkinliğini 
zayıflatmaya yönelik hareket ettiği gözlenmiştir. Maliki, ABD askerlerinin 
çekilmesinin ardından Irak güvenlik güçlerini terörle mücadele adı 
altında Sünni aktörleri sindirmeye yönelik kullanmış, Sünni siyasilerin “terörizm” 
suçlamasıyla karşı karşıya kaldığı gözaltılar ve tutuklamalar başlamıştır. 
2011’de Tarık el-Haşimi’nin, 2012’de Rafi el-İsavi’nin ve 2013’te Ahmet 
el-Alvani’nin tutuklanması hedefiyle operasyonlar gerçekleştirilmiş, özellikle 
el-İsavi’nin tutuklanmasına karşı ortaya çıkan protesto gösterilerinin ardından 
Sünni Arap bölgelerine de askeri operasyonlar düzenlenmiştir. 

Aralık 2011’de Başbakan Nuri el-Maliki’nin talimatı üzerine dönemin Cumhurbaşkanı Yardımcısı (Sünni Arap) Tarık el-Haşimi’ye gizli suikast timleri 
kurduğu ve teröre destek verdiği gerekçesiyle yurtdışına çıkış yasağı getirilmiş 
ve hakkında tutuklama kararı alınmıştır. Tutuklama kararının ardından Mayıs 
2012’de Bağdat hükümetinin talebi üzerine İnterpol, Haşimi hakkında kırmızı 
bülten yayımlamıştır. Irak Ağır Ceza Mahkemesi aynı yılın Eylül ayında Tarık 
El-İsavi’nin tutuklanması, el-Haşimi hakkında gıyaben idam cezası kararı vermiş, mahkemenin farklı davalar kapsamında aldığı müteakip kararlarla birlikte Haşimi’ye toplam beş kez idam cezası verilmiştir.

 <  Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması ise bu kırılmayı derinleştirmiştir. >

   Aralık 2012’de Başbakan Maliki’nin talimatı üzerine el-Irakiye ittifakı yetkilisi ve dönemin Maliye Bakanı (Sünni Arap) Rafi el-İsavi’nin Bağdat’ın Yeşil bölgesindeki evine güvenlik güçleri tarafından baskın düzenlenmiştir. Baskında, el-İsavi’nin korumaları terör örgütü kurmak ve yönetmek gerekçesiyle tutuklanmıştır. Irak’ın Anbar vilayetindeki Sünni Araplar, İsavi’nin korumalarına yönelik çıkarılan tutuklama kararına tepki olarak gösteriler düzenlemeye başlamıştır.15 Aralık’ta Anbar vilayetinde başlayan gösteriler kısa süre içinde Musul, Kerkük, Diyale ve Felluce’ye kadar yayılmış, bazı bölgelerde Maliki karşıtı Şiiler de gösterilere katılmıştır. 



Harita 1: Anbar Krizi Sürecinde IŞİD’in Saldırdığı Bölgeler


     Özellikle el-İsavi’nin tutuklanması, Sünni Araplarla Maliki liderliğindeki Bağdat hükümeti arasında ciddi bir kırılma noktasıdır. Alvani’nin tutuklanması 
ise bu kırılmayı derinleştirmiş, Maliki’nin Sünni Arapları baskı altına almaya 
çalıştığı yönündeki kanaati güçlendirmiştir. Aralık 2013’te Maliki’nin talimatı 
üzerine terörle mücadele özel kuvvetleri, el-Irakiye listesinin Sünni Arap milletvekili Ahmet el-Alvani’yi evine düzenledikleri baskınla gözaltına almıştır. 
Baskın sırasında çıkan çatışmada Ahmet el-Alvani’nin kardeşi ve 5 koruması 
öldürülmüş, baskından dolayı bölgede tırmanan gerilim nedeniyle Anbar’da 
çok sayıda askeri birlik konuşlandırılmış ve sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. 
Dokunulmazlığı bulunan bir milletvekilinin askeri baskınla gözaltına alınması 
Maliki’nin Sünni siyasileri hedef alan önceki uygulamalarını gündeme getirmiş, 
Aralık 2013’ten itibaren Anbar krizi adı verilen süreci başlatmıştır.16 

Sünni  Arapların, Maliki’nin mezhepsel politikalarına tepki olarak Aralık 2012’den 
beri sürdürdüğü protestolara kuvvet kullanılarak müdahale edilmiş, güvenlik 
güçleri göstericilerin Anbar valiliği önünde kurduğu çadırları kaldırmıştır. 
Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten 
de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, 
Sünni Arapların bir bölümünün bölgelerinde bulunan radikal unsurlara sıcak 
bakmasına sebep olmuştur. Kriz, Sünni Arapların radikal unsurlara destek verenler ve radikal unsurlara karşı olanlar şeklinde bölünmesine yol açarken, 
Irak el-Kaidesi’nin yeniden güçlenmesine zemin hazırlamıştır. Irak el-Kaidesi, 
Maliki’nin Sünni karşıtı politikaları ve Suriye iç savaşında Esed rejimini aleni 
biçimde desteklemesi nedeniyle daha rahat taraftar toplamaya başlamış, Sahva 
Gücü’nün dağıtılmış olmasından dolayı Sünni nüfuslu bölgelerdeki faaliyet 
alanını genişletmiştir. Maliki iktidarının bu dönemde Anbar’daki protesto 
gösterilerini sona erdirmek için başlattığı operasyonlarla el-Kaide’ye karşı 
operasyonları iç içe yürütmesi ise operasyonların radikal unsurlarla mücadele 
adı altında aslında iç siyasi hedeflere dönük icra edildiği görüşünün ağırlık 
kazanmasına yol açmıştır. 

Anbar krizinde Maliki, Sünni Araplardaki aşiret yapısı ve aşiretler arası güç 
mücadelesinden faydalanmış, bölgedeki operasyonları Sünni aşiretlerin bazılarının desteğiyle düzenlemiş ve kendisini destekleyen aşiretlere para ve silah yardımı sağlamıştır. Örneğin el-Ubeyd, el-Duleym aşireti ve Ebu Rişa ailesi 
Maliki iktidarının yanında yer alırken, el-Kubeysi ve el-Hadidi aşiretleri Irak 
güvenlik güçlerine karşı savaşmıştır. El-Duleym aşireti mensubu Anbar Valisi 
Ahmet Halef el-Duleymi, Maliki’nin bölgeye güvenlik güçleri göndermesi- 

 < Anbar krizi, Irak’ta Sünni Arapların güvenlik kurumlarının ardından, siyasetten de dışlanmasının yol açtığı mezhepsel ayrışmanın düzeyini göstermiş, Sünni Arapların bir bölümünün  bölgelerin de bulunan radikal unsurlara sıcak bakmasına sebep olmuştur. >


ni talep etmiştir. Maliki, 15 Şubat’2014 tarihinde Anbar vilayetinin merkezi 
Ramadi’yi ziyaret ederek bölgedeki Sünni aşiretlere mensup 10 bin kişinin 
Irak güvenlik güçlerine katılması emrini vermiş, 1 milyar dolar da kentin kalkınması için tahsis ettiğini açıklamıştır.17 Böylece Maliki el-Kaide ile mücadele ederken aşiretler arasındaki güç mücadelesini de artırmış, Sünni Arapların bütünlük arz etmesini ve birlikte hareket etmesini engellemiştir. Nitekim Sünni bloğundaki Usame el-Nuceyfi, Selim el-Cuburi ve Salih Mutlak gibi siyasiler de tam manasıyla muhalif bir tutum sergileyememiş, hükümetten çekilmemiş, yalnızca oturumları ve toplantıları boykot etmiştir. 

Anbar krizi sürecinde Sünni Arapların ağırlıklı olarak yaşadığı Selahattin, Anbar 
ve Diyale il meclisleri özerklik talebinde bulunmuş, Irak’ın bütünlüğünü 
savunan Sünni Araplar artık özerklikten ve bölünmeden bahsetmeye başlamıştır. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI ;

1 Terör örgütü 2007’den itibaren Kürdistan Topluluklar Birliği-KCK ismini kullanmaktadır. Ancak genel olarak örgüt kastedildiğinde hala PKK ifadesi kullanıldığından, bu metinde 2007 sonrası dönem için PKK/KCK ifadesi tercih edilmiştir. 2012 yılında Yargıtay 9. Ceza Dairesi, Van Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2011 tarihli aynı yöndeki kararını onayarak KCK’nın PKK ile 
irtibatlı terörist bir yapılanma olduğuna hükmetmiştir. 
2 PYD: Demokratik Birlik Partisi 
3 Ali Semin, “ABD İşgali Sonrası Irak’ta Milli Güvenliğin Kurumsallaşma Sorunu”,Uluslararası Güvenlik Kongresi Bildiriler Kitabı Cilt II (Kocaeli, Nisan 2014), 818- 819. 
4 PÇDK: Kürdistan Demokratik Çözüm Partisi 
5 PJAK: Kürdistan Özgür Yaşam Partisi
6 ,[Mela Krikar Irak Kürdistan’ına Girdiği Anda 
Yakalanacaktır], Elaph, 10 Şubat 2015, Erişim tarihi:15 Şubat 2015, http://www.elaph.com/ 
Web/News/2015/2/981976.html. 
7 Tom Lasseter, “Kurds in Iraqi Army Proclaim Loyalty to Militia,” Knight Ridder Newspapers, 
28 Aralık 2005, Erişim tarihi: 10 Şubat 2015, http://www.rense.com/general69/kirds.htm. 
8 Lasseter, “Kurds in Iraqi Army...” 
9 Semin, “ABD İşgali Sonrası Irak’ta..,” 819. 
10 [İslami Direnişçi Asaib el-Hak’ın Siyasi 
Programı], http://ahlualhaq.com/index.php/permalink/3125.html. 
11 Michael Knights, “The Evolution of Iran’s Special Groups in Iraq,” CTC Sentinel, Cilt: 3 
Sayı: 11-12 (Kasım 2010): 13. 
12 Michal Harari, “Status Update: Shi’a Militias in Iraq,” Institute for the Study of War (ISW), 
16 August 2010, Erişim tarihi: 10 Mart 2015, http://www.understandingwar.org/sites/default/ 
files/Backgrounder_ShiaMilitias.pdf. 
13 Michael Knights, “The Iraqi Security Forces: Local Context and the US Assistance,” The 
Washington Institute for Near East Policy, Haziran 2011, Erişim tarihi: 12 Şubat 2015, http:// 
www.washingtoninstitute.org/policy-analysis/view/the-iraqi-security-forces-local-contextand-
u.s.-assistance. 
14 Knights, “The Iraqi Security Forces: Local Context and the US Assistance,” 2.
15 Ali Semin, “Maliki’nin İç ve Dış Politikasında Ankara-Tahran Ekseni,” BİLGESAM, 4 Şubat 2013, Erişim tarihi: 10 Şubat 2015, http://www.bilgesam.org/incele/1098/-maliki%E2%80%99nin-ic-ve-dis-politikasinda-ankara-tahran-ekseni/#.VPmcTXysWtY. 
16 [el-Anbar Aşiretleri Bağdat Hükümetine Verdiği Sürenin Dolduğunu İlan Etti], Skynewsarabia, 28 Aralık 2013, Erişim tarihi: 25 Aralık 
2014, http://www.skynewsarabia.com/web/article/509286/. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

31 Ağustos 2018 Cuma

LİDER, DEVLET YÖNETİMİ VE İMPARATORLUK KURMAK

LİDER, DEVLET YÖNETİMİ VE İMPARATORLUK KURMAK





















YAZAR: Prof. Dr. Sait YILMAZ


KATEGORİ: 
Stratejik Araştırmalar Merkezi, Konu Bazlı Araştırmalar, Makaleler ve Belgeler, Eğitim, Birey ve Toplum Farkındalığı, Stratejik Araştırmalar Merkezi, Konu Bazlı Araştırmalar, Makaleler ve Belgeler, Küresel/Bölgesel Nüfuz Mücadeleleri, Makale

Giriş..

Ülkeler açısından tarih, insan karakterlerinin devlete verdiği rolü oynar. Politikacılar ve bilim adamları, dünyayı genellikle içgüdülerine, bazı büyük adamların düşüncelerine dayanan varsayımlarına ve entelektüel birikimlerine göre algılarlar. Devlet adamlarını literatür ve sanata bakışı farklı olabilir. Mao, kültür devrimini yapabilmek için tüm kitapları yaktırmakla işe başlamıştı. Bir devlet adamının hayatımızın her kategorisini çok parçalı ama bir bütün olarak görmesi ancak edebiyat ve sanat bilgisi ile mümkün olur. Yüksek politika düşünceleri ve devlet adamlarının eylemleri, insan doğasının çeşitli yönlerine hitap eder ve edebi dehalar bunları keşfedecek çok önemli yollar bulmuşlardır. Siyasi ortamdaki aktörler ve olayların arkasındaki dramayı anlamanız, derin düşünmeniz ve gerçekçi sonuçlar çıkarmanız entelektüel birikim ile mümkün olur. John Maynard Keynes; “Kendilerini entelektüel çalışmalardan muaf tutan pratik insanlar genellikle ölmüş bir ekonominin esiridir” demişti. Dünyada büyük düşünen büyük devletler olduğu gibi küçük düşünen büyük devletler ya da büyük düşünen küçük devletler vardır. Tarih ve coğrafya kadar devlet adamlarımızın kalibresi ve vizyonu, halkın kimi seçtiği ya da razı olduğu da geleceğinizi belirler.

Lider Kimdir?

Gerçekte liderler ne piyon ne de kendilerini ve ülkelerinin kaderinin tam hâkimidirler. “Hangi liderler uluslararası politikaya etki ederler?” sorusu daha önce üzerinde çalışılmış zor bir konudur. Bakıldığı zaman Mustafa Kemal Atatürk, Winston Churchill, Franklin Roosevelt, İndira Gandi olmasaydı dünya bu kadar böyle olmazdı diyebileceğimiz liderler yanında; Adolf Hitler, Josef Stalin, Mao Zedong, George W. Bush gibi hiç olmasa daha iyi olurdu dediklerimiz de var. Ancak, iyi ya da kötü bu liderleri ortaya çıkaran ve izledikleri politikalara iten şey yaşadıkları iç ve dış çevre ile olaylar olduğu gerçeğini kabul etmeliyiz. Nitekim Abraham Lincoln bunu şu sözleri ile itiraf etmişti; ‘Ben olayları kontrol ettiğimi iddia etmiyorum ama olaylar beni kontrol ediyor[1].’ Tarih yazarken liderler bahsetmeden olayları açıklayamıyoruz. Siyasi davranışın evrimi ile ilgili çalışmalar yenidir ama şimdiden çok önemli öngörüler ortaya konmuştur. Bazı çalışmalar liderleri aktif ya da pasif olmalarına, bazıları da çalışma ortamına pozitif ya da negatif bakmalarına göre sınıflandırdı[2]. Liderler de sıradan insanlar gibi düşüncesizlik, belirsizliğe tolerans, farklı görüşleri dinlemeye isteklilik, inatçılık, güven hissine göre farklı yerlerde olabilirler. Kendine güven, daha istikrarlı bir kişilik ile politikalara daha doğrudan etki eder. Daha güvenli hisseden liderler daha riskli anlaşmalar yapabilirler.

Geçmişten bugüne gücü elinde tutan önderler, siyasiler, elitler ve daha altta toplanan iş adamları, toplum önderleri ve bilgi yayıcılarının arka plandaki görevi geleneksele dayanan hınç mekanizmasının verimliliğini artırırken, kişisel güçlerini artırmaktır. Her şey denetim altına alınmalıdır ki, tehditler savuşturuluncaya kadar bu üstün görev dev bir gözün acımasız bakışlarına tam bir teslimiyet içinde devredilebilsin[3]. Burada bu kişileri aynı hedefe yönelten ortak bir amaç veya bir ideoloji vardır. Kuvvetli bir ideoloji bir biri ile uyumlu kararlar alınmasına etki edebilir. Aynı ideolojiye sahip kişiler aynı politikaları destekleyecektir. Negatif liderlik otokrasiye doğru bir evrim içindedir. Bu kapsamda, siyasi davranışın evrimi ile ilgili dört öngörünün farkında olmalıyız[4].

(1) Öncelikle ülke liderleri normal insanlar değildir. En alttan hiyerarşinin en üstüne gelene kadar önemli yollardan geçmişlerdir. Onları yukarıya taşıyan kendine özgü ya da diğerleri ile benzer bazı davranışları olmuştur. Bunların bir kısmı olumludur. Örneğin kararlılık liderliğin merkezindedir. “Zehirli şef” dediğimiz, kibir ve astlarını küçük görme gibi negatif özellikleri de olabilir. Liderler uzaydan gelmez, bizim günlük hayatımız içinde kartları iyi oynamak için odaklanmış ve acımasız olabilen kişilerdir. Beyinleri diğerlerinden farklı çalışır.

(2) Liderlerin kendilerine olumlu imaj verme eğilimi vardır. İhtirası, cesaretini ve kendine güvenini artırır ve durumu kontrol ettiği illüzyonu yaratır. Böylece risklere ve kayıplara bakmaksızın cesaretle yürür. Bazen daha sakin ve bürokratik gözükse de daima böyle değildir. Diğerleri sadece blöf yaparken, o cesareti ile istediğini alır.

(3) Liderler herkese hükmetmek için mutlak güç isterler. Bu tür güç; paradan, ailesine, dostlarına ve destekçilerine yardıma kadar her türlü suiistimali ona açar. Bunu bir kez başardı mı, bir daha kaybetmekten tiksinirler. Güç beyinde ödül döngüsü yaratır, daha fazlasını istemeye devam eder.

(4) Liderliğin evrimi esnek, ittifakçı stratejilere götürür. Liderler, her zaman ve her durumda doğal olarak işbirlikçi veya saldırgan değildir, onların davranışları duruma göre şekillenir ya da abartılı hale gelir. Problemin önemli parçası ülkenin rejiminin onlara bu büyük ihtirasları hayal edecek ve gerçekleştirecek gücü verip vermediğidir. Bu özellikle onlara meydan okuyacak bir taraf olmadığı zaman daha da önemlidir. İşbirliği, amaçları gerçekleştirmede işe yarar ama saldırganlık hem daha iyi hem de ucuzdur. Ancak, bütün bunlar onu meşru ve mazur kılmaz ancak anlamamıza yardım eder.

Amerikalı yazar Irving Kristol’e göre[5]; “İster demokrasi, oligarşi, aristokrasi, monarşi ya da tiranlık olsun tüm siyasi rejimler  doğal olarak geçişlidir.. bütün rejimlerin istikrarı zamanın bozucu güçleri tarafından yoldan çıkarılır.” Dolayısı ile rejimler beslenmeli, güçlendirilmeli, korunmalı, restore edilmeli ve hatta cilalanmalıdır. Farkında olmamız gereken otokratlar tarih boyunca hep olmuştur, hep aramızdadır ve onlara karşı hazır olmalı, fırsat vermemeliyiz. Güç, kaza ya da hata ile gelmez, tıpkı hayatta kalma güdümüz gibi içimizde yaşıyor.

Devlet adamlarının kişisel özellikleri ile ilgili pek çok çalışma var. Bunlardan bazıları sistematik olarak onların politika tercihlerine, bazıları işine ve dünyaya bakışına odaklanmaktadır. Atatürk, pozitivist bir lider olarak akılcılığa dayanan, bilimsel bakış açısına sahipti. Onun devlet adamı özellikleri; öngörü, mantık, meşruiyet ve aksiyon adamı olmak şeklinde sıralanabilir. Meşruiyet anlayışının temelinde her zaman kanunlara saygı içinde hareket etmek vardı. Dikkati çeken diğer örnekleri sıralayacak olursak; ABD başkanları içinde Woodrow Wilson çok inandığı bir konuda karşı çıkılırsa havalara sıçrardı,[6] Johnson ve Nixon, çocukluklarında yaşadıkları patalojik aşağılanma korkusu yüzünden Vietnam konusunda tuzağa düştüklerini iddia ediyorlardı[7].  Bill Clinton, iktidara geldiğinde Soğuk Savaş bitmişti ve ilk yıllarında dış politikaya ilgisi çok azdı ve tecrübesi de yoktu. George W. Bush ise Truman gibi kararlı olmayı ya da öyle gözükmeyi seviyordu. Ancak, yanında çalışanlarla uzlaşmak konusunda sorunlar yaşadı, farklı görüşlere pek tahammülü yoktu. Almanya başbakanı Angela Merkel, çok ihtiyatlı ve egosu olmayan biri, eski Doğu Almanya’da büyüdüğünden şüpheci ve çok dikkatli bir kişilik edinmişti.

Devlet Yönetimi..

Bütün siyasi liderler devlet işlerinde aynı değildir. Bazıları kendi zihniyetlerine, prensiplerine bağlıdır, kimileri kısa öngörülü, fırsatçı ve halkın tamamı yerine belirli bir sektörün çıkarlarına daha önem veren bir anlayış içindedir. Demagog devlet adamları kamunun iyiliği için çalışır gözükür ama büyük ölçüde kendi özel amacına hizmet etmektedirler[8]. Demagoglar, insanların kıskançlık, korku ve ümit hislerini kendi gayesiz kariyeri için kullanmaya çalışır. Geleneksel devlet yönetiminde “liyakat” yerine daha çok üst makamların “bende”si, “hizmetkâr”ı veya koşulsuz “kul”u olmak önemlidir[9]. Bu tür yönetimde, siyasal sistem kamu gücü ile toplumsal yaşamın hemen her alanına karışır, nüfuz eder. Sistemin merkezindeki otoriter lider, toplumla birlikte tekil bir tarihsel macera içindedir. Bir lider hangi şekilde iktidara gelirse gelsin, çoğu zaman kendi içgüdüsü yeni ve başka bir şey yapmaya eğilimlidir, eskisi ile aynı bilgileri aldığı halde yeni bir yol seçer. Danışmanları da yeni politikaya avukatlık etmenin kendileri için daha iyi olacağını düşünür. Ancak, bir kere yola girilince bundan sapmak zamanla zorlaşır.

Devlet Başkanının Kimliği Dört kanal ya da Mekanizmadan sisteme etki eder.

(1) Öncelikle Uygulanan politikalar ve tercihler onun dünyaya bakışı, değerleri ve inançlarını yansıtır. Eğer kendisine ait değilse, onun yerine düşünen birileri onayını sağlamıştır.

(2) Tıpkı her birimiz gibi başkanın da kendine ait Kişisel özellikleri ve tarzı vardır. Yapılan çalışmalar bir liderde olması gereken “beş büyük” kişisel özelliğe dikkat çekiyor; tecrübeye açık olmak, dürüstlük, dışa dönüklük, sempatiklik ve duygusal istikrar[10].

(3) Uluslararası Kamuoyu da Lideri farklı açıdan izler ve onda farklı fırsatlar ve tehlikeler görür. Örneğin Bush’un kötü mirası sonrası Obama, karakteri ve söylemleri ile diğer ülkeler için daha çalışabilir bir Lider olarak görülmüştü.

(4) Liderin Yetenekli olması da Politikalarına etki eder. Yetenekli olanlar; İç siyasi gelişmeleri iyi okur, Kamuoyunu karşısına almaz ve Koalisyonlar kurar. Bazıları Hükumet Mekanizmasını daha iyi kullanır. Bunun karşılığını daha az bürokratik engel, çeşitli kurumların kendi başına politika izlemesini önlemek şeklinde alır.

Siyasi düzenin mimarı bir kişi ya da iktidar değil, toplumdur. Topluma rağmen kurulan düzen meşruiyet sorunu yaşar. Tarihte de kendilerini “büyük” diye niteleyen devletlerin parlak görüntülerinin arkasında iyi tahkim edilmedikleri görüldü. Baskıcı bir rejimle sağlanan itaatin arkasında maskeli yüzler ve sadakatler vardır ve denetlemeyen alana geçtiklerinde maskelerini çıkarırlar. Toplumu tamamen kucaklamayan, birliktelik için dönüşüm sağlamayan bir siyasi yönetim diktatörlüğe çıkar[11]. Siyasi gelişme, büyük ölçüde hukuku yansızlaştırma ve dünyevileştirme işinin sonucudur. Siyaset, bir toplumdan meşru otoriteye dayanmak suretiyle yapılan varlık ve değer dağıtma faaliyetidir[12]. İnsan kabalıklarının, kaynak noksanlığı ve yer darlığının olduğu her yerde, ”yavaşlık felsefesi” olarak adlandırılabilecek bir öğretiyi uygulamayı zorunlu kılar. Maddi kaynakların az olduğu yerde, bu noksanlığı tinsel öğretilerle telafi etmek, dışarıya dönük bir ilginin, iştahın biraz da içe dönmesi ve hatta farklı aktarımlarla dengeleme çabası daha anlaşılır olur. Kanaatkârlık, özellikle yoksulların hayatta kalması için gerekli bir mizaç halini alır.

İmparatorluk Kurmak..

Dünya değişir ama insanlar değişmez, bu yüzden açgözlülük ve çıkar çatışması dolayısı ile savaşlar ve şiddet hiç bitmez. Güç, uluslararası politiğin aracıdır ve dünyadaki her biyolojik yaratık gibi insanlar ve devletler de güç ister. Ekonomik, soysal ve siyasi hayatımızın kumaşı bu olguya göre dokunmuştur. Yaptırım uygulayacak bir dünya düzeni olmadığından devletler birbirlerini avlar ya da cezalandırır. Eski zamanlarda düzen içinde, hanedanlar değişir, yeni gelen meşru bir sistemi kurma iddiasında olurdu. Anarşi döneminde kabileler, hanedanlıklar, imparatorluklar sürekli güç ve yeni kaynak arayışı peşinde kendilerine yeni düşmanlar bulmuş, yeni yerler işgal etmişti. Geleneksel meşruiyet anlayışında temel unsur “kutsallık” oldu. Roma İmparatorluğu tüm uygar dünyayı tek bir yasa sistemi altında birleştirmeye çalışmış, Hıristiyanlık ve İslam da dünyaya Tanrı’nın evrensel egemenliğini yerleştirmeyi amaçlamıştı.  

M.Ö.509’da eski Roma’da 244 yıllık monarşiye ve kraliyet yönetimine son verilerek, anayasal cumhuriyet kurulmuştu. Kralın yürütme gücü iki hâkime (daha sonra konsüller olarak adlandırıldı) bağlı çifte yetkili bir otoriteye verildi. Böylece otoritenin keyfi davranmasının ve tiranlığın önüne geçmek istediler. Yargıçlardan açık, yazılı ve laik yasalar istediler. Oluşturulan yönetim biçimi 467 yıl yaşadı. 350 yıllık dönemde halk istikrarlı bir şekilde yaşadı ancak ardından rejim uzun bir kriz dönemine girdi. Devlet yönetiminin esası güç dengesi, farklı grupların haklarının verilmesi ve korunması, özgürlük anlayışıdır[13]. Bunların hepsi Roma Cumhuriyeti’nde vardı ama zamanla hepsi çözüldü ve rejim kayboldu. İstikrar demokrasinin önüne geçince Romalılar monarşiye döndü ve yeni Sezarlar ortaya çıktı. Tarihin ilk yazılı Anayasası olan Magna Carta da 1215 yılında İngiltere Kralı John’un keyfi yönetimini önlemek için hazırlanmıştı. Ülkelere düşen kral olma merakında olanların önünü kesmek, kişisel çıkarları ve keyfi idaresi için devleti ele geçirmek isteyenleri en başından taviz vermeden eleyecek bir anayasal sistem ve uygulama gücü getirmektir.

Yükselen bir güç, Kaçınılmaz olarak yerleşik bir gücün kimi alanlarına el atmaya başlar ve onun er ya da geç büyümesini engellemeye çalışacağından kuşkulanır. Genişleme ve sömürü merakı ile başlayan imparatorluk kurmanın zorlukları vardır.

(1) Öncelikle askeri olarak güçlü olmalı ve ittifak içinde bile olsa savaşların asıl yükünü çekmelidir.

(2) İmparatorluk, işgal ettiği ülkeyi doğrudan yönetemez. Tıpkı İngilizlerin Hindistan’da, Almanların Fransa’da ve Polonya’da, Amerikalıların Afganistan ve Irak’ta yaptığı gibi, orada kendi istekleri doğrultusunda ama yerel bir yönetim kurmalıdır. Bu ise destekleyen imparatorluğun kaynaklarını bitirebilir.

(3) Uluslararası güç dengesindeki yerinin her zaman risk altındadır. Gücünüzün hep sınırları vardır ve rakipleriniz sizin karşınızda güç dengeleri kuruyordur. Her imparatorluğun gücünün sınırları vardır. Örneğin, Romalılar ve İngilizler gibi Amerikalıların da ana sınırlaması demografidir.

(4) Öte yandan savaşlar beklenen siyasi sonucu vermeyebilir ve işgal edilen ülkede dolaylı bir savaş içinde yıkıcı bir döneme girilebilir. İmparatorluğun her coğrafi bölgede müttefik ve ortaklara ihtiyacı vardır. Bunları destekleyecek bütçesi de olmalıdır.

İmparatorlukların bu yüzden bir oyun kitabı vardır ve genellikle şu sıra izlenir[14];

(1) Diğer ülkelerin davranışlarını şekillendirmek için ekonomik teşvikler kullanmak.

(2) Tereddüt eden ülkelere ekonomik yardım yapmak.

(3) Askeri yardım yapmak.

(4) Danışmanlar göndermek.

(5) Karşı koyamayacağı güç göndermek.

Dört ve beşinciyi idare etmek ustalık işidir çünkü askeri güce gerek kalmadan çözüm idealdir. Ama danışmanlar sorunu çözemiyorsa o zaman acil olarak ezici askeri güçle çözülmelidir. Roma lejyonerleri seyrek kullanılırdı ama bir kez gittiklerinde sonuç alırlardı.

Sonuç..

Bir ülkenin körleşmesi, düşünce adamlarının ortadan kaybolması ya da iyi düşünürlerin yetişmemesi ile alakalıdır. Özellikle dış politikada işlerinin yolunda gitmemesinin temel nedeni liderlerin büyük düşünme kabiliyetlerinin ve devlet adamlığının kifayetsizliği ile doğrudan alakalıdır. Bu sadece kendileri değil arkalarındaki danışmanlar, bu işe soyunmuş daireler, medyadaki yazar ve düşünürler, düşünce ve araştırma merkezlerinin kalitesi özetle aydın meselesi ile de ilgilidir. Ülkenin yeni seçilen liderlerinin görevi yeni büyük stratejiler uydurmak değil, devam eden büyük stratejileri yeni stratejik ortama uygun hale getirmek, sürdürülebilirliğini sağlamaktır. Ülkenizin yüzyıllardır devam eden tarihi ve coğrafi gerçekleri vardır ve zaten ne yapmanız gerektiğini size söylemiştir. Bu gerçekleri görmezden gelmek, kişisel sübjektif vizyonlar ile değiştirmek; ülkeyi irrasyonel yollara sokmanıza ve felaketine neden olur. Geçtiğimiz otuz yılda devlete ve bürokrasiye karşı takınılan tavır egemenliğin çok yönlü erozyonuna neden oldu. Şimdi yeni bir çağın başındayız ve Batının üstünlüğü sona ererken, gelecek konusunda tahminler yapılıyor. Egemenlik dağıldıkça dünyayı devletler ile yönetme fikri de dünün hayali haline geliyor. Yeni yüzyılda ülkeler; maddi çıkarlarını gözeten (ekonomiyi öne alan) proaktif ve ihtiyatlı bir diplomasi, yeni güvenlik ortamının gereklerine görevlere göre dizayn edilmiş teknolojik olarak üstün bir ordu ve daha entelektüel bir devlet adamlığına ihtiyaç duyuyor.

[1] Robert Harris, As Macmillan Never Said: That’s Enough Quotations, Telegraph, (4 June 2002).

[2] James David Barber, The Presidential Character: Predicting Performance in the White House, Englewood Cliffs Prentice Hall, (New Jersey, 1972). 45.

[3] Doğu Batı Düşünce Dergisi, Küresel Şiddet, Yıl: 20, Sayı: 80, Mart, Nisan, Mayıs 2017.

[4] Dominic Johnson, Bradley A. Thayer, Why Man Seeks Power, Oxford University, (April 1, 2014).

[5] Matthew Continetti, The Theological Politics of Irving Kristol, National Affairs No.36, (Summer 20014).

[6] Alexander George, Juliette George, Woodrow Wilson and Colonel House: A Personality Study, John Day, (New York, 1956), 88.

[7] Blema Steinburg, Shame and Humiliation, Presidential Decision Making on Vietnam, University of Pittsburgh Press, (Pittsburgh, 1996), 213.

[8] Peter Harris, How David, Cameron Could Save His Legacy, Clements Center for History, Strategy and Statecraft, (May 19, 2015).

[9] Cemil Oktay, Siyaset Bilimi İncelemeleri, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2012), 55.

[10] Jeffery Mondak, Personality and the Foundations of Political Behavior, Cambridge University Press, (New York, 2010), 85.

[11] Barrington Moore, Demokrasinin ve Diktatörlüğün Toplumsal Kökenleri, Çev.: A.Şenel, İmge Kitabevi, (2016), 145.

[12] David Easton, An Approach to the Analysisof Political Systems, World Politics, Vol.9, No., (Apr., 1957), 383-400.

[13] Robert W. Merry, Sands of Empire Missionary Zeal, American Foreign Policy, and the Hazards of Global Ambition, Simon &Schuster, (2010), 92.

[14] George Friedman, Coming to Terms With the American Empire, Geopolitical Weekly, (April 14, 2015).


http://ankaenstitusu.com/lider-devlet-yonetimi-ve-imparatorluk-kurmak/


***